Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
AMELLER NİYETLERE GÖREDİR
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-àhirîn, muhammedinil-mustafâ ve alâ àlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmil-cezâ...
Emma ba'dü fa'lemû eyyühel-ihvân... Feinne efdalel-hadîsi kitâbullàh, ve efdalel-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin SAS... Ve şerrel-umûri muhdesâtühâ ve külle muhtesetin bid'ah, ve külle bid'atin dalâleh, ve külle dalâletin ve sàhibehâ fin-nâr... Ve bis-senedil-muttasıli ilen-nebiyyi sallallàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:
a. Allah Sizin Kalbinize Bakar
(İnnallàhe teàlâ lâ yenzuru ilâ ecsâmiküm velâ suveriküm, velâkin yenzuru ilâ kulûbiküm ve a'mâliküm) Sadaka rasûlullàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl...
Değerli kardeşlerim! Hadis alimlerinin en büyüklerinden biri olan İmam Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şerif... Burdaki imam, önder demektir. Hadis ilminde önder olduğu için bu ismi almış. Müslim ismidir. Herkes müslümandır, biz de müslümanız elhamdü lillâh ama, onun özel olarak ismi Müslim... Müslim ibn-i Kuteybe, Ebû Hüreyre RA'den rivâyet ederek nakletmiş ki, sahih bir hadistir; yâni senedi sağlamdır, otantiktir, mevsuktur, güvenilir bir kaynaktan, güvenilir bir hadistir.
Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
(İnnallàhe teàlâ lâ yenzuru ilâ ecsâmiküm velâ suveriküm) "Allah sizin vücutlarınıza ve dış görünüşlerinize, sûretlerinize önem vermez, bakmaz. (Velâkin yenzuru ilâ kulûbiküm ve a'mâliküm) Fakat gönüllerinize bakar ve yaptığınız işlere bakar."
Bu çok önemli bir hadis-i şeriftir, ezberlemenizi tavsiye ederim. Lâ yenzuru demek, kelime olarak bakmaz demek. (Lâ yenzuru ilâ ecsâmiküm velâ suveriküm) "Allah sizin cisimlerinize bakmaz." Cisimden maksat insanın cismi, vücudu demektir. "Sizin vücutlarınıza, yâni boyunuza posunuza, adeleli oluşunuza veya güzel oluşunuza, selvi boylu oluşunuza bakmaz; (velâ suveriküm) dış görünüşünüze, yüzünüze, görünümünüze bakmaz..."
Allah her şeyi görür, işitir, bilir. Bakmaz demek, önem vermez, Allah nazarında, Allah yanında önemli değildir demek. Yâni bir insanı güzellik müsabakası yapıp da dünya güzeli seçsen; yüzü çok güzel, boyu posu tam ölçüleri uygun olsa, onun çok önemi yoktur. Kalbi fesatsa, imanı yoksa veya işi bozuksa, yolu yanlışsa onun yüzünün şeklinin, şemâilinin, vücudunun güzelliğinin, kuvvetinin, endâmının, tenâsübünün önemi yoktur. Allah dış görünüşe bakmaz, yâni ona önem vermez. Fakat insanın gönlüne bakar ve yaptığı işine bakar. Yâni insanın gönlüne önem verir ve niyetine önem verir.
Kalp, tıbbî et parçası olan --insan kalbinin şöyle yumruk kadar olduğu söyleniyor-- sol memesinin altında bir et, kaslardan ibaret bir organ, bir uzuv. Kan pompalıyor vücuda... İki kulakçığı var, iki karıncığı var. Kirli kan geliyor, oralardan geçiyor, akciğere gidiyor. Akciğerden temiz kan hâline geliyor, kalbin sol tarafından vücuda pompalanıyor. Temiz kan olarak, oksijen olarak, gıda olarak hücreler onları alıyorlar, yine kirleniyor. Kirli şeyleri alıyor, tekrar kalbe getiriyor. Kirlileri tekrar ciğere gönderiyor.
Böylece kan, vücuttaki kullanılmış malzemeleri, yakılmış malzemeleri hücrelerden alıyor, kalp onu pompalıyor akciğere gönderiyor. Akciğerde tazeleniyor, tekrar vücuda gönderiliyor. Bu muazzam bir iş, müthiş bir iş. Kalp dediğimiz şey en sağlam makine... Biz Türkçede buna yürek diyoruz. Kuş yüreği, koyun yüreği, sığır yüreği... Kasapta, ciğercide filân satılıyor.
Ayetlerde, hadislerde geçen kalp sözü bu değildir. Gönül dediğimiz şeydir. Bunu nerden biliyoruz? Ayet-i kerimede Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(Lehüm kulûbün lâ yefkahûne bihâ) "O kâfirlerin, o iyi olmayan kulların kalpleri var ama, onunla akıl etmiyorlar, işin inceliğini anlayamıyorlar."
Demek ki akıl demek, gönül demek. "Kalpleri var ama anlayamıyorlar." Demek ki kalp anlama organı. Bundan kalbin tıbbî mânâda olmadığı anlaşılıyor. "Allah sizin kalbinize bakar." demek, "Yüreğinize bakar." demek değil, "Gönlünüze bakar." demektir.
Gönül nedir?.. İnsanın iç âlemidir. Duygularının cereyan ettiği yerdir. Duygularının teşekkül ettiği yerdir. Niyetlerinin meydana geldiği yerdir. "Ben yarın gideyim, falanca hasta arkadaşımı ziyaret edeyim. Ondan sonra da gideyim, rahmetli dedemin kabrini ziyaret edeyim. Ondan sonra gideyim, falancaya yardım edeyim; zavallı, evini tamir ediyor..." filân. Bunlar nedir?.. Birer niyettir, bunları düşünüyoruz. İşte insanın düşünme kabiliyeti, niyet etme tarafı, akıl etme, bir şeyin inceliğini anlama kabiliyeti... Gönül budur.
Başka bir hadis-i şerifte: "İnsanın gönlü bir o tarafa, bir o tarafa döner." diyor. Hakikaten insan bazen sevinçli olur, bazen üzüntülü olur; bazen hevesli olur, bazen isteksiz olur; değişir yâni... Aynı insanda halden hale, fikirden fikire geçiş olur. İnsan bazen, "Maneviyâtım bugün çok bozuk!" der. Bazen de, "Bugün çok neşeliyim!" der. Şairin ilâhide dediği gibi:
Hak bir gönül vermiş bana,
Hà demeden hayrân olur.
Allah insanın işte bu gönlüne bakar. Yâni içindeki, aklındaki niyetlerine, fikirlerine, düşüncelerine bakar. Bu adamın fikri nasıl? Bu adamın aklı ne tarafa çalışıyor? Niyeti ne? Ne yapmak istiyor?..
İnsan bazen iyi bir şey yapayım derken, sonuç kötü olabilir:
--Aaa, hiç böyle yapmak istemiyordum, ama oldu!
Meselâ demin tabakları mutfağa taşımak istiyordu bir kardeşimiz, ama başka birisi geldi çarptı, bütün pilavlar bir arkadaşın üstüne döküldü. İstemeden oluyor yâni...
İyi niyetle yapılan şeylerden Allah mükâfat verir insana. Kötü niyetle yapılan şey de, dış görünüşü itibariyle iyi gibi görünse de niyeti kötü olduğu için, Allah onun art niyetini bildiği için ona mükâfat vermez.
