Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
EN GÜZEL AMELLER
Ezü billâhi mineş-şeytanir-racîm.
Bismillâhir-rahmânir-rahim.
Es-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîn, Muhammedinil-Mustafâ ve alâ alihî ve sahbihi ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid-dîn...
Muhterem kardeşlerim!
Çok iyi biliyorsunuz ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri bize ve âlemlere rahmet olarak peygamberimiz Ebul-Kàsım, Habîbullah, Muhammed-i Mustafâ Efendimiz'i gönderdi. Ona Kur'an-ı Kerim'i indirdi. Bize de ona tâbî olmayı emretti.
Bizim Allah'ın rızasını kazamamız için, dünya imtihanını başarmamız için, iyi kul olmamız için, Rasûlüllah Efendimiz'e bağlanmamız, Kur'an-ı Kerim'i anlamamız, okumamız, dinlememiz, uygulamamız gerekiyor. Kur'an-ı Kerim'i en güzel şekilde kendi hayatında Peygamber Efendimiz uygulamıştır ve nasıl uygulanacağı hakkındaki incelikleri de en güzel tarzda bize Peygamber Efendimiz anlatmıştır.
Onun için ben şahsen yanımda Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerini gezdirmeyi tercih ediyorum. Genellikle Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerinden konuşuyoruz. Böylece daha bereketli, daha sıhhatli, daha kıymetli bir konuşma olmuş oluyor. Özel ve güncel konularla ilgili konuştuğumuz zaman belki hata ederiz, belki doğru olur, belki yanlış olur ama, Peygamber Efendimiz'in sözleri üzerine konuşunca, iyi bir şey yapmış oluruz diye böylece sağlam bir yol tutturmuş oluyoruz.
Peygamber Efendimiz'in hadis-i şerifleri onun mübarek sözleridir veyahut onun hakkındaki bize bazı bilgilerdir: "Şöyle hareket etti, böyle yaptı..." diye onu anlatan bazı haberlerdir.
a. Belâlara Sabrın Mükâfâtı
Şimdi burada açılan sayfada gelen hadis-i şerifleri okuyacağım. Birinci hadis-i şerif:
ME. 495 (Selâsün yüdrikü bihinnel-abdü regàibed-dünyâ vel-âhireh: Es-sabru alel-belâ', ver-rıdà bil-kadà', ved-duài fir-rihà'.) Sadaka rasûlullah...
Bu hadis-i şerifi Umran ibn-i Husayn RA isimli bir sahabi rivayet etmiştir. Peygamber SAS Efendimiz bu hadis-i şerifinde bize bildiriyor ki:
"Üç şey kul tarafından yapıldığı takdirde o kul dünyanın ve ahiretin her türlü mükâfatına nâil olur. Dünyada da ahirette de büyük mükâfatlara erer. Maddî, manevî çok büyük kazançlar sağlar." Bunlar nelerdir:
1. (Es-sabru alel-belâ') "Belâya sabretmek.
2. (Ver-rıdà bil-kadà') Allah'ın mukadderâtı olarak alnına yazmış olduğu yazıya, başına gelen olaylara rıza göstermek, isyan etmemek, Allah'a karşı gelmemek, itiraz etmemek.
3. (Ved-duài fir-rihà') İhtiyacı olmadığı, sıhhatli olduğu, keyfi yerinde olduğu genişlik zamanında da Allah'ı unutmayıp dua etmek.
Bu üç şeyle insan dünyanın ve ahiretin büyük mükâfatlarına erer."
Büyük mükâfat diye tercüme ettiğimiz kelime regàib'dir. Biliyorsunuz, Recebin ilk cuma gecesine de Regàib gecesi deniliyor. Regàib gecesi denmesinin sebebi, o gecede Allah kullarına çok mükâfatlar vereceği için, kullar çok büyük lütuflara erdiği için, o ismi melekler vermişler o geceye... Recebin o ilk cuma gecesi, yâni perşembeyi cumaya bağlayan gece... Bu gece Allah'ın çok mükâfat dağıttığı gecedir diye, meleklerin özleyerek bekledikleri gece. Regàib bu, büyük mükâfat, manevî mükâfat demek.
Bu hadis-i şerifle Peygamber Efendimiz'in bize bildirdiği önemli, güzel, mükâfat kazanmaya sebep olacak şeylerden birincisi belâya sabretmek... Belâ Arapça'da özel, hakikî mânâsıyla, lügattaki mânâsıyla imtihan demektir. İbtilâ da derler. Aynı kökten gelir o kelime de. Belâ da derler. Yâni bizim anladığımız mânâda, insanın başına gelip çatmış tatsız olay demek değildir; imtihan demektir belâ... Meselâ: (Belâen-hasenâ) "İyi bir imtihanla imtihan olmak" diye de geçiyor rivayetlerde.
Hayatta başımıza gelen olayları, aslında Allah bize nasib ediyor. Yâni kaderde varmış, İngiltere'ye gelmişiz. Kaderde varmış, şu dükkânları açmışız. Kaderde varmış, diyar-ı gurbette çalışacakmışız meğerse. Kaderde varmış da şu olacakmış, bu olacakmış... Yâni alnımızın yazısı, böyle oluyor. Bunlar birer hayatın cilvesi diyoruz.
Bu olaylar, çeşitli olaylar; bazen üzücü olay, bazen başkalarının da imrendiği, ah benim de olsa diye özendiği olaylar. Meselâ bazısı zengin oluyor, güzel arabası oluyor, evi oluyor da başkaları da imreniyor:
"--Benim de arabam olsa şöyle, benim de bu kadar güzel evim olsa..." filân diyor.
Bunlar da imtihan. Allah o zaman zenginlikle imtihan ediyor:
"--Ben buna güzel şeyler verdim, bakalım bu imtihanı başaracak mı; bunun karşısında şımarmadan iyi bir kul olarak kulluğunu yapacak mı?.." diyor.
O da bir imtihan.
Bazen ihtiyaç ve fakirlik hâli olabiliyor; o da bir imtihan. Bazen hastalık oluyor, hastalık da bir imtihan. "Bakalım sabredecek mi, yoksa, 'Bana bu hastalığı niye verdin yâ Rabbi?' diye ağzını açıp, gözünü yumup ileri geri konuşacak mı?" Bu da bir imtihan...
Hayatta karşılaştığınız sevindirici veya üzücü olaylar sizin imtihanınız. Size öyle geliyor. Allah sizin o olayın karşısındaki davranışınızı değerlendirecek. Ya sevap alacaksınız iyi karşılıkta bulunursanız; ya da feveran ederseniz, isyan ederseniz, ağzınızı bozarsanız, kafanızı bozarsanız, davranışınızı bozarsanız; o zaman da günaha gireceksiniz.
