Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
Só-İ ZAN'DAN KAÇINMAK
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmâìn... Ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid-dîn... Emmâ ba'd:
a. Sû-i Zandan Sakının!
ME. 415 (İyyâküm vez-zan feinnez-zanne ekzebül-hadîs, velâ tecessesû, velâ tehassesû, velâ tenâfesû, velâ tehâsedû, velâ tebâğad, velâ tedâberû, ve kûnû ibâdallàhi ihvânâ.) Sadaka rasûlüllah, fî mâ kàl, ev kemâ kàl...
Bu hadis-i şerifi hadis alimlerinden en büyüklerinden ikisi, Buhàri ve Müslim rivâyet etmiştir. Bu zâtların kitapları çok meşhurdur, çok sağlamdır. Sahih-i Buhàrî derler, Sahih-i Müslim derler. Hadis ilminde en önde gelen iki kıymetli kitaptır. Onlar Ebû Hüreyre RA'den rivayet etmişler.
Ebû Hüreyre RA de, Peygamber Efendimiz'in yanına, Medine-i Münevvere'ye yoksul olarak gelen ve mescidin bir köşesinde yatıp kalkıp, hadisleri çok zevkle dinleyip, ezberleyen bir aşık kimse... Anası da varmış, ihtiyar; onu da getirmiş Medine'ye... Fakat anası biraz muhalifmiş. Peygamber SAS Efendimiz'e diyor ki:
"--Yâ Rasûlallah, anam biraz zorluklar çıkartıyor; onun için dua eder misiniz?"
Peygamber Efendimiz dua ediyor. Eve gidiyor, biraz sonra sevinçle geliyor. Eve gider gitmez annesi yumuşamış ve güzel bir hâle geldiğini beyân etmiş. Yâni Rasûlullah'ın duası şıp diye tesirini gösteriyor.
Çok hadis rivâyet eden bir sahabidir. Öteki ashaba --rıdvânullàhi aleyhim ecmaîn:
"--Siz hurma tarlalarında çalışırken, işinizle gücünüzle uğraşırken, çarşıda pazarda dolaşırken, ben Rasûlullah'ın yanından ayrılmadım. Onun hadislerini takib ettim, ezberledim. Onun için bunları iyi biliyorum." demiştir.
O zât-ı muhterem, sanıyorum Farsça'yı da biliyordu. Bir keresinde Peygamber Efendimiz ona, Farsça bir iki söz söyleyerek lâtife ediyor. Hastalanmış galiba, karnı ağrıyormuş veya midesi bozulmuş. Ona, (E derd şikemdârî) "Karın ağrın mı var?" diye Farsça soru sormuş Peygamber Efendimiz. Demek ki Farsça da biliyordu Ebû Hüreyre. Halbuki İran'dan değil amma, ordan onu çıkarttım ben.
Mekke-i Mükerreme'de geçen sene, büyük bir alimin evine gittik. Hem şeyh, böyle büyük bir şeyh. Çok da tatlı bir insan... Evi çok geniş, bahçesi çok geniş. Evinin bir kısmını kocaman bir mescid yapmış ki, Lester'deki Pakistanlılar'ın mescidi kadar var... Evinin içinde...
Gittik, oturduk. Herkes oturmuş halka olmuşlar. Bize itibar etti, şöyle sağ yanına oturttu. Ama İngiltere'den, Pakistan'dan muhtelif misafirler de vardı. İtibarlı, yüksek, unvanlı kimseler filân vardı... Tefsirden okudu, hadisten okudu, fıkıhtan okudu; üç kitap okudu. Çok da tatlı tatlı anlattı. O okuduğu bölüm içinde bu Farça kısım geçince; onlar Arap, bilmiyorlar tabii Farsça'yı... "Bu nasıl olacak, nedir?" filân diye tereddüt ettiler. Ben de biraz izah edince, hoşlarına gitti.
Ebû Hüreyre'ye Farsça hitap etmiş, demek ki Farsçası var Ebû Hüreyre'nin... İranlılar Arap yarımadasına hakim olmuşlardı o zaman, Sâsânî İmparatorluğu zamanında. Hatta Yemen'e vâli göndermişlerdi, oraları biliyorlardı. Yemen vâlisine Sâsânî imparatoru diyor ki:
"--Orda bir adam çıkmış, --Peygamber Efendimiz'i kastediyor kâfir-- adam gönder, yakala onu, bana gönder!" diyor.