Meselâ, adamın birisi, diyelim ki, yankesicilik yapmak için bir adamın yanına geliyor:
"--Yardım edebilir miyim?" bilmem ne falan diyor. "Şurdan geçireyim, zorlanırsınız, aman düşmeyin, ihtiyarsınız..." filân diyor, koluna giriyor.
"--Ah evlâdım, çok teşekkür ederim, ne kadar iyisin!.." filân diyor.
Öbür tarafa geçiyor adam. Sonra bir bakıyor, yokluyor, cüzdan gitmiş. O iyiliği, nezaketi o hırsız ona neden yaptı? Aldatmak için yaptı, niyeti onun cüzdanını çalmaktı zaten...
Demek ki yapılan şey iyi bile olsa, niyet kötü olunca Allah sevmez. Nitekim Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'ye hicret ettiği zaman müslümanları yanına gelmeye çağırdı. Çünkü orda bir toplum teşekkül edecekti, Medine-i Münevvere imanın kalesi olacaktı. Allah, Peygamber Efendimiz'in etrafında bütün müslümanların toplanmasını emretti, ayetler indi. Peygamber Efendimiz'in Mekke'den Medine'ye hicret ettiği gibi, başkalarının da Peygamber Efendimiz'in yanına gidip onun etrafında kenetlenmesi ve onun emri doğrultusunda çalışması gerekiyordu.
Bazıları bunu yaptılar, bazıları yapmadılar. Yapmayanlar --eğer işini bırakamadığı için, keyfine kıyamadığı için, rahatı kaçmasın diye yapmamışsa-- günaha girdi. Cehenneme atılacağını âyet-i kerime bildiriyor. Ama aciz, hizmet etmeye kuvveti yok veya bırakmıyor etrafındaki zorbalar... vs. Mazereti varsa ayrı. Mazereti yoksa, cehennemde azap göreceğini ayet-i kerime bidiriyor:
(İnnellezîne teveffâhümül-melâiketü zàlimî enfüsihim kàlû fîme küntüm, kàlû künnâ müstad'afîne fil-ard, kàlû elem tekün ardullàhi vâsiaten fetühâcirû fîhâ, feülâike me'vâhüm cehennem, ve sâet masìrâ.) [Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken, "Ne işte idiniz?" dediler. Bunlar, "Biz yeryüzünde çaresizdik!" diye cevap verdiler. Melekler de, "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir.]
(İllel-müstad'afîne miner-ricâli ven-nisâi vel-vildâni lâ yestatiûne hîleten velâ yehtedûne sebîlâ. Feülâike asallàhu en ya'fû anhüm, ve kânellàhü afüvven gafûrâ.) [Erkekler, kadınlar ve çocuklardan gerçekten aciz olup, hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnâdır. İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır.]
Bu âyet-i kerimeler söylediğim konudadır. Hicret etmesi lâzım! Hicret sevap; hicret etmemek insanı cehenneme düşürecek bir tembellik, fena bir şey...
Amma Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Eğer bir insan Allah rızasını kazanmak için, Rasûlullah'ın yoluna varayım, onun emrine gireyim, onun etrafında kenetleneyim diye gidiyorsa, sevabı alır. Başka bir sebepten gidiyorsa..." Meselâ sebepler ne olabilir?
"--Bana burda ekmek kalmadı, oraya gideyim. Orda daha iyi para kazanırım."
Maddî sebeple gidiyor; veyahut da Mekke'de bir kızı almak istiyordu, evlenmek istiyordu. Kız hicret etti Medine'ye... Bu da onu seviyor, almak istiyor:
"--Yâ bizim niyetlendiğimiz kız da kalktı gitti Medine-i Münevvere'ye... En iyisi ben de Medine'ye gideyim, orda evlenirim."
Bu sevap kazanmaz. Allah rızası için hicret eden sevap kazanır, ama kız için hicret eden sevap kazanmaz. Neden?.. Niyet fenâ... İkisi de hicret ediyor, ama niyet önemli...
İşte bu hadiste de o belirtiliyor: "Allah sizin dış görünüşünüze, endâmınıza, vücudunuzun güzelliğine, boyunuza, posunuza, kaşınızın, gözünüzün güzelliğine bakmaz! Allah sizin niyetinizi kontrol eder, niyetinize bakar. 'Bunun kalbindeki niyeti neydi? Gönlünden geçen neydi, maksadı neydi?' diye ona bakar. Bir de yaptığı işlerin iyi olup olmadığına bakar."
Çünkü ekseriyetle insan niyet ettiği şeyleri yapar, istemediği şeyleri yapmaz. Bazen insan özü başka, sözü başka olur. Başka şey söyler, başka iş yapar. Allah onu niyetine göre değerlendirir.
Onun için bu hadis-i şerif çok mühim bir hadis-i şeriftir. Ne yapmamız gerekiyor?.. Gönlümüzü temiz tutmamız gerekiyor, pak eylememiz gerekiyor. Niyetimizin halis muhlis olması gerekiyor. Çok iyi niyetli olmamız gerekiyor. Yaptığımız işlerin iyi niyetle yapılan iyi işler olması gerekiyor. Yoksa elbisesinin, kürkünün kıymeti yoktur.
Nasrettin Hoca gibi; kürk olmadığı zaman itibar yok, kürk olduğu zaman itibar var... Bu, dünyadaki insanları işi. Allah insanın kürküne, omuzuna, omuzundaki yıldıza, rütbesine, mevkiine, makamına, kesesine, parasına, boyuna, posuna, kuvvetine bakmaz. Allah, insan iyi niyetli mi, değil mi diye ona bakar; yaptığı işler iyi, güzel işler mi diye ona bakar.
O halde ne yapacağız?.. Kalbimizin temiz olmasına bakacağız. Kendi kendimizi düzenleyeceğiz, kontrol edeceğiz. Pekiyi, kalbinin, yâni gönlünün temiz olmasını sağlayan ilim dalı hangisidir? Yâni güzel ilimlerin, faydalı ilimlerin, dinî ilimlerin içinde insanın kalbini temiz bir kalp yapan, Allah'ın sevdiği pırıl pırıl nurlu bir kalp yapan ilim dalı hangisidir?.. Tasavvuftur.
Tasavvuf eğitimi gören bir insan Yunus Emre gibi olur, Mevlânâ gibi olur. Eşrefoğlu Rûmî gibi olur, Hacı Bayram-ı Velî gibi olur. İbrahim Hakkı Erzurumî, İsmâil Hakkı Bursevî gibi olur. Bizim sevdiğimiz, namını tarihten duyduğumuz evliyâlar gibi olur. Çünkü o eğitimi gördü. Hatta tasavvufu tarif eden bazı alimler diyorlar ki: "Tasavvuf kalbin fikirlerini, hareketlerini, faaliyetlerini, iyice kontrol edip, onu düzenleme yoludur." Bazısı da böyle tarif ediyor tasavvufu.
Yâni sen kendi kendine dikkat edeceksin. "Benim şimdiki niyetim ne, benim şimdiki kafam ne? Ben hangi maksatla yaşıyorum? Hangi maksatla hangi işi yapıyorum? İyi mi yapıyorum? Bu yaptığım iş iyi mi, kötü mü? Ben nereye gidiyorum yâ? Şu yaşa geldim benim halim ne olacak? Ben ömrümü nasıl geçiriyorum? Bundan sonra benim hayatım nasıl olacak? Ne kadar ömrüm kaldı? Ben Allah'ın huzuruna varsam ne derim? 'Sen benim buyurduğumu yapmadın!' derse, ne cevap veririm? Şu ömrün şu vaktini ben nereye harcarım?.." filân diye insan kendisine dikkat edecek, niyetini düzeltecek, yaptığı işleri doğrultacak, hak yola girecek, hak yolda yürüyecek.
b. Tevbe Edenin Günahları Silinir
"--Pekiyi, eskiler ne olacak? Adam hak yola geldi; eskiden yaptığı kötülükler ne olacak?.."