Meselâ İlâhiyat Fakültesi mezunlarından kız taleberimden bir talebem vardı. Onun çocuğu olmuyordu yıllarca. Sonra Allah bir çocuk verdi ama dünya güzeli bir bebek... Gerçekten gül gibi yanakları vardı, çok güzeldi. Bakmaya kıyılmayacak kadar güzel bir bebekti. Bir hafta kadar yaşadı; zaten zor doğmuştu, bir kaç yıl beklediler bebek olmadı filân... Ondan sonra maalesef vefat etti bebek, yaşamadı.
Tabii o acı bir imtihan, zorlu bir imtihan, çok zor bir sorun. Böyle bir sorun karşısında insanın kendisini tutması bir hayli zor. Bizim bu kız talebemiz kendini tutamadı. İmanını bile zedeleyecek Allah'a karşı isyankâr sözler söyledi. Yâni bebeğin acısına dayanamadı, üzüntüsünden çok kötü sözler söyledi, çok kötü duruma düştü. İmtihanı kaybetmek gerekiyordu.
Bazen de başka türlü olur: Allah bağ bahçe verir, üzüm verir. Yoldan geçen yolcuya bir salkım vermez adam... Ondan sonra ertesi gün bakar, "Uuu..." bir kırağı gelmiş bütün bağ gitmiş. Kur'an-ı Kerim'de böyle anlatılan olaylar var. "Aman aranıza bir fakir sokulmasın. Yarın üzümleri toplayacağız. Dikkat edin meyvaları vermek yok!.." filân diye akşamdan kararlaştırıyorlar. Gece bir felâket oluyor, bütün mahsul helâk oluyor. Sabaha gidiyorlar bakıyorlar ki, hepsi mahvolmuş, kırağı çalmış, bozulmuş filân... O da bir imtihan.
Binaen aleyh biz mü'minler, kadere inanmış insanlar, Allah'a inanmış insanlar, ahirete inanmış insanlar, dünyanın bir imtihan yeri olduğunu bilen insanlar, her hareketimizin bizim sorumluluğumuza ait olduğunu, omuzlarımızdaki meleklerin iyilikleri, kötülükleri yazdığını bilen insanlar, nasıl davranmamız lâzım?.. Üzücü olayların karşısında da maneviyatımızı bozmadan, sağlam durmamız lâzım!..
İnsanların başına çeşitli olaylar geliyor. Kraliçe Diana ile nişanlısı, küt gittiler, bitti... Yâni onların sayfası kapandı meselâ. Şimdi o adamın zengin babası, oğlunu kaybetti; acı bir olay... Ne yapalım kader, Allah'ın imtihanı. Dünya hayatı böyle yâni.
Çeşitli şekillerde olabilir. Bazen ne o kadar aşırı acı olur, ne o kadar tatlı olur; orta olur, günlük olay olur. Ama günlük olayda da insan bazen kaybeder, bazen kazanır.
Benim bir yakınım var. Aksaray pazarına gitmiş, ev için yiyecek içecek, meyva almış taze taze... Turfanda yeni çıkmış salatalıklar çatır çutur; onlardan da çok büyük para vermiş, almış. Turfanda yeni olunca pahalı oluyor. Almış. Getirmiş, arabasının bagajını açmış, arabasının arkasına bunları koyarken, adamın birisi arkasına gelmiş. Kendisi anlatıyor: Baktım güçlü kuvvetli, iri yarı, dinç, sağlam bir insan, hırpanî kılıklı:
"--Ağabey şu salatalıklardan bir tane bana versene!" demiş.
Çok pahalı, turfanda... Gelip de onu istiyor. Yâni imtihan ya, onu istiyor. O da demiş ki:
"--Sen o salatalığın bir tanesinin kaç para olduğunu biliyor musun?"
Sonra eğilmiş, yine alıp verecek. Ama dayanamamış bu lâfı söylemiş, biraz içine zor gelmiş. Bir kilo domates istese, verecek... Üç tane ekmek istese, verecek fakire ama, turfanda salatalık... Zaten sayılı almış, bir tanesi şu kadar para... Babam yesin, annem tatsın diye almış. Dilenci gidiyor onu istiyor:
"--Şu salatalıktan ver bana!.."
"--Sen onun kaça olduğunu biliyor musun?" demiş.
"Eğildim, vermeye niyetim var. Salatalığı aldım, döndüm. Baktım adam yok!.. Halbuki alandayım." diyor. Aksaray'a giderken, Vatan Caddesi'de Aksaray'a yakın yerinde sol taraftan oradaki barakaları, çarşıyı geçtikten sonraki meydanlık yer. Evliya kabri var orda, onun ötesi boş alan... "Yâni o benden istedi; ben eğildim vereceğim. Döndüm, baktım, adam yok... Yâni kayboldu adam. Şöyle baktım yok, böyle baktım yok, arkama baktım yok... Adam yok oldu." diyor.
İmtihan gitti, imtihan bitti. O çok para verdiği için zorlandı. Cömert bir insan, yâni milyarlarla hayır yapan bir insan. Ben şahidim, biliyorum, milyarlarla hayır yapan bir insan ama, demiş ki:
"--Sen onun kaça alındığını biliyor musun?.."
Yine de vermeye niyetlenmiş, belki de kaybetmedi imtihanı... O sözü söylemeseydi daha iyi olacaktı. Yâni orda imtihan oluyor. Dönmüş bakmış yok. "Hızır AS'dı muhakkak" diyor kendisi anlatırken. "Çünkü bir yere gitmesi mümkün değil, etraf tenha.... Baktım, yok oldu, kayboldu." diyor...
Böyle de olur. Bu düz bir imtihan. Yâni çok aşırı bir imtihan değil. Bazen çok aşırı olur. Meselâ, insanın en çok sevdiği yavrusunun ölümü çok acı bir şey...
Hasılı biz Allah'a inanmış insanlar, dünyada imtihan edildiğimizi biliyoruz. Hayat bir imtihandır. Karşılaştığımız her olay bir imtihandır. Biz bu imtihanda eğer hoşumuza getmeyen şeylerle karşılaşmışsak, Allah'la aramızı bozmamalıyız.
Öyleleri var ki, belki arabesk mûsikîde filân duyuyorsunuz. Ben bazen bindiğim minibüsten inmek istiyorum. Çünkü adam arabesk mûsikîyi açıyor sonuna kadar. Ondan sonra gûya orda şarkı var, musikî parçası var. Allah'a çatıyor:
"--Benim başıma bu belâyı niye verdin Allah'ım da, bilmem ne de, bilmem ne de..."
"--Yâ şimdi başımıza taş yağacak. Durdur şu minibüsü, ben ineyim aşağı... Ya bunu kapat, ya ineyim!" diyorum.
Bu kadar ipsiz, sapsız adamlar var, yanlış işler yapıyor.
Allah insanları imtihan ediyor. Kaybeden insandır. Sabrederse, sabrın mükâfatı olur. Şükrederse, şükrün mükâfatı olur. Şükretmezse, şükürsüzlüğün cezası olur. Sabretmezse, sabırsızlığın cezası olur. Kesin... Peygamberleri dahi böyle hayatlarından biliyoruz, başlarına zorlu imtihanlar gelmiştir. Peygamber Efendimiz'in hayatının hiç de comfortable bir hayat olmadığını biliyoruz. Ne kadar sıkıntılı bir hayat olduğunu hepimiz biliyoruz. Nuh AS'ın sıkıntılarını biliyoruz. Mûsâ AS'ın Firavun'dan ve kavminden çektiklerini biliyoruz. İbrâhim AS'ın Nemrut'tan ve kavminden neler çektiğini biliyoruz. Her peygamberi biliyoruz.
Şimdi bize bu akşam buradaki sohbet konusu olarak kurayla çıkan birinci husuta Peygamber Efendimiz'in birinci nasihati, yâni kitaptan çıkan havaya, mânâya göre:
"--Sabırlı olun! Başınıza bir hal gelirse cıyak cıyak bağırmayın, vıyak vıyak feryad etmeyin, metin olun! Yâni, adı Metin olanlardan gayrisi de metin olsun. Sağlam durun, bilin ki Allah sizi imtihan ediyor. 'Bu da geçer, bu da bir imtihan; sabredeyim' deyin!"
İnsan böyle sabredilecek bir olayla karşılaştığı zaman diyecek ki:
(İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râcin) "Biz Allah'ın kullarıyız. Allah'ın huzuruna döneceğiz. Allah'tandır." diyecek, sabredecek.
(İnnallàhe meas-sàbirîn.) "Hiç şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir." Yâni sevdiği için yanındadır, onların cephesindedir, onları tutar demek.
(İnnemâ yüveffes-sàbirûne ecrahüm bigayri hisâb) "Herkese mükâfatları sayıyla ölçüyle verilirken, sabredenlere mükâfatları ölçüye sığmayacak kadar, tarif edilmeyecek kadar çok verilir."
İslâm'da bir müslümanın çok sevap kazanması yollarının, geniş imkânlarının bir tanesi sabırdır. Sabır tarafında insanın sevap haznesine güldür güldür billur gibi sevap gelir. Sabredecek. Çünkü hayat karmaşık, karışık bir olaydır. Bu karışık olayların bazısı tatlıdır, bazısı tatsızdır. Ne yapalım?.. Tatlılarını ayırıp da tatsızlarını itemeyiz. Hepsi beraber gelir. Allah bize tatlı şeyler verirken onunla dost olup da, acı şeylerle karşılaştırdığı zaman ona isyan etmek, kulluğa yakışmaz. Onun için sabırlı olacak.
Bilmiyorum, içinizde sabretme durumunda olan insanlar var galiba, böyle bir nasihat geldi. Sabredin, sabrederseniz mükâfat alırsınız. Allah sabredenlerle beraberdir. Sabredenlere sevaplar çok gelir, sabredin. Bu bir...
b. Allah'ın Takdirine Razı Olmak
(Ver-rıdà bil-kadà') İkincisi, "Allah'ın takdirâtına, mukadderâtına rıza göstermek." Biliyoruz ki, olayları Allah levh-i mahfuza yazıyor, mukadderat oluyor. İnsanın ömrü belli, ne kadar yaşayacağı ezelden mâlum. Rızkının ne miktar olduğu belli, kaç tane pizza yiyeceği sayılı... Her şey mâlum. Allah bunu en ince teferruatına kadar biliyor.
Kaza dediğimiz iki arabanın çarpışması değil; kazay-ı ilâhî, Allah'ın hükmü demek. Allah'ın hükmüne rıza göstermesi, "Tamam yâ Rabbi! Neylersen hoştur, kabulümdür." demesi lâzım!.. Biliyorsunuz, "Neylerse güzel eyler" diye bir ilâhi var, bir şiiri var İbrahim Hakkı Erzurumî Hazretleri'nin:
Hak'tan olıcak işler,
Boştur gam u teşvişler,
Ol dilediğin işler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Başka bir şair de diyor ki:
Hoştur bana senden gelen,
Yâ gonca gül yâhut diken,
Yâ hil'at ü yâhut kefen,
Lütfun da hoş, kahrın da hoş!
İyi bir derviş, iyi bir s™fî, iyi bir mü'min, Allah'tan olan şeyleri hoş karşılar. Yâni tahammülle karşılar, sabırla karşılar; bozulmaz. Allah'ın hükmüne, kazasına, kaderine razı olur.
Bu hususta benim sevdiğim bir hikaye var, kitaplarda okumuştum, çok beğenirim: Eski zamanda böyle bir iyi derviş, olgun bir kimse, evliya yolunun yolcusu iyi bir insan, bir şehre gitmiş. Şehrin kale kapısından içeri girince bunu yakalamışlar.
Eskiden kale kapıları vardı, surlar vardı. Burda da öyledir, Almanya'da öyle, Türkiye'de de öyleydi. Sonra burg sözü olan bütün yerleşme yerleri aslında bir kaledir. Burg kale demektir. Edinburg vs. kalesi var demektir.
Kapıdan bir şehre girmiş. Ordaki muhafızlar bakmışlar, bunu gözleri tutmamış. Tipsiz bulmuşlar. Zaten derviş adam, yâni fukara... Övünmüyor, giyinmiyor, fiyaka yapmıyor, saltanat şeyi yok. Zaten yoldan gelmiş, tozlu topraklı... Zaten dünyaya metelik vermiyor. Parası pulu yok ama alim, arif, kalbi zengin, duyguları güzel, evliya filân ayrı ama dış görünüşü itibariyle hırpanî bir insan.
"--Gel buraya!" demişler. Yakalamışlar, sorgulamışlar, şüphelenmişler: "Sen gàliba, bizim düşmanımız falâncanın casususun! demişler."
Adam da savunamamış kendisini veya ikna edememiş karşı tarafı... Komutan demiş ki:
"--Kesin bunun kafasını, olsun bitsin! Mâdem casus kesin bunu!.."
Adamı kesmeye cellâda götürürken, adam diyor ki kendi kendine; kendisiyle konuşuyor, yâni egosuyla, kendi içiyle konuşuyor, diyor ki:
"--Sen kitaplarda böyle okuduğun zaman, kaza ve hükm-ü ilâhiye razı olmayı söylüyordun, konuşuyordun, kabul ediyordun. Şimdi bak Allah sana böyle bir olay hükmetmiş, başına böyle bir olay geldi, haksız yere yakalandın. Biraz sonra da cellât bir balta vuracak, kafan gövdenden ayrılacak. Buna da mı razısın?.."
Şeytan içinden isyan etsin de, kâfir olarak ölsün diye körüklüyor. O da demiş ki içinden gelen bu sese karşı:
"--Ne yapalım? Herkesin bir ömrü var, benim ömrüm de bu kadarmış. Allah böyle hükmetmiş. E mazlum olarak ölmek de, fena bir şey değil. Zâlim olarak ölseydim daha fenâ olacaktı. Hiç olmazsa haksız yere mazlum olarak ölüyorum." demiş.