Peygamber Efendimiz'i yakalayacaklar. Yemen'deki Sâsânî vâlisi de, İran'lı vâli de Medine'ye iki adamını gönderiyor. Peygamber Efendimiz onları misafir ediyor, "Biraz bekleyin!" diyor. Bir iki gün bekliyorlar. Ondan sonra:
"--Gidin vâlinize söyleyin, benim Rabbim onun efendisinin hakkından geldi." diyor.
Adamlar şaşırıyorlar tabii, haber bekliyorlar. Neden sonra İran'dan haber geliyor ki, o imparator ölmüş. Peygamber Efendimiz'e o küstahlığı yapanın ölüm haberi geliyor hakikaten...
Yâni İranlılar'ın dillerini öğrenmiş olabilir bazı Araplar.
Bu Ebû Hüreyre rivâyet ediyor ki:
(İyyaküm vez-zan) "Sû-i zanda bulunmaktan çekinin, sakının!" buyurmuş Peygamber Efendimiz. Sû-i zan ne demek? Bir kimse hakkında kesin bir bilgi olmadan kötü şeyler tahmin etmek.
--Gözünle gördün mü kardeşim?
--Yoook...
--E bir belge var mı elinde, bir fotoğraf, bir şey?..
--Yoook... Tahmin ediyorum ki o adam şöyle...
--Olmaz! Zan ile, tahmin ile iş olmaz.
Sû-i zan deniliyor buna. Sû' kötü demek. Sû-i zan kötü zannetmek.Yâni meselâ bir adam biraz fakir fukara, camiye gelmiş, abdest alıyor, namaz kılıyor...
--Ya bu adam çok hırpanî, hırsız galiba?..
--Canım nerden bildin?!.
Halbuki adam evliya...
(Feinnez-zanne ekzebül-hadîs) "Çünkü zan en yalan sözdür." İnsanın içinden şeytan fıs fıs bu adam kötü galiba, diyor. En yalan söz zan. Zannetmeyin. Kesinse?.. O zaman bir şey yok...
--Gördün mü?..
--Gördüm.
--Tamam mı?..
--Tamam.
Ama öyle değilse, sû-i zan etmeyecek. Ne olacak? Hüsn-ü zan edecek. Hüsn-ü zan ne demek?.. İyiye yormak, hakkında iyi düşünmek demek... Sû-i zan, hakkında kötü düşünmek; hüsn-ü zan, iyi düşünmek...
Şimdi bu sû-i zanla hüsn-ü zan üzerine bir hikaye anlatayım. Mâlum hikâyeler açıklamaya vesile oluyor diye anlatıyorum ben:
İmam-ı Âzam Efendimiz Kûfeli idi. Hicretten 150 yıl sonra vefat etti. 80'le 150. yıl arasında yaşadı. Hicret 622'de oldu. 80 daha 702, hesaplayabilirsiniz yâni... İmam-ı Âzam Efendimiz çok büyük bir alimdi. Etrafına bir çok kimseyi toplamış ve onlara tatlı sohbetlerle İslâm'ı öğretmişti. Onun talebeleri içinde çok büyük alimler de yetişmişti. İmam-ı Âzam çok büyük bir zât...
Horasan'dan birisi İmam-ı Âzam'ın medhini duymuş. "Kûfe şehrinde bir büyük alim varmış. Meclisi çok kalabalık oluyormuş, çok yüksek ilmî meseleler konuşuluyormuş, adam derya gibi bilgiliymiş. Çok mübarek bir adammış..." filân diye İmam-ı Âzam'ın medhini duymuş. Kendi kendine karar vermiş, demiş ki:
"--Gideyim, İmam-ı Âzam'ın hizmetine gireyim, onun hizmetini yapayım! Yâni Allah rızası için, parayla pulla değil. Hizmetinde bulunayım, onun talebesi olayım, ilminden istifade edeyim. Onun yanında öleyim. O beni yıkasın, cenaze namazımı o kıldırsın. Böyle bir mübarek insanın yanında bulunmak şereftir." demiş.
Eşiyle dostuyla vedalaşmış, kalkmış Horosan'dan Irak'a, yâni Kûfe'ye gelmiş. Orda kenarda sormuş:
"--Burda İmam-ı Âzam diye birisi varmış. Onu görmeye geldim. Nerde bulunur, hangi adreste bulunur?" diye sormuş.
Sorulan adam demiş ki:
"--İşte bak, karşıda gidiyor!.."