Bir insan aşk ile, yâni severek, sevgiyle... Sıdk ile, yâni doğrulukla, samîmî olarak, gerçekten, yapmacık değil, gösteriş değil... Bir insan aşk ile, sıdk ile doğru yola girerse, tam sağlam bir tevbe ile tevbe ederse, Allah geçmiş günahlarını siler. Peygamber Efendimiz öyle diyor. Silinir. Karatahtanın üstüne, bir ıslak süngerle bir sünger geçer Allah, tebeşirle yazılmış bütün günahlar silinir. Hadisler var, bu hususta Peygamber Efendimiz'in bildirdiği müjdeler var. İnsan doğru yola girmek için tam bir karar verirse, hayatında tam bir dönüşle dönerse, iyi insan olursa geçmiş günahlarını siler Allah.
Adam hapishaneye girmiş oluyor. Hapishanede bir hocayla tanışıyor, hoca ona tesir ediyor, ıslah oluyor. Adam berbad bir adamken, nah bu kadar kamasını belinde taşırken; şu kadar adamı yaralamış, bu kadar adamın gözünü patlatmışken, yüzünü morartmışken; herkes sokakta gördüğü zaman salevat getirip kaçarken; sonra melek gibi bir insan oluyor.
Ben evvelki seneler Amerika'ya gitmiştim. Orda Detroit'ten geriye gelirken cuma günü Klivland diye bir şehirde cuma namazı kılalım dedik. Yâni cuma günüydü, cumayı kaçırmayalım dedik. Öğrendik bir cami varmış. Adresini aldık, telefonları öğrendik. Yola çıktık, tam cuma vaktinde Klivland'a geldik. Köşe başında üç katlı, bahçeli güzel bir yeri almışlar, cami yapmışlar. Çok güzel, bunun üç misli kadar binası var. Bahçesi de güzel... Arkada da abdest alma yerleri filân var. Orta katı mescid, üst katında da başka odalar var.
"--Cuma namazını sen kıldır hocam, hutbeyi sen oku!" dediler.
"--Benim ingilizcem o kadar akıcı değil, konuşamam!" dedim.
Birisi çıktı; ben söyledim o tercüme etti. Öyle bir Türkçeli, İngilizceli tercümeli hutbe okuduk. Adamlar bizi bırakmadı. Cemaat:
"--Dur hocam gitme!" dediler.
Bize bir sofra döşediler, yemekler verdiler. Cemaate, herkese ziyafet... Bir adam var, burda onun kadar boylu insan yoktur; geniş omuzlu, boylu poslu... Ama biraz omuzu yamulmuş. Çünkü biraz yaşlanmış, altmış yaşlarında, belki daha fazla... Nasıl hizmet ediyor, delikanlı gibi hizmet ediyor. Kaşık getirilecek, koşturuyor. Bardak getirilecek, koşturuyor. Tabakları getiriyor, götürüyor... Çocuklar, gençler hizmet edecekken o hizmet ediyor. Böyle bir hizmet için çıktı dışarıya.
"--Hocam, bu adamı tanıyor musun, kim bu?.." dediler.
Ben oraya ilk defa gelmişim, bilmiyorum ki öyle bir kimseyi... Onlar bilmediğimi biliyorlar ama, kendileri söylemek için soruyorlar.
"--Bu adam Klivland'ın mafya çetesinin reisiydi. Öyle belâ adamdı bu..." dediler.
İyi müslüman olmuş, melek olmuş, lokum olmuş, süzme bal olmuş, kaymaklı kadayıf olmuş, çok güzel bir adam olmuş. Tevbe böyle, İslâm böyle... Zenci, Amerikan vatandaşı. Yâni zenci denmesine kızıyorlar, black müslim denmesine kızıyorlar. Kendilerine: "Bilâl-i Habeşî'nin hemşehrileriyiz." diyorlar, "Bilâlî" diyorlar. Bilâl-i Habeşî de esmermiş.
Demek ki dönebilir. Dönerse, iyi insan olursa, Allah eski günahları siler. Hatta biliyorsunuz, bir insanın yaptığı işlerin şahitleri var.
--Sen bugün ne yaptıysan hepsi kayda geçti mi?
--Geçti.
--Nereye yazıldı?
--Melekler yazdılar defterlere...
--Nerde bu melekler?..
Bir çok melek var ama yazıyı yazan, insanın iki omuzunda iki melek var. Sağdaki melek iyilikleri yazıyor, soldaki melek de kötülükleri yazıyor. Sağdakinin rütbesi daha yüksek. İcabında buna diyor ki:
"--Dur yazma bakalım, belki tevbe eder. Dur bakalım hemen deftere geçme, biraz ağırdan al!.."
Kul tevbe ederse, o zaman deftere geçmeyebiliyor. Hepsi yazılıyor, hiç bir şey eksik değil. Bu benim konuşmalarım, şu videodan bir kaç gün sonra seyredilebileceği gibi, bu dünyada yapılanların yarın hepsi bir bir hesaba gelecek.
--Vay, eyvah, hepsi yazıldı!
Bu melekler şahit; (melekeyni şâhideyni adileyn) adaletli iki şahit melek. Hakkı söyler, başka şey söylemez.
--Başka kimler şahit?..
İnsanın kendi uzuvları şahit... Gözü şahit olacak, kulağı şahit olacak, dili şahit olacak, eli şahit olacak. Diyecek ki gözü: "Evet yâ Rabbi, bu benimle harama baktı." El diyecek ki: "Evet yâ Rabbi, bu benimle parayı çaldı, içkiyi içti..." filân. Her azası söyleyecek. Ayak diyecek ki: "Evet yâ Rabbi, meyhaneye benimle yürüdü gitti." Azaları şahit olacak.
Kur'an-ı Kerim'de bu da bildiriliyor. Hatta adam şaşıracak, azalarına diyecek ki:
(Lime şehidtüm aleynâ) "Niye benim aleyhime şahitlik yapıyorsunuz?" Onlar da diyecekler ki:
"--Ne yapalım, Allah konuşturuyor. Yâni, Allah konuşun deyince konuşmamak mümkün değil.
--Başka neler şahit olur?..
Ortamlar şahit olur. Günahı bu odada işlemişse bu oda şahit olur. Ağacın altında işlemişse ağaç şahit olur. Kayanın dibinde, mağarada işlemişse mağara şahit olur. Yâni yeryüzü, mekân, eşya şahit olacak.
"Eğer bir insan aşk ile tevbe ederse, hak yola girerse, Allah defterden günahları siler. Meleklere unutturur, şahit olan mekânlara ve eşyalara da unutturur." diyor Peygamber Efendimiz. Yâni hiç iz bırakmadan siliyor Allah, tertemiz oluyor.
Onun için aşk ile, sıdk ile tevbe etmeye çalışmak lâzım, Allah'ın yoluna girmek lâzım! Allah'ın yoluna girdikten sonra da, çıkmamak lâzım!..
c. Şeytan ve Nefis
Güzel bir yola girdi, girdikten sonra çıkmasın! Madem yol güzel, madem cennete götürüyor; cennete giden yoldan sapmasın! Cehenneme giden yola geçmesin.
