Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

HER ŞEY ALLAH'I TESBİH EDİYOR

Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Namazda, bugün cuma günü diye Cuma Sûresi'ni okumuştuk. Cuma Sûresi'nden bazı ayetlerin izahını yaparak, sizin istediğiniz şekilde zamanımızı sohbetle değerlendirmek istiyorum.

a. Mahlûkàtın Tesbihi

Bu sûrenin başında Allah-u Teàlâ Hazretleri bize esrarlı, acâib bir şeyi bildiriyor. Buyuruyor ki, bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(Yüsebbihu lillâhi mâ fis-semâvâti vemâ fil-ardıl-melikil-kuddûsil-azîzîl-hakîm.) "Göklerde, yerde ne kadar varlık varsa, her şey..." Ne yeri tam biliyoruz, ne göğü tam biliyoruz. Görünen valıklar var, görünmeyen varlıklar var. Bizim duygularımızın algıladığı varlıklar var, algılamadıkları var... Meselâ radyo dalgalarını biz algılamıyoruz da aletler algılıyor.

Bizim her duyduğumuz şey tamam da, duymadıklarımız yok mu?.. Duymadıklarımız da var. Bizim her gördüğümüz tamam da görmediklerimiz yok mu?.. Görmediklerimiz de var. Meselâ bir miktar havayı alıyorlar adamlar, mikroskop denilen aletlerin altında inceliyorlar, şöyle bir parmak ucu kadar havada beş milyon mikrop var diye sayıyorlar. Hiç onları görmüyoruz. Bir sürü mahlûk var yâni...

Bir de melekler dediğimiz, cinler dediğimiz mahlûklar var; onları da görmüyoruz, görünmeyen varlıklar...

"Göklerde ve yerde ne kadar mahlûk varsa, ne kadar yaratık varsa, göklerde ve yerde olan her şey Allah'ı tesbih ediyor." diyor ayet-i kerime. Hepsi "Sübhànallàh" diyor, hepsi Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kudretini anlatıyor. Hepsi Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin şanının ne kadar muazam olduğunu, muhteşem olduğunu anlatıyor, söylüyor. Hepsi...

Sonra Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin sıfatlarını sıralıyor ayet-i kerime: (Elmelikil-kuddûsil-azîzîl-hakîm) Melik olan, Kuddûs olan, Azîz olan, Hakîm olan yaradanı, yerde gökte ne varsa hepsi tesbih ediyor. Sübhànallàh!..

Melik ne demek, her şeye mâlik olan demek. Yâni söz onun, hüküm onun, her şeye mâlik, sahib... Bir ülkenin de her şeyine sahib en yüksek söz sahibi kimseye de melik diyorlar. Meselâ Melik Fehd bastırmış bu Kur'an-ı Kerim'i... Suudi Arabistan'ın kralı, en yüksek mevkîde, ne derse o oluyor. Dediğini hemen yapıyorlar. Neden?.. Söz onun elinde, her şeye sahip olan o, irade ve hüküm elinde...

Allah-u Teàlâ Hazretleri de kâinatın her şeyine sahip. Her şey onun dediğiyle, onun emriyle oluyor. Ol dediği şey oluyor. (Kün) "Ol!" diyor, (fe yekûn) oluyor. Ol dediği şey daha ortada yokken, olmadan evvel, Allah o işi planlıyor, öyle olmasını emrediyor. Daha ortada yok, "Ol!" diyor, oluyor. Olmamış olan, ilm-i ilâhîsinde olan şeye "Ol!' diyor, o ilm-i ilâhîsinde olan şey karşımızda oluşuyor. Söz onun, hüküm onun, emir onun, ferman onun...

(Vallàhu yuhyî ve yümît) "İnsanları yaşatan da, öldüren de Allah..." Demek ki, orda da hüküm onun. Yağmurları yağdıran, kar yağdıran, dünyayı döndüren; sübhànallàh, her şey onun... Demek ki Melik, tam her şeye mâlik, hüküm onun elinde, söz onun elinde, ne derse oluyor. Bir sıfatı bu...

Allah kelimesini kullanmıyor burda. Her şeye mâlik olana, yerde gökte ne varsa tesbih ediyor diyor. Sadece sıfatını söylüyor.

Kuddûs; her türlü kirden tertemiz demek... Hiç bir eksiği, kusuru, kiri, noksanı, ayıbı, eksiği olmayan demek. Mukaddes kelimesi de bu kelimeden, kökten geliyor. O da o mânâya... Her türlü noksandan müberrâ, üstün, yüksek mânâsına...

Bu mübalağa sîgası; "Hiç bir eksiği, ayıbı, kusuru, noksanlığı, insanın gözünde kir olarak, pas olarak görünecek hiç bir şeyi olmayan ve her türlü varlığa sahip, her sözün sahibi olan Allah'a yer gök tesbih ediyor." dnilmiş oluyor.

Üçüncü sıfatı da Azîz... Azîz de, çok izzetli demek. İzzetli demekten maksat, bir çok kıymetli demek... Bir de izzetli demek; karşı tarafa sözünü geçirir, dediğini yaptırır ve karşı tarafı yener, galebe çalar demek... İki mânâsı var.

Meselâ Araplar derlermiş ki, (Azzel-metâu fis-sûk) "Çarşıda mal kıymetlendi, izzetlendi, yâni az ve pahalı..." Herkes müşteri oldu, fiat yükseldi, mal az, kıymetlendi.

Bir de, (Leazzenî fil-hıtâb) şeklinde geçiyor. Dâvud AS'ın huzuruna birileri gelmiş, konuşmuşlar. Diyor ki birisi:

"--Ben bu arkadaştan dâvâcıyım, bizim aramızda hükmet!.. Benim bir tane koyunum var, bunun 99 tane koyunu var; 'O bir koyunu da bana ver!' dedi."

Allah Allah, yâ 99 tane koyunun var, bir de onunkini ne istiyorsun?.. Olsun, onu da istiyor. Malı çoğaldıkça, insanın mala karşı iştihası artıyor. Azalmıyor da...

(Leazzenî fil-hıtàb) "Onu da bana ver dedi. İsteye isteye beni bıktırdı ve yendi, bana galebe çaldı." demek.

Azîz de gàlip mânâsı da var, çok kıymetli mânâsı da var. "O çok izzetli, mücadele ettiği her şeye galip gelen; her türlü noksandan münezzeh olan; her türlü söze ve hükme sahip olan Allah'a her şey tesbih ediyor."

Dördüncü sıfatı da Hakîm... Hakîm; hükmü muhkem olan, yâni sapasağlam; işi muhkem olan, yâni sapa sağlam, hiç eksikliği, hiç ayıbı olmayan; işini yerli yerinde, tastamam, dosdoğru yapan demek...

Onun için böyle çok iyi düşünen feylesof insanlara da hakîm deniliyor. Neden?.. Tastamam düşünüyor, işini tastamam yapıyor filân diye.

Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin her işi de dosdoğru ve tastamamdır. "Her işini dosdoğru, tastamam yapan, izzetli, itibarlı, kıymetli, her şeyi yenen, her türlü noksandan münezzeh olan, her şeye sahip ve mâlik olan, hükme sahip olan Allah'a, göklerde ve yerde ne varsa hepsi tesbih ediyor, 'Sübhànallàh" diyor. Hepsi hürmetini arz ediyor, hepsi ona zikirde bulunuyor, hepsi ona övgüde bulunuyor. Her şey eksiksiz; ağaç, yaprak, çiçek, katre, zerre, toprak, molekül, atom, böcek, çiçek, meyva, maden, su, hava, melek, cin... her şey. Her şey tesbih ediyor, "Sübhànallah" diyor.

Pekiyi, biz Allah'a nasıl tesbih ediyoruz?.. "Sübhàne rabbiyel-azîm." diyoruz, "Sübhàne rabbiyel-a'lâ." diyoruz, "Sübhànallàh." diyoruz.

Onlar nasıl diyor?.. Anlayamıyoruz ki, aletlerimiz ölçemiyor, ayarlayamıyoruz. Yâni şu toprak nasıl "Sübhànallah" diyor, onu duyamıyoruz. Şu hava nasıl "Sübhànallah" diyor, onu duyamıyoruz. Şu kuş nasıl "Sübhànallah" diyor?.. Belki cik cik demesi Sübhànallah'tır. Onun sesi çıktığından anlıyoruz da, sesi çıkmayanı anlayamıyoruz. Yâni havanın tesbihi nasıl, taşın tesbihi nasıl, onu anlayamıyoruz.

Amma anlayan anlıyor. Bak Peygamber SAS Efendimiz peygamberliği yaklaşınca, "Yolda yürürken bana ağaçlar taşlar selâm verirdi, 'Esselâmü aleyke yâ Rasûlallah!' derdi, duyardım." diyor. Zamanı geldi mi Allah duyuruyor bir şeyleri. Ötekisinin söylediğini bu sefer duyabiliyor.

Deve gelmiş Peygamber Efendimiz'e "Mmmmm..." bir şeyler söylemiş. Yanaşmış, sürtünmüş. Ne diyor?.. Sahibi çok ezâ, cefâ etmiş, şikâyet ediyor. Sübhànallah... Peygamber, Allah anlatınca anlıyor.

Süleyman AS ordusunu almış, bir yerden bir yere gidiyor. Karıncaların reisi demiş ki:

"--Ey karıncalar, yuvalarınıza girin! Süleyman AS'ın ordusu geliyor, sizi ezmesin, yuvalarınıza girin!"

Süleyman AS onun öyle dediğini duymuş, gülmüş.

(Fetebesseme dàhiken min kavlihâ) Karıncanın sesini duymuş, gülmüş. Çünkü kuş sesini, karınca sesini, hayvan sesini Süleyman AS anlayabiliyordu. Peygamberliğinden, Allah o kabiliyeti vermiş. Biz anlayamıyoruz.

--Ben anlayamıyorum?..

Sen peygamber misin, otur oturduğun yerde!.. Sen Allah'ın bir kusurlu kulusun, anlayamıyorsun. Senin aletin onu almıyor ama, demek ki bir şeyler oluyor.

Osmanlılar zamanında Abdül'ehad-i Nûrî Hazretleri diye bir büyük alim yaşamış, Eyüp'te kabri var. Halvetî meşâyihından... Padişahın huzurunda bu mevz açılmış:

"--Her şey tesbih eder. Bu her şeyin tesbih etmesi lisân-ı hal ile midir, yoksa lisân-ı kal ile mi tesbih ediyor?" diye soru sorulmuş.

Lisân-ı hâl ne demek, lisân-ı kàl ne demek?.. Lisân-ı kàl, şu dil demek. Meselâ gidiyorsun, diyorsun ki:

"--Ya açım, bana bir lokma ekmek ver!.. Susuzum, kıvranıyorum, öleceğim, bana bir bardak su ver!"

Bu nedir?.. Sözle söylüyoruz, buna lisân-ı kàl derler. Söylüyoruz, o da anlıyor. İnsanlar arasındaki anlaşma vasıtası sözdür, böyle konuşarak anlaşıyoruz.

Bir de lisân-ı hal var, haliyle anlatma. Birisi sizin karşınıza geçiyor, yutkunuyor, bir şey demiyor. Siz bakıyorsunuz, "Bu adam yoldan gelmiş, aç gàlibâ?" diyorsunuz. Şöyle tutunuyor, "Dermanı kalmamış, yıkılacak adamcağız gàlibâ?" diyorsunuz. "Hadi gel bizim sofraya, biraz yemek yedireyim!" diyorsunuz.