Bu tahmin ediyor ki; o büyük alim ak sakallı, ihtiyar, beli kambur, hırkasında kırk tane yama var... Dünyayı terketmiş, dış görünüşe önem vermeyen bir evliya diye düşünüyor. Oooo, İmam-ı Âzam'a bir bakmış ki, muntazam giyimli, sarığı güzel, cübbesi güzel, hoş kıyafetli, alımlı filân bir kimse... Hoşuna gitmemiş:
"--Bu fiyakacı, dünya ehli, gösterişli bir insan galiba?" demiş. Ordan biraz canı sıkılmış: "Benim tahmin ettiğim adam bu değil galiba?.. Ben bunun hakkında çok hüsn-ü zan ettim ama, iyi şeyler düşündüm ama, galiba öyle değil..." demiş.
Şöyle uzaktan ona bakarken, İmam-ı Âzam bir üzümcü dükkânına gelmiş. Sepetlerde çeşit çeşit üzümler var. Bir kaç tane birisinden almış, bir kaç tane birisinden, bir kaç tane ötekisinden, hepsinden almış...
"--Hiiih, bu adam daha haramı, helâli düşünmüyor. Hepsinden aldı, karnını doyurdu. Bu ne biçim iş?.. Halbuki bir tanesinden alsa, 'Şundan bana bir okka ver!' dese... Hepsinden aldı. Her müşteri bu kadar böyle her salkımdan kopartırsa dükkâncının hâli ne olur? Bu adamda takvâ yok, haram helâl düşünmüyor" demiş. Yine sû-i zan ediyor. "Ben bunun yanına hiç gitmeyeyim."
O sırada İmam-ı Âzam dükkândan çıkmış. Bir şey de almamış. "Bak, demiş, yedi yedi bir şey de almadı, çıktı" demiş. Sokağın içine doğru gitmiş. O da böyle isteksiz isteksiz yürüyor caddede. Sokağın içine bakmış, köşede bir kadınla konuşuyor İmam-ı Âzam. "Vay, demiş, güzel güzel giyin, üzümleri löp löp al, ondan sonra köşe başlarında kadınlarla sohbet et... Böyle alimlik mi olur? demiş. Böyle İslâm alimi mi olur ya, bu ne biçim iş?!. Ben yanlış iş yapmışım. Geri dönüyüm Horosan'a" diye dönerken İmam-ı Âzam sokağın içinden ona ismiyle hitap etmiş:
"--Ey yolcu, ey filânca buraya gel!" Şaşırmış:
"--Ya bu benim adımı nerden biliyor?"
Kerâmet tabii. Nasıl bileceksin, yabancı bir insan? O şehirde oturan bir insan bile değil.
"--Filânca bir dakika..." demiş.
Gidecek adam. Yanına hiç gelmeyecek, gidecek. Çünkü üç tane kötü şey gördü: "Bir kere süslü püslü giyimli, demek ki dünya ehli bir insan, ahiret ehli değil, dünya ehli. İkincisi üzümleri löp löp attı, demek ki haramı helâli düşünmüyor. Köşede de kadınla konuştu, bir de gülüştü. Hiç olmazsa ciddi ciddi konuş. Samimi, böyle senli benli konuştu..." Yâni kızdı, gidecekti. O zaman ismiyle hitap etti:
"--Ey filânca gel bakayım buraya!" demiş. Hiç bir şey söylemeden. O yolcu hiç bir şey söylemeden demiş ki:
"--O üzüm dükkânı benim, demiş. O üzümler benim bağlarımın üzümleri" demiş.
Tabii insan kendi üzümünü yer. Bak, sû-i zan yersizmiş demek ki...
"--O üzümler benim. Ben niçin hepsinden yedim? Adamlarıma, 'Aman sakın kuru üzüm koparmayın, ekşi üzüm koparmayın, ticaretimize gölge düşmesin, haram karışmasın, hepsi olgun olsun, müşteri memnun olsun' diye tenbihledim. Hepsine bakmamın sebebi: Bakalım adamlarım üzümlerin olgunlarını mı koparmışlar? Talimatımı yerine getirmişler mi, getirmemişler mi? Ondan yokladım." deyince adam:
"--Hay Allah! Ben sû-i zan etmişim ama bak ne kadar güzel bir sebebe dayanıyormuş aslında takvâlı bir insan olduğu anlaşılıyor."
"--İkincisi benim bu köşede konuştuğum kadın benim ailem, zevcem..." demiş.
İnsan zevcesiyle konuşur, elbette güler bile, şakalaşır bile... Ne olacak yâni?
"--Bu benim ailem; ona dedim ki: 'Horasan'dan misafirimiz geliyor, akşam eve getireceğim, yemek hazırla!' dedim."
Bir kerâmet daha gösteriyor.