Avustralya'da var, "Wrong way go back!" diye kırmızı levha koyuyorlar. Oraya girdin mi hemen levhadan görüyorsun. Yâni ters yola girdiği zaman bir yazı var orda, girmesin diye. "Wrong way go back! Geri git, yoksa çarpacaksın!" Cehennem yolu ters yoldur, felâket yoludur. Oraya girmemesi lâzım insanın...
Tabii bu kolay bir şey değil. Neden kolay değil? Çünkü insanın özellikle başına musallat olan ve onu aldatmaya çalışan bir yaratık var. Boynuzlu, kuyruklu, tırnaklı, kıllı, çirkin, kılıktan kılığa giren bir mahlûk... Bil bakalım ne bu?..
--Şeytan...
Her kılığa girer. Bazen görünür, bazen görünmez. İnsanın içine girer, dışında dolaşır, damarlarında dolaşır, aklını çeler, çeşitli hileler yapar. Üstelik de usta, tecrübeli; acemi çaylak değil... Tâ Hazret-i Adem AS zamanından beri bu işi yapıyor. Babadan, meslekten...
İngiltere'de var mıdır bilmiyorum, Almanya'da meselâ Zaydıl Brot var, meşhur bir fırın, ekmekçi: "1367'den beri" diye yazıyor. 1997'deyiz. Altı asırdır aile aynı işi yapıyor.
Bu mendebur şeytan da Hazret-i Adem'den beri, yüzyıllardan beri, artık kaç sene geçmişse o zamandan beri bu aldatma işini yapıyor. Usta mı usta, mahir mi mahir, kurnaz mı kurnaz, şeytan mı şeytan... Şeytan korkunç bir mahlûktur. Şeytandan korkmak ve sakınmak lâzım!
Şeytanın bir de insanın içinde aptal bir yardımcısı var. Bizim içimizde, aptal, bize iyilik yapacağına şeytana alet oluyor, kandırıyor şeytan onu... Bir nefis var insanın içinde, insanın nefsi. Şeytan: "Yan gel yat, ye iç keyfine bak!" der. "Vur patlasın, çal oynasın, eğlen!" der. "Dünyayı düzeltmek sana mı kalmış?" der. "Yiyin efendiler, yiyin!" dediği gibi şairin, kötülükleri emreder. O da kanar.
"--Bak yâ, ne güzel, şu elmanın güzelliğine bak! Kıpkırmızı kızarmış, al beni diyor. Uzat elini al!"
Aklı der ki insana:
"--Sakın alma! Elma başkasının, ağaç başkasının; hırsızlık olur.
"--Canım küçücük bir hırsızlıktan ne olacak?"
Şeytanın aldatmacası çoktur. Binbir türlü kılığa girer, binbir türlü şeyi söyler, kandırır.
Adem atamızı nasıl kandırmış? Adem atamız ile Havva anamızı, Allah yarattığı zaman buyurmuş ki:
"--Burası cennet. Buyurun kalın, oturun, yeyin, için!
(Ve lâ takrabâ hâzihiş-şecere) 'Sakın şu ağaca yaklaşmayın!' Yiyin, için ama bu ağaca yaklaşmayın!.."
Bir ağacı göstermiş: "Bu ağaca yaklaşmayın!" diye emretmiş. Tamam, Adem AS'la Havva AS, anamız, babamız, onlar cennette yaşıyorlarken şeytan onların yanına gelmiş, demiş ki:
"--Allah niye buraya yanaşmayın dedi, biliyor musunuz?"
"--Bilmiyoruz."
"--Tamam. Bu ağacın meyvalarından yerseniz, cennette ebedî kalacaksınız!" demiş. Onlar da cennette ebediyyen kalalım diye, o ağaçtan yemişler.
Bak, nasıl kandırdı? İyi tarafından kandırdı. Yâni cennette kalmayı herkes istiyor, istiyor ama Allah'ın emrini tutacak. Yaklaşma, dedi Allah. Onu yedikten sonra cennetten ikisi de çıkartılmışlar. Böyle başlamış aldatmaya... Yâni güzel bir şey ortaya atıyor, ikna ediyor. İkna metoduyla aldatıyor.
Onun için ne lâzım?.. İslâm'ı bilmek lâzım, aklını kullanmak lâzım! Şeytanın aldatmacasına aldanmamak lâzım! Çok kimseyi aldatıyor. Şimdi günah işleyen insanların hepsiyle gidin konuşun, sizin gibi aklı fikri vardır, kendine göre bir tutarlı mantığı vardır. Boş ver, der bilmem ne der. Bir felsefe ortaya atar, günahı öyle işler. Şeytan aldatıyor, ondan sonra da karşısına geçiyor gülüyor. Bir de gülüyor, bir de alay ediyor. Kandırdıktan sonra, tuzağına düşürdükten sonra alay ediyor. Onlara kapılmamaya çalışmak gerekiyor.
İnsanın nefsi de şeytana yardımcı oluyor. Nefse de uymamak lâzım. Yâni insanın içinden gelen arzulara uymaması lâzım. İçinden gelen arzuları aklına sorması lâzım:
--Benim içinden şu işi yapmak geliyor. Yapayım mı, ne dersin?
--Sakın ha! Bunu yapma günah olur. Zararlı. Onu yaparsan yaparsın ama sonra başın derde girer, hapse girersin, karakola düşersin, mahkemeye düşersin, fena olur...
Akla danışıncak, İslâm'a danışacak, o kötülüğü yapmayacak. İşin mekanizması budur. Yâni hayatta iyi müslüman olmanın mekanizması bu kadar basittir. Şeytan var, nefis ona kanıyor, güzel şeyleri gördü mü dayanamıyor, gevşiyor, yapacak gibi oluyor. Bir de akıl var, akıl da diyor ki: "Sakın ha!.."
--Müslümana her şey yasak mı? Yâni güzel şeyler yasak mı müslümana?..
Değil. Her şeyin bir serbest tarafı da var. Zina yasak, evlilik serbest. Helâl lokma yemek serbest, haram yasak. Başkasının hakkını çiğnemek yok ama kendi hakkından istifade etmek var. Bütün etler helâl, domuz eti haram. Sen de domuz yeme. Ne yapalım? Faiz haram, ticaret helâl. Ticaret yap, kazan, ye! Şarap haram, şurup serbest. Şurupların, şerbetlerin alâsından iç. Yâni kala kala bir şaraba mı kaldın, illâ Allah'a isyan mı etmen lâzım? O kadar güzel güzel meşrubat var, bırak, ta git oraya, Allahın kızacağı içkiyi iç... Ne lüzumu var?
Ne yapması lâzım insanın? Haramdan kendisini tutması lâzım. Helâl yoldan işini görmesi lâzım!.. Helâllerin sayısı istatistik yapılsa haramlardan kat kat fazladır. Ya bu insanoğlu amma acayip mahlûk; bu kadar çok olan helâlleri atlıyor atlıyor, geçiyor geçiyor, cup harama dalıyor. Helâllerle yetin! Hiç bir eksiği yok ki... Müslüman olan bir insanın bir eksik tarafı var mı? Öbür insandan ne farkı var? Ne mahrumiyeti var? Hiç bir mahrumiyeti yok. Allah'ın emrini tutarsa sevap kazanacak, bir de cennete gidecek. Şeytanın buyruğuna kanarsa, aldatmacasına kanarsa dünyası ahireti mahvolacak, cehenneme gidecek. Yâni katiller şeytana uyup yapmışlar o işi, memnunlar mı? Hırsızlar, hapistekileri memnunlar mı? Yuvası yıkılanlar, kumarbazlar, bilmem kimler memnun mu? Değil...