Teslim. Kazaya rıza gösteriyor ve hükm-ü ilâhiye teslim oluyor. Ne yapalım? Kader böyleymiş...
Bu gibi olayları ben bir kaç sefer yaşadım. İnsanın en son anlarını tattım yâni... Singapur'dan uçağa bindik. Bizim uçak kaza geçirdi, güp başladı aşağı gitmeye... Yere vurdu mu, hayatımız bitecek, tamam. Yâni yere çakıldıktan sonra yolcusunun yaşama imkânı ne kadardır?..
Böyle doğrudan doğruya gidiyorduk, düz gidiyorduk, yatay gidiyoruk. Uçağımız bir duvara çarpmış gibi bir gümbürtü oldu, gümm diye... Herkes koltuklarından öne fırladı. Benim önümde bir koltuk vardı. Ondan sonra busines classın duvarı vardı. Biz garibanlar yerindeydik, arka tarafta... Ben önümdeki koltuktan da havaya uçup duvara çarptım, o duvarın önündeki sıradaki adamın ensesine düştüm. Benim önümdeki adam, daha ön tarafa uçacak bir yeri olmadığından üst tarafa çarptı.
Uçağın biliyorsunuz üst tarafında ışıklar vardır, hava ayarı yerler filân vardır, hostesi çağırma düğmeleri vardır... Vallàhi güm diye orayı kafası kadar deldi ve kafası kanlar içinde yere yığıldı. Arkadan ölenler oldu. Bizim uçak aşağı gidiyor. Böyle gidiyoruz aşağı, "Hayat bu kadarmış, ne yapalım?" diye düşünüyoruz.
Benim aklıma bizim hatun geldi. Dedim:
"--Bu hatun benim Hocamın bana emaneti, gideyim şunun yanına, kelime-i tevhid telkin edeyim!" dedim.
Sürünerek yanına kadar gittim. Hanıma diyorum ki:
"--Eşhedü en lâ ilâhe illallah..."
O da benim dediğimi demiyor, "Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed..." diyor. Tutturmuş o da öyle söylüyor. Bu da fena değil. O da Peygamber Efendimiz'e salâvat getiriyor. Ben "Eşhedü en lâ ilâhe illallah..." diyorum, o da "Allahümme salli alâ seyyidinâ muhammed..." diyor.
Bir gümbürtü daha koptu, bir yere daha toslamış gibi olduk. Çok büyük bir ses de çıkıyor, sarsılıyoruz da. Yâni bir kamyon veya bir otobüs duvara çarpsa, o kadar ses çıkar. Düşünün ki bir insan yerinden kalkıyor, öbür tarafa uçuyor. Arkadan boynu kırılanlardan ölenler filân oldu, sedyelerle götürdüler... Bir daha çarptık düzeldik. Ben şöyle camdan baktım. Yine yatay gitmeye başladık. Yâni aşağıya denize veya dağa çakılmadık. Kanatlara baktım, uçağın kanatları sağlam... Ne olduğunu anlayamadık. Kimse de izahatta bulunmadı.
Aşağı indik. Kimisi hastaneye, kimisi mezara, kimisi bizim gibi otele gitti... Ben hâlâ yaşıyorum, karşınızdayım, görüyorsunuz ama, o zaman ölebilirdik. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi racin. Hayatın son anını yaşadığımı hissettim. En son dakikası, aşağıya çarptığın zaman iş bitecek. Ölümden üç-beş saniye önceki duyguları tattım. Olabilir, her şey olabilir.
Fakat adam başı kesilmeye giderken diyor ki kendi kendine:
"--Söyle bakalım! Sen eskiden Allah'ın hükmüne razıyım diyordun, Allah'a bağlıyım diyordun, Allah'ı seviyorum diyordun. Bak, Allah sana böyle haksız yere ölmeyi nasib etmiş. Nasılsın, ne haber?" filân...
Şetan söylüyor içinden tabii. O da diyor ki:
"--Ne yapalım Allah'ın hükmü böyle, hayat bu kadarmış. Olursa olsun!"
Tam cellâdın yanına kadar gidiyorlar. Birisi bağırıyor, diyor ki:
"--Hey durun, yanlışlık oluyor. O adam suçsuz!"
Kesilmiyor kafası... Bak oraya kadar gidiyor, ordan kurtuluyor. Adamın bir sözü çok güzel hoşuma gitti. Diyor ki:
"--Vallàhi ölümden halâsıma değil, ölüme giderkenki ihlâsıma seviniyorum!" Yâni, "Vallàhi ölümden kurtulduğuma sevinmiyorum; ölüme giderken imtihan oldum ya, bak öleceksin filân dedi şeytan ama, ölürsen öleyim dedim ya, vallàhi o ihlâsıma seviniyorum!" diyor.
İşte kadere rıza budur. Tasavvufun en yüksek mertebelerinden birisidir bu... Tasavvuf dediğimiz güzel yolun en yüksek seviyelerinden birisidir. Allah'ın hükmüne rıza gösterir. Gonca gül de gelse "Eyvallah" der; diken de gelse, eline de batsa: "Ne yapalım, Alah'ın kaderi!" der. Padişahtan hil'at da gelse, sırmalı kaftan da gelse, kefen de gelse; hepsi hoş. Bir zaman gelecek hepimiz öleceğiz, çırpınmanın faydası yok! Bu dünyada kalan yok; herkes gelip, konup göçüyor. Demek ki kadere rıza önemli...
En yüksek makam hangisidir tasavvufta? Bazı alimlerimize göre en yüksek makam Allah aşkıdır, muhabbetullahtır. Yunus Emre gibi, Mevlâna gibi Allah'a aşık olmak, Allah aşkıyla yanıp tutuşmak, Allah'ı sevmektir. Zaten rıza ve teslimiyet de biraz sevgiden oluyor. İnsan sevdiğinin her şeyine razı olur: "İster as, ister kes; tamam!" der, teslim olur.
Peygamber Efendimiz bize böylece hadisin bu kısmıyla bunu da tavsiye etti. Sabırlı olun muhterem Newcastle'li kardeşlerim!.. Bir de kaderin cilvelerine, imtihanlarına, Allah'ın hükmüne rıza gösterin, itiraz etmeyin, kafayı bozmayın! Müslümanlıktan fırt diye dışarı çıkmayın. Allah'a asi gelmeyin!..
c. Rahatken Dua Etmek
Üçüncüsü: (Vedduàu fir-rahà) "Geniş zamanda, rahatlık zamanında, serbestlik zamanında, iyilik zamanında dua etmek."
Biliyorsunuz insanoğlu başı sıkışınca dua eder. Talebe ertesi gün imtihana gidecekse, bir gün önceden abdest alır, namazlarını kılar, gusl abdesti alır, tesbih çeker, imtihana Ayetel-kürsî okuyarak girer.