"--Benim giyimimin böyle olmasına gelince, Peygamber SAS Efendimiz buyurdu ki: 'Allah bir kimseye bir nimet verdiyse, bir zenginlik verdiyse, para verdiyse, imkân verdiyse o nimetin emâresinin onun üstünde görünmesini sever.' Zenginse, zengin olduğu belli olsun. Yâni zengin fakir gibi giyindiği zaman, kimse onun zengin olduğunu anlamaz; zengin gibi giyinsin de fukara gelsin, 'Allah rızası için biraz bir şey ver!' desin. Allah verdiği nimetin emâresini, alâmetini kulun üzerinde görmeyi sever.' diye Peygamber Efendimiz buyurduğu için böyle giyindim. Yoksa,sen benim içime bak!" demiş.
İçime bak demekten iki şey anlaşılır: Kalbime bak demek olabilir, mühim olan niyetim demek olabilir. Ama o örtünün altını kaldırmış, orda basit elbise var.
Bu anlattığımız olayda, hüsn-ü zanla sû-i zannın misâlini görüyoruz. Yâni sen dış görünüşüyle bir şeyi kötüye yorumlarsın ama, aslında o kötü bir şey olmayabilir. O halde kötüye yormak doğru değil. Sû-i zandan kaçınmak lâzım, kötüye yorumlamaktan kaçınmak lâzım. Belge yoksa, kesinlik yoksa sû-i zan etmemek lâzım, iyi düşünmek lâzım!
Böyle buyurdu Peygamber Efendimiz. Çünkü kötü zan, kötü düşünce en yalan sözdür. Şeytan yalan söylüyor içerden iki kişinin arasını bozmak için. Bu bir... Demek ki biz de hüsn-i zan edeceğiz, sû-i zan etmeyeceğiz.
Sonra:
(Velâ tecessesû) "Tecessüs etmeyin!" Tecessüs demek bir şeyi merak edip, casuslamasına onun dibini araştırmak.
--Ya bu adam evden çıktı böyle. Nereye gidecek acaba? Bir takip edeyim, bakayım...
--Sana ne?..
--Bu adam arabasıyla bugün öğle üzeri evine geldi. Ne sebeple geldi? Vayy, bagajı açtı, acaba ne çıkarttı?
--Komşunun işinden sana ne?..
Tecessüs yok. Yâni bu doğru değil.
(Velâ tehassesû) "Tehassüs etmeyin!" Tehassüs de yine bir şeyin enini, dibini, boyunu araştırmak demek...
"--O öyle mi oldu? Söyle bakayım sen ne diyorsun?.." filân diye böyle dedikodu mevzuu bir şeyi karıştırıp, kurcalayıp, araştırmak.
(Velâ tenâfesû) "Birbirinize karşı kibirleşmeyin, nefsânî hareket etmeyin!"
"--Ben senden üstünüm. Sen nesin ki ya, otur oturduğun yerde! Bilmem ne..." filân diye böyle iftihar etmeyin!
(Velâ tehàsedû) "Birbirinize hased etmeyin!"
"--Vay o adamın şusu var da, benim yok da, bilmem ne de..." filân diye hased etmeyin!
(Velâ tebâğad) "Birbirinize kızmayın! Kızgınlık düşmanlık yapmayın! (Velâ tedâberû) Birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinize küsüp ilgiyi kesmeyin! (Ve kûnû ibâdallàhi ihvânâ) Ey Allah'ın kulları, Allah sizi müslümanlar olarak kardeş etmiş birbirinize, siz de kardeş olun! Evet ana baba bir kardeş değilsiniz ama, Allah sizi kardeş etmiş; kardeş olun!"
İlk nasihat bu... Açılan sayfada İmam Buhârî ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiği ilk rivâyet bu. Yâni ne yapacağız?.. Hüsn-ü zan edeceğiz, kimsenin hakkında kötü kötü şeyler düşünmeyeceğiz. İyi şeyler düşüneceğiz. Gördüklerimizi hayra yoracağız. Çünkü sû-i zan fenadır, en yalan sözdür. Kimsenin işlerini burnumuzu sokup karıştırmayacağız, dibini, astarını araştırmayacağız. Birbirimize karşı böbürlenmeyeceğiz, kibirlenmeyeceğiz, birbirimize hased etmeyeceğiz. Bir müddet kızıp, kavgalaşmayacağız. Birbirimize sırt dönmeyeceğiz. Ey Allah'ın kulları, hepimiz kardeş olacağız!.. Bunu emrediyor Peygamber Efendimiz.