Bu kadar basit mesele ama, işte bunu bilmek lâzım. Yâni insanın içinde bir nefsi var, düşman... Bir de görünmeyen bir düşmanı var; önünden, arkasından, sağından, solundan gelir. Çelme takar, aldatır, kafasını çeler, her işi yaptırtır... Ona kanmamak lâzım. Kanmamayı öğrenmek lâzım, aldanmamayı öğrenmek lâzım muhterem kardeşlerim!
Bir hadis-i şerifi biraz böylece uzattık ama bu hadise değer. Bu hadis önemlidir. Allah insanın kaşına gözüne, boyuna posuna, yüzünün pembe yanaklarına, hilâl kaşlarına, kıvrım kirpiklerine bakmaz. Dış görünüşüne bakmaz, sûretine bakmaz. Gönlüne bakar, niyetine bakar, yaptığı işlerin iyi olup olmadığına bakar. Gönlümüzü temiz tutacağız, temizleyeceğiz. Tasavvufla gönlümüzü temizleyeceğiz. İşlerimizi de, Allah'ın emrettiği işleri yaparak güzel işler yapacağız. Bu kadar basit.
Bana sorun, ben ilâhiyat fakültesinden emekli profesörüm:
--Müslümanlıkta bir zarar var mı hocam? Bir mahrumiyet var mı? Aç mı kalıyor insan, açık mı kalıyor?..
Hayır! Hiç bir zarar yok. Bir sürü fayda var. Hadsiz, hesapsız, sayısız faydalar var... İslâm'ın emrettiği her şey faydalı, yasakladığı her şey de zararlı olduğu için yasaklamış. İçkinin vücuda zararı var. Kumarın topluma zararı var, aileye, keseye zararı var. Domuz etinin zararları var. Neyi yasaklamış?.. Faizin zararı var. Bazı insanlar beleşçi oluyor. Bankacılar, sigortacılar başkalarının sırtından kazanıyor. Helâl kazansın herkes, hak ettiği kadar alsın. Birileri ırgat gibi çalışıp, ötekiler beleşten yemesin. Toplum mahvoluyor.
İslâm'ın her emri güzeldir, uygundur. Her yasağı iyi ki yasaklanmıştır. Yasaklanmasının sebebi, hikmeti vardır. İslâm'a sarılacağız, öyle hareket edeceğiz.
İkinci hadis-i şerif:
d. İyiliğe Kat Kat Karşılık
ME. 302 (İnnallàhe ketebel-hasenâti ves-seyyiât, sümme beyyene zâlike fî kitabihî, femen hemme bihasenetin felem ya'melhâ ketebehallàhu indehû haseneten kâmileh, fein hemme bihâ feamilehâ ketebehallàhu indehû aşra hasenâtin ilâ seb'imieti dı'fin ilâ ed'àfin kesîreh, Ve men hemme biseyyietin felem ya'melehâ ketebehallàhu indehû haseneten kâmileh, fein hüve hemme bihâ feamilehâ ketebehallàhu aleyhi seyyieten vâhideh.)
Bu iki büyük meşhur, en kıymetli hadis alimi Buhâri ve Müslim tarafından rivayet edilmiş. Bu sözü Peygamber Efendimiz'den duyup da, bize nakleden de Abdullah ibn-i Abbas RA. Yâni Peygamber Efendimiz'in amcasının oğlu, yeğeni. Sağlam. Bu da defterimize yazıp ezberlememiz, unutmamamız gereken hadislerden birisi...
Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz bu mübarek sözleriyle:
(İnnellàhe ketebel-hasenâti ves-seyyiât) "Allah-u Teàlâ Hazretleri iyilikleri, kötülükleri yazdı levh-i mahfuza, yâni belirledi, şunlar iyi şeyler, bunlar kötü şeyler... (Sümme beyyene zâlike fî kitâbihî) Sonra bunu bize gönderdiği Kur'an-ı Kerim'le de bildirdi: "Şu haram yapmayın, bu helâl öyle yapın!" Bunları siz de Kur'an okuyan kimseler olarak biliyorsunuz.
"O halde, (femen hemme bihasenetin) kim bir iyi işi yapmaya niyetlenir, kalkışır da (felem ye'melhâ) yapamazsa..." Bir mani çıktıp filân yapamadı, olur ya özür, mazeret filân diyoruz. İnsan işe bile gidemiyor bazen, yapacağı şeyleri yapamıyor. Yapamadığı ama, yapmaya niyetlendiği şeye, (ketebehallàhu indehû haseneten kâmileh) Allah yapmış gibi yazar onun sevabını..."
--Yapamadı ama!
Olsun, yapmaya niyetlendi. Bir özürden dolayı iş engellendi, yapılmadı. Allah ona yapmış gibi sevap yazar. Misallendirelim, hatırda kalsın diye:
Bir yahudi müslüman olmuş, hastanedeymiş. Müslüman olduğu için, kardeşimiz... Cuma günü ziyaret edelim dedik. Perşembe gününden yarın ziyaret edelim diye niyetlendik. Fakat sonradan o gün bir işlem daha yapılacakmış, ziyaretçi kabulü filân yokmuş. Yapamadık ziyareti.
Şimdi biz ne yaptık? Niyetlenmiştik yapacaktık ama bir engel çıktı yapamadık. Biz o hasta ziyaretini yapmış gibi sevap kazandık. Neden? İşte bu hadisten dolayı... Allah vaad ediyor. Niyet ettiği zaman bir mazeretten yapamazsa yapmış gibi sevap veriyor. Bu bir...
(Sevfe in hemme bihâ feamilehâ) "Eğer bir şeyi yapmaya niyetlenir de yaparsa..."
--Tamam niyetlenmiştim, yaptım, bitirdim.
"Başarırsa, (ketebehallàhu indehû aşra hasenât) Allah onu bir sevap olarak yazmaz, on misli, on defa yapmış gibi yazar. (İlâ seb'i mieti dı'fin) Hatta bazen yediyüz misli kadar arttırarak; yâni yediyüz defa yapmış gibi, yediyüz misli gibi sevap yazar. Hatta bazen, (ilâ ed'àfin kesîretin) çok daha fazla sevap yazar."
Bak yapabildiğini bire bir mükâfatlandırmıyor. Bire on, bire yediyüz veya daha fazla... Bire on; diyelim ki birisine bir ebise aldın. Fakir bir çocuk gördün, acıdın, babasını da tanıyorsun. "Gel bakalım bayramda giyersin!" dedin, bir fakire elbise aldın. Veya okul çağında baktın çocuğun çantası eski; "Al evlâdım şu çantayı!" diye bir çanta aldın. On çanta almış gibi, on çocuğu giydirmiş gibi sevap kazandın.
Ya da bazen daha fazla olur. Meselâ Allah yolunda harcadın, Çeçenistan'daki müslümanlara: "Bu Ruslar üstünlüklerinden faydalanarak bu müslümancıkları eziyorlar. Ben de burdan İngiltere'den şunlara yardım edeyim!" dedin, yüz sterlin gönderdin. Cihada gönderilen paranın mükâfatı bire yediyüzdür. Yediyüzle yüzü çarparsan kaç olur? Yetmişbin paund göndermiş gibi sevap alırsın. Yediyüz misli... Çünkü cihada mükâfatı fazla veriyor Allah.
Cihada mükâfatı fazla verir, anaya babaya ikrama makâfatı fazla verir. Babana gidersin:
"--Babacığım, kış geliyor sana içi yünlü bir terlik aldım, al."
Yediyüz tane terlik almış gibi sevap kazanırsın.
"--Anacığım bak sana yünden bir başörtü aldım. Şöyle boynunu güzelce sar, karda kışta kulakların üşümesin!"
"--Sağol evlâdım, teşekkür ederim."
Tamam. Sanki yediyüz tane başörtü almış gibi sevap kazanırsın. Ana babaya yapılan ikramlar bire yediyüzdür, cihada sarfedilen paralar bire yediyüzdür. Başka? Ailesine götürdüğü yiyecek içecek bire yediyüzdür. Eve fileleri götürüyorsun, kapıyı burnunla çalıyorsun, anlınla çalıyorsun zili, ellerin dolu... Basıyorsun zırrr, hanım açıyor, al. Yediyüz file götürmüş gibi sevap kazanırsın. Eve ikram da böyle. Yediyüz file ne kadar eder bilmiyorum. Her file yirmişer kilo olsa, üüüf, ne kadar sevap kazanıyor insan eve götürdüğü zaman.
Bir şey daha var hadis-i şerifte söylenen; Ramazan bayramında insan evde kurban keserse, Kurban bayramında değil Ramazan bayramında, bayramdır diye kurban keserse, onun da mükâfatı bire yediyüzdür. Bir kuzu kestin çiflikte... Yediyüz kuzu kesmiş, kurban etmiş gibi sevap kazanırsın. Onu da bildiyor hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz.
Ben bunu yazıyorum, söylüyorum arkadaşlara: "Bakın, diyorum, bunu defterinize yazın. Açın takviminizi, 'Ramazan bayramında bir kurban keseceğim!' diye oraya yazın, yediyüz kurban kesmiş gibi sevap alacaksınız." diye. Bizim arkadaşlar yapıyor bunları. Türkiye'de bizim uyguladığımız şeyler bunlar.
--Pekiyi, (ilâ ed'àfin kesîretin) bundan da fazlasını verirmiş bazısına Allah. Bildiğiniz bir şey var mı hocam bundan fazla? Yediyüzü anladık, hoşumuza gitti. Tamam; eve götürdüğümüz yediyüz misli sevap, anamıza babamıza harcadığımız yediyüz misli, cihada verdiğimiz yediyüz misli... Daha yüksek bir şey var mı? Okduğun hadislerden böyle aklında kalmış bir şey var mı hocam?..
Var: Bir insan zikir yapars,a zikrin mükâfatı bire yetmişbindir. Bir kere "Allah" dese yetmişbin defa "Allah" demiş gibi. Bir kere "Lâ ilâhe illallah" dese yetmişbin defa "Lâ ilâhe illallah" demiş gibi; bir defa "Kulhuvallàhu ehad" okursa, yetmiş tane "Kulhuvallàhu ehad" okumuş gibi, o kadar sevabı çoktur. Zikrin sevabı yetmişbindir. Hadiste böyle geçiyor. Yetmişbini nerden çıkartıyormuşuz, o hadis-i şerifi de okuyalım:
(Zikrullahi teàlâ efdalü indallàhi minen-nafakati fî sebîlillâhi bimîeti derecetin) "Allah'ı zikretmek sevap bakımından Allah indinde cihada harcanan paradan, yapılan hayırdan yüz misli daha fazladır."
Cihadın kaç olduğunu söylemiştik? Yediyüz olduğunu söylemiştik. Onun yüz misli kaç eder? Yetmişbin... Zikrullahın sevabı bire yetmişbindir. Başka hadisler de var, yâni bu hesapla bulduğumuz gibi doğrudan doğruya bunu bildiren hadisler de var.
--Pekiyi hocam, bu da hoşumuza gitti. Zikir de yapalım, hem de kolay. Hem ben dükkanda çalışırım hem de "Allah derim", ne varmış yâni. Sevap kazanıp dururum. Hem yolda giderim, hem arabamı kullanırım hem: "Allah Allah..." derim ne olacak yâni. İşte gayet kolay. Tamam hocam, bu da kabul. Bundan da yükseği var mı? İştahlandırdın akşam akşam bizi...
Var: "Eğer bir insan zikri içinden yaparsa, onun sevabı diliyle yaptığı zikirden yetmiş kat fazladır." diyor Peygamber Efendimiz, o da bir hadis-i şerif.
Bak, bunları herkes bilmez. Ben iğneyle kuyu kazar gibi hadisleri okudukça bunları ezberledim, hatırımda tuttum. Hangi hocadan duydunuz bu kadar yüksek mükâfatları? Atmıyorum da, tutmuyorum da; önümde hadis kitabı var. Palavra da sıkmıyorum, hadis okuyorum. Rasûlullah'ın söylediğini size bildiriyorum.
Yetmişbinin yetmiş katı kaç eder? Dörtmilyon dokuzyüzbin eder. Beşmilyondan yüz eksik. Dörtmilyon dokuzyüzbin... Yâni ben içimden Allah dersem. Bak şimdi yüksek sesle Allah diyorum: "Allah... Allah... Allah..." Yetmişbin, yetmişbin, yetmişbin; ikiyüzonbin etti. İçimden diyeyim şimdi:
"........................"
Söyledim yine ama duymadınız. Çünkü içimden söyledim. Ben duyuyorum, ben anlıyorum, kimse bilmez bunu. Allah'tan başka kimse bilmez. Yâni söyleyen bilir, başkası bilmez. Melekler de bilmezmiş bunu. Bunun sevabı dört milyon dokuzyüzbin... O zaman ne yapmak lâzım? Mümkünse zikri sessizce yapmak lâzım. Kimse bilmesin.
Onun için bunları yapmaya gayret edin. Gelelim hadis-i şerifin okunmasına; demek ki Allah yapılan bir iyiliği bire bir mükâfatlandırmıyor, bire on verebiliyor, bire yediyüze kadar verebiliyor, bire yediyüzden fazla da veribiliyor. Misallerini ben söyledim. Bire yetmişbin aşikâre zikir... Bunun yetmiş kat fazlası kalbinden, içinden gizli zikir... Dört milyon dokuzyüz bin ediyor o da.
Bir şey daha söyle derseniz, bu da hoşunuza gidecek tahmin ediyorum. Bizim Hocamız cennet mekân Rh.A Efendimiz Mehmed Zahid Kotku Hazretleri'yle Ankara'da bir ihvanımızın evine gitmiştik. Çankaya'da çok güzel bir evi vardı. Bütün Ankara, misafir salonundan tabak gibi görünüyor, benim şu halıyı gördüğüm gibi Ankara ayaklar altında... Tam Çankaya'nın altında, en güzel yer. Çok geniş salonu vardı. Hocamızı çağırdı evine, toplantı oldu, herkes kalabalık geldi. Başka bir hocanın dervişi de geldi. Yâni hocamıza intisablı değil, başka bir hocaefendiden geldi. Halen sağ, o hocaefendiyi de tanıyorum, ismini söylemeyeceğim. Ama hocamızı çok seviyor.