O bir şey demedi, karnım aç demedi, susuzum da demedi. Nerden anladınız?.. Halinden anladınız. "Ha bu adamın benzi sararmış, ayakta duramıyor, sallanıyor. Görmüyor musunuz, yıkılacak nerdeyse?" dediniz, halinden anladınız. Buna ne derler, lisân-ı hal... Ötekisine ne derler: lisân-ı kàl... Diliyle söylüyor, söylemeye kabiliyeti var, söylüyor.

"Bütün eşyanın 'Sübhànallàh' demesi lisân-ı kàl ile midir; yâni ayarlasak aletleri, bunların 'Sübhànallàh... Sübhànallàh...' dediğini duyacak mıyız, yoksa halleriyle mi söylüyorlar?.." diye konu açılmış. Adam büyük alim, Arapça birçok eserler yazmış, büyük evliyâ, zamanın kutbu... Çok büyük bir zât, çok sevdiğim bir kimse benim. O uzun boylu izah buyurmuş ki, "Hepsi dille, lisân-ı kàl ile 'Sübhànallàh' diye söylerler."

Hem de burda "yüsebbihu" diyor. Yüsebbihu demek, devam ediyor demek. Yâni kesilmedi, kulak versen sen de duyarsın demek...

--Ben bir ses duydum, dur bakalım, ses çıkartmayın!.. Şimdi yok, demin vardı, kesildi; bir şey duydum.

Öyle değil. Yerde gökte ne varsa tesbih etmeye devam ediyor. Tabii biz nasıl Allah'ın kuluysak, yaratığıysak, nasıl Allah'a ibadet etmek zorundaysak; her yaratılan da Allah'ın Rabbi olduğunu biliyor, hepsi biliyor. Bilmeyen akıllı insan, kendisini akıllı sanan insan. Yoksa her şey yaradanını biliyor. Çünkü şeytan gidip onları aldatmıyor, çünkü onların öyle bir imtihanı yok... İmtihan için yaratılmamışlar, görev için yaratılmışlar. Hepsi yaradanını biliyor, bizi Allah'ın yarattığını biliyor. Bildiği için, her Allah'ı zikr ü tesbih ediyor. Her şey...

O zaman bize ne düşüyor bu ayet-i kerimeden: "Yâ bir taş kadar da mı olamadım ben, bir ağaç kadar da mı olamadım?.. Ben ne biçim insanım?.. Bir de kendimi akıllı sanıyorum, ayıp değil mi bana?.. Allah bana bu kadar nimet veriyor, sıhhat veriyor, akıl veriyor, göz veriyor, kulak veriyor, kuvvet veriyor, her şeyi veriyor da; böcekler bile Allah'ı tesbih ederken, dağlar taşlar, kuşlar ağaçlar Allah'ı tesbih ederken, benim Allah'a ibadet etmemem yakışık alır mı?.. Bu kadar dindar mahlûkun arasında benim dinsiz sipsivri durmam, bu kadar zikirli mahlûkat arasında benim zikirsiz gàfil oturmam yakışık alır mı?.. Ayıp yâ bana!.. Utandım şimdi, kıpkırmızı oldum. Aman ben de Allah'a güzel kulluk edeyim!" demek düşer.

Bu ayet-i duyan insana ne düşer?.. "Utandım yâ, ben bu işin böyle olduğunu bilmiyordum. Vay be, bu cihanın en gàfili ben mişim meğerse... Hay Allah yâ! O zaman ben de bundan sonra Rabbimi zikr ü tesbih edeyim, Rabbimi unutmayayım, Rabbimin nimetlerini düşüneyim, ona şânına lâyık övgülerle tesbihatta bulunayım!.. 'Sübhànallàhi vel-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallàhu vallàhu ekber, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm...' diye ben de tesbih edeyim yâ!.. Mâdem her şey yapıyormuş, ben niye geri duruyorum?.. Eşref-i mahlûkat olan insan, öteki taşlardan, ağaçlardan da mı geri?.. Şu böcek kadar da mı olamadım, şu kuş kadar da mı olamadım, kelebek kadar da mı olamadım? Ben de Allah'ı tesbih edeyim!" der.

Birinci ayet-i kerime bu...

b. Rasûlüllah'ın Gönderilme Sebebi

İkinci ayet-i kerimede buyruluyor ki:

(Hüvellezî bease fil-ümmiyyîne rasûlen minhüm yetlû aleyhim âyâtihî ve yüzekkîhim ve yuallimühümül-kitâbe vel-hikmete ve in kânû min kabli lefî dalâlin mübîn.)

"O Allah'tır, odur bu yerin göğün kendisini tesbih ettiği, yerdeki gökteki bütün mahlûkatın 'Sübhànallàh... Sübhànallàh... Sübhànallàh...' diye zikrettiği; ümmilerin arasında, onlardan birisini onlara rasül gönderen o Allahtır. O Peygamber, kendisine vahyedilen Allah'ın ayetlerini, Kur'an ayetlerini onlara okuyan; (ve yüzekkîhim) onları şirkin pisliklerinden temizleyen, kalblerini nurlandıran, kafalarını bozuk fikirlerden temizleyen; (ve yüallimühümül kitâbe vel-hikmete) onlara Allah'ın kitabını ve hikmeti öğreten bir Peygamberi gönderen, işte o Allah'tır. Şu kâinatın sahibi göndermiştir." Allahu ekber!..

(Ve in kânû min kabli lefî dalâlin mübîn.) "Daha önceden cahiliye devrini yaşayan bu Araplar, apaçık bir dalâlet içinde iken, onlara böyle Kur'an'ı ve hikmeti öğreten, onları tertemiz eyleyen, Allah'ın ayetlerini onlara bildiren bir peygamberi gönderen, işte o yerin göğün sahibi o Allah'tır." O gönderdi.

Rasûlüllah'ın şânı ne kadar büyük ki, şu yeri göğü yaratan, şu her şeyin mâliki olan, sözün sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh olan, izzetli olan, hikmetli olan Allah göndermiştir Peygamber Efendimiz'i... Ebül-Kàsım Muhammed ibn-i Abdullah el-Haşimî Hazretleri'ni ahir zaman peygamberi olarak gönderen o Allah'tır. Şu yerin göğün sahibi göndermiştir. Ne kadar izzetli makamdan tayini olmuş, ne kadar izzetli bir Peygamber!..

--Seni kim gönderdi?

--Efendim ben Diyanet'ten geldim, Diyanet İşleri Başkanlığı bana salâhiyet verdi, elimde yazım var; bu camide bugün namazı ben kıldıracağım, konuşmayı ben yapacağım!

Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan kâğıt getirmiş, Bon elçiliği din ateşeliğinden kâğıt getirmiş, ne dersiniz?.. Peki dersiniz, "Hoş geldin!" dersiniz. Ne diyeceksiniz makam büyük... Adam Bon elçiliğinden kâğıtla gelmiş, "Hadi ordan!" diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Babayiğit, boyu posu yerinde bir insan da olsa, o da diyemez. Elçilikle kolay kolay dalaşılmaz.

"--Efendim, beni Helmut Kohl gönderdi, camide kanun namına arama yapacağım!"

"--Hadi ordan, Helmut Kohl da kim oluyormuş?" diye kapıyı yüzüne kapatabilir misiniz?..

Kimse yapamaz. Neden?.. Kanun namına diyor adam, şakası yok bu işin... Alman başbakanı şansölye Helmut Kohl'dan bahsediyor.

"--Gel, bak bakalım!" dersin.

"--Ne arıyorsun?.."

"--Eroin arıyorum, esrar arıyorum; dolapta esrar var mı?.."

Çizmeleriyle içeri giriyor. Kızıyorsun ama bir şey diyemiyorsun. Münih'te öyle yapmışlar, camilere köpeği sokmuşlar, esrar aramışlar. Köpek koklayacak da, esrar varsa bulacak. Çizmeyle girmiş içeri... Kızıyorsun ama, kâğıdı var elinde, bir şey yapamıyor insan. Makam büyük olunca, yapılmıyor. Çünkü arkası kuvvetli herifin...

Şimdi kâinatın sahibi, izzetli, hikmetli, mukaddes, mâlikül-mülk Allah, hikmetiyle uygun gördüğü için, her şeyi yerli yerinde yaptığından, ümmilerin arasından onlar gibi bir peygamber göndermiş. Yâni o Peygamber ümmî de olsa, onu alemlerin Rabbi Allah gönderdiği için, onun izzetinin, kıymetinin haddi, hududu yok!.. Rasûlüllah'ın kıymetini teraziler tartamaz. Bir tarafına mücevher doldursan, zümrütler, yakutlar, elmaslar, altınlar, mücevherat doldursan terazinin, Rasûlüllah'ı tartamaz.

Neden tartamaz?.. İzzetli ve hikmetli Allah onu kendisine elçi edinmiş, bir de habîbullah edinmiş. Allahu ekber... Allah'ın sevgili kulu bir de... Şu kâinatı yaratan Allah'ın sevgili kulu eylemiş. "Bu benim elçim, bak bunu ben gönderiyorum size!" demiş, bir de eline berat vermiş, ferman vermiş.

Kocaman ferman, böyle dürülmüş. Açtığın zaman: "Bismillâhir-rahmânir-rahîm. Ben Alemlerin Rabbinden icazetli, onun tarafından gönderilmiş Rasûlüyüm." diyor. Allàhümme salli ve sellim ve bârik aleyhi ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsân...

Ne yüce yerden, ne mühim beratla gelmiş, ne şanlı bir peygamber... Ne mutlu bize ki, biz onun ümmetiyiz. Ne büyük devlet ki, Allah bize bir peygamber göndermiş. Sübhànallàh, biz kimiz yâ?.. Kâinatın sahibi bize elçi göndermiş.

Amerikan elçisi birisinin evine gelse, gazetecilerin hepsi toplanır. Televizyon kanallarının bütün muhabirleri gelir. Her tarafta flaşlar patlar, kameralar çekim yapar.

Bu adam neyin nesiyse, Karamürsel sepeti gibi ufacık tefecik bir şey, ben bunu bir şeye benzetemedim ama, Amerikan elçisi bu adamın evine geliyor. Randevu istemiş de, konuşmağa gelmiş diye, bütün millet peşine düşer insanın...

Sorarlar:

--Yâ, bu Amerikan elçisini nerden tanıyorsun?

--Askerlik arkadaşım, ordan tanıyorum. Mahallede beraber top oynardık, arkadaşım, ordan tanıyorum. Ne olacak?..

--Yok yâ, böyle değildir, başka bir şey vardır bu işin içinde... Dur bakalım.

Meraktan çatlarlar. Kanallar çatlar, muhabirlerin hepsi sırtından çat diye çatlar meraklarından... "Yâ Allah Allah! Amerika'dan elçi gelmiş bu emekli adama..." diye hayret ederler.

Biz kimiz yâ?.. Biz Allah'ın âciz, nâçiz mahlûklarıyız. Allah bize peygamber göndermiş. Ne kadar büyük nimet, ne kadar büyük rahmet!..

(Vemâ erselnâke illâ rahmeten lil-àlemîn) Rahmet olarak gönderilmiş alemlere... Ne kadar büyük saadet bizim için, ne mutlu bize!..

Nasıl bir peygamber göndermiş?.. Şâhâne... Muhteşem bir peygamber göndermiş. Ne kadar güzel yâ!.. Meğer biz neymişiz!.. Elhamdü lillâh, çok şükür... Alemlerin Rabbi bize peygamber göndermiş. Ne mutlu, ne güzel şey!.. Allahu ekber...

Nasıl bir peygamber?.. (Yetlû aleyhim ayâtihî) "Allah'ın ayetlerini okuyor."

Ben bu Cuma Sûresi'ni kimden öğrendim?.. Rasûlüllah bildirdi ashabına. Ashabı yazdı, mushaflara girdi, bir harfi değişmeden bindörtyüz yıl sonra bizim zamanımıza kadar ulaştı. Bindörtyüz yıl önce de bu böyle okunuyordu, şimdi de okunuyor. Kâinâtın ne kadar ömrü varsa, o zamana kadar da okunacak. Kıyamete kadar bu kitabın hükmü bâkî... Bu öyle kitap, bu o kadar kıymetli kitap... Kıyamete kadar hükmü bâkî bu kitabın.

Bunun ayetlerini bize Rasûlüllah bildirdi. O aldı vahyi... Herkes vahiy alamaz, herkes vahiy almaya lâyık değil, peygamber olmak kabiliyetini hâiz değil herkes. Rasûlüllah Efendimiz elçi olmuş. Allah ona vahyetmiş, Cebrâil'i göndermiş. Cebrâilsiz de vahiy var, Cebrâil gelmeden de vahiy var. Melek vasıtasıyla veya başka şekillerde vahiy alarak, Allah'ın ayetlerini bize okuyor.

Okumuş, bildirmiş, tebliğ etmiş ve itmam etmiş.

(Elyevme ekmeltü leküm dineküm ve etmemtü aleyküm ni'metî ve radîtü lekümül-islâme dînâ) Bugün size dininizi ikmâl ettim, tamamladım diye buyurduğuna göre, dinimizde eksik bir şey var mı?.. Allah, "İkmâl ettim, tamamladım, tamamlamalarımın hepsini yaptım, her şeyimi bildirdim." buyurmuş.

Bunların hepsini Rasûlüllah bize bildirmiş. Sonra, (Ve yüzekkîhim) bizi tezkiye etmiş, tertemiz eylemiş. Nasıl terbiye etmiş?.. Yirmiüç yıl, "Öyle oturma, böyle kalkma! Öyle konuşma, öyle yeme, öyle yatma, öyle ticaret yapma!" diye her şeyi öğretmiş: "Dişlerini misvakla, tırnaklarını kes! Koltuk altlarındaki kılları kazı! Cuma günü gusül abdesti al! Namaza geleceğin zaman abdest al, ellerini ayaklarını yıka, temizlen! Evlilik işini nikâh usûlü ile yap! Önüne gelene bakma, bıyık burma, peşine takılma, flört etme, zinâ etme!.. Namuslu ol, dürüst ol! Çoluk çocuğuna sahib ol! Kimseyi aldatma, haram yeme, helâlinden kazan!.. Doğruluktan ayrılma, kötü söz söyleme!.." demiş.

Ne yapmış biri Rasûlüllah Efendimiz?.. Tertemiz etmiş yâ, elhamdü lillâh her şeyi öğretmiş.

Şimdi Almanların adetlerine bakıyorum, farklı bizden... Gerçi onlara da peygamber gelmiş, onlar da çok pis değil, yarı yarıya temizlenmiş. Daha pisler var... Bunlar ehl-i kitap, bunlar nisbeten temiz. Çünkü İsâ AS gelmiş, bunları biraz temizlemiş ama kirlenmişler. Yoksa, peygamber görmemiş kavimler daha berbat... Daha yamyam, daha korkunç, daha gaddar, daha pis, daha kötü...

(Ve yüzekkîhim) Hem bize Allah'ın ayetlerini okumuş, hem de bizi günahtan, haramdan, pislikten, kötülükten, çirkin huylardan tertemiz etmiş. Peygamber Efendimiz 23 yıl ashabını eğitmiş. Biz de şimdi ashabından öğrendiklerimizi uyguluyoruz. Onun öğrettiği insanların vasıtasıyla, bize kadar bilgi gelmiş. Biz de buraya gelirken abdest aldık, öyle geldik. Üzerimize toz, kir döktürtmeyiz. Pantolonumuza bir şey bulaşsa, yıkarız. Her şeyimizi öğretmiş. Bizim bütün örfümüz, adetimiz, yaşamımız, hayatımız Rasûlüllah'ın öğretmesiyledir.

(Ve yuallimühümül-kitâbe vel-hikmete) Bize Kur'an'ı öğretmiş ve hikmeti öğretmiş. Hikmet ne idi; her şeyi yerli yerince, dosdoğru yapmak... Her şeyin en doğrusunu, tastamamını, dosdoğrusunu öğretti, hepsini öğretti. Kütüphaneleri incelersek ciltlerle bilgiler var. Meselâ, İmam Buhârî'nin Sahîh-i Buhârî'si oniki cilt basılmıştır. Bir de fihristi vardır, onüç cild... Onda beşbinle altı bin arasında hadis var. Halbuki İmam Buhârî bir milyondan fazla hadis bilirdi. Bak ne kadar seçme yapmış. Ne kadar en irilerini, en güzellerini koymuş kitabına...

Ooo daha ne kadar çok hadis-i şerifler var, neler var daha!.. Okuya okuya insanın ömrü biuter, onlar bitmez. Yirmiüç yıl Peygamber Efendimiz söylemiş, öğretmiş, anlatmış, bildirmiş, tebliğ etmiş. Yirmiüç yıl... Ben dün akşam buraya geldim şurda konuştum, bi sabah burda konuştum. Banda alınıyor, bunlar yazıya geçerse kaç sayfa yazı olur.

Yirmiüç yıl böyle her şeyi tesbit edilmiş Peygamber Efendimiz'in... Dünya üzerinde hiç bir insanın hayatı Peygamber SAS Efendimiz'in hayatı kadar teferruatıyla, inceden inceye tesbit edilmemiştir. İkinci bir insan yok... bu zamanda bile.

--Helmut Kohl nasıl yaşardı?..

--İşte sabahleyin dokuzda dairesine gelir de, evde ne yaptığını bilmiyoruz.

Evini bilmezsiniz. Ama Ayşe Anamız, Hafsa Validemiz Peygamber Efendimiz'in evdeki halini de anlatıyor. Evdeki durumu belli, evlilik durumu belli, her şeyi belli... Her şeyini güzelce tesbit etmiş büyüklerimiz, bize nakletmişler.

İkinci ayet de bu... Ama yeter bu kadar. Fazla konuştuğumuz zaman işler uzar.

Allah'a hamd ü senâlar olsun ki, biz o alemlerin Rabbine kulluk ediyoruz; puta tapmıyoruz, ağaca tapmıyoruz, öküze tapmıyoruz. Elhamdü lillâh o alemlerin Rabbine kulluk etmeğe çalışıyoruz. İşte o Peygambere bağlıyız biz, o Peygamberin ümmetiyiz. Ne mutlu bize!..

Ne yapmamız lâzım?.. Kur'an'ı öğrenip sünnete sarılmamız lâzım!.. Çünkü Kur'an Allah'ın kelâmı, sünnet Peygamber Efendimiz'in yolu... Aklımız varsa böyle yaparız. Aklı olmayana ne söylesek boş...

Allah bizi akıllı müslümanlardan, zekî müslümanlardan eylesin...

Sübhàne rabbinâ rabbil-izzeti ammâ yesıfûn. Ve selâmün alâ cemiil-enbiyâi vel-mürselîne ve âli küllin ecmaîn. Vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemînel-fâtiha!..

14. 11. 1997 - ALMANYA