Müslümanların genel durumu budur. Böyle olması gerekir. Arabın Aceme, Acemin Araba üstünlüğü yoktur. İmanlı insanların hepsi kardeştir. Selmanül-Fârisî Acemli ama Peygamber Efendimiz çok severdi onu. Bilâl-i Habeşî esmerdi, Habeşistan'dan gelmişti ama Peygamber Efendimiz çok korurdu ve çok severdi ve çok sağlam iman etmişti Bilâl-i Habeşî. Yâni Habeşîlik, Arabîlik, Türkîlik, Kürdîlik bunlar mühim değil... Biz hepimiz birbirimizin kardeşiyiz. Allah da bizim kardeş olmamızı istiyor, Peygamber Efendimiz de kardeşçe davranmamızı istiyor. Allah bizi kardeş etmiş:
(İnnemel-mü'minûne ihvetün) "Bütün müslümanlar kardeştir, din kardeşidir." O halde biz birbirimize kızmayacağız, hased etmeyeceğiz, sırt çevirmeyeceğiz, alay etmeyeceğiz, kibirlenmeyeceğiz, tepeden bakmayacağız, kardeş olacağız. Kardeşimizin hakkında aleyhte, kötü düşünmeyeceğiz. Hayra yoracağız gördüğümüz şeyleri: "Herhalde şundan yapmıştır, bundan yapmıştır." filân diye hüsn-ü zan edeceğiz. Bir hadis-i şerif bu...
b. Mü'minin Ferâseti
İkinci hadis-i şerif:
ME. 19 (İttek firâsetel-mü'min, feinnehû yenzuru binûrillâh) Sadaka rasûlullah...
Bu da İmam Tirmizî'nin rivâyet ettiği bir hadistir. İmam Tirmizî de altı büyük hadis aliminden bir tanesidir. Sıhah-ı Sitte yazarlarından birisidir. Hadis ilminin en kıymetli eserlerinden birisini yazmıştır. İmam Tirmizî'nin rivâyet ettiğine göre Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:
"Müslümanın, mü'min insanın ferâsetinden kork! Çünkü o baktı mı Allah'ın nuru ile bakar, gerçekleri görür."
Ferâset ne demek? Anlayış demek, sezgi demek. Müslümanın ferâseti vardır. Tahsilli değildir, belki köylüdür, belki okumamıştır, belki ümmîdir amma şıp diye sezer. Neden?.. Allah onun kalbine bir nur vermiştir. Allah'ın verdiği o nurla bakar, olayların mahiyetini anlar: "Haa, bu beni aldatmaya çalışıyor. Bu işin aslı şöyle. Bu buna yalan söylemiş. Bu buna şunu yapmak istiyor..." Şıp diye anlar. Bu önemli bir şeydir Allah kulunu sevdi mi ona gerçekleri gösterttiriyor, yanılttırmıyor. Misâl:
Abdülkàdir-i Geylânî Efendimiz'e vaaz verirken bir kişi geliyor camide, diyor ki:
"--(İttek firâsetel-mü'min, feinnehû yenzuru binûrillâh.) buyurmuş Peygamber Efendimiz; bu ne demek? Mü'min nasıl anlıyor karşısındaki insanın ne mal olduğunu? Kalbindeki niyetini nasıl sezinliyor, nasıl ferâsetiyle farkediyor işi?.. Halbuki ötekisi kandırmaya çalışıyor, belli etmemeye çalışıyor. Bu ne biçim hadis, nasıl olur bu?.." filân diye sorunca, mübarek demiş ki:
"--Ey mecûsî, müslüman ol!" demiş bunu soran adama. "Müslüman ol şimdi müslüman olmanın zamanı geldi artık..." demiş.
Mecûsî ne demek? Müslüman olmayıp, İslâm'dan önceki İran dini olan ateşperestliğe inanan, ateşe tapan kimse demek... Adam mecûsîymiş. Bu hadisi gidip camide soruyor. Ama o mübarek de onun müslüman olmadığını, mecûsî olduğunu ferâsetiyle anlayıp, sezip: "Şimdi müslüman ol bakalım!" diyor, bir... İkincisi: "Müslüman olmanın zamanı geldi" diyor.
Adam tabii müslümanların arasında yaşadığı için, ateşe tapılmayacağını anlamıştır, güneşin tanrı olmadığını anlamıştır. Yâni kendi dininin çürük olduğu anlamıştır, İslâm'ın kuvvetli olduğunu anlamıştır ama, hâlâ mütereddit... Müslümanların arasında yaşıyor, dolaşıyor, camilerine giriyor çıkıyor ama, hâlâ müslüman olmamış, hâlâ mecûsî... "Şimdi müslüman olma zamanın gelmiş." demiş. Zamanının da geldiğini biliyor. Adam onun üzerine bakmış, "Vay hakikaten mü'minin ferâseti var, şıp diye kalbinden geçeni anlıyor." demiş. Kelime-i şehâdet getirmiş müslüman olmuş.