Hocamız, hocalar güzeliydi. Böyle bembeyaz sakalı vardı, kırmızı yanakları vardı, heybetliydi, güleç yüzlüydü, Gören: "Kim bu güzel adam?" derdi. O kadar güzeldi. Benim gibi böyle kara yüzlü değildi.
Soruyu soran Bağdat'ta filân okumuş, alim, Diyanet'te hocalık yapan bir kimse, kuvvetli hafız, Kur'an'ı da biliyor:
"--Hocam, dedi, şunun sevabı şu kadar, bunun sevabı bu kadar... Bunlardan daha çok sevaplı bir şey var mı?" dedi.
Benim de hoşuma gitti bu soru, herkesin de hoşuna gitti. Adam sevap kazanmak istiyor belli. Sevaplı şeyi soruyor. Hocamız sanki onun sormasını bekliyormuş gibi, ne başını böyle öne eğip düşündü, ne tereddüt etti; daha o sözünü tamamlarken dedi ki:
"--Evet var!.."
"--Nedir Hocam?" dedi.
Gözleri böyle hazine görmüş bir insan gibi açıldı. Tabii heveslendi. Meraktan, hani tam böyle kalenin önüne top gelmiş, vuruyor; "Gol mü değil mi?" filân der gibi, o kadar heyecanlı bir şey.
Dedi ki:
"--Bir insan tasavvufta zikre çalışırsa, zikre çalışa çalışa gelişme olur kendisinde. Sonra bu gelişmelerin sonunda, bir kere 'Allah' dedi mi, bütün vücudunun zerreleriyle beraber hep birlikte 'Allah' der. Bu çalışmadan sonra, zikir bütün vücuduna yayılır. Çalışmalarla gelişe gelişe parmakları zikreder, ayakları zikreder, saçları zikreder, her taraf zikreder... Sonra bir kere 'Allah' dedi mi, bütün zerreleriyle zikreder. İşte bu en sevaplıdır." dedi.
Bir insanın vücudunda ne kadar zerre olduğu hakkında doktor kardeşimiz hücreleri söyleyebilir. Bir insanın vücudunda kaç milyar hücre var, tahminen yuvarlak bir rakam söyle, top gibi yuvarlak olsun.
"--Milyardan çok fazla..." [dedi]
Kaç milyar hücre var. Bir de bu hücreler moleküllerden, atomlardan meydana geliyor. Yâni zerrelerin sayısını Allah bilir. Yâni bir insan kâmil bir derviş olup da, zikri ilerletip de bu hale ulaşıp da, "Allah" dediği zaman tüm zerreleriyle "Allah" diyecek hale geldi mi, bir "Allah" deyişte çok muazzam sevap kazanır. Müthiş bir şey olur.
Bu hale nasıl erişir insan?.. Çalışarak erişir.
--Sen bisikletle tel üzerinde gidebilir misin?
--Gidemem.
--E pekiyi, tel üzerinde yürüyebilir misin?
--Yürüyemem.
Bu bir çalışma işi, idman işi. Herkes yapamıyor.
--Sen bu adamın tramplenden atladığı gibi atlayıp da, üç defa parende atıp, iki defa burgu yapıp suya yine böyle çubuk gibi çuff diye girebilir misin?..
--Giremem. Olimpiyat şampiyonlarının işini söylüyorsun hocam. O çok çalışıyor, ondan öyle yapıyor.
Tamam. Çalışmadan olmuyor. Demek ki, bu hale ulaşmak da bir çalışma işi... Demek ki, daha büyük sevaplar da var. Evliya oldu mu insan daha büyük sevapları da kazanıyor. Yâni büyük zenginlerin büyük para kazandığı gibi, parası çok olanın, büyük sermaye sahiplerinin toptan büyük paralar kazandığı gibi, dini iyi bilen büyük şahısların da büyük kârları oluyor muhterem kardeşlerim!..
e. Kötülüğün Karşılığı
Hadis-i şerife devam ediyoruz:
(Ve men hemme biseyyietin) "Eğer bir insan, 'Yarın ben şu kötülüğü yapayım!' diye bir kötülük yapmaya niyet ettiyse; (felem ya'melhâ) ama sonradan vazgeçtiyse, (ketebellàhu indehû haseneten kâmileh.) Allah ona tam bir hasene yazar." Yâni insan, bir kötülüğü yapmaya niyet edip de vazgeçtiği zaman sevap alır.
Meselâ bir kimse, "Ben falancaya kızdım, niyetlendim: Yarın tabancamı belime takacağım, köşe başında onu bekleyeceğim. Daha herkes uyuyor, gecenin yarısında, sabahın erken vaktinde işine gidiyor, biliyorum. O tam benim atış mezilimin içine girdiği zaman, dükkânını açarken ateş edeceğim: 'Grav... Grav... Grav...' Ondörtlüyse ondört, yediliyse yedi, dokuzluysa dokuz... Kurşunların hepsini sıkacağım. Çok kızıyorum, öldüreceğim keratayı..."
Bugün adam niyetlendi, şarjörleri doldurdu, tabancasını yağladı, mağladı... Daha sonra geceleyin: "Hadi ben bu işi yapmayayım, Allah'ından bulsun. Bana çok kötülük yaptı ama neyse, ben affedeyim; Allah'ından bulsun!" dedi.
Bazen öyle diyorlar. "Allah'ından bulsun, cezalandırmaktan vazgeçtim." diyor meselâ.
Bazen böyle kan davaları oluyor Doğu Anadolu'da filân... Korkunç! Takip ediyorlar. Ta dünyanın öbür ucuna kaçsa kan davası diye kovalıyorlar, onu orda öldürüyorlar. Üstüne atlıyor, benim dediğim gibi yapıyor, kaç tane bıçak saplıyor. Yetmişbeş defa bıçak saplıyor. Öldürdüğü yetmiyor, saplıyor da saplıyor... Zor tutuyorlar, elinden alıyorlar, hapse götürüyorlar. Bu sefer öbür tarafın adamları da bunu öldürmek için bunun peşinde...
Böyle şeyler oluyor. Çok misalleri var yâni. Ama kimisi de diyor ki: "Allah'ından bulsun, tamam ben bu işi burda kesiyorum. Kan davası gütmüyorum. Allah ne yaparsa yapsın." Vazgeçiyor. Tamam. Bir kötülüğü yapmaktan vazgeçene Allah sevap verir, vazgeçtiği için.
(Fein hüve hemme bihâ feamilehâ, ketebehallàhu aleyhi seyyieten vâhideh.) Eğer bir kötülüğü yapmaya niyetlendi de, bir de yaptıysa onu..."
O zaman ne olur?.. Meselâ dedi ki: "Yarın pazar günü değil mi; ben gideceğim, falanca meyhaneye gireceğim, küpü bitireceğim. İçeceğim içeceğim, dibini buluncaya kadar içeceğim." dedi, kötülüğü yapmaya niyetlendi. Ertesi gün bunu yaptı. Ne olur?.. Bir günah yazar Allah... Yâni on misli, yüz misli, yediyüz misli filân değil, bir günah yazıyor.
Bak, günahından vazgeçerse sevap yazıyor, günahını işlerse bir günah yazıyor. Ama sevaplı işi yapmaya niyet eder de yapamazsa, bir sevap yazıyor. Sevaplı işi yaptığı zaman on sevap, yediyüz sevap, yetmişbin sevap, dörtmilyondokuzyüzbin sevap, milyar sevap yazıyor... Ama günahlı iş yaptığı zaman, bir günah yazıyor.
