Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
RASóLÜLLAH'IN HAYATINI ÖĞRENELİM!
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Bizi yaratan, bize sevdiği din olan İslâm'a mensub bir kul olmayı nasîb eden, türlü nimetleri ile hayatımızı sağlayan, bu dünya hayatını bir imtihan olarak hazırlayan, öldükten sonra da huzuruna varıp, bu dünyadaki amellerimizden dolayı kendisine hesap vereceğimiz, yaradanımız, Rabbimiz, alemlerin Rabbi Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne sonsuz hamd ü senâlar olsun.
Onun Habîb-i Edîbi, elçisi, insanlara, alemlere rahmet olarak gönderdiği peygamberi, sözcüsü, dinine davetçisi, sevgili habîbi, Makàm-ı Mahmud'un sahibi Muhammed-i Mustafâsına sonsuz salât ü selâm, tahiyyât ü ihtiramâtımızı arz ederim. Rabbimiz lütfuyla keremiyle rûh-i pâk-i peygamberîlerine vasıl eylesin, şefaatine bizleri nâil eylesin...
a. Varlığın Sebebi
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Dünyaya geldik ve bu yaşa kadar yaş yaşadık, tecrübe kazandık. Dünyayı kendi penceremizden gördüğümüz kadarıyla tanıdık. Ama Allah bize öbür insanların pek çoğunda bulunmayan bazı nimetler bahşetti, bazı imkânlar ihsân etti. Onun için dünyaya bakışımız ve hayatı değerlendirmemiz hususunda birtakım üstünlüklere sahibiz. Eğer Güney Amerika'da doğsaydık, ya da Çin'de dünyaya gelseydik, veyahut Sibirya'nın Kamçatka yarımadasında doğsaydık, Alaska'da doğsaydık, dünya görüşlerimiz bugün bizim doğru olduğuna inandığımız gerçeklere bu kadar yakın olmazdı.
Allah'a hamd ü senâlar olsun, içinde bulunduğumuz şartlarla olaylara çok yukarıdan, çok derinden bakmaya imkânımız var. Dünyadaki her şeyi değerlendirme imkânımız var, doğru değerlendirme imkânımız var. Bir taraftan bu dünyada yaşayan öteki insanlar kadar, İngilizler, Almanlar, Fransızlar, Amerikalılar kadar dünyayı tanıyoruz. Bu, şurada beni dinleyen siz kardeşlerime biraz daha fazla ölçüde bahşedilmiş bir nimet...
Onları biliyoruz, hayatlarını görüyoruz, tanıyoruz. Mâneviyat alemlerini de biliyoruz, iç dünyalarını da az çok tanıyoruz. İnançlarını da biliyoruz, kiliselerini biliyoruz. Yaşam tarzlarını biliyoruz, zevklerini biliyoruz. Ama onlar bizi bilmiyorlar, bizim imanımızı tanımıyorlar. Bizim inancımıza âşinâ değiller, bizim zevklerimize sahib değiller. Bizim tercihlerimizi yapacak ruh kuvvetleri, akıl imkânları kendilerinde mevcut değil. Bu bakımdan bizde onlardan üstünlükler var...
Şimdi bunlar buralarda doğmuşlar; inançları sakatlanmış bir inanç olduğu için, hurafeler karışmış bir inanç olduğu için, gördükleri bilimsel tahsil ile inançları arasında bağlantı kurmaları mümkün olmuyor. Bilimselleştikçe inançlarından uzaklaşıyorlar. İnançlarına ancak duygusal bağlarla bağlılar. "Biz İngililiziz, veya Fransızız, veya Almanız, Amerikalıyız... Küçükken şöyle yapardık, böyle yapardık. Noelde şöyle eğlenceler olurdu. Anamız şöyle pasta yapardı, babamız şöyle ederdi... Papa bize şöyle etmişti, böyle etmişti. Bu bizim kültürümüz, medeniyetimiz, biz bunları değiştirmemeliyiz." diyorlar.
Dün biz gemi ile gelirken gazete aldık. Bir İngiliz gazetesi feryad ediyor. Diyor ki:
"--Kiliselerimiz kapanıyor, satılıyor ve işin çok acı tarafı bunlar müslümanların eline geçiyor. Eğer bir kilise satılıyor da müslümanların eline geçiyorsa, bu bizim için çok kötü bir şey demektir. Bunun önüne geçmeliyiz." diye bir uzun yazı...
Gazeteyi orda bırakacaktık, almayacaktık ama, ben bizim Receb arkadaşımıza:
"--Bunu bizim torbamıza sok, çünkü bizimle ilgili." dedim.
Rahatsız oluyorlar. Hem kiliselerini çalıştıramıyorlar, hem de biz aldığımız zaman rahatsız oluyorlar.
Bizde çalışma aşkı, şevki var, mekâna ihtiyac var. Bak iki senedir burda --Allah'a çok şükür, Allah razı olsun-- toplantı yapıyoruz. Güzel bir yer, bahçeli; konferans için, konuşma için yerleri var, yatma yerleri var. Sakin bir yer. Hazırlayanlar güzel hazırlamışlar, sağ olsunlar. İmanlı insanlar, bizim gibi inançlı insanlar. İstifade ediyoruz, ihtiyaç var, aranıyoruz.
Buraya gelişimizdeki tehirin, gecikmenin sebebi, Almanya'da da bir yer arıyoruz. Bir yerimiz olsun, bir merkezimiz olsun; oraya bir yerleşelim, bir adres verelim. "İşte biz şuradayız, buyurun!" diyelim diye çırpınıyoruz. Çeşitli emlâke bakıyoruz.
Bizim yer ihtiyacımız var, onlarda yer bolluğu var, çalıştıramıyorlar. Ondan sonra da biz aldığımız zaman, kızıyorlar. Parasıyla alıyoruz.