Hocamız (Rh.A) Mehmed Zâhid Efendimiz, ben hatırlarım, benim başımdan geçti: Böyle oturuyorduk camide... Ben bir şey düşündüm, aklımda, bir şey söylemedim daha, şöyle bana baktı: "Olur mu öyle şey?" dedi. Hiç bir şey demedim. "Olur mu öyle şey?" dedi. İşte mü'minin Allah'ın nuruyla baktığı zaman olayları görmesi demektir.
Bizim yaşlı ağabeylerle Hocamız hacca gitmişler. Hangi evde kalacaklar?.. Birisi demiş ki:
"--Efendim, falanca zâtın evi var, çok güzel. Gidelim ona misafir olalım!"
"--Eh pekâlâ..."
Ötekisi demiş ki biraz sonra:
"--Efendim, bu akşam oraya gitmeyelim de falanca yere gidelim!"
"--Eh pekâlâ..."
O gitmiş. Üçüncü bir şahıs gelmiş:
"--Efendim, falânca yere gidelim!"
"--Eh pekâlâ..." demiş.
Hocamızın yanında bulunan Yahya Bey diye birisi var, o anlatıyor.
"--Hocam, demiş, ben şimdi anlamadım. Üç teklif geldi. Ayrı teklif bunlar; birisi a diyor, birisi b diyor, birisi c diyor. Ayrı ayrı işler... Siz hepsine pekiyi dediniz?"
"--Yahya, sen işine bak; onlardan iki tanesi olmayacak, bir tanesi olacak." demiş.
Hakikaten biraz sonra bir tanesi gelmiş, demiş ki:
"--Efendim, falanca adama gidecektik ama, o yurt dışındaymış da, bilmem neymiş de evi kapalıymış..."
O gitmiş, biraz sonra ötekisi gelmiş:
"--Efendim, filânca yere gidelim demiştik ama işte şuymuş da buymuş da..." neyse...
O da gitmiş. Ondan sonra üçüncüye gitmişler.
Önceden iki tanesinin olamayacağını bilmiş. Allah bildirince biliyor. (İttekû firâsetel-mü'min, feinnehû yenzuru binûrillâh.) "Mü'minin ferâsetinden, sezgisinden, anlayışından korkun! Çünkü o Allah'ın nuruyla bakar." Bu da tanınmış bir hadis-i şeriftir.
c. Düşmanla Karşılaşmayı İstemeyin!
Üçüncü hadis-i şerif, bununla bitiriyoruz sohbeti... Bu hadis-i şerif de İmam Buhàrî ve Müslim'de var. Abdullah ibn-i Ebî Evfâ RA'den rivâyet olunmuş:
(Eyyühen-nâs! Lâ tetemennev likàel-adüvvi ves'elullàhel-àfiyeh, feizâ lakîtüm fasbirû, va'lemû ennel-cennete tahte zılâlis-süyûf. Allàhümme münzilel-kitâb, ve mücriyes-sehâb, ve hâzimel-ahzâb, ihzimhüm, vensurnâ aleyhim.) Sadaka rasûlüllàh...
(Eyyühen-nâs) "Ey insanlar!" Etrafındaki mü'minlere Peygamber Efendimiz konuşma yapıyor, böyle hitab ediyor. (Lâ tetemennev likàel-adüv) "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin, temenni etmeyin! 'Yâ Rabbi benim karşıma düşmanı çıkar, bir çarpışayım, vurayım, kırayım...' diye savaşı, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin! (Ves'elullàhel-àfiyeh) Amma Allah'tan rahatlık, huzur, saadet, afiyet isteyin. Başınız dinç olsun, vücudunuz rahat olsun. Afiyet isteyin Allah'tan..."
Düşmanla çarpışmak kolay bir şey değil. Yaralayacaksın, yaralanacaksın, koşturacaksın, kovalayacaksın, kaçacaksın. Terleyeceksin, korkacaksın, uykusuz kalacaksın, tozlanacaksın... Yâni kolay bir şey değil. "Allah'tan afiyet isteyin, huzur isteyin, rahatlık isteyin, hoşluk isteyin de, düşmanla karşılaşmayı istemeyin!"
(Ve izâ lekìtüm) Amma, düşman da karşınıza çıkarsa; (fasbirû) o zaman da sebat edin, sağlam durun, kaçmayın düşmandan... Karşısında kale gibi sağlam durun! (Va'lemû ennel-cennete tahte zılâlis-suyûf) Ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır."
"Cennet kılıçların gölgesi altındadır." ne demek?.. Kılıcını çekersen, çarpışırsan cennete girersin demek. Kılıcınla, kılıcın sayesinde cennete girersin demek. Yâni mücahid Allah yolunda çarpıştı mı, cennetlik olur. Sağsa gàzi olur, sonra öldüğü zaman cennetlik olur. O anda ölürse şehid olur, hemen cennetlik olur. Şehidin kanının ilk damlası toprağın üstüne damlarken, cennetteki makamı kendisine gösterilir. Hemen ilk damlada gösterilir. Efendimiz öyle diyor.
Yâni, "Efelik yapmayın, kabadayılık yapmayın! Düşmanla çarpışmayı kendiniz istemeyin! Allah'tan afiyet isteyin ama, karşılaştığınız zaman da sabredin, çarpışın, kaçmayın. Allah öyle takdir etmiş, o zaman kaçmayın! Bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır." dedikten sonra dua etmiş, demiş ki:
(Allàhümme) "Ey benim Allah'ım! (Münzilel-kitâb) Kur'an'ı indiren, Tevrat'ı, İncil'i eski peygamberlere indiren, ey kitap indiren inzâl eden, vahyeden Allah'ım! (Ve mücriyes-sehâb) Bulutları rüzgârın önüne katıp da ordan oraya götürüp yağmur yağdıran; kulları, çayırları, çimenleri, bitkileri, ağaçları, ihtiyacı olanları suya kavuşturan Allah'ım! (Ve hâzimel-ahzâb) Ve müslümanlara yardım edip, nusret nasib edip, İslâm düşmanlarını hezimete uğratan Allah'ım! (İhzimhum) Bu karşımızdaki kâfirleri hezimete uğrat! (Vensurnâ aleyhim) Onlara karşı bize yardım eyle, güç kuvvet ver de, onları yenelim!" diye dua etmiş Peygamber SAS Efendimiz.
Bu üçüncü ve sonuncu hadis-i şeriften anlıyoruz ki, durduğu yerden kuru kuruya efelik yapmak doğru değil. Neden? İnsan oğlu zayıftır. Böyle oturduğun yerden, "Düşmanla çarpışırım, asarım, keserim!" dersin ama, kazın ayağı öyle olmaz. Savaşa gittiği zaman insan feleğini şaşırır. Kolay bir şey değildir savaş... Yâni ne yapacaksın? Düşman senin üstüne atlayacak, onu yenmek zorundasın. Ya o seni öldürecek, ya sen onu öldüreceksin. O senin gırtlağına sarılacak, sen onun gırtlağına sarılacasın...
Hocamız (Rh.A)'le Çanakkale'de bir köye gittik. Yatsı namazını kıldık. Kahvede, "Ben Çanakkale Savaşı'nı gördüm." dedi ordan birisi. Gàziler varmış Çanakkale Savaşı'ndan. Zaten Gelibolu'ya yakın bir köydeydik, oralardaydı. Demek savaşa katılmış. Dedik ki:
"--Bu savaş nasıl oldu, anlatın!"
"--Savaş anlatılmaz. Öyle bir şey ki, ölüm burnunun ucunda, düşman sana saldırıyor öldürmecesine... Ya sen onu öldüreceksin, ya o seni öldürecek; can pazarı... Tarif edilecek bir şey değil, çok korkunç bir şey!" dedi.
Çanakkale Harbi olduğu sırada Galatasaray Lisesi'nin son sınıfı öğrencileri, "Biz de savaşa katılalım!" demişler, gitmişler. Bu sınıf Çanakkale harbine gittiği zaman, onların gittiği birlikte olan bir gàzi anlattı bana:
"Çocuklar, şen şen geldiler İstanbul'dan, Galatasaray Lisesi'nin son sınıf öğrencileri..." Kaç yaşında olur? Onaltı yaşlarında filân olurlar. "Delikanlı çocuklar gülerek, oynayarak geldiler. Fakat ertesi gün kurşunlar vızıldamaya, bombalar patlamaya, düşmanla çarpışılmaya başlandığı zaman, gençler hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Anacığım demeye başladılar, korktular.
Sonra içlerinden bir tanesi toparladı kendisini, bir savaş marşını yüksek sesle söylemeye başladı. Hepsi birden yüksek sesle söylemeye başladı. Çarpıştılar, bir tanesi kurtulmadı, hepsi öldü." Çünkü eğitimsiz lise son sınıftaki öğrenci, ne olacak yâni? Silâh tutmayı bilmez, savaşmayı bilmez. Kolay bir şey değil...
Askerde bizi talim yapmak için atış alanına götürdüler. Tüfek burda; karşıda toprağı yığmışlar dört beş metre yamaç yapmışlar. Toprağın önüne koymuşlar hedefleri... Tahta, hedef var üstünde, numaralamışlar hedefi... Yâni kurşun hedefe vurmaz da arkalara giderse, toprağa saplansın, bir yere zarar vermesin diye arkasına yüksek duvar gibi meyilli toprak yığmışlar, yumuşak toprak koymuşlar. Bizim talim için gittiğimiz arkadaşlar da, hepsi üniversite mezunu... Çoluk çocuk değil yâni. Öyleleri oldu ki tüfeğe yattılar, ateş etmek için. Hedefe nişan aldılar, tetiği çektiler. Cıvvv diye bir ses çıktı, havada uçtu gitti kurşun... Yâni toprak tepeyi bile tutturamadılar. Acemi, bilmiyor işte... Şurdaki hedefi vuracak, arkasındaki toprağa bile değil, havaya gidiyor. Kim bilir nasıl attıysa, kurşun böyle cıvladı gitti.
Bizim bir İstanbul Emniyet müdür yardımcısı tanıdığımız var: "Hocam, tabancayla atış yaparken, arkadaki polis arkadaşını vuranlar oluyor." dedi. Silah atarken erken mi çekiyor ne yapıyor? Yâni silah şakaya gelmez.
Kendimden misal: Bir keresinde arkadaşlar, cuma namazından sonra bana dediler ki:
"--Hocam, şurda bir atış poligonu var, gidelim!"
Ben, istemez filân dedim.
"--Yok, gidelim!" dediler, götürdüler.
Atış poligonu, böyle bir apartmanın alt katında hazırlanmış ama, güzel hazırlamışlar. Merdivenlerle indik alt kata... Uzun duvar, yirmibeş metre ileriye kadar üstünde bir ray var, düğmeye basıyor. Gır gır bir şey geliyor, oraya hedef kağıdını asıyor. Ortası 12, onun etrafında bir daire 11, 10, 9, 8, 7, 6... veya numaralar dıştan 12'den başlayıp 1'e doğru gidiyordur, unuttum. Takılıyor. On metrede durabiliyor. Ondan sonra onbeşinci metre var, ondan sonra yirminci metre var, ondan sonra yirmibeşinci metre var... Düğmeye basıyor dırrrt, onuncu metreye kağıt gidiyor. Tabancayı veriyor;
"--Buyrun ateş edin!" diyor.
Kocaman hedef... On metreye getirdiler.
"--Ya, ben çocuk muyum? Ayıp, koyun yirmi metreye!.." dedim.
"--Yok hocam, sen on metreden başla!" dediler.
"--Ayıp, bu kadar yakın bir şeyi vuramaz mı insan?" dedim
"--Hele sen bir atış yap bakalım!" dediler.
Bir attım, hedefi vuramadım. Vurulmuyor. Ne yapıyormuşum?..
"--Hocam sen çok sinirlisin. Böyle nişan alıyorsun; göz, gez, arpacık, hedef... İkisini bir araya getireceksin, hedefe denk getireceksin. Tamam hedefi hedefliyorsun. Fakat tetiği çekerken böyle bir çekiyorsun, paaat kalkıyor buraya gidiyor." dediler.
Tetiği çekişten gidiyormuş.
"--Yok hocam, dediler, böyle atılmaz."
"--Nasıl olacak?"
"--Öyle sıktın mı kendini, tabanca kat'iyen hedefi vurmaz. Ne yapacaksın?.. Tabancanını tetiğinin bir boşluğu var. Bunları bilmez kullanmayan. Bir kere boşluğa kadar eli getireceksin, tabancanın boşluğunu alacaksın, hedefi nişanlayacaksın. Çok sakin, hatta nefesini bile almadan; nefes alırsan göğüsle beraber el oynuyor. Nefesini bile tutacaksın, hafif hafif tazyikini arttıracaksın elinin... Yâni birden değil. Yaparsan burnu aşağı gidiyor tabancanın, o zaman vuramıyorsun. Yavaşça, birden tetik bir noktada pat diye o zaman patlayacak. O zaman vurabilirsin!" dediler.
Öyle atış yaptık, on metreden delik deşik ettik kağıdı... Onu ben aldım, eve hatıra olarak da getirdim. Şuraları vurmuşuz filân diye. Sonra:
"--Onbeş metreye gitsin!" dedik.
Zorlaştı. Yirmi metrede çok daha zor... Yâni tabancayla o kadar mesafede bir insanı vurmak bayağı bir ustalık işi. Yâni şişeleri mişeleri vuruyorlar ya kovboylar, inanmıyorum ben...
..........
Eylül 1997 - Newcastle / İNGİLTERE