--Daha önce aklın nerdeydi?..
--Sorma hocam! Biraz futbol oynadık, biraz şöyle yaptık, biraz böyle yaptık...
Yâni sıkışmayınca duaya yanaşmıyor. Kur'an-ı Kerim'de bildiriliyor: Gemiye biner, dalgalar gemiyi sarsmaya, sallamaya başlayınca, "Aman yâ Rabbi, gemimizi batırma yâ Rabbi! Karaya sâlimen çıkarsam, on tane koyun kurban edeceğim..." diye böyle çeşit çeşit vaadlerde bulunur. Karaya geldiği zaman unutur.
Biz İstanbul'da Karaköy rıhtımından gemiye binerdik. Şiddetli lodos, dalgaların çok olduğu zaman... Sarayburnu'na açıldı mı lodos Kadıköy vapurlarına çarpmaya başlar. Vapurun bir önü suyun içine dalar, bir arkası dalar, bir önü bir arkası... O zaman Kadıköy vapurundaki açıklar saçıklar, herkes vıdır vıdır dua eder. Neden? Gemi sallanıyor da ondan. Sıkıştı da ondan. Amma güzel havalarda öyle yok.
Anmazdı ama Allah'ın adını,
Pabucu ayağını vurmayınca;
Günahkâr da sayılmazdı,
Yazık oldu Süleyman Efendi'ye!..
Orhan Veli'nin şiiri. Yâni ayakkabısı vurunca Allah diyor. Gemi sallanınca Allah diyor, imtihan vaktinde Allah diyor. Dükkan sahibi borç ödeyeceği zaman, "Yâ Rabbi beş param yok, kasa bomboş... Ne olur beni alacaklılara karşı mahcup etme!" diyor. O zaman başı sıkışınca dua ediyor. Bu makbul değil.
Geniş zamanında, bir ihtiyaç görünmediği zamanda dua makbul. O sevgiden oluyor, ötekisi sıkışmaktan oluyor. Sıkıştı mı herkes duayı yapar. En dinden imandan uzaklar bile o zaman sofulaşıyor. Sofulardan sofu oluyor, daha ileri oluyor ama, sair zaman öyle yapmıyor.
Demek ki, Allah'ı bolluk ve genişlik zamanımızda unutmayacağız. Nasihat bu... Zenginsiniz, rahatsınız, sıhhatlisiniz, ağrınız, sızınız yok, başınız dinç; eh herhangi bir sorununuz yok, iyisiniz, hoşsunuz, güzelsiniz... Allah daha iyi etsin, mâşâallah gözümüz yok. Şimdi dua edeceksiniz. Duanın kıymeti şimdi. Sıkıştığı zaman zaten herkes dua ediyor. O zaman kıymetli olmuyor.
Hatta Allah-u Teàlâ Hazretleri:
"--Sen genişlik zamanında bana dua etmeyi unuttun, ben de senin duanı kabul etmiyorum!" diyebilir.
Onun için, Allah'ı hiç unutmayın! Hattâ "Elhamdü lillâh ki, hiç bir derdim yok!" diye, o nimeti düşünüp ondan dua edin! Hattâ dertli bir insanı gördüğünüz zaman:
"--Yâ Rabbi bu kuluna o derdi vermişsin; sana çok şükür ki, ben elhamdü lillâh öyle bir derde maruz değilim!" deyin.
Kimisi kör, kimisi topal, kimisi hastalıklı, kimisi felçli, kimisinin vücudu seninki kadar güzel değil, çirkin... Kimisinin hayatta başına, pişmiş tavuğun başına gelmeyen olaylar gelmiş, geçmiş filân... Sana gelmemiş. Diyeceksin ki:
"--Elhamdü lillâh ki, Allah bana rahatlık vermiş. Çok şükür ki böyle kırmızı halılı, güzel tavanlı, işlemeli duvarlı, avizeli bir salonda oturmuşsuz, sevgili peygamberimiz, Habîbullah, Muhammed-i Mustafa'nın güzel sözlerini dinliyoruz. Ne mutlu!.. Karnımız da tok. Allah razı olsun Hakan kardeşimizden, pidelerinin çeşitlerini önümüze koydu. Sırtımız da pek, üşümüyoruz da. Bir sıkıntısı olan yok elhamdü lillâh... Çok şükür yâ Rabbi, sana hamd olsun yâ Rabbi! Nice dertli kulların varken bu nimetleri vermişsin..."
Kimbilir Bosna'da Sırplar'ın arasında yaşayanlar ne yapıyor? Yiyecekleri var mı? Çeçenistan'dakilerin durumu nasıl? Somali'dekiler su bulabiliyorlar mı?.. Amerikalılar oraya çıktığı zaman kuyu mu kazdılar, onların kuyularını mı kazdılar, ne oldu yâ Rabbi?!. Afrika'da bu hayvanlar kuraklıktan kavruluyor. Tam yazın en sıcak zamanındayız, su bulabiliyorlar mı acaba?.. Cezayir'deki kökten dincileri keklik avlar gibi hükümet kuvvetleri maske takıp, sokak aralarında güm güm avlıyorlar mı acaba?.. Mısır'dakilerin durumu nasıl?..
Elhamdü lillâh böyle bir silah tehdidi yok, bir şey yok... Çok şükür, ne yapacağız? Dua edeceğiz. Geniş zamanda Allah'ı unutmamak, geniş zamanda Allah'a dua etmek, geniş zamanda şükretmek, Allah'ın kendisine verdiği nimetleri bilmek ve Allah'a sevgi ile bağlanmak... Bu tavsiye edilmiş oldu.
Peygamber Efendimiz üç şeyi bize, benim dilimle size ve tabii bana --ben de dahilim, sizin aranızda bir kardeşinizim-- çok önemli üç şeyi bize tavsiye etti Allah Peygamber'imiz vasıtasıyla: Sabırlı olacağız, sabredersek mükâfat var. Allah'ın hükmüne rıza göstereceğiz, işini hoş göreceğiz, hoş bakacağız, itiraz etmeyeceğiz. Geniş zamanda nimetler içinde yüzerken duayı unutmayacağız, Allah'ı unutmayacağız.
Dindarlık sadece sıkışık zamanlara mahsus değildir. Biz her zaman Allah'ın kuluyuz, Allah bize her zaman nimetlerini saçıyor. Nimetlerine bizi garkediyor. Biz de Allah'ı duada anacağız, unutmayacağız. Bir hadis bu...
d. Sevgiyi Arttıran Üç Şey
İkinci hadis-i şerif:
ME. 496 (Selâsün yüsaffîne leke vüdde ahîk: Tüsellimü aleyhi izâ lekìtehû, ve tüvessiu lehû fil-meclis, ve ted'hû biehabbe esmâihî.)
Efendimiz, Hz. Ömer RA'ın rivâyet ettiğine göre müslümanların arasındaki kardeşlik bağları, arkadaşlık bağları kuvvetli olsun, birbirlerini sevsinler diye üç şey öğretiyor bizlere. Yâni müslümanlar müslümanların kardeşidir, arkadaşıdır, dostudur; birbirlerini sevmeleri lâzım, dost olmaları lâzım! Buyuruyor ki:
(Selâsün yusaffîne leke vüdde ahîke) "Üç şey vardır ki, arkadaşının sana karşı olan muhabbetini sâfîleşitirir, yoğunlaştırır, saf bir sevgi meydana gelir. Sâfî bir sevgi, hâlis bir sevgi meydana getirir." Nedir bunlar:
1. (Tüsellimü aleyhi izâ lekìtehû) Karşılaştığın zaman selâm verirsin ona:
"--Esselâmü aleyke; Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerine olsun..." filân diye.
Tabii, "Biz bunu yapıyoruz zaten!" diyebilirsiniz ama, bunu yapmak dedelerimizden öğrendiğimiz bir şey. Dedelerimiz de Peygamber Efendimiz'den öğrendiler. Eskiden insanlar bunu yapmıyordu. Gelirler, geçip giderlerdi, insanlar birbirine selâm vermezlerdi. Ama İslâm selâm vermeyi koyuyor ortaya. Kardeşinle karşılaştığın zaman selâm verirsin.
Selâm ne demek?.. "Ben sana dünyada, ahirette şen ve esen kalmanı, dünyada mutlu olmanı, ahirette de cennete girmeni temenni ediyorum." demek. Selâm bu. Sıradan bir şey değil. Yâni "Günaydın" demek gibi değil, daha derin anlamı var.
2. (Ve tüvessiu lehû fil-meclisi) mecliste onun da rahat oturması için yer açarsın."
Tabii şimdi burda ortada yerler var zaten, böyle bir şey bahis konusu değil ama, Peygamber Efendimiz'in meclisini düşünün, ne kadar rağbet vardı, ne kadar kalabalık vardı?.. Bizim İskenderpaşa Camii'ne gelseniz, adam bir dizini yere koydu mu şükreder; öteki dizi havada, sıkışık... O zaman ne olacak? Birisi yer açarsa, bayağı sevinir, "Bu kardeşim bana yer açtı" diye.
Hac ve umreye gidenler bilirler. Peygamber Efendimiz'in mescidinde namaz kılacaksınız veya Mekke'de Kâbe-i Müşerrefe'nin olduğu mescide gidiyorsunuz, namaz kılacaksınız. Cuma günü, yukarda korkunç bir sıcak var, güneş var. Yâni, insanı hastanelik eder ekvator kuşağının güneşi. İstiyorsunuz ki, "Açıkta kalmayayım, gölge bir yere ben de gireyim!" Ama milyonlarca insan, yüzbinlerce insan... Yer yok, tıklım tıklım dolmuş cami. Sen biraz geç kalmışsın. Cumaya yarım saat kala gittin mi hapı yuttun, yer bulamazsın. Bir saat, bir buçuk saat önceden gideceksin, üst kata çıkacaksın öyle yer bulursun...
Orda çok olan hadiselerden birisi: Birisi bağdaş kurmuş oturmuş. Ötekisi de onun yanına oturmuş. Sen de içeriye geliyorsun, oturacak başka yer yok. Gidiyorsun adamın yanına:
"--Müsade edersen ben de şuraya sığınayım!" diyorsun.
Dışarısı sıcak, içerisi serin... Vermiyor yeri;
"--Yer Allah'ın yeri ama, ben vermem!" diyor, vermiyor.
"--Yâ ben istemiyorum, şu ihtiyar adama ver, yanında o otursun!"
"--Hayır, erken gelseydin; mescidde başka yer yok mu?" diyor meselâ...
İnsan kızıyor bu sefer. Bazısı o zaman kavga ediyor. Meselâ diyor ki:
"--(E hâzâ mekânü ebîke!) Burası babanın yeri mi?!.."
Hadii, Mescid-i Nebevî'de veya Mescid-i Haram'da kavga başlıyor. Mahalle kavgası gibi yer kavgası...
Ama birisine, "Gel kardeşim sen de şuraya otur!" dediğin zaman, ona dünyaları vermiş gibi sevinir. Çok makbule geçiyor. Burda da diyor ki Efendimiz: (Ve tüvessiu lehû fil-meclis) "Toplantı yerinde ona bir yer ayarlayıp, açıverip sen de otur dersen, o da sevgiyi arttırır." Karşılaştığın zaman selâm verirsin, toplantı yerinde onun oturması için yer açarsın. Burda anlaşılmaz da, benim anlattığım gibi durumlarda anlaşılıyor bu iş. Yâni gönlünü hoş edecek bir şey.
Bu gönlünü hoş edecek şey, zamana göre değişir. Yâni geniş bir yerde: "Gel kardeşim buraya otur!" demenin bir anlamı yok. Ama dar yerde anlamı var. Suyun çok olduğu soğuk bir yerde, "Al kardeşim, şu suyu iç!" demenin anlamı yok. Ama Arafat'ta kıymeti var, otobüste kıymeti var. "Al kardeşim" diyor, nasıl hoşuna gidiyor. Suyu bitirmek istemiyorsun, böyle yudum yudum içiyorsun, çok kıymetli oluyor...
Demek ki her ikramın yeri var. Yerine göre makbule geçiyor, yerine göre olağan, sıradan bir ikram oluyor, çok tesir uyandırmıyor.
3. (Ve ted'hû biehabbi esmâihî) "Ve ona hitap ederken, onun en hoşuna gidecek sıfatla ona hitap edersin."
"--Gel aziz kardeşim buyur! Canım kardeşim buyur!"
Hoşuna gider. "Yâ bu bana canım kardeşim dedi, aziz kardeşim dedi..." der, hoşuna gider. Veyahut aksini düşünelim. Peygamber Efendimiz diyor ki: "Ahir zamanda bir takım insanlar türeyecek birbirlerine selâmları lânetleşme olacak."
"--Gel ulan bilmem ne..." Ulanını söylüyorum, öbür tarafını söyleyemiyorum. "Nasılsın bilmem ne..."
Birisi mahkemeye vermiş arkadaşını, demiş ki:
"--Hakim bey, bu bana köpoğlu dedi, davacıyım bundan!" demiş.
"--Dedin mi buna bu sözü?" diye ötekisine sormuş.
"--Dedim hakim bey. Evet dedim ama, biz bununla çocukluk arkadaşıyız, mahalle arkadaşıyız. Futbol oynadık, beraber gezdik, tozduk, okula gittik... Çok samimiyiz. Samimiyetten, aramızda böyle teklif olmadığından, "Nasılsın köpoğlu?" dedim. Hakaret makamında değil, böyle söyledim." demiş.
Onun avukatına sormuş:
"--Nasıl savunuyorsun?" diye
"--Samimi arkadaş olduklarından dolayı böyle söylemiş." diyor
Bu tarafın avukatına soruyor:
"--Ne dersiniz böyle savunuyor bu avukat?" diye.
"--Doğru söyledi köpoğlu..." diyor.
O da onun samimi arkadaşıymış. Yâni bu avukat da öteki avukatın samimi arkadaşıymış.
Tabii ben bunu hatırda kalsın diye fıkra olarak söylüyorum. Bazı insanlar birbirlerine hakaretle selâmlaşıyor. Ahir zaman alâmetiymiş, kıyamet alâmetiymiş. Yâni en güzel isimle değil de en ağır sözle, hatta küfürle... O da ona sırıtıyor, gülüyor, memnun oluyor. O da ona öyle bir cevap veriyor; kol kola giriyorlar, gidiyorlar... Acayip. Ama İslâm'da nasıl?.. Ona en hoşuna gidecek bir sıfatla hitap etmek; bu güzel bir şey.
Bizim şu anda bakan olan bir arkadaşımız, kardeşimiz, ihvanımız var. Onu beğenirim. Karşısında hitap ettiği insana, en hoşuna gidecek sıfatı söylemeyi çok iyi bilir. Bu çok önemlidir. Yâni beşerî münasebetlerde, günlük konuşmalarda, iş konuşmalarında, yaşantınızda dikkat ederseniz hayatta başarı kazanmak için dikkat edilecek inceliklerden birisi budur. Belki Deyl Karnici'nin kitabında da vardır --bilmiyorum da tahminen-- En güzel sıfatla hitap edeceksiniz.
Meselâ doktora yapmışsa, "Nasılsınız doktor bey?" derseniz; "Bu benim doktora yaptığımı biliyor." filân diye koltukları kabarır. Veyahut Arapça'da, "Nasılsınız üstad?" deniliyor; "Keyfe hâlüke yâ Üstad?" diyorsun, hoşuna gidiyor; vehayut, "Yâ şeyh!" diyorsun, memnun oluyor. Arapça'da şeyh beyefendi manasına da geliyor. "Yâ seyyidî!" diyorsun. Seyyidî demek, benim efendim demek. Ooo bayılıyor Arap, böyle eriyor, güneş görmüş dondurma gibi yerlere akıyor.
Güzel bir hitapla hitap etmek önemli. Bunu hayatta siz de yapabilirsiniz. Bir insanı kızdırmak istiyorsanız, hoşlanmadığı bir sıfatıyla söyleyin. Meselâ kadı körse; "Nasılsın kör kadı?" dersen, doğru bile olsa, kör bile olsa kadı kızar. "Nasılsın kör kadı?" diyecek kadar doğrucu olmamak lâzım. "Nasılsın kömür gözlü kadı?" desen ona da kızar: "Bu benimle dalga geçiyor. Kör olduğumu görüyor, yine de kömür gözlü diyor." der...
Yâni dengeli, ölçülü, güzel bir hitapla hitap etmek, âdab-ı muaşeretin inceliklerinden birisidir. İkinci hadis-i şerif bu.
e. İmanı Kemâle Erdiren Üç Şey
Üçüncü hadis-i şerife geçtik. Ebû Hüreyre RA'den İbn-i Asâkir rivâyet eylemiş bu hadis-i şerifi. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
ME. 497 (Selâsetün men künne fîhi yestekmilu îmânehû:) "Üç şey vardır ki kimde bu üç şey bulunursa o imanını tamamlamış, olgunlaştırmış, sağlam bir iman sahibi olmuş demektir."
Siz de kendi kendinizi ölçün, kendi kendinizi muhasebe edin, kendi kendinizi terazinizde tartın. Bakalım sizin imanınız bu anlatacağım ölçülere göre nasıl?
1. (Racülün lâ yehàfu fillâhi levmete làim) "Allah yolunda yapacağı iyi bir şeyi yaparken kimseden korkmadan yapan, kınayanın kınamasına, ayıplayanın ayıplamasına aldırmaz. Bu duyguya erişebilmişse bir insan imanını kuvvetlendirmiş demektir."
Bir misalle açıklayayım: Ben üniversite son sınıftayken Haydarpaşa Numûne Hastanesi'nde ameliyat olacaktım. Beş vakit namazını kılan bir insanım. Camide namaz kılacak yer yoktu. Sağa baktım namaz kılacak yer yok, sola baktım namaz kılacak yer yok. Pijamayla koğuştan çıktım, namaz kılacak yer arıyorum, yer yok koca hastanede... Hastane ahiret durağı, kimisi belki ölüp ahiret gidecek. Namaz kılacak yer yok. Halbuki bunların hastanelerinde kim bilir kaç tane çapel, kilise, ibadet yeri vardır.
Namaz kılacağım, birisi namaz kılarken beni görecek, kız gibi utanıyorum. Açılmış gibi utanıyorum, sanki giyimim yokmuş gibi utanıyorum. Aradım taradım. Abdestim var, saate bakıyorum, namaz geçecek. Utanıyorum, saklı bir yerde namaz kılacağım; bodrumda, toprağın dibinde, merdiven altında... Öyle bir yer bulamadım, bahçeye çıktım. "Ne yapayım, ne edeyim?" derken, bir şey geldi aklıma: "Yâ bu utanma duygusu ne, niye utanayım? Ne yapıyorum?.. Allah emretti, "Namaz kıl" dedi müslümanlara; ben de Allah'ın emrini tutacağım. "Utanmam, utanmamalıyım!" dedim. İlk defa kendi utancımı orda yendim. Haydarpaşa Hastanesi'ne bakan caddede, hastanenin bahçesinde, çimenlerin üstünde "Allahu Ekber!" dedim, namaza durdum. Yine biraz utandım ama, hiç olmazsa utacımı yendim, namazımı kıldım.
Kimisi utanıyor, namazı kaçırıyor. Abdesti var.
--Burda ayıp olur.
--Niye ayıp olsun!
--E şimdi burda namaz kılınır mı?..
--Namaz kılacak yer yoksa kılınır! Ne yapalım, yapsalardı. Koridorda, havaalanında, hastanede, devlet dairesinde, tren istasyonunda namaz kılacak bir yer yapsalardı. Ne yapalım, namazı kılacağız.
Mü'min inancı dolayısıyla, Allah'ın rızasına uygun iyi bir şeyi yapacağı zaman utanmamalı. Yapacağı şeyi yapmalı, utanmamalı. Kim utansın? Günah işleyen utansın. Allah'a asi olan utansın. Ben niye utanıyım, Allah'ın emrini tutacağım.
Eğer bir kişi. iyi bir iş yapacağı zaman utanamayacak kadar duyguları sağlam, kendine hakimse, o imanını kuvvetlendirmiş demektir. Bu sizde yoksa, bendeki gibi utanma filân varsa, demek ki bunu aşacaksınız. Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmayacaksınız! Bu bir.
2. (Ve lâ yürâî bişey'in min amelihî) "İşlediği hiç bir işten dolayı gösteriş ve mürâîlik ve riyakârlık yapmazsa..."
Duymuşsunuzdur, camiye gittiğiniz zaman cuma vaazlarında, hutbelerde; mürâîlik, yâni riyakârlık, yâni gösteriş için iş yapmak İslâm'da çok ayıptır, çok günahtır, çok yanlıştır, doğru değildir. Bir insan yaptığı şeyi Allah rızası için yapar, gösteriş için yapmaz. Eğer gösteriş için yapıyorsa, böyle insana riyâkâr denir. Gösterişçi, mürâî denir. Böyle olmayacak. Yaptığı hiç bir şeyi gösteriş için, riyakârlık için yapmıyorsa, sırf Allah rızası için yapıyorsa, çok iyi...
Bunun da bir misâlini verelim, olmuş bir olay, birisi anlatmış bizim arkadaşlardan birisine. Millî Selâmet Partisi zamanında devlet dairelerinden birisine girmiş, nasıl girdiğini anlatıyor:
"--125 kuruş verdim bir takke aldım, Erbakan'ın namaz kıldığı camide üç defa namaz kıldım, ondan sonra bu memuriyete tayin oldum." diyor.
Bu adamın kıldığı namazların kıymeti var mı?.. Yok... Neden? Maksadı devletin dairesine memuriyete girmekti. Müdürü tavlayıp, avlayıp, kandırıp, kendisini dindarmış gibi gösterip devlet dairesine girmekti, girdi. Takkeyi alırken de o maksatla aldı. Namazı kılarken de belki abdestsiz kıldı, o maksatla kıldı. Mürâî, yâni gösterişçi... Bunun yaptığı bir şeyin kıymeti olmuyor, çünkü gösteriş için, riyakârlık için yapıyor.
Nasıl olacak? Bir müslüman yaptığı şeyi ihlâsla yapcak. Hâlis niyetle yapacak, imanla yapacak, Allah rızası için yapacak. Gösteriş için yapmayacak. Hatta gösterişten kaçınacak. Gösteriş yapmamaya gayret edecek. ikincisi bu...
3. (Ve izâ urıda aleyhi emrâni ehadühümâ lid-dünya vel-âharu lil-âhireh, ihtâre emrel-âhireti aled-dünyâ.) "Karşısına aynı anda ya onu, ya onu yapması gereken iki iş çıkarsa ve birisi ahiret işi olsa, sevap kazanmaya yarayan bir iş olsa; ötekisi de dünya işi olsa, para kazanmaya yarayan bir iş olsa..."
--Para kazanacak işi mi yapsam, sevap kazanılacak işi mi yapsam?..
Önüne iki ihtimâl geldi. Birisi para, ötekisi de sevap. "Önüne iki tane iş geldiği zaman eğer sevap olanı, ahiret için olanı, dünyalık için olana tercih ediyorsa, bunun imanı da sağlamdır, kuvvetlidir."
Kuvvetli imanın, imanın tam sağlamlaştığının, betonlaştığının üç alâmeti var: İyi bir şey yapacağı zaman kınayanın kınamasından korkmamak; yaptığı sevaplı bir işi gösteriş için yapmamak; önüne iki iş çıktığı zaman sevaplı olanını tercih etmek, dünyevî menfaatli olanı tercih etmemek...
Bu günlük hayatımızda en çok cuma günü olur. Cuma namazı farzdır, Allah emretmiştir:
(Yâ eyyühellezîne âmenû izâ nûdiye lis-salâti min yevmil-cumuati, fes'av ilâ zikrillâhi ve zerül-bey') "Ey iman edenler cuma namazının ezanı okunduğu zaman alış-verişi bırakın, cuma namazına gelin!" diyor Allah. Sevap var. (Zàliküm hayrun leküm in küntüm ta'lemûn) "Eğer aklınız erse, bilseniz, akletseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Böyle yapın!" diyor Allah. Ama cuma günü geldi mi, dükkanda para kazanmak var, namaz kılmak var. Camiye gidip sevap kazanmak var veyahut şu şu faydaları kaybetmek var. İşte bir ölçek.
Daha başka şeyler de olabilir. Yâni mahkemede doğruyu söylerse, sevap kazanacak; yalan söylerse menfaati, dünyalığı yerine gelecek, yalan şahitlikten cebine para girecek vs. vs... Ne yapacak? Sevaplı olanı tercih edecek.
Demek ki, bu akşam okuduğumuz üç hadis-i şeriften bize çıkan nasihatler dokuz tane. Üç hadis okuduk, hepsinde de üçer madde... Hatırlamaya çalışalım:
1. Belâlara, imtihanlara uğradığımız zaman sabretmek.
2. Allah'ın hükmüne, bizim için takdir ettiği mukadderâta itiraz etmemek, edepsizlik, küstahlık yapmamak, bağırıp çağırmamak, isyan etmemek, kadere rıza göstermek.
3. Rahatken, ihtiyacı yokken, şenken, şakrakken duayı ihmal etmemek. Sıkıştığı zaman değil, genişlik zamanında duayı ihmal etmemek.
4. Arkadaşınla karşılaştığın zaman, ona güzelce selâm vermek.
5. O, senin olduğun meclise geldiği zaman, "Gel kardeşim yanıma otur!" diye yer açmak.
6. Ona en güzel hitapla hitap etmek: "Aziz kardeşim, sevgili kardeşim! Gel arslanım, gel bakalım gözümün nûru, gönlümün sürûru!" vs. her neyse...
7. Müslüman yaptığı şey iyi bir şeyse, yaparken kınayanın kınamasından korkmayacak.
8. Yaptığı ahiret işini gösteriş için yapmayacak. Namazı memuriyete tayin edilmek için yapmayacak. "Şu kayınpeder olasıcanın gözüne gireyim de, kızını bana versin!" diye yanında dolaşmayacak.
9. Önüne çatal iki seçenek geldiği zaman; birisinde sevap var, ötekisinde menfaat var; sevap olanı tercih etmek.
Ne yapacağız bundan sonra?.. Böyle yapacağız inşaallah...
Allah duyduklarımızı anlamak, anladıklarımızı hafızamızda tutmak, hafızamızda tuttuklarımızı da hayatımızda uygulamak nasib etsin... Sevdiği kul olmayı nasib etsin... Peygamber Efendimiz'in mübarek ashabı gibi temiz imanlı, sağlam imanlı, güzel müslümanlar olmayı nasib etsin... Hem dünyada bahtiyar eylesin, hem ahirette cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin... Peygamber Efendimiz'e komşu eylesin... Allah hepinizden razı olsun...
Subhâne rabbinâ rabbil-izzeti ammâ yesifûn, ve selâmün alel-mürselîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn...
El-fâtihah!..
01. 09. 1997 - Newcastle / İNGİLTERE