Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
ALLAH YOLUNDA CİHAD
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid-dîn. Emmâ ba'd:
a. Aile Eğitim Toplantıları
Aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Biz bu çeşit tatil toplantılarını üç amaçla yapıyoruz:
1. Dostluklarımızın takviyesi için yapıyoruz. Sevgilerimizin, dostluklarımızın, arkadaşlıklarımızın kuvvetlenmesi için, tanışmamızın derinleşmesi için, ailece birbirlerimizle tanışmak için; uzun zaman birbirimizden ayrı kaldığımızdan, böyle bir araya gelip görüşemediğimiz, sevdiğimiz kardeşlerle görüşmeyi sağlamak için yapıyoruz. Yâni amacın bir tanesi sevgi, dostluk, muhabbet, kardeşlik, hasretliği gidermek gibi muhabbetle ilgili tarafı işin...
2. Bu çeşit toplantılardan eğitim de amaçlıyoruz. Yâni kendimizi eğitmeyi, dînî bakımdan bilgilendirmeyi, ailelerimizi, eşlerimizi bilgilendirmeyi, çocuklarımızı bilgilendirmeyi amaçlıyoruz. Onun için bu çeşit programlara eğitimle ilgili konuşmacılar çağırıyoruz. Mühim meseleleri konuşuyoruz, tartışıyoruz ve çok mühim kararlar alabiliyoruz. Bu da eğitimle ilgili çalışmalar oluyor.
Bazan bu toplantıya katılanların rakamları Türkiye'de bine yaklaşıyor. Bazan bin kişilik bir otelin yetmediği, yandaki otellere taştığımız oluyor.
Bu eğitimleri bazan çok yoğun bir şekilde yapıyoruz. Meselâ, toplanmış olan kardeşlerimize bir haftada yirmibir konferans verdiğimiz zamanlar oldu. Yirmibir konferans, her birisi bilimsel, Türkiye çapında tanınmış alim insanlar tarafından verilmiş, gerçekten konularında derin insanların uzmanca söyledikleri sözler... Onlardan çok fayda sağladık. Eğitim toplantılarımızı sonunda amaçlarımıza göre ayarlayarak, çalışmalarımızı yönlendirerek düzenledik, geliştirdik ve güzel sonuçlar aldık.
3. Bu çeşit toplantıların bize çok büyük faydaları oluyor. Sizin de bileceğiniz faydalarından bir tanesi, Söke'nin Akbük kasabasında bin kişiden fazla bir kalabalıkla yaptığımız böyle bir aile eğitim toplantısının sonunda, aldığımız karar oldu. "Bu çalışmaların çok güzel olduğunu gördük, bunların daha yaygın olması için, ülke çapında güzel çalışmaların yapılabilmesi için yayın faaliyetlerini genişletelim, etkin ve çağdaş yayın araçları tesis edelim!" dedik, radyo ve televizyon şirketimizi orada kurduk. Herkes gözyaşları içinde, dualar içinde, Fâtihalarla çok heyecanlı dakikalar yaşadılar. Sonunda bizim Akra radyo şirketimiz kuruldu. O faaliyetin sonunda televizyonlarımız alındı.
Şimdi arkadaşlarımız, Allah'ın izniyle Marmara Bölgesi'nde yayın yapan televizyonlarımızın ulusal olma çalışması içinde... Yâni ulusal demek, bütün Türkiye'ye yayın yapan demek; bütün Türkiye'ye yayın yapabilmesi için de uydudan yayın yapması demek... Uydudan yayın yapması demek de, Almanya'dan, Avrupa'dan, Orta Asya'dan, Ortadoğu'dan dinlenebilmesi demek... Bu çalışma içindelermiş. Benden bilgi sordular:
"--Ne yapalım, önce kuvvetlenelim, ondan sonra ilerde mi atılım yapalım, yoksa şimdi mi yapalım?" dediler.
Ben dedim ki:
"--Atılımı yapın, bu iş başlasın!"
Borçları harçları varmış. "Borç yiğidin kamçısıdır, onları ödersin Allah'ın yardımıyla..." dedim. Ulusal televizyon için atılıma geçtiler.
Şimdi, bizim şu toplantılarımız Almanya için önemli toplantılardır. Aşağı yukarı otuz-otuzbeş erkek saydım ben namaz kıldığımız zaman. O kadar da hanımları, çocukları vardır. Fakat maalesef zaman çok kısa, iki-üç gün... "Keşke okulların da tatil olduğu bir zamana rastlasaydı da, meselâ altı yedi gün sürseydi buradaki bir arada bulunuşumuz. Ve bilimsel konferanslar verecek kişileri de çağırsaydık." diye düşünüyorum.
Dün birinci günüydü, bitti; bugün ikinci günüydü, bu da bitiyor. Yunus Emre'nin sevimli bir sözü var, bir şiirinin bir mısraında diyor ki: "Tez geçer sağışlı gün..." Sayılı gün çabuk geçer demek. Sayılı günün çabuk geçtiği gibi, sayılı saatler de çok çabuk geçiyor. İnsan nefes alıp verirken, bir de bakıyor ki tatlı saatlerin sonuna gelmişiz. Yarın da öğleden sonra saat ikide burayı bırakıp gideceğiz. Geldiğimizi anlamadan gitmeyi düşünmeye başlamış oluyoruz.
Halbuki, iki müslümanın bir araya gelmesinden mânevî bir takım faydalar olur, büyük bereketler meydana gelir. Peygamber SAS Efendimiz bunu hadis-i şeriflerinde bildiriyor:
"--İki müslüman birbiriyle ziyaretleştiği zaman, Allah'ın sevgisi onlara vacib olur." diyor Peygamber Efendimiz.
Yâni siz beni görmeğe geldiniz, filânca arkadaşınızı görmeğe geldiniz, birbirimizi görelim diye geldiniz. Allah için ziyarette Allah'ın sevgisi vacib oluyor, muhakkak oluyor, kesin oluyor. Allah'ın sevgisini kazanmak için çalışıyoruz, hayatımızda zaten aradığımız o... Allah oluveriyor. Neden oluveriyor?.. Birbirimizi sevdiğimiz ve ziyaret ettiğimiz zaman oluyor.
Hattâ meselâ, insan sabah namazından sonra işrak vaktine kadar bekleyip de, iki rekât namaz kılıp ayrılırsa, bir hac ve umre sevabı kazanıyor. Ben böyle toplantılarda arkadaşlara latîfe ediyorum. Şimdi bu sabah, sabah namazından sonra işrak namazına kadar oturdular, işrak namazını kılıp ayrıldılar. Tamam, bir hac ve umre sevabı kazandılar.
Diyorum ki: Sizin buraya gelişiniz bedavaya geldi, hattâ bedâvadan da ucuza geldi. Çünkü bir hac ve umre sevabı kazanmak için çok masraflar yapılıyordu. 2800 mark, 3000 mark... neyse paralar harcanıyordu, zamanlar harcanıyordu. Çok büyük sevaplar kazanılmış oluyor.
b. 21. Yüzyıl'a Hazırlanalım!
Şimdi bu toplantımızı ben, anlamlı bir toplantı olarak görüyorum. Kendi kendime bu toplantıdaki değerlendirmem ve niyetim, şimdi biz ikibin yılına, Yirmibirinci Yüzyıl'a gidiyoruz. Az bir zaman kaldı, bu sene bitiyor, 1998, 1999 var. 1999'un son günü bittiği zaman, Yirmibirinci Yüzyıl'a gireceğiz. Ben bu toplantıyı Avrupa'daki kardeşlerimizin Yirmibirinci Yüzyıl'a hazırlanması için uyarılması toplantısı olarak görüyorum. "Dikkat dikkat, Yirmibirinci Yüzyıl'a giriyoruz!" mânasına geliyor bu toplantı...
Yirmibirinci Yüzyıl'a girmek için bütün toplulukların hazırlık yapması lâzım! Çağımız çokbüyük gelişmelerin olduğu bir çağ ve biz bu çağın içinde yaşıyoruz. Ama çok gelişmiş bir ülkede yaşamıyoruz. Almanya kadar bile gelişmiş olmayan bir ülkede yaşıyoruz. Almanya'nın bile kendisine göre sıkıntıları var. Çağı yakalamak, çağda geride kalmamak için, rakiplerinden ileri gitmek için var gücüyle çalışmak zorunda ise, biz de ondan çok daha geride isek, tabii bize çok daha büyük görevler düştüğünü düşünüyorum.
O bakımdan hem Türkiye'de hem burada, "Dikkat dikkat 21. Yüzyıl'a giriyoruz, ona göre hazırlanalım!" toplantıları yapma niyetindeyim. İnşaallah buradan Amerika'ya geçeceğim, Amarika'da aynı şeyleri konuşacağımızı tahmin ediyorum.
Şimdi sizin göreviniz üzerinde durmak istiyorum. Sizin Almanya'da yaşamanız önemli bir olay... Çünkü Almanya Türkiye'den daha gelişmiş bir ülke... Hukkî düzeni Türkiye'den daha sağlıklı çalışıyor. İnsan haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat edebilir, hakkını alabilir. Haksızlığa uğrama durumu da azdır. Kanunlar nizamlar oturmuştur.
Ayrıca burda alet edevat, cihaz zenginliği vardır, ulaşım ve iletişim imkânları vardır. Yaşam kolaylığı ve yaşam rahatlığı vardır. Biz 21. Yüzyıl'a girerken, böyle hazır bir toplumda daha iyi hazırlanarak girebiliriz. Ama hazırlanmamış bir toplumda, geri kalmış olan toplumun sıkıntıları dolayısıyla intibakta zorluk çekebiliriz. Toplumu alıp kendi seviyenize çekemiyorsunuz, siz toplumdan daha ileriyseniz...
Elhamdü lillâh, bizi tanıyanlar söylüyorlar, biz camia olarak yaşadığımız toplumdan on yıl kadar daha ileride imişiz. Türkiye'deki kardeşlerimize göre iyi durumdayız. Elhamdü lillâh, öğünmek için söylemiyorum, nimet olduğundan şükür olsun diye söylüyorum: Bizim camiamız Türkiye'de milyonları buluyor, burada da onbinleri, yüzbinleri buluyor. Buradaki kardeşlerimizin sayısı da bir hayli fazla... Önemli bir topluluğuz. Yaptığımız çalışmalar dolayısıyla gündeme gelebilen bir topluluğuz. Fikirleri araştırılan, sorulan bir topluluğuz. Yâni, "Acaba bu İskenderpaşa Camiası bu konuda nasıl bir tavır takınır? Onlar ne düşünüyorlar?" diye bize sormak durumunda kalıyorlar bazı şeyleri... Zaman zaman milletvekillerinden, parti başkanlarından, önemli kişilerden böyle müracaatlar oluyor.
Bu elhamdü lillâh Allah'ın bir lütfudur, çok şükürler olsun, bizim dengeli hareket etmemizden, mâkul düşünmemizden, ölçülü olmamızdan, bilgili olmamızdan; kardeşlerimizin münevver, aydın olmasından, yüksek tahsilli, doktora yapmış, doçent olmuş, profesör olmuş kimselerden oluşmasından; mühim mevkilerde bulunmasından, etkili görevler yapmış olmasından ve camiamızın müesseselerinin, kitaplarının, dergilerinin, yayınlarının ciddî ve beğenilir olmasından; radyo yayınlarımızın milyonlarca insan tarafından dinlenmesinden, politikada etkili olmamızdan, seçimlere te'sir edebilmemizden kaynaklanıyor. Yâni bizi nazar-ı dikkate almazlarsa, zarar göreceklerini bildikleri için, bizi hesaplarına katmak zorunda kalıyorlar.
Bunu bir böbürlenme vasıtası olarak söylemiyorum. Biz de bu ağırlığımızı hayır tarafına koymaya çalışıyoruz. Şerri azaltmağa, hayrı ve hizmeti çoğaltmağa çalışıyoruz. Türkiye'deki kardeşlerimiz de böyle çalışırlar, burdakilerin de böyle çalışmakta olduğunu tahmin ediyorum.
Bizim camiamızı dut ağacına benzetiyorlar. Çeşme başına dikilmiş bir dut ağacı, kişiye ait olmayan araziye dikilmiş bir dut ağacı, bol bol meyva veriyor. Meyvasından kuşlar, çeşmeye gelen çoluk çocuk, isteyen geliyor, istifade ediyor. Dut ağacı gibi herkese faydalı... Yâni dut ağacı gibi hayrât ve hasenât olan bir şey...
Ben şimdiki Almanya başbakanı Helmuth Kohl'un papaz olduğunu duymuştum. Demin arkadaşlarımızla sohbet ederken, arkadaşlarımdan öğrendim ki, Konrad Adenaur da bir papazmış, yâni papaz mektebinden mezun bir kimseymiş. Şimdi bunu niçin söylüyorum? Hristiyan Demokrat Partisi'nin kurucuları ve Almanya'nın çalışmalarında, siyasetinde etkili kimseler. Nasıl etkili oluyorlar?.. Papazlıklarıyla hristiyanlığa faydalı olalım diye düşünerek siyasete girmişler, siyasette de Almanya'yı bu amaçlara uygun doğrultuda büyük ülkülere doğru yöneltmişler. Yâni, "Katolikler arasında bir birlik kuralım, Avrupa'daki bütün katolikleri birleştirelim!" diye bir çalışmaya girmişler.
Sonunda Avrupa Birliği dediğimiz 15 veya 16 ülkeden müteşekkil bir birlik haline geldiler şu sırada... Bazıları da kapıda bekliyorlar, "Bizi de alın, bizi de alın içeriye!" diye dışarıda bağırışıyorlar. Bu büyük başarının mimarının bir papaz olması önemli; hristiyanlık idealleriyle, katolikleri birleştirme ülküsüyle hareket etmeleri önemli...
Burdan şunu çıkartıyoruz: Herkes inancı doğrultusunda bir çalışma yapıyor. Meselâ, yahudiler de kendi inançları doğrultusunda bir çalışma yapıyor. Hristiyanlar da yapıyor. Peki, biz Allah'ın sevgili kulları, mübarek kulları, cennetlik kulları, biz ne diye İslâm için çalışma yapmayalım?.. Bizim de İslâm için çalışmalar yapmamız lâzım! Hattâ yapıyoruz da, yaptık da... Şimdiye kadarki çalışmalarımızda, doğrusu siyaset sahasında çok hizmetimiz oldu, tekkemiz çok insanlar çıkarttı. Bunların bir kısmı reisicumhur oldu, bir kısmı başbakanlığa kadar yükseldi, pek çoğu milletvekii oldular. Bir kısmı da bakan oldular. Benim talebelerimden çok bakanlar var. Şu benim aciz naciz elimi öpmüş çok bakan var. Ahiret kardeşi olarak ben onu seviyorum, o beni seviyor. Böyle kimseler çok...
Yâni biz de Türkiye siyasetine yön vermek istemişiz, hayırlı olmak istemişiz; ama tabii nerde Almanya'nın Avrupa'yı birleştirmesi, nerde bizim çalışmalarımız?.. Biz daha Suriye'yi bile, Irak'ı bile, eski eyâletlerimizi, vilâyetlerimizi bile iknâ edip de, "Gelin bir bölgesel işbirliği yapalım, ekonomik işbirliği yapalım! Şu hudutlardaki formaliteleri kaldıralım da, isteyen rahat geçsin." diyememişiz.
Pazar günü arkadaşlarım bana:
"--Seni gezdirelim hocam!" dediler.
Münih'den yola çıktık, İsviçre hududundan geçtik, İsviçre hududunda kır sefası yaptık. Avusturya'ya geçtik, Avusturya'dan Almanya'ya döndük. Bir gün içinde, ne pasaport, ne vize soruldu bize... Bunlar kendi aralarında bu işi sağlamışlar. Şimdi Danimarka'dan İspanya'ya kadar, İtilaya'ya, Sicilya'ya kadar, her tarafa rahat gidip gelebiliyorlar. Pasaport dahi sorulmadan. E niye ben, eski eyâletlerim olan Suriye'ye, Irak'a, Ürdün'e, Suudî Arabistan'a, Bahreyn'e, Kuveyt'e, Mısır'a vizeyle gideyim?.. Niye arabama atladığım zaman Kahire'ye gidemeyim?..
Kışın soğuklar fazla oldu, damdan buzlar akıyor, camı parmak gibi buz kaplamış, damlardan bacak gibi buzlar sarkıyor. "Ben sıcak seviyorum, Kahire'de geçireceğim zamanımı... Mekke'ye gideceğim, Kâbe'ye gideceğim, bir umre yapacağım!" niye diyemiyoruz, niye zorluklar oluyor?.. Yakın halbuki... Halep, elimizi uzatsak dokunacağımız kadar yakın bir yer... Şam, dünyanın en güzel yeri...
Bu çalışmaları henüz geliştirememişiz. Ne gümrük birliği, ne ticârî birlik, ne seyahat kolaylığı, ne ticaret kolaylığı... Demek ki henüz çok daha gerideyiz.
Meselâ İran'ın %45'i Türk, Türkçe konuşuyor. Biz Tahran'a gittiğimiz zaman sıkıntı çekmeden, Farsça konuşmaya lüzum kalmadan orda her işimizi hallettik. Ama İran'la çok zor hudutlar var aramızda...
Kafkasya öyle, Bulgaristan, Batı Trakya öyle, Yugoslavya öyle... Yâni çok çalışmamız lâzım, bu kesin! Biz de etkin çalışmayı henüz yapabilmiş durumda değiliz. Ama yapabilecek kratta insanlarız. Yüksek krattayız ve tahsillerimiz dolayısıyla, arkadaşlarımızla bir kaç tane üniversite kurabilecek ilmî seviyedeyiz. Yüzlerce fakülte kuracak durumdayız. Bazı arkadaşlarımız muhtelif yerlere fabrikalar kuruyorlar.
Yâni bir ülkeye yöneldik mi, o ülkenin idaresi bize yardımcı olursa, o ülkeyi kalkındırabiliriz. Bazı isteğimiz ülkeler var, oraları sanayileştireştirebiliriz. O imkânlara sahibiz.
c. Hidâyet Allah'tandır
Şimdi bizim de Allah rızası için çalışmamız lâzım! Konrad Adenaur Almanya için çalışmış, Helmut Kohl Almanya için çalışmış; bizim de kendi ülkemiz, kendi ülkümüz, kendi istikbalimiz, kendi çocuklarımız için çalışmamız gerekiyor.
Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki, bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Vellezîne câhedû fînâ) "Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri, (lenehdiyennehüm sübülenâ) muhakkak ve muhakkak rızamızın yollarına, sevdiğimiz, razı olduğumuz yollara götürürüz. O yollara hidayet ederiz. (Ve innallàhe lemeal-muhsinîn) Hiç şüphe yok ki Allah, iyilik yapan kullarla, muhsin kullarla beraberdir."
Çocukluğumuzdan beri namaz kılıyoruz, Fâtiha'yı ezbere biliyorsunuz. Ne diyoruz:
(İhdinas-sırâtal-müstakîm. Sırâtallezîne en'amte aleyhim, gayril-mağdbi aleyhim ve led-dàllîn.) Fâtiha Sûresi okuyarak, günde kırk defa Allah'tan, "Yâ Rabbi bizi sevdiğin, razı olduğun kulların yoluna sok! Kendilerine ikramda, in'amda bulunduğun kullarının yoluna sok!.. Kendilerine gazab ettiğin, veya yolunu sapıtmış, şaşırmış, sapık yollara sapmış kimselerin yollarına bizi kaydırma, bizi razı olduğun yolda yürüt!" diye dua ediyoruz. Bu duayı bize, böyle dua edin diye Allah öğretiyor. Biz de böyle dua ediyoruz.
Demek ki, Allah'ın rızasını kazanacak yollara girmemiz lâzım! Allah'ın rahmetine erecek yolları arayıp, oraya girmemiz lâzım!.. "Yâ Rabbi, sen bizi sevk et!" diyoruz. Ordan da anlaşılıyor ki, hidayet Allah'tan... Zâten başka ayet-i kerimeden de biliyoruz:
(Leyse aleyke hüdâhüm velâkinnallàhe yehdî men yeşâ') "Ey Rasûlüm, sen istediğini hidayete sokamazsın, doğru yola alamazsın; Allah istediğini doğru yola sokar."
Bu ayet Ebû Tàlib için inmiştir. Peygamber Efendimiz Ebû Tàlib'in müslüman olmasını istedi. "Bana gençliğimde yardım etti. Peygamberlik bana geldiği zaman, Kureyşliler bana zulüm yapmak isterken, o bana çok yardım eti." diye onun İslâm olmasını istedi. "Kelime-i şehadet getir, 'Eşhedü en lâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû' de amcacığım, ben de sana şefaat edeyim; Rabbimin huzurunda, müslümandır yâ Rabbi bu diyeyim!" diye yalvardı. O da demedi. "Ölümden korktu derler." dedi, demedi. Onun üzerine bu ayet indi. Yâni, "Sen istediğini doğru yola sokamazsın, Allah istediğini doğru yola sokar." diye.
Hidayet Allah'tan olduğundan, Allah'tan hidayet istiyoruz. Demek ki biz, doğru yola kendimiz giremiyoruz. Neden?.. Allah nasib etmediği için. Hidâyet cennete giriş belgesi demek, çok önemli bir şey. Hidayete erdi mi insan cennete girer. Allah kimlere nasib etmez?.. Üç zümreye Allah hidayeti vermez:
(Vallàhu lâ yehdil-kavmez-zàlimîn.) "Allah zalimlere hidayet vermez." Zâlim olmayacak insan, başkasına zulmetmeyecek. Zâlim sıfatını edinmeyecek, zâlimler zümresinden olmayacak. Zâlimlere hidayet etmez.
(Vallàhu lâ yehdil-kavmel-fâsıkîn) "Allah fâsıklara da hidayet etmez." Fâsık ne demek?.. Allah'ın emrini dinlemeyip raydan çıkan, günah işleyen insan demek... Hà, bir insan günah işlemeye başladı mı, "Nereye gidersen git bakalım!" diye Allah onun ipini salıverir. Ona da hidayet etmez.
(Vallàhu lâ yehdil-kavmel-kâfirîn) "Allah kâfirlere de hidayet etmez." Çok iyi insanmış da bilmem neymiş de... Kâfir... Kâfir oldu mu hidâyet etmez, fâsık olunca hidayet etmez, zâlim olunca hidayet etmez.
Kâfir değiliz, mü'miniz; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh." Amma fâsıklıktan kurtulmak lâzım!.. Fâsık ne demek; Allah'ın emri yolundan çıkıp isyan eden, günahlara bulaşan demek... Fâsık oldu mu bir insan, o zaman Allah sevmediğinden, "Sapıtsın yolu, hidayeti vermiyorum, ne yaparsa yapsın!" diye ona hidayeti vermez. O fenâ, çok fenâ... Cennetin yolunu bulamaz adam. Neden?.. Fâsık da ondan... Allah'ın emrinden dışarı çıktı.
Allah'ın emrini tutmağa çalışacak, namazı kılmağa çalışacak.
Bana soru soranlara her zaman söylüyorum: "Bak namaz kılmazsan, Allah'ın ibadetlerini yapmazsan, ben sana bir şey yapamam!" diyorum.
Gelmiş bana soruyor:
"--Ben Allah'a ulaşmak istiyorum, Allah'ı tanımak istiyorum, Allah'a ermek istiyorum?" diyor.
Bakıyorum, halinden anlıyorum. soruyorum:
"--Namaz kılar mısın?"
"--Namaz kılmam, öyle bir alışkanlığım yok..."
"--Namaz kılmazsan Allah'a eremezsin!"
Neden?.. İsyanla Allah'a erişilmez, itaatle, ibadetle Allah'a erişilir. İbadetlerin, itaatlerin hepsi, Allah'a erişmek için birer vasıtadır, birer vesîledir.
Fâsık olmayacağız. Fâsık olunabiliyor, insan mü'min olduğu halde fâsık olabiliyor. Günah işledi mi, fâsık olur. Harama bulaştı mı, fâsık olur. Harama baktı mı, fâsık olur. Haram yedi mi, fâsık olur. O zaman Allah hidayet etmiyor, çok fenâ, ondan kaçınmamız lâzım! Yâni Allah'a itaatli kul olmağa gayret etmeliyiz. Bu başımızda dolaşan bir tehlike, etrafımızda dolaşan bir tehlike; günaha bulaşmamağa dikkat etmeliyiz.
Zâlim de olmamağa dikkat etmeliyiz. İnsan kime karşı zalim olabilir?.. Yanında çalıştırdığı insanlara zalim olabilir. Amir olduğu işçisine, memuruna zalim olabilir. Yönetimi altında bulunan teb'asına hükümdar zalim olabilir, vali zalim olabilir. Emniyet müdür zalim olabilir. Okul müdürü talebesine zalim olabilir. Öğretmen öğrencisine haksız yere kırık not verir, zalim olabilir... Yâni her salâhiyet sahibi, selâhiyetini baskıda kullanırsa, haksızlıkta kullanırsa, zalim olur. O da bizim düşebileceğimiz bir kusur; zalim olmamağa da dikkat edelim.
Kadın kocasına hizmet etmiyorsa, zalimdir; koca karısına hizmet etmiyorsa, zalimdir. Evlât ana-babasına hizmet etmiyorsa, zâlimdir; ana-baba evlâdına hizmet etmiyorsa, zalimdir. Zalimlik durumuna düşmemeğe de çok çalışmalıyız.
Kolay... Kâfir değiliz, tamam... Fâsık da olmayalım; yâni Allah'ın emirlerini tutmayan, yasaklarını yapan bir insan olmayalım! Allah'ın emirlerini tutalım, yasakladıklarından da uzak duralım!.. Bir de zalim olmamağa gayret edelim, sadist olmamaya gayret edelim! Başkasına elem vermek, üzmek, onun ağlamasından zevk almak durumuna düşmeyelim!
Avustralya'da bir yere gittik, çok acı acı feryadlar geliyor bir yerden, bağırıyor birisi boyna... "İmdat mı istiyor, ne oluyor, gidelim şunun yanına!" dedik. Çocukları götürdüğümüz yeşillik bir park, güzel bir yer, manzaralı, sevimli bir yer... Birisi boyna bağırıyor. Gittik baktık, orda bir havuz var. İki tane çocuk oraya girmiş, birisi ötekisini suya bastırmağa çalışıyor, ötekisi de bangır bangır bağırıyor. Hemen bağırdık, çağırdık, "Yapma, ne oluyor?" dedik. Korktu bizden, ötekisi de kurtuldu.
Yâni iki arkadaş yüzüyorlür, birisi ötekisini suya batırıyor, bağırdıkça da zevk alıyor. Bağırdıkça yine yapıyor. Yâni bağırmak kurtarmıyor, adetâ teşvik ediyor. Yâni zulümden zevk alıyor, elem vermekten zevk alıyor, sadist... Böyle de olmayalım!..
Allah zalimlere hidayet vermiyor, fâsıklara hidayet vermiyor. Allah'a itaatli kul olacağız, iyi müslüman olacağız, kimseye zulmetmeyeceğiz, hakkàniyetli, adaletli insan olacağız.
Başka, hidayet hususunda bir incelik nedir?.. Bir incelik daha var muhterem kardeşlerim, ben onun üstüne bastırarak söylemek istiyorum; bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehüm sübülenâ, ve innallàhe lemeal-muhsinîn.) "Kim bizim dinimiz için çalışırsa, kim bizim uğrumuzda emek sarfederse, ter dökerse, masraf ederse, uğraşırsa, zaman harcarsa, koşturursa, onu biz hidâyet yolumuza sevkederiz, rızamızı ona buldururuz. Ona dünyada, ahirette iyilikleri lütfederiz, ihsân ederiz."
Burdan neyi anlıyoruz: Allah'ın istediğine verdiği, istemediğine vermediği en kıymetli belge olan hidayetin kazanılması için, Allah'ın dinine yardımcı olmamız gerektiğini öğreniyoruz. Allah'ın dinine yardımcı olacağız. Eğer biz Allah'ın dinine yardımcı olursak, faydalı olursak; Allah'ın dinini yaymak için, Allah'ın dini sönmesin, "Lâ ilâhe illallah" bayrağı burçtan aşağı düşmesin, ayak altında çiğnenmesin diye gayret sarfedersek, Allah bize hidayet edecek, rızasına erdirecek demek... Bu çok önemli!..
Bu işi yapan insanlar var dünyada... Diyar diyar dolaşıp Allah'ın dinine yardım eden insanlar var. Yabancı diyarlara vize alıp, pasaport çıkartıp, gidip, oralarda İslâm'ı yaymak için çalışanlar var... Ve başarı kazananlar var. Hiç ummadığın yerde gidiyorsun, bir cami ile karşılaşıyorsun. Camiyi yapmış olanlar var...
Ben meselâ dünyanın bir çok yerini gezdim; Kanada'ya gittim, Ottava'ya gittim, Montreal'e gittim... Her gittiğim yerde baktım, İslâm için çalışan Pakistanlı, Hindistanlı, Arap gruplar var. Çalışıyorlar. Neden çalışıyorlar? Allah'ın dini için çalışırsak, Allah da bize lütfedecek diye çalışıyorlar.
Hani biz, günde kırk defa "İhdinas-sırâtal-müstakîm" diyoruz ama, o duanın kabul olması için yapmamız gereken iş, Allah'ın dinine yardım etmektir. Bakın hristiyanlar hristiyanlık dinine yardım ediyorlar. Hangi kasabaya gitseniz, kaç tane kilise görüyorsunuz; en büyük binalar, en büyük tesisler, okullar, hastaneler, çeşitli gençlik teşekkülleri, çeşitli hayır ve hasenat müesseseleri kilisenin malı...
Hattâ diyebilirim ki, Alman tarihinin derinlikleri incelenirse, Almanya'yı kilise idare etmiş. Hàlen de siyasetinde son derece etkili... Münih, rahibler şehri demek. Mönh, rahib demek... Halen Münih'in emlâkinin üçtebirinin kiliseye ait olduğunu bir kitapta okumuştum. Şehrin sembolünde de, papaz cübbesi giymiş bir rahib var.
Meselâ biz geçtiğimiz pazartesi günü bir yerlere gittik. Orada bir çok piskopos o bölgenin derebeyi gibi, yâni hakimi imiş. Sarayını gördük, kalesini, burcunu filân gördük.
Şimdi, hristiyanlar dinlerine hizmet ediyorlar. Burda bunu çok güzel görüyorsunuz. O halde bizim de Allah'ın rızasına ermemiz için, ahirette Allah'ın lütfuna mazhar olmamız için, cennetine girmemiz için, Allah'ın dinine hizmet etmemiz lâzım!.. Onun için 21. Yüzyıl'a girerken ben sizlere âcizâne soruyorum, veyahut da şu soru üzerinde düşünmenizi ve düşündükten sonra da ne aklınıza geldiyse onu yapmanızı hatırlatıyorum:
d. Evlâtlarınızı Koruyun!
"21. Yüzyıl'da Almanya'da İslâm ne olacak, Avrupa'da İslâm ne olacak? Yâni iki sene sonra, bizim yakın istikbâlimiz... Yâni şu bizim çocuklar büyüdüğü zaman, kızlarımızı gelin ettiğimiz, oğlanlarımızı güveyi eyleyip evlendirdiğimiz zaman çocuklarımızın dünyası ne olacak, çocuklarımız ne olacak?.. Çocuklarımızın çocukları ne olacak?.." sorusunu sorun, müslümanlar olarak 21. Yüzyıl'da İslâm'a Avrupa'da ne gibi hizmetler yapabileceğinizi kendi kendinize sorun! 21. Yüzyıl'da ne gibi müesseseler kurmanız gerektiğini şimdiden düşünün!.. Çocuklarınızın 21. Yüzyıl'da müslüman kalmasını sağlayacak şekilde nasıl yetiştirebileceğinizi sorgulayın!..
Şimdi şöyle bir sahneyi gözlerinizin önüne sermek istiyorum muhterem kardeşlerim! Bunu bu hakim, temyiz mahkemesi hakimi kardeşten duyduğum sözler üzerine söyleyeceğim.
Bu temyiz mahkemesi hakimi muhterem dostumuz, ehl-i tarik, mübarek, eli tesbihli dindar bir insan. Bu kardeşimiz, bu ağabeyimiz demişti ki: "Ben bir gün düşündüm. Benim akrabamdan çok nüfuzlu, çok salâhiyetli, çok yüksek mevkîde bulunan bir kimseye nasihat etmeye karar verdim ve gittim şunları söyledim." diyor. Hakim, o yüksek mevkideki akrabasına söylemiş bu sözleri...
Allah rızası için özel ziyaretine gitmiş, kapısını çalmış. O da kapıyı açmış, "Ooo yeğenim, hoş geldin!" demiş. Birisi yeğen, birisi amca, dayı neyse, unuttum ne olduğunu... Adını söylesem hepinizin tanıdığı bir kimse, mahsustan söylemiyorum, bilmediğimden değil... Bana bunları söyleyen şahsın da adını biliyorum, onu da söylemiyorum. Mühim olan şahısları kötülemek değil... Milleti kötülemek için söylemiyorum, ders çıksın diye söylüyorum.
Demiş ki:
"Ağabey, ben geçenlerde düşündüm, şöyle gözümün önüne getirdim." Belki rüyada gördü, belki murakabe halinde gördü. "Ağabey, ben şöyle bir şey tasavvur ettim: Kıyamet kopmuş, kabirden ölüler kalkmış. Herkes mahşer yerine toplanmış, mahkeme-i kübrâ kurulmuş, kulları Allah hesaba çekmiş, iyi kullar ayrılmış. 'Siz müslümansınız, siz dünyada ibadet ettiniz, tesbih çektiniz, iyi kulluk yaptınız, itaat ettiniz; geçin şuraya!' demişler. Kötüleri de, 'Siz zalimsiniz, fâsıksınız, kâfirsiniz...' diye ayırmışlar.
Şimdi orda, sen inançsız olduğundan, ibadetsiz olduğundan, zâlim olduğundan, fâsık olduğundan, sen de kötüler arasına ayrılmışsın. Allah buyuruyor ki:
'--Bunları da atın cehenneme, götürüp dökün cehenneme!..'
Öyle seni cehennemliklerle beraber cehenneme doğru götürürlerken, senin bana döndüğünü;
'--Yâhu yeğenim, madem iş böyleydi, niye dünyada iken beni ikaz etmedin? Ahirette başıma bu işin geleceğini niye dünyada iken söylemedin? Böyle yeğenlik mi olur, böyle akrabalık mı olur, böyle ahbaplık mı olur?.. O zaman söyleseydin ya!.. Bak şimdi ellerimiz kelepçelerle kelepçelenmiş, zebâniler cehenneme doğru atmağa götürüyorlar. Oldu mu yeğenim şimdi bu?..' dediğini göz önüne getirdim." demiş.
"--Onun için ağabey..." Ağabey diyen temyiz mahkemesi hakimi, herkesin önünde elpence divan durduğu saygın bir kimse aslında o da... Ötekisi daha yüksek bir mevkide, hem de yaşça büyük, akraba... "Böyle bir şey gözümün önüne geldi geçen gün, sonra ahirette bu lafı bana söyleme diye şimdiden geldim." demiş.
"--Ağabey gel tevbe et, fısk u fücûru bırak, içkiyi günahı bırak, zulmü bırak, günahlarına tevbe et, imana gel, İslâm'a gel! Şu hayatta iken halini düzelt, Allah tevbe edenlerin tevbesini kabul eder, doğru yola gir ağabey! Sonra ahirette bana yan bakıp da, 'Yeğenim niye bana söylemedin? Niye dünyadayken beni ikaz etmedin?' demeyesin diye şimdiden söylüyorum." demiş.
Adamın gözleri yaşarmış, duygulanmış o yüksek şahıs... Demiş ki: "Yeğenim çok doğru söylüyorsun, samîmî söylüyorsun, inandım ama, kalbim inanmıyor." demiş. Kalbi inanmıyor ne demek?.. Allah hidayet vermiyor. Neden hidayet vermiyor?.. Zalim de ondan, zalim olduğundan...
Bak, aklıyla yeğeninin doğru söylediğini anlıyor. Doğruysa inan be adam! Sen çok yüksek bir kişisin, tahsillisin, hukuk biliyorsun; mâdem doğru, yapsana!.. "Çok doğru söylüyorsun ama, kalbim inanmıyor." demiş.
Bazı insanların kalbi taş gibi olur, taştan da katı olur, laf tesir etmez. Çünkü öyle zulümler yapmıştır ki... O adamın da ne zulümler yaptığını ben biliyorum, cümle cihan biliyor, herkes biliyor, meşhur... Kalbi katılaştığından imanı kabul edemiyor.
Onun için, çocuklarınızı siz de böyle düşünüverin!.. Ben bu hikâyeyi bunun için anlattım. Siz cennetliklerin arasına ayrılmışsınız, tamam... Siz Türkiye'den gelmiş, Türkiye'de İslâm'ı öğrenmiş olan, Almanya'daki müslüman işçilersiniz. Siz müslümansınız, ayrılın! Ötekiler?.. Ötekiler de Alman okullarında okumuş, İslâm'ı öğrenmemiş, ibadeti yapmamış, Almanlaşmış, İslâm'dan uzaklaşmış, günahlarla fâsık ve fâcir olmuş, zalim olmuş, belki de bir kısmı kâfir olmuş... Allah etmesin, Allah öyle bir şeyi göstermesin, o ciğerpârenizi gözünüzün önünde zebaniler yakalamış, bağlamış, cehenneme götürüyor görseniz ne yaparsınız?..
Asılmağa götürülüyorken görseniz ne yaparsanız?.. Meselâ, gözünüzün önünde çocuğuna otomobil çarpıyor kadının, nasıl feryâd ü figan ediyor, ne kadar acı bir durum!.. Ahiretteki azab da ebedî... Ebedî azaba uğramak daha acı... Kendiniz cennete gitseniz bile, evlatlarınızın cehenneme gitmesine nasıl razı olacaksınız, nasıl razı olabilirsiniz?.. Olunmaz.
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim, ben de o hakim arkadaş gibi söylüyorum: Evlâtlarınızı koruyunuz. Allah söylüyor zâten:
(K enfüseküm ve ehlîküm nârâ) "Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennemden koruyunuz, cehenneme düşmekten koruyunuz, cehenneme düşmemesini sağlayınız."
Şimdi bir arkadaşımız diyor ki:
"--Ben çocuğumu cumartesi pazar günleri Kur'an kursunua yatılı vermek istiyorum, ne dersiniz hocam?" diyor.
Güzel, çok iyi, tamam... Çünkü çocuğunu kurtarmak istiyor. Çünkü çocuk bazen, yaşı büyüdükten sonra anne-babasını dinlememe durumuna gelebiliyor burda... Hattâ kaçıyor, hattâ kiliseye sığınıyor, hattâ hükümet çocuğun parasını da babanın maaşından kesip alıyor. Almanya'nın kanunları böyle... Böyle olduğunu biliyorsunuz.
Onun için ikibin yılına iki sene, iki ay kala... Eylül bitti, eylülü saymayalım!.. Veyahut sayalım; iki sene, iki ay, iki gün, iki saat... Kendi çocuklarınızı korumak zorundasınız, kendinizi korumak zorundasınız.
e. Allah'ın Dini İçin Çalışın!
Kendinizin bile hidayeti, Allah'ın dini için çalışmanıza bağlı...
(Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehüm sübülenâ) Allah'ın dinine çalışacaksınız! Allah'ın dinine çalışmak için Merih'ten Merihliler gelmeyecek; siz çalışacaksınız, biz çalışacağız. Biz çalışacağız da, Allah bize lütfedecek.
Onun için lütfen bu soruları düşünün! ben isterdim ki bu sorular için, burdaki toplantı bir hafta olsun. Ben size İstanbul'dan birinci sınıf ilim adamları, profesörler çağırayım, parti başkanları çağırayım, en salâhiyetli kimseleri çağırayım, konferanslar versinler; bir hafta burda bu işi enine boyuna müzakere edelim! Ama burda zaman müsait değil, bunu yapacak kadar zamanımız yok. Yalnız bu soruyu açıyorum. İkibin yılına iki yıl, iki ay kala bu soruyu size açıyorum:
"--Avrupa'da yaşayan müslümanlar olarak, ikibin yılında Avrupa'daki İslâm'ın ne olacağını düşünün, ne olması gerekiyorsa tedbirleri alın!"
Bakın ben beş aydır burdayım, bir de baktım beş ay geçivermiş. Mayısın başında İsveç'e aile eğitim toplantısı için gitmiştim, işte eylülün sonu, beş ay geçivermiş. İngiltere'ye gittim, Suud'a filân gittim, oralarda da vakit geçti ama, uzun zaman aranızda kaldım. Büyük tehlikeler var, büyük tehlikelerle karşı karşıyasınız; rüzgâra maruzsunuz, rutûbete maruzsunuz, mikroba maruzsunuz, ölüm tehlikesine maruzsunuz, radyasyona maruzsunuz... Bunlar mânevî radyasyon, mânevî rutûbet, mânevî hastalık... Çok büyük tehlikelere maruzsunuz. Bunlardan kurtulmak için çalışmanız lâzım!..
Çalışmak için derviş olmak zorundasınız, mecbursunuz. Neden?.. Dervişlik insanı korur, zikir insanı korur, ibadet insanı korur. Başka türlü korunamazsınız, erirsiniz burda... Bu toplum sizi yutar, bu fırın sizi yakar, bu değirmen sizi öğütür. Derviş olacaksınız, yâni sıradan müslüman değil, has müslüman olacaksınız. Takvâ ehli tam müslüman olacaksınız.
Derviş olmağa mecbursunuz, bir; Allah'ın dini için çalışmağa mecbursunuz, iki... Neden yapıyorsunuz bunu?.. Sırf kendiniz için bile yapmağa mecbursunuz; çünkü derviş olmazsanız, kendinizi koruyamazsınız. Allah'ın dini için çalışmazsanız, hidayet bulamazsınız. Şaşırırsınız, istemeden ayağınız başka tarafa gider, şeytana kurban olursunuz. Nefse esir olursunuz, mahvolursunuz.
Onun için, hem iyi müslüman olacaksınız, iyi derviş olacaksınız, takvâ ehli olacaksınız, takvâ yolunda yürüyeceksiniz.
--Yüzde on müslümanlık bana yeter...
Yetmez, yüzde doksanı bile yetmez, yüzde yüz müslüman olacaksın! Öyle yarım müslümanlık yok... Türkiye'mizde yarım müslümanlık isteniyor, çeyrek müslümanlık isteniyor; tam müslümanlık istenmiyor.
--O kadar da müslüman olma!..
--Müslümanlığa düşman mısın sen?..
--Hayır düşman değilim ama, o kadar da koyu müslüman olma!..
--Ne kadar olayım, yüzde kaç istiyorsun?..
--Yüzde beş, yüzde on olursa iyi olur.
--Yâni nasıl istiyorsun, birazdaha açıkla!..
--Benimle gel dans et, benimle içki masasına otur, bankadan benimle faiz al ye, benimle gez toz... Bayramda da camiye git, cumaya gitmene de müsaade edebilirim; bu kadar yeter.
--Bu az gelir.
--Hadi sana şu kadar daha ikram, bu kadar daha ikram... Yüzde onbeş, yüzde yirmi...
Yüzde yüz müslümana tahammülleri yok!..
--Tam Kur'an'ın ahkâmına uyalım...
--Ne diyorsun, bir daha söyle bakalım?.. "Tam Kur'an'ın ahkâmına uyalım!" mı dedin?.. Hakim bey, bu tam müslüman olmak istiyor, yapış yakasına, tık bunu hapse!..
--Neden, suçu ne?..
--Tam müslüman olmak istiyor bu adam, imam-hatip okulu açacak, Kur'an kursu açacak... Olur mu öyle şey, hakim bey, suç duyurusu... Savcı bey harekete geç!..
Neymiş kusuru?.. Tam müslüman olmak... Nasıl müslüman olacak?.. Yüzde on, yüzde onbeş, yüzde yirmi... Yüzde iki, yüzde bir, binde bir... Öylesini seviyorlar. Tam onlar gibi olacaksın.
Kâfirle müslümanı yan yana koyuyorsun, ikisi de birbirine benziyor. Bu müslüman da bu kâfir... Anlayamadım, çok yakın birbirlerine... Öyle şey olur mu; bu müslüman, bu da kâfir diye belli olmalı!.. Ne kıyafetinden belli oluyor, ne zerâfetinden belli oluyor, ne hareketinden belli oluyor; hiç bir şeyinden belli olmuyor.
Ne örfünden, ne adetinden, ne giyiminden, ne kuşamından, ne sözünden, ne fikrinden; hiç bir şeyinden müslüman olduğu anlaşılmıyor adamın... Ötekisi ile beraber. Hattâ bazen bu gàlibâ gayrimüslim diyorsun, sarışın, saçları da uzun, yüzü de traşlı, blue-jean pantolon da giymiş... Bakıyorsun camiye geliyor. "Tövbe tövbe, geri aldım sözümü, müslümanmış." diyorsun. Bazan o daha müslüman çıkıyor. Bazan beri taraftaki adam sandığın, adam çıkmıyor; öteki gayrimüslim sandığın müslüman çıkıyor, şaşırıyorsun.
Biz Mado dondurması yemeğe gitmiştik Levent'e... sahibi arkadaşımız. Dondurmacıya giderken, ben kara sakallı, kara yüzlü, kara gözlü Es'ad Coşan; yanımda da bizim sekreter, sakallı... Biz böyle yürüyoruz, karşıdan da zamane gençleri geliyor. Blue-jean pantolonlu, elleri cebinde zamane gençleri... Levent'te, lüks semtte gençler... Ne yaparsınız? Geç aslanım dedik. Gençler geliyor, biz de çağ dışı, ne zamandan kalmışsak?.. Bir grup genç karşıdan gelirlerken, benim gözüm hiç tutmadı; şöyle baktılar bize, "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!" demesinler mi?.. Hayret ettik.
Dördüncü Levent'te, çok modern giyimli kuşamlı gençler, Yirminci Yüzyıl'ın çağdaş gençleri bizi gördüler, bizi sevdiler; kara yüzümüzü, kara sakalımızı, takkemizi sevdiler, bir de "Esselâmü aleyküm!" dediler. "Tevbe tevbe, bundan sonra kimseye kem gözle bakmayalım!" dedik. Kimin ne olduğu belli olmuyor. "Para ile imanın kimde olduğu belli olmazmış." derler büyüklerimiz. Belli olmuyor, bazan iyi çıkıyor. Hele gençlerden çok iyi insanlar çıkıyor.
Babası, gölün kenarındaki manzaralı evlerinin altında kahvehane, çayhane gibi bir şey çalıştırıyor. İçki koymağa karar vermiş. Babası müslüman, şimdi böyle müslümanlar çok... Sakalı var, ünvanı var, hacca da gitmiş; amma bakkal dükânında içki şişesi de var... Halbuki içki satmak haram! İçkili olacak diyor.
Göl manzarası, şâhâne Sapanca gölü, karşıda karlı tepeler, yemyeşil orman, kartpostal gibi, çok güzel... Orada manzara güzel, yolun kenarında evleri var... Bahçesi de geniş, E-5'in kenarı, içki koyacak oraya, parayı çok kazanacak. Oğlu edeple gitmiş babasının yanına:
"--Babacığım, içkiyi koyacaksan, bana müsaade, ben senin evinde duramam! İçkiyi koyduğun anda, paraya haram karıştığı için senin evinde duramam; içkiyi koyacaksın, ben gidiyorum."
"--Evlâdım çok para kazanamıyoruz, idare etmiyor. İçki koyarsak şişeden şu kadar kazanırız..."
"--İçkiyi koyacaksan ben gidiyorum. İçki ile kazanç kazanılan bir evde, bir babanın yanında duramam!" diyor.
Baba daha akıllı, dünyayı görmüş. Evlât diyor ki:
"--Baba yapma, yaparsan ben evde duramam!"
Böyleleri de var.
Birileri bize zulmediyordu, Ankara'da bulunduğumuz sıralarda, haksızlık yapıyordu, başka bir şey değil. Hem de Diyanet'te çalışıyordu. Oğlu babasına demiş ki:
"--Baba böyle yapmayın, yaptığınız günah!" demiş.
Çocuk söylüyor babasına... Çocuk iyi olabiliyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim, hepimiz ölüp gideceğiz. Şimdiye kadarki yaşınızın gelişinden, bundan sonraki ömrünüzün gidişini anlayabilirsiniz. Çünkü perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Bu işin gidişi bellidir, istikameti bellidir. 21. Yüzyıl'a İslâm'a hizmet eden insanlar olarak girelim! Avrupa'da İslâm'ı güçlendirelim! Evlâtlarımıza cenneti kazanacak bir eğitim vermeğe çalışalım! Gözümüzün önünde zebaniler tarafından yakalanıp cehenneme sürüklenmelerine razı gelmeyelim, gevşek durmayalım!
Allah'ın dinine hizmet edelim ki, Allah bize de hidayet etsin, bizim de kalbimizi yumuşatsın, bizim de gönlümüzden gaflet perdesini kaldırsın... Bizi de sevdiği kulları arasına kabul etsin, bizi de evliyasından eylesin, sâlih kullarından eylesin, cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...
"İhdinas-sırâtal-müstakîm" diye Allah'tan hidayet istiyoruz ama, hidâyete ermenin sebebi ne imiş?.. (Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehüm sübülenâ) Allah'ın dinine hizmet etmek için cihad etmekmiş.
--Ne yapacağız hocam? Tabancamızı takalım, kılıç kuşanıp, bıçakları elimize alıp harb mi edeceğiz?..
Cihad harbden daha geniştir. Cihad, çok cehd sarfetmek demektir. İslâm'a yapılan hücumlara karşı koymak demektir. İslâm'ı yıkmak için, yok etmek için, müslümanları dinsizleştirmek için sarf edilen cehdleri, yapılan gayretleri bastıracak, karşılayacak, göğüsleyecek, onları yenecek çalışmayı yapmak demektir. Yâni aslında cehde karşı cehd demektir. Mücahede ne demek, cehde karşı cehd demek...
Yâni bir İslâm düşmanı var, şeytan var, münafık var, kâfir var, aleyhte çalışmalar var, cehd sarfediyorlar. Cihad, cehde karşı cehd demek... Müşâreket mânâsı vardır, Arapça bilenler bilir bunu...
Meselâ, döğmek diyoruz. Bir adamın birisini döğmesi... Döğüşmek, karşılıklı; o onu döğmeye çalışıyor, o onu döğmeye çalışıyor.
Savmak, bir şeyi başından uzaklaştırmak demek. Savaşmak ne demek, birbirlerini birbirlerinin başından karşılıklı uzaklaştırmağa çalışmak demek. Cihad da, karşılıklı cehd sarfetmek demek. İslâm'ı söndürmek isteyenler var. Onlara Kur'an'da ne deniliyor:
(Yürîdûne liyutfi nûrallàhi biefvâhihim) "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar." Hani kandili, mumu böyle söndürürler ya, Allah'ın mumunu, kandilini ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Ama Allah'ın nuru sönmeyecek. Sönmeyecek ama, çalışanlar mükâfât alacak, çalışmayanlar ceza cekecek, çalışmadığının hesabını verecek.
Sizin burada olmanız, atalarımızın başaramadığı bir şeydir. Atalarımız buralara girmek istediler, giremediler. Atalarımız Viyana'yı kuşattılar ama alamadılar. Ama bugün Viyana'da kaç tane cami var!.. Ben biliyorum, gezdim, namaz kıldım. Almanya'da da bir sürü cami var, her kasabada cami var, kaç tane cami var... Siz girdiniz, Allah nasib etti, şartlar değişti, dünya değişti. Şimdi Allah'ın dinine güzel hizmet etme çağı...
Şimdi bu insanların aletleri, cihazları, imkânları, tahsilleri, bilgileri, görgüleri kat kat fazla iken, biz bunların karşısısında Anadolu'nun köylü dayısı olarak çocuklarımızı yetiştirirsek olur mu?.. Olmaz. 21. Yüzyıl'da bunların karşısına evlatlarımızı bunlar kadar kuvvetli, bunlardan daha bilgili, daha görgülü çıkartmalıyız. Kendimizi de 21. Yüzyıl'a hazırlamalıyız.
Ben bugünden itibaren 21. Yüzyıl'a kendimi hazırlanmağa başlıyorum. Neler yapacağım, neler yapılabilir? Bunları düşünürüz, yazarız, çizeriz. 21. Yüzyıl'a iki sene iki aylık bir vakit var; o zamana kadar hepimiz hazırlıklarımızı yapalım!
İslâm için yapılacak şeylerin başında bir merkez oluşturmak gelir. Bulunduğunuz yerde bir yuva oluşturmak gerekir; bir yuva oluşturun! Ondan sonra o yuvada çalışmaları yapmak lâzım!
Bu yuvanın yanında camisi de olmalı. Ama sırf cami olması yetmez, caminin sıcak bir İslâm yuvası haline gelmesi lâzım! Sıcak yuvalar tesis etmezseniz çocuklarınızı toparlayamazsınız, kendinizi de toparlayamazsınız. Sıcak yuvalar oluşacak, dışarıda gezmektense bu tarafa gelmeğe can atacak çocuk... Sizin sıcak muhitinize gelmeye can atacak. Onu sağlayamazsanız, çocuklarınız da gelmez, başkaları da gelmez. Başkalarını da İslâm'a çekemezsiniz. Halbuki başkalarını da İslâm çekmek vazifesi ile vazifeli bulunuyorsunuz.
Bu hususları bazı arkadaşlar not aldılar. Bazılarının aklında kalır, bazılarının aklından biraz sonra gider. Çünkü yazmak lâzım! İnsanın aklı duyduğu şeyleri unutur. Ben akşamleyin çok güzel bir rüya görüyorum; ama çok güzel, bayılıyorum. Sabah kalktığım zaman rüyanın bazı yerlerini hatırlıyorum, bazı yerlerini hatırlayamıyorum. Yazmazsam, öğleye doğru hepsini unutuyorum. Unutuluyor.
Unutmak insan zihninin bir işi... O da lâzım, çünkü unutma olmazsa, yeniden alacak yer de kalmaz. Bazı şeylerin unutulması da bir nimet... Üzüntülerin unutulması lâzım, onların kafada yer etmemesi lâzım! Ama bazı şeyleri unutmamak için tedbir almak lâzım!
Unutmamak için tedbir almak, yazmaktır. Sabahleyin hanım, "Herif şunu al, bunu al!" dediği zaman, erkek yüzüğün parmağını değiştirir veya parmağına ip bağlar. "Hanımın dediklerini unutmayayım, eve götüreyim!" diye bir tedbir bu... Ama en iyisi yazarsınız. Şöyle bir kâğıdı olacak, şöyle bir kalemi olacak, yazacak. Hanımların da bazı mutfaklarda kâğıt kalemi olduğunu görüyorum, hoşuma gidiyor. İpe asılı bir kalem, duvara takılı bir kâğıt... Neden?.. Bulaşık deterjanı bitti, bir adet bulaşık deterjanı... Ondan sonra meselâ, tereyağı azaldı... Yâni unutulmasın diye yazılıyor. Ondan sonra onu kocasına verecek veya kendisi süpermarkete gidince, onları alacak.
Yazmak lâzım! Yazın, veyahut şimdi yazmadıysanız, odanıza gittiğiniz zaman benim ne söylediğimi düşünün, benim konuşmalarımdan izlenimlerinizi hatıra olarak kaydedin. "27 Eylül 1997 Cumartesi gecesi, Es'ad Coşan diye bir gariban hoca bize Kreglingen kasabasında, toplantı salonunda gariban gariban şunları şunları söyledi." diye hatıra defterinizin bir sayfasına yazarsanız, o da olur. Birbirinizle müzakere ederseniz, daha iyi olur.
Birbirinizle tanışmanızın sonunda, "Münih'te benim arkadaşım var, Hannover'de arkadaşım var, Hamburg'da arkadaşım var, Essen'de arkadaşım var..." diye birbirinizi tanır, adreslerinizi alır ve unutmazsanız daha iyi olur.
f. Allah İçin Birbirinizi Ziyaret Edin!
Bir müjdeli hadisi şerifle konuşmamı bitireyim. Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki:
(Hakkat mahabbetî lil-mütezâvirîne fiyye) "Benim için birbirini ziyaret edenlere benim muhabbetim hak olur, vacib olur, gerekli olur."
Birbirinizi Allah için ziyaret edin!.. Ben Hollanda'daki kardeşlerime sordum:
"--Salih hoca vardı, tanışmıştınız, onu ziyarete gittiniz mi?.."
"--Yok, gitmedik." dediler.
Bir cumartesi, bir pazar günü, çalışmadığınız bir gün üç arkadaş kalkar, Salih Hoca'ya gidersiniz. Adresi belli, camisi belli...
"--Selâmün aleyküm hocam, sizi ziyarete geldik! Buyurun Hollanda'nın çiçeklerinden bir buket... İyi misiniz, hoş musunuz?.. Hadi Allah'a ısmarladık!"
"--Durun bakalım yâ, niye geldiniz, niye gidiyorsunuz, hayrola, bir çayımızı bile içmediniz?" diyecektir o da...
"--Biz Allah rızası için seni ziyarete geldik. Bir menfaat için gelmedik. Allah birbirini ziyaret edenleri seviyormuş da, onun için geldik. Allah bizi sevsin yeter, çay kahve her yerde var, bizim evde daha çok var... Ben buraya gelmek için, o çay parasından çok daha fazla masraf ediyorum. Ben evimde o çayın daha iyisini içerdim, daha ucuza gelirdi. Benim maksadım çay içmek değil, benim maksadım Allah'ın rızasını kazanmak... Seni ziyaret ettim, o oldu. Sen de bize buyur. Bak, adresimi al, evimiz müsaittir, misafir odası geniştir." dersiniz.
Ben arkadaşlara takılıyorum:
"--Evin var mı?.."
"--Var..."
"--Misafir odası geniş mi, evin havuzlu mu?"
O da diyor ki:
"--Hocam tamam, havuz da yaptırırız." diyor.
Kolay; gidersin, marketten bir oyuncak havuz alırsın plastikten, onu takarsın. Hattâ çocuklara yüzme havuzu bile olabiliyor. Avustralya'da gördüm, burda da vardır herhalde...
Birbirinizi ziyaret edin! Birbirinizi ziyaret edip Allah'ın rızasını kazanın!..
Allah'ın dinine hizmet edin, Allah size hidayet yollarını açsın, mâneviyatınızı geliştirsin, cennet yolundan yürütsün, evliyâ eylesin... Evliyâ olmak istiyorsanız, Allah'ın dinine hizmet edin!..
Duyduklarınızı unutmamak için yazın, geceleri hatıra defteri tutun, oraya yazın!.. Birbirinizle konuşun, unutursanız birbirinize hatırlatın!..
Biz geldik, gidiyoruz işte... Biz buradan gider olduk, kalanlara selâm olsun!.. Pazartesi günü gidiyoruz burdan... Bir daha ne zaman geliriz; gelir miyiz, gelemez miyiz, sağ mı kalırız, ölür müyüz, kalır mıyız?.. Gelirsek bulur muyuz, bulamaz mıyız?.. Her şey mümkün, Allah hepimize hayırlı uzun ömür versin... Ama kardeşlik bâkî...
Peygamber Efendimiz vefat ettiği zaman ne demişler?.. Demişler ki: "Kim Muhammed'e tapınıyor idiyse, yanlış yapıyormuş, Muhammed'e tapınmak olmazdı, Muhammed öldü; ama Allah bâkî... Allah'a kulluğumuz devam ediyor. Hepimiz Allah'a güzel kulluk etmeğe gayret edeceğiz.
Sahabe-i kiram Allah yolunda çalıştılar, "Vellezîne câhedû fînâ" zümresine girdiler, ashab oldular, çok büyük şeyler kazandılar. Siz de sahabe yolunda çalışın, o sevapları alın!
Allah hayy ü bâkîdir. Kendisine kulluk edenleri yarı yolda bırakmaz.
Allah hepinizden razı olsun...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
27. 09. 1997 - Kreglingen / ALMANYA