Pekiyi, bir insan cehenneme nasıl gider bu durumda?.. Çok günah işliyor da ondan giriyor kepaze... Yâni az az olmasına rağmen o kadar günahı birikiyor ki, cehenneme giriyor. Halbuki sevaplar kat kat toplanıyor, cennete gidebilmesi lâzım herkesin... Aslında herkesin cennete gidebilmesi lâzım! Çünkü sevaplar onar onar geliyor, yediyüzer yediyüzer geliyor, yetmişbiner yetmişbiner geliyor, dört milyon dokuzyüzbin dört milyon dokuzyüzbin geliyor, milyar milyar geliyor. Günahlar da bir bir ilerliyor. Bir bir ilerlediği halde insanın günahı ağır gelse ne demek?.. Bu adam iyice kepaze demek, bu adam iyice katran gibi kara kalpli bir insan demek. Pek çok kötülük işlemiş de ondan böyle oldu.
Bu hadis-i şeriften neyi anlıyoruz?.. Allah'ın rahmeti çok. Allah, kulları azaplandırmak istemiyor. Rahmetinden, azaplandırmak istemediği için peygamberler gönderiyor, haber veriyor: "Yapmayın, etmeyin, şu yoldan giderseniz uçuruma yuvarlanırsınız. Bunun arkası uçurum. Cehenneme düşersiniz, yanarsınız!" diyor. Kitap gönderiyor, peygamberler söylüyor, evliyalar söylüyor, hocalar söylüyor, vaizler söylüyor, müftüler söylüyor, hatipler söylüyor... İnsanlar da inatçı keçi gibi dinlemiyor, inatçı keçi gibi inat ediyor:
--İlle bu tarafa gideceğim!
--Hadi git bakalım...
Salıverdi mi cehenneme gidiyor. İpini bırakıverdin mi atlaya, zıplaya, hoplaya cump kaynar kuyusuna gidiyor. Akıllıca bir şey değil. Olacak gibi bir şey değil ama, insanlar böyle yaptığı için cehenneme gidiyor. Yâni hak ettiği için cehenneme gidiyor.
Tabii biz böbürlenmiyoruz. Kendimize güvenmiyoruz, iddialı değiliz. Şeytandan da korkuyoruz, nefsimizden de korkuyoruz. Kendimize de itimadımız yok. Çok zayıf olduğumuzu da biliyoruz: "Yâ Rabbi ben zayıfım, bana yardım et! Ben çok zavallı durumdayım, bana acı yâ Rabbi! Benim elimden tut yâ Rabbi! Beni bana bırakma yâ Rabbi! Bu şeytanlar beni mahveder, parçalar yâ Rabbi, koru beni yâ Rabbi! Bu nefsin eline beni bırakma yâ Rabbi!.. Bu beni aldatır, zaten şimdiye kadar aldattı yâ Rabbi! Aman yâ Rabbi! Yardım eyle yâ Rabbi! Tevfikini refik eyle yâ Rabbi! Bana kabiliyet ver, hakkı hak olarak göreyim, seveyim, hakkı işleyeyim; batılı batıl olarak göreyim, günahı günah olarak anlayayım da nefret edeyim! Bırakayım şu sigarayı, bırakayım şu içkiyi, bırakayım şu kumarı, bırakayım tembelliği, bırakayım şu namazsızlığı, bırakayım şu günahları... Aman yâ Rabbi yardım et!.." dememiz lâzım.
Yardım ederse Allah yardım eder. Dua edene de yardım eder. Amma gevşek davranırsak şeytan bizi aldatır, nefis bizi aldatır. Bir çok insanları aldattığı gibi...
Şimdi bizim Osman kardeşimiz soruyor:
"--Yâni bu kadar insan, hepsi cehenneme mi girecek?"
"--Evet" dedim, şaşırdı.
Bu kadar insan hep cehenneme mi girecek, yâni milyonlar, milyarlarca insan... Mü'min az çünkü... Müslümanım diyenlerin de yarısı çürük, yarısından fazlası çürük. Ayıkla ayıkla sağlam bir şey bulunmuyor, kurtsuz sağlam bulunmuyor. Ayıklıyorsun ayıklıyorsun... Elmaların yarısı çürümüş, tamamı çürümüş filân...
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Cennetlik insanlar, bütün tüm yaratılmış insanların içinde siyah bir öküz derisindeki bir beyaz kıl kadar azdır." Evet var mı bir diyeceğin, bir itirazın mı var?.. Ne yapalım? Çünkü dinlemiyorlar. Çünkü görüyorsunuz ekseriyet dinlemiyor. Bakın etrafınıza, sayım yapın, mahallenizde sayım yapın, bildiğiniz şehirde sayım yapın... Ekseriyet Allah'ın emrine aykırı hareket ediyor. Ne olacak şimdi? Cezayı yiyecek, besbelli... Kırmızıda geçerse ne olur? Kaza yaptı arkadan çarptı, ne olur. Ceza gelir, böyle olur. Kırmızı da geçmesin.
Ekseriyet günah yolunda. İşte buyurun...
--Burası İngiliz, İngiltere milletinin yaşadığı yer...
Türkiye'ye gel. Buyur, Ege'ye gidelim, Bodrum'a, Marmaris'e, İzmir'e, Kuşadası'na, Antalya'ya, Alanya'ya... Buyur orada görelim. İstanbul'a gel, Boğaziçi'ne gel, Emirgan'a gel, Beyoğlu'na çık... Onların kaç tanesi sağlam?
Türkiye'nin %99'u müslümanmış. Ne kadar müslüman?.. Ekseriyet şeytana kanıyor. Ekseriyet şeytanın oyuncağı, şeytanın maskarası, nefsinin esiri. Ekseriyet: "Biliyorum bu meret günah, içmemem lâzım!" diyor, içiyor. "Biliyorum bu kumar oynanmamalı..." diyor, ama oynuyor, dayanamıyor. İçiyor içkiyi, gidiyor at yarışlarına bütün parasını harcıyor. "Kazanırsam" diye hırsla...
Şimdi başka kumarlar çıktı. En büyük kumar hangisi bil bakalım? Kumar var, büyük kumar var, daha büyük kumar var, en büyük kumar var. Ben de bir mega kumar diye bir laf attım ortaya, uydurdum.
--En büyük kumar ne?..
--Borsa...
Milyonlarca insan yutuluyor. Yâni kediye bile yükletecek sermayesi kalmıyor. Ata, deveye filân değil, arabaya değil, kediye bile yükletecek sermayesi kalmıyor. Türkiye'yi bırakıp kaçan insanlar biliyorum. Neden? Borsa oyunu oynadığı için.
"--Oynamayın bunu!" dedim.
"--Ya hocam, müslüman şirketlerin hisse senedini alırsak..."
"--Bırak şu hikâyeleri, masalları!"
Kurnazlar kazanıyor, saflar yutuluyor. Hepsi alavere, dalavere... Saflar yutuluyor. Zaten gelse bile o paradan hayır gelmiyor. Onun için insanın gözünü açması lâzım! Ne bilelim, Allah herkese akıl vermiş. Herkesin aklı var, aklını kullanacak.
Allah bizi, aklını Kur'an'a uygun kullananlardan eylesin... Rızasını bulanlardan, rahmetine erenlerden eylesin... Gazabına uğratmasın, cehennemine atmasın, ateşlere yakmasın, cayır cayır kömür etmesin bizi. Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...
Bihürmeti esrârı sûretil-fâtiha...
Eylül, 1997 - Newcastle / İNGİLTERE