Papazlar da diyorlarmış ki:
"--Daha rahat koltuk istiyorsunuz, daha iyi ısınma istiyorsunuz, ama soğuk kış günlerinde bizimle beraber olmuyorsunuz." diyorlarmış. Yâni, "Bizim dertlerimizi paylaşmıyorsunuz, onun için satıyoruz." demek istiyorlar.
Yâni onlarda yer bolluğu var, bizde talep var. Duygusal olarak bize tepki gösteriyorlar, eski binalarının bizim elimize geçmesinden rahatsız oluyorlar. Biz orayı aldığımız zaman cıvıl cıvıl çalıştırıyoruz; ibadet oluyor, ezan okunuyor, Kur'an okunuyor. Bina seviniyor, bina yapılış gayesine uygun çalışmaya başlıyor. Ama onlar bundan duygusal olarak rahatsızlar.
Bu adamların gerçekleri görmeleri için önlerinde büyük dağlar, büyük engeller var, onları aşmak zorundalar, aşamıyorlar. Ama biz gerçekleri bulmak için çok daha tabii şartlara sahibiz. Bir taraftan ailelerimizden İslâm'ı tanıyarak yetiştik, bir taraftan da Yirminci Yüzyıl'ın çağdaş meslek bilgileri neyse, onları edinmeğe çalışıyoruz. Mastır yapmışız, doktora çalışması yapıyoruz. Kimimiz o merhaleleri aşmış, geçmiş geçmiş, meselâ benim gibi emekliliği tatmış kimseleriz; biliyoruz.
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Bizim inançlarımız bize bildiriyor ki ve felsefî bakımdan da, filozofların fikrî çalışmaları bizi şu noktaya götürüyor ki: Bizim varlığımızın bir sebebi var, bir amacı var. Kâinatın bir düzeni var. Biz insanlar, çevremizdeki canlılar, cansızlar, evren, kâinat düzenli... Bu düzenin bir sahibi olması lâzım!
Bunu filozoflar da, teist veya ateist düşünen insanlar da itiraf ediyor. Akıl bu noktaya götürüyor. Dekart'ın meşhur bir sözü var. Her şeyden şüphe ederek, her şeyi yıkarak yeniden inşâ etmek için çalışmaya başlamış. "Her şeyden şüphe edebilirim, hristiyanlıktan şüphe edebilirim." demiş, etmiş. Hazret-i İsâ'dan önce insanlar kime inanacaklardı? Haç yokken neye tapınacaklardı?.. Hazret-i İsâ'dan öncesini izah edemezler kendi inançlarıyla... Demek ki sınırlı ve yetersiz.
Her şeyden şüphe etmişler. Tabii, bilim de şüphe ile başlıyor. "Şüphe, bir hakîkate doğru koşmaktır." diyor bir şair de... Elbet şüphe edeceksiniz ki, araştıracaksınız ve gerçeği bulacaksınız. Her şeyden şüphe ediyorsunuz: Acaba benim duygularımın algıladığı şeyler gerçek mi?.. Ben etrafa bakıyorum, bir şeyler görüyorum. Bunlar benim izlenimlerim mi, benim dışımda bir gerçek mi?.. Ben gördüğüm zaman doğruyu mu görüyorum, yoksa gözümün bana gösterdiği kadar sınırlı bir takım bilgileri mi algılıyorum?.. Kulağımla duyduğum zaman her şeyi mi duyuyorum, yoksa kulağımın kapasitesi, sığası kadar şeyleri mi duyuyorum?.. Yâni duyu organlarımızın bize bildirdiği izlenimler, beynimizin algıladığı algılar gerçeklerin ta kendisi midir, yoksa çarpıtılmış birtakım izlenimler midir?.. Hangi şey doğrudur, hangi şey yanlıştır?.. İnsan böylece şüphe okyanusunda boğulacak hale geliyor. Her şeyden şüphe ediyorsunuz. Septisizm dedikleri septik bir düşünce...
Tabii şüphe ede ede insanlar, birtakım deneylerle bazı şeylerin doğruluğunu tesbit etmişler. Bazıları da itiraf etmiş, demiş ki:
"--Her şey izâfîdir."
Her şey bir şeye göredir. Şu şuna göre büyüktür, bu buna göre ağırdır, şu şöyledir, bu böyledir; birbiriyle mukayeselidir. Eğer bu mukayese olmasaydı, zaman da olmayacaktı, mekân da olmayacaktı. Zaman da bir izâfîliktir, falanca olgudan sonra, falanca olgudan önce diye; mekân da öyle...
O zaman çok büyük teoriler, nazariyeler ortaya atılmış. Ama Dekart diyor ki: Düşünüyorum, yâni bu şüpheleri yaşıyorum içimde; "Acaba ben var mıyım, ben neyim? Benim içimde düşünen kim, parmağım mı düşünüyor, kulağım mı düşünüyor, çenem mi düşünüyor, bacağım mı düşünüyor?.." Bu düşünen içimde bir ben vardır bende, benden içerüyü bulmağa çalışıyor. Yunus bulmuş. Sonra o da buluyor, "Düşünüyorum, o halde varım!" diyor. "Hah, bir şeyi yakaladım, tamam; mâdem ben düşünüyorum, içimde düşünen bir şey var." diyor, burdan başlıyor.
Benim bu varlığım kendimden mi, kendi kendimi ben mi var ettim?.. Yok, benim haberim yok, ben yapmadım. Kim yaptı?.. Onu aramağa başlıyor insan. Varım, o halda beni var eden var!.. Düzen var, kanunlar var, tabiat kanunları var... Ben hiç korkmuyorum tabiattan ve tabiat kanunlarından, çok hoşuma gidiyor. Onlar Allah'ın varlığına delâlet ediyor. "Mâdem kanun var, düzen var, o halde bir düzenleyici var." diyoruz. Akıl söylüyor, zarûrî olarak söylüyor.
Benim talebelerimden bir profesör var. "Ateizmin Açmazları, Çıkmazları" diye doçentlik tezi yapmıştı. Yâni Allah'ı inkâr etmek mümkün değil. Allah inancı soruları cevaplandırıyor, soruları çözüyor. Romanın karma karışık olan konusunu açıklıyor. Esrârengizliği kaldırıyor, her şeyi çözümlüyor. Allah var diyorsun, her şey düzene giriyor. Allah yok dediğin zaman, her şey karma karış oluyor, çıkmaza giriyor insan... Çıkmazlığını da izah ediyor arkadaş, inançsızlığın olamazlığını da isbat ediyor.
Hem de ateist jürinin önünde isbat etmiş. Adamlar bakmışlar ki, karşılarındaki kendi istediklerinden daha bilgili, itiraz bile edememişler. Halbuki imtihana giren bir doçent, jüri üyesi profesörlerden biraz daha aşağıdadır. Ama onlar bakmışlar ki, kendilerinin bilmedikleri pek çok şey var. Onlar ateizme girmişler ama, bunlar gibi girmişler; yâni tek taraflı bilgiye sahib oldukları için girmişler. Benim talebe de imamlıktan başladı, ilâhiyattan başladı işe, bu tarafı da bildiği için, onun karşısında itiraf etmişler. Hocalar onun karşısında talebeleşmişler.
Sonra ben o yazıyı çok beğendim de bizim İlim ve Sanat dergisinde neşrettirdim. Gittikleri yolun çıkmaz sokak olduğunu, bilimsel bakımdan yanlış yolda olduklarını, bilimsel bakımdan taassubda olduklarını, kör olduklarını, tutarsız olduklarını bilsiler diye. Bir doçentin ağzından duysunlar, bir tez olarak karşılarına gelmiş, görsünler diye neşrettirdim. [İlim ve Sanat, c.1, s. 64] Yazının aslı bizim İlâhiyat Fakültesi dergisindedir.
Düşünüyorum, o halde varım. Varım, o halde beni bir var eden var... Beni bir var eden varsa, ve bu kâinattaki düzeni kurmuşsa; şu Güneş'i, Ay'ı yaratan, şu ağaçları, şu çiçekleri açtıran, şu hayatı şu cansız cemâdât, tabiat içinden var etmişse, bu hayat bir istikamete doğru gidiyorsa, bunları yönlendiren var, besbelli... Bir etki var ki etkileşim oluyor.
Akil Muhtar Özden diye bir ordinaryus tıp profesörü vardı. Belki bazı kitaplarından doktor arkadaşlar tanırlar. İsviçre'de filân okumuş, bir yerlerden nişanlar, madalyalar almış bir adam... İlim Bakımından Ahlâk diye bir kitap yazmıştı. Belki onu da okumuşsunuzdur. Çünkü Bedîî Şehsuvaroğlu'nun, Süheyl Ünver'in başında bir ara bulunduğu Tıp Tarihi Enstitüsü vardı İstanbul Tıp Fakültesi içinde, orda yayınlanmıştı. Ordan almıştım o kitabı.
Ordinaryus profesör, Avrupa'da yaşamış bir kimse bu şahıs. İmanlılık derecesini bilmiyorum, imanı varsa Allah rahmet eylesin... Ama kitabında böceklerden, hayvanlardan misâller vererek, bizim ahlâk dediğimiz davranışların bir evrim sonucu bize geldiğini ve kâinatın bir evrim ile bir noktaya doğru gelişerek gittiğini, bir şuurlu kuvvet tarafından kâinatın geliştirilerek inkişaf ettirildiğini isbat ediyor. Kitabın ana konusu bu... Yâni nizamı düzenleyen, düzeni sağlayan bir kuvvetin varlığını ifade ediyor, o halde mü'min demektir.
b. Rabbimiz'in Nimetleri
Şimdi biz bunu biliyoruz. Ama bilimsel olarak bunu bildiği zaman insan, "Tamam ben varım, beni var eden var. Kâinat var, kâinatı var eden var. Kâinatta bir düzen var, bu düzeni kuran var, bu işleri olduran var..." diyor ama, bu insanı doyurucu bir sonuç olmuyor. Bu sefer doyumsuzluk daha da artıyor, iştiyak ve merak daha da çoğalıyor:
"Peki bu nerde, ben bununla nasıl irtibat kurabilirim? Bu bilginin açıklaması, genişliği nedir, teferruatı nedir? O beni yarattı ise benim onunla ilişkilerim nedir? Benim ona karşı ne yapmam lâzım, o bana karşı ne yapıyor? Hayat nedir? Nerden geldik, nereye gideceğiz?.." gibi bir sürü soru akla geliyor.
Onun için Arap şairlerinden birisi demiş ki:
"--Çeşitli sorunlar karşısında düşünüp de, bir Tanrının varlığı sonucuna geldin mi, tamam o zaman en büyük soruya gelmişsin!"
Yâni Allah'ın varlığını bilmek, bir taraftan sorunları çözüyor, bir taraftan da bir çok soruların kaynağı oluyor.
İşte bunları insan kendi aklıyla anlayamıyor. Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri kendisini tanıtacak ve bu konulardaki doyumsuzluğu tatmin edecek elçiler gönderiyor, uyarıcılar gönderiyor.
Kur'an-ı Kerim'de Rahman Sûresi'ni hepiniz bilirsiniz, (Febieyyi âlâi rabbükümâ tükezzibân) ayetini tekrar tekrar dinlediğimiz sûre... Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(Halekal-insân) "Allah insanı yarattı. (Ve allemehül-beyân) Ona konuşmayı öğretti." Burdan anlıyoruz ki bizim konuşma dediğimiz sistem, düzen, çok gelişmiş bir sistem bu... Biz konuşuyoruz, ben kafamdaki fikirleri size iletiyorum. Konuşmayla, konuşma sistemiyle iletiyorum, siz de anlıyorsunuz.
O halde, burdaki bilgileri size iletmek için çok karmaşık bir sistem bu... Bu nasıl oluşmuş, nasıl gelişmiş, esrârengiz bir şey...
Allah-u Teàlâ Hazretleri insanı yarattı, ona fikirlerini beyan edecek teşkilatları, düzenleri, aletleri, araçları, sistemleri öğretti.
Sonra, biliyorsunuz Peygamber SAS Efendimiz'e, Hıra Mağarası'nda inzivaya çekilip de derin derin düşündüğü, ibadet ettiği zamanlarda ilk gelen ayetlerde ne buyuruluyor:
(İkra' ve rabbükel-ekrem. Ellezî alleme bil-kalem. Allemel-insâne mâ lem ya'lem.) "Kalem ile insana bilgileri öğreten, insanoğluna bilmediği her şeyi öğreten Allah'ın adıyla oku!" buyruluyor.
Demek ki kalemi, yazıyı, beyanı, anlaşmayı, bilgileri, insanoğlunun bilmediği şeyleri insana öğreten yine Allah... Biz bütün bilgileri ondan, onun lütfundan kazanıyoruz. Derece derece, tarih boyunca, insanlığın tarihi boyunca öyle kazanmışız, o anlaşılıyor.
Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri, insanı yarattıktan sonra terk etmemiş. "Yarattım, ne halleri varsa görsünler!" diye sokağa atılmış bir çocuk gibi değiliz. Her an lütfu devam ediyor.
(Külle yevmin hüve fî şe'n) Her an lütfu devam ediyor, devam etmekte... Onun verdiği akılla düşünüyoruz, onun verdiği akılla mastır yapıyoruz, onun verdiği akılla doktora yapıyoruz. Her an onun verdiği nimetle yaşıyoruz. Vücudumuzun hayatı da onun verdiği karmaşık nimetlerin bir bileşkesi, sonucu... Yâni bu karmaşık yapıda bazı şeyler çalışmadığı zaman, hastalanıyoruz. Çalışmazlık arttığı zaman, yaşamımızı yitiriyoruz. Hayat, nefes almamız bir çok nimetin sonucu...
Bahâeddin Nakşıbend Hazretleri'ne keramet göster demişler. Üç adım ileri atmış, "İşte size keramet!" demiş.
Üç adım ileri atmak büyük bir keramettir, Allah'ın ikramıdır, kolay bir şey değildir, yapamazsınız. Adamlar bir robot yapıyorlar, biraz yürüyor... Hemen filmler, fotoğraflar, "Mâşâallah, mâşâallah, şöyle bir cihaz ortaya koymuşlar, şöyle gidiyor." diye hayret ediyoruz. İnsanın bu dengesi de mühim bir şey...
Biz şimdi gemide gelirken, televizyon kayakçıların kayışlarını, dağlardan inişlerini, havada takla atışlarını, uçuşlarını filân gösterdi bir ara... Konuştuk arkadaşlarımızla; yâni buradaki çocuklar, tekerlekli patenlerle küçükten alışıyorlar bu dengeye... Bizimkiler uçurtma uçurur, sapan atar, ip atlar, sek sek oynar. Ama bunlar öyle değil...
Bu denge de mühim bir şey, her şey muazzam bir şey... İşte biz bu muazzam şeylerle her an takviye olarak hayatımızı sürdürüyoruz. Başka varlıklara karşı üstünlüklere sahibiz.
Bir kitapta okumuştum. Bengal kaplanı, üç metredir boyu, Allah karşılaştırtmasın... Bengal kaplanı uzaktan yavrusuna insanoğlunu göstermiş:
"--Bak şunu görüyor musun? Bu dünyanın en korkunç mahlûkudur, aman bundan kendini sakın!" demiş.
Biz dünyanın en tehlikeli mahlûkuyuz. Filler bizden yaka silkiyor. Kaplanlar bizden korkuyor, "Aman bunun ağına düşme!" diye çocuklarını ikaz ediyorlar. Denizdeki, havadaki bütün mahlûklar, hepsi bizim emrimizde; biz onlardan üstünüz.
Bu üstünlükleri biz kendimiz de kazanmadık. Bizim dışımızdaki bir yönlendirici kuvvet, bunları bize verdi ve biz o sayede bu noktaya gelmiş bulunuyoruz.
c. Peygamberimiz'in Mücadelesi
Şimdi elhamdü lillâh, Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teàlâ Hazretleri bildiriyor. Ama evrensel gerçekleri bildiriyor. Biz boşuna yaratılmamışız, çok büyük meziyetlerle donatılmışız, çok büyük imkânlara sahib kılınmışız. Bunu anlıyoruz, görüyoruz, olaylar da gösteriyor. Ve bu yaradanımızı karşı bizim sorumluluklarımız var, görevlerimiz var. Peygamber SAS Efendimiz'in hayat hikâyesini ağır meslekî çalışmalarınızın arasında, hanımlarınız ve çocuklarınızla beraber lütfen okuyun! Peygamber Efendimiz nasıl peygamber gönderilmiş, güzel bir kitaptan okuyun!..
--Güzel bir kitap hangisi?..
Rahmetli Ziyâül-Hak'dan ödül almış olan Asım Köksal'ın İslâm Tarihi güzel bir kitaptır.
--Neden güzel?..
Bütün kaynakları tarayarak bilgileri çıkartmış, düzenlemiş; isimlerin okunuşu güzel... Çünkü ben başka kitapları okuyorum, isimleri bile doğru tesbit edememiş olabiliyorlar. Biraz Arapça biliyorum diye bu işe girişenler, bu işi çok iyi başaramıyor. İyice uzmanı olmak lâzım!
Asım Köksal'ın İslâm Tarihi'ni okuyun! En son baskısını alın, başından başlayın, okuyun!.. Peygamber SAS Efendimiz'in tanınmasına yardımcı olsun diye söylüyorum bunu... Yirminci Yüzyıl'da çağdaş bilgileri almış bir insanın, "Bir peygamber peygamberliğe nasıl başlamış, Allah'ın elçisi, Allah'ın gönderdiği bir vazifeli şahıs nasıl bir mücadele yapmış ve nasıl biz bu noktaya gelmişiz?" bunu anlaması için mutlaka Peygamber Efendimiz'i okumak lâzım! Peygamber Efendimiz'in mücadelesinin bizim kanımıza aşılanması lâzım!..
Ben Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde yirmiyedi sene hocalık yaptım. İlâhiyat fakültesine gitmeden önce ilkokuldan itibaren tekkede yetiştim. Yâni dînî bir muhitte yetiştim, ama sağlam dînî bir muhitte yetiştim. Allah'tan korkan, ibadetlerini yapmağa çalışan, Allah yolunda yürümeğe gayret eden, haramlardan sakınan insanların içinde yetiştim. Öyle bir ortamda yetiştim. Büyük, mübarek hocaefendilerin sözlerinden etkilendim, vaazlarını dinledim, nasihatlerini dinledim, hadis-i şerifleri, ayet-i kerimeleri dinledim.
Ondan sonra hayata atıldım, ilâhiyat fakültesi çevresinde üniversiteyi tanıdım. Başka yerlerdeki ilim adamlarına göre, İslâm'ı daha iyi bilmesi gereken insanların arasında yirmiyedi senemi geçirdim. Bunlar Kur'an'ı biliyorlar, hadisleri biliyorlar, İslâm hakkında bilgileri var... Bilgi insanı iyi insan yapmağa yetmiyor. Şöyle söyleyeyim: İyi şeyleri bilen insan mutlaka iyi şeyleri yapmıyor. İyi şeyleri bilmek başka, iyi insan olmak başka; ikisi ayrı şey... İyi insan olmayı başarmak, o bilgileri uygulamakla mümkün oluyor, kolay değil... Bilmek yetmiyor.
Ben o zamandan kara kara düşündüm; bizim ilâhiyat fakültesinin öğrencilerini düşündüm, profesörleri düşündüm. İçlerinde masonlar var. Yâni gitmiş, bir başka teşkilata girmiş, mason olmuş; mason olduğunu da kitabında yazmış, konuşmasında söylemekten çekinmeyen insanlar var... İçki haram, içki içenler var... Zina haram, zina edenler var... Kumar haram, kumar oynayanlar var... Evlilik dışı ilişkiler yasak, metresiyle yaşayanlar var... Namaz kılmak Allah'ın emri, namazı kılmayanlar var... Oruç tutmak Allah'ın emri, oruç tutmayanlar var... Zekât, zâten veren yok, yâni çok az... Fakir, fakirim diye vermiyor; zengin de parayı çok sevdiğinden vermiyor. Yani ilâhiyat fakültesinde okumak yetmiyor.
Sonra çocuğumu İslâm'ı öğrensin, iyi müslüman olsun diye imam-hatip okuluna verdim. İmam-hatip okulunda okumak da yetmiyor. Belki bazılarınız imam-hatip menşe'lidir. Orda da insan bilgileri alıyor ama, babasının zoruyla namaz kılıyor, babasının zoru olmazsa cuma namazından kaçıyor. Cuma namazını kılmıyor, kaçıyor. Baskı olmadığı zaman günah işliyor.
Şimdi bizim kanımıza, Peygamber SAS Efendimiz'in hayatından, davranışlarından, düşüncelerinden aşk aşılanması lâzım! Peygamber SAS Efendimiz'in hayatını öğrenmemiz lâzım! Ama bunu böyle bir müsteşrikin, oryantalistin, SAS filân olmadan "Muhammed... Muhammed..." diye yazdığı kitaptan anlamak mümkün değil. Çünkü kendisi anlamayan, başkasına bir şeyi anlatamaz. Bilen bir insanın, anlayabilen bir kimsenin yazdığı kitaptan okumak lâzım!
Onun için Asım Köksal'ın kitabını tavsiye ediyorum; bilimsel bir kitap olduğu için, derin bir kitap olduğu için, bütün kaynakları gücünün yettiğince taradığından dolayı... Ordan bir şeyler aşılanması lâzım bize!... Çünkü, Peygamber Efendimiz'le arkadaş olduğu için birtakım insanlar ashab olmuşlar, sahabe olmuşlar, onlarda da o aşk var.
Peygamber Efendimiz'in azılı düşmanları var, çok yakınlarından... Ebû Leheb'in Peygamberimizin amcası olduğunu biliyor musunuz?.. Ebû Leheb'in Abdullah'ın kardeşi, Abdülmuttalib'in oğlu olduğunu biliyor musunuz?..
Sonra bir zaman gelip de azılı düşmanlarından bazılarının, Allah'ın nasib ettiği kimselerin müslüman oluşları var. Müslüman olduktan sonra davranışları var. İnsanın tüyleri diken diken oluyor. İnsanın hayatında bir değişim meydana geliyor, bir büyük inkılab oluyor. Büyük bir çevrilme ve değişme oluyor. İşte onu yakalamak lâzım!.. Onu yakalamadan, Peygamber SAS'in hayatını uzaktan video seyreder gibi, roman okur gibi okumaktan bir şey olmuyor. O aşının gelmesi lâzım!..
O aşı İslâm düşmanına aşılandığı zaman, İslâm dostu oluyor. Rasûlüllah Efendimiz için canını verecek hale geliyor. İşte hakîkî iman orda saklı...
Kur'an-ı Kerim'i ezberlemek de yetmiyor muhterem kardeşlerim! İkaz ediyorum bakın: İmam hatip okulunu bitirmek yetmiyor, ilâhiyat fakültesini bitirmek yetmiyor. İlâhiyat fakültesi profesörlerinden çok daha dindar, çok daha şevkli, aşklı Teknik Üniversite profesörleri bilirim. İlâhiyat profesörü olmak, ilâhiyatçı olmak, imam-hatipli olmak yetmiyor; başka bir şeyler lâzım!..
İşte onu yakalamak için hafız olmak da yetmiyor. Misal vereceğim: Mevlidhanlığa kaymış sesi güzel olduğu için... Mevlid'i coşkulu okuyabilmek için bir kaç kadeh atmadan Mevlid okumağa çıkmıyor. Çekiyor kafayı, hafif yollu, çok fazla değil... Hafif yollu kafayı çekiyor, ondan sonra lüks otomobili ile caminin yanına kadar geliyor, tam ehl-i dünya... Mevlid'ini okuyor, para için pazarlık yapıyor, kendisinin cebine konulan zarfı açıyor, sahibinin yüzüne fırlatıyor: "Ne bu yâhu böyle, bu kadar az para?.. Şurdan aşağı olmaz!" diye pazarlık yapıyor, ses sanatkârı gibi... Tekrar lüks arabasına biniyor, öteki Mevlid'e yetişmeğe gidiyor... Böyleleri var.
Demek ki hafız olmak yetmiyor, aşk olması lâzım, iman olması lâzım, iman kuvveti olması lâzım!.. Allah'tan yana yakıla onu istemek lâzım!.. Onun anahtarı Peygamberimiz'in hayatında, sahabe-i kiramın hayatında...
Bakın biz dergilerimizin yanında Sahabe Hayatından Tablolar diye kitap neşrettik, okuyun! Hanım Sahabiler bölümünü hanımlar okusunlar!.. Ötekisini beyler okusunlar!.. Yâni mü'min bir insanın hayat tarzından çağrışımlarla, etkilenimlerle o hale gelmek için bu... Rezonans diyorlar ya, bir yerde titreşim olunca öbür tarafa geçebiliyor; öyle bir şey olabilmesi için sahabe-i kirâmın hayatını öğrenmek lâzım!
İşte gerçek imana ermiş olan insanların İslâm'ı iyi tanıyan insanların, İslâm'ı tanıdığı zaman hayatları değişiyor, hayatlarındaki amaçları değişiyor. Çalışmaları değişiyor, çalışmalarının hızı, kuvveti değişiyor. Bizim de öyle olmamız lâzım!
Öyle olduğunu farz ederek şunları söylemek istiyorum: Nasıl Peygamber SAS Efendimiz'i son derece ağır baskılar altında tuttukları zaman, hayatına kasdettikleri, öldürmeye kadar vardıkları bir toplumdan, çok ağır baskılar yaptıkları zaman, "Sen bu davadan vaz geç!" diye amcası teklif edince;
"--Bir elime Güneş'i, bir elime Ay'ı verseniz, ben bu dâvamdan vaz geçmem!.. Hükümdarlık verseniz, hazineler verseniz, başkan yapsanız, her türlü arzumu yerine getirseniz, bu davamdan vaz geçmem!.. Amca, eğer sen beni bundan sonra himayenden çıkartmak maksadıyla bu sözleri söylüyorsan; hani, 'Evlâdım, yeğenim, senin yüzünden Kureyş'le başım derde girdi. Seni koruyacağım derken onlarla kötü oluyorum. Artık bu dâvâdan vaz geç! Vaz geçmezsen, seni koruyamam!' diyorsan, ben bu dâvâdan vaz geçmem, Allah bana yeter!" dedi, ağladı Peygamber Efendimiz.
Ebû Tàlib'in yanından kalkıp gitti. Onun üzerine arkasından Ebû Tàlib seslendi:
"--Yeğenim, sen nasıl istersen öyle yap; ben seni hayatım boyunca himâye edeceğim!" dedi.
Kuvvetli, nüfuzlu bir insandı. O varken dokunamadılar Peygamber Efendimiz'e... Peygamber Efendimiz'i himâye etti.
Şimdi, "Bir elime Ay, bir elime Güneş verilse, hükümdar yapılsam, hazineler elime verilse, başkan seçilsem, en güzel, en soylu aileler kızlarını bana verseler bile bu dâvâmdan vaz geçmem!" dedi. Sıkıntı, meşakkat, ölüm korkusu, açlık, çeşit çeşit ızdıraplar çekti, dâvâsından vaz geçmedi. Bu böyle bir dâvâ...
Şimdi bu davayı anlamak için, ordan bir ateşin aşılanması lâzım! Bizim de öyle çalışmamız lâzım! Yirminci Yüzyıl'dayız, biz de "Hayat nedir?" diye soruyoruz kendi kendimize... "Bizi kim yarattı?" diyoruz, "Hayatın amacı nedir?" diyoruz. "Nerden geldik nereye gideceğiz?" diyoruz, "Öldükten sonra ne olacağız?" diyoruz. Bizim de Peygamber SAS gibi, bizim de Hazret-i Ebûbekir RA gibi, Hazret-i Ali RA gibi, sahabe-i kiram gibi çalışmamız lâzım!..
d. Sahabenin Müslümanlığı
Şevkinizi kırmak için söylemiyorum, hayat tecrübem olarak söylüyorum: Bizim amacımız veteriner olmak, doktor olmak, mühendis olmak, politikacı olmak, asistan olmak, doçent olmak, profesör olmak, zengin olmak, varlıklı olmak, köşk sahibi olmak, arsa sahibi olmak, yazlık kışlık sahibi olmak değil... Para kazanmak da değil... Rızık aramak da değil... Çünkü Allah diyor ki:
"--Rızkı ben veririm!"
Belki biz buna tatminkâr bir şekilde kànî olmuş değilizdir. Ama sahabe-i kiram İslâm'a hizmetten gayri bir meslek edinmemişlerdir. Sırf İslâm'a hizmet için çalışmışlar ve Allah onları da beslemiş. O kadar beslemiş, o kadar değişmiş, o kadar gelişmiş ki durumları, Ebû Eyyûb-el-Ensârî Abdullah ibn-i Abbas'ı ziyarete gittiği zaman; Peygamber SAS Efendimiz'den sonraki yıllarda, vefatından sonra... Abdullah ibn-i Abbas bir şehrin valisi... Vali olmuş, bakın; nereden nereye?... Ebû Eyyûb-el-Ensârî de Peygamber Efendimiz Medine'ye geldiği zaman Efendimiz'e, "Yâ Rasûlallah, bizim hanemize buyur!" demiş, altı ay Peygamber Efendimiz'i hanesinde misafir etmiş bir kişi, sahabeden bir zat...
Abdullah ibn-i Abbas RA diyor ki:
"--Sen Rasûlüllah SAS'i altı ay misafir ettin; al şu konağımı, içindeki bütün eşyalar ve kölelerle birlikte sana hediye ediyorum!" diyor.
Var mı böyle hediye verecek birisi içinizde?.. Peki bu paralara nerden sahib oldular?.. Allah yolunda cihad ettiler, ölmek için gittiler. Dediler ki karşılarındakilere:
"--Müslüman olun! Müslüman olursanız selâmete erersiniz. Biz size İslâm'ı tebliğ etmeğe geldik. Müslüman olursanız, bizimle eşit haklara sahib olursunuz, bizim yanımıza gelirsiniz.
Olmuyoruz derseniz; o zaman hor ve hakir olarak bizim emrimizde ve bizden aşağı olarak yaşayınız ve cizye veriniz. Cizye, gayrimüslimin İslâm devletinde verdiği verginin adı.
Bunu da kabul etmiyoruz derseniz, o zaman sizinle savaşırız."
"--Ölürsünüz..."
"--Ölsek bile bizim amacımız bunlardır. Ölürüz, şehid oluruz, şavaşırız!" dediler.
Kime söylediler?.. Bizans ordusuna söylediler, Sâsânî ordusuna söylediler, Mısır ordusuna söylediler... Yayıldıkları her yerde, karşılaştıkları yönetimlere söylediler.
"--Müslüman olun, bizimle eşit olun! Olmazsanız, cizye verin, İslâm devletine verginizi verin! O da olmazsa, kâfir olduğunuz için savaşırız sizinle!.." dediler.
Savaştıkları zaman kazandıkları ganimetlerle hepsi zengin oldu, hepsi yönetici oldu. Ölen öldü, şehid oldu da; yaralanan yaralandı... O mübareklerden bir tanesi bir arkadaşına diyor ki:
"--Şuraya bana örtüyü tutuver! Şöyle peştemalı tut da, bir yıkanayım." diyor.
Bir kova su alıyor, yıkanacak. Yıkanırken, ötekisi tuttuğu örtüden onun vücudunun üst tarafına bakıyor: Buraya mızrak saplanmış, kapanmış, buruşuk, derinin burasında mızrak izi belli... Buraya bir kılıç darbesi gelmiş, etleri derileri, kasları, kesmiş; iyileşmiş ama, cart diye burasının yırtık olduğu belli... Vücudun her yerinde böyle bir takım izler... Diyor ki:
"--Senin vücudun delik deşik, paramparça..."
Böyle olmuş.
Halid ibn-i Velid, büyük komutan, seyfullah, RA... Eskiden azılı İslâm düşmanı, Uhud savaşında dağın arkasına saklanıp da müslümanlara saldırıp, büyük telefat verdiren, sonra da müslüman olan kimse... Suriye'de kabri var. Camisinin önüne anıt dikilmiş, sözü yazılmış. Diyor ki:
"--Şu benim vücudumda bir karış yer yoktur yaralanmadık; ya kılıç darbesi, ya mızrak yarası, ya ok yarası... Yüz savaşa katıldığım halde, vücudumun her tarafı yara izi olduğu halde, (Hâ ene emûtü alâ firâşî) işte yine yatağımda ölüyorum!"
Yâni şehidlik nasib ederse Allah, ediyor. Etmezse yaralanıyor, kalıyor. Ölen ölüyor, kalan kalıyor, gàzi olan da ganimete sahib oluyor. En kârlısı şehid olan... Avrupalılara göre en kârlısı, hayatını kurtarıp ganimete konan... Bize göre en arzu edilen şey şehid olmak, canını vermek...
Şimdi, "Sen Rasûlüllah'ı altı ay hanende misafir ettin, al sana şu konak!.." diyor. Konakta eşyalar var, savaşlarda filân kazanılmış köleler var... Kölenin kıymeti nedir?.. Bugün sizin sahib olduğunuz bir araba gibi bir şey bu... Yirmi tane kölesi varsa bir insanın, yirmi tane arabası var demektir. Jaguar, Taunus, Mercedes... çeşitli boylarda yirmi tane araba. Yüz kölesi varsa, yüz tane arabası var demektir. Öyle kıyaslayabilirisiniz, yâni köle az bir şey değil. Konağı içindeki eşyalar ve kölelerle beraber Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensàrî Hazretleri'ne, şu İstanbul'da, Eyüp'te kabri olan mübarek büyüğümüze hediye ediyor. İkrama bak!..
İkramın sebebi ne?.. "Sen zamanında, Medine'ye geldiği zaman Rasûlüllah'a misafirperverlik göstermiştin." diye.
O da onları alıyor, köleleri azad ediyor, malları tasadduk ediyor, yürüyüp gidiyor ordan.
Muhterem kardeşlerim! Onların gözlerinde dünya yok! Dünya hırsı ile kaplanmış gözlerle bakarsanız, onları anlayamazsınız. Onlar ahiret adamı... Onların gönlüne, onların kanına o iman aşılanmış, o iman girmiş. Onlar Yirminci Yüzyıl'ın müslümanları gibi değil, onlar sahabe...
O aşka sahip olmayınca, üniversitede profesör olmak yetmiyor, imam-hatip okulunu bitirmek yetmiyor, hafız olmak yetmiyor. O aşka sahib olacaksın!
Birisi ölüyor. Diyor ki Peygamber Efendimiz:
"--O cehennemliktir!"
Rasûlüllah'ın hizmetinde bulunmuş. Rasûlüllah'la bir dakikalık sohbet etmiş insana biz sahabi diyoruz. Rasûlüllah'ın hizmetinde, sohbetinde bulunmuş birisi ölüyor da, Peygamber Efendimiz diyor ki:
"--O cenennemliktir!"
"--Neden?.."
"--Ganimet malından bir şeyler çalmıştı da ondan... Rasûlüllah'ın hizmetinde bulunup da hırsızlığı aynı anda götürmek, çok büyük suç... O iman ortamında bu yamuk hareket çok büyük suç...
Onun için onlar kendilerini çok iyi kollamışlar. Rasûlüllah'ın sözüne tam uymaya, Allah'ın rızasını kazanmağa çok dikkat etmişler. Bizim gibi değil...
e. Zamane Müslümanlığı
Şimdi bizim kendi İslâmlığımızda, müslümanlığımızda yamukluklar var. Bizim kafamızdaki İslâm kavramı, İslâm hakkındaki kanaat, bize mahsus bir İslâm. Yâni benim İslâm anlayışım, senin İslâm anlayışın... Ama o anlayış, asıl İslâm değil. Asıl İslâm sahabenin İslâm'ı, Peygamber Efendimiz'in karşısında bulunan insanların İslâm'ı...
Kendi müslümanlığımızı, İslâm anlayışımızı onlarla mukayese etmezsek, onlara eşit hale getirmezsek, yamuk müslüman olarak kalırız. Yamuk müslümanlardan misâl vereyim, diyor ki:
"--Biranın içindeki alkol miktarı azdır, bira helâldir."
Mısırlı falanca alim fetva vermiş, bira içilebilirmiş. Nedenmiş?.. Alkol miktarı azmış. Peygamber Efendimiz öyle tarif etmiyor ki, alkolün yüzdesiyle mi söylüyor?.. "İçtiğin zaman sarhoşluk veren her şey içkidir." diyor.
Bizim fakülterde bir profesör vardı, diyordu ki:
"--Ramazan bayramında arkadaşımı ziyarete gittim. O da bana bir küçük kadehte likör ikram etti. Onu da mı içmeyeceğim?.."
Beni sıkıştıracak köşeye, bana itiraz yollu söylüyor. Yâni ben biraz softayım, onların nazarında katı müslümanım, kökten dinciyim. "Bayramda da, arkadaşımın evine ziyarete gitmişken de, şu kadarcık bir likör etmişken de mi içmeyeceğim, onu da mı içmeyeceğim?.." diyor.
Tabii içmeyeceksin, içki haram!.. Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haram! Öyle buyuruyor Peygamber Efendimiz.
İslâm'ı Yirminci Yüzyıl'ın mantığı ile tartmayın, İslâm'ı Rasûlüllah'ın anlattığı şekilde tanımağa çalışın! Bugünün yamuk müslümanları, İslâm'dan kaçmak için hadisi reddediyorlar. Çünkü hadis tarif ediyor İslâm'ı... Hadisten kaçınıyorlar, "Kur'an bana yeter!" diyorlar.
Kur'an yeter ama, sen Kur'an'a da uymuyorsun!.. Çünkü Allah Kur'an-ı Kerim'de, "Rasûlüllah'a uyun!" diyor.
(Kul in küntüm tuhibbûnallàhe fettebinî yuhbibkümullàh) "Rasûlüm de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin!" buyuruyor. Kur'an'a da uymuyor aslında ama, adamlar kendisini ve halkı öyle aldatıyor.
Yamuk müslüman diyor ki:
"--Efendim, şimdi bu bankaların verdiği faiz helâldir, yenilip yutulabilir."
"--Niye?.." diyorsun;
"--Çünkü Kur'an-ı Kerim'de yasak olan, (ed'afu mudàafeh) kat kat faizdir. Bu kat kat faiz değil, tek kat faizdir, bunu yiyebilirsin." diyor.
Bazısı da diyor ki:
"--Sen yemezsen bana getir, ben yiyeyim!"
Bazıları da;
"--Sen orucu boz, günahı bana ait!" diyor.
Demiyor mu, duymadınız mı?.. Halbuki Kur'an-ı Kerim'i okusalar, Allah CC buyuruyor ki: "Bazıları der ki:
(İttebi sebîlenâ velnahmil hatâyâküm) 'Bizim yolumuza siz tâbî olun, sizin hatâlarınızı, günahlarınızı biz yüklenelim!' Onlar onların hatâlarını yüklenemezler ama, kendi günahlarının üzerine, onların yüklenmeye niyet ettikleri günahlar kadar da günah onlara verilir, berikiler de yine sorumlu kalır." diyor Kur'an-ı Kerim.
Şimdi bozuk bir müslümanlık var muhterem kardeşlerim, bozuk İslâm anlayışı var. Rasûlüllah'ın asr-ı saadetinin müslümanlığı lâzım! Sahabe-i kiramın imanı lâzım, ahlâkı lâzım!.. Onun için onları okumamız lâzım!
Onların okuduğumuz zaman, biz Yirminci Yüzyıl'ın İslâm fedâileriyiz, Yirminci Yüzyıl'ın sorumlularıyız. Bu asır bizden sorulacak, bu asrı Allah sizlerden ve bizlerden soracak. Peygamber Efendimiz'in ashabı nasıl görevlerini yaptıysa, bu asırda İslâm hücuma uğruyor da savunulmuyorsa, sorumlusu biziz... Savunulması gerekiyorsa, savunmacısı biziz, sizsiniz, biz müslümanlarız. Az da değiliz, öteki adamlardan hiç bir eksikliğimiz de yok!..
Avrupa'da bulundum, Almanya'yı tanıyorum, İsveç'i biliyorum, siz de İngiltere'yi biliyorsunuz, belki Amerika'yı gördünüz... Bizim bunlardan bir eksikliğimiz yok!..
Biz Allah'ın dinini doğru öğrenmemiz lâzım!.. Kendimize mahsus İslâm, Yusuf'a ait İslâm, Mehmed'e ait İslâm, Ali'ye ait İslâm, Es'ad'a ait İslâm, Uğur'a ait İslâm; öyle şey yok... Sübjektif değil de gerçek İslâm, objektif İslâm neyse, o İslâm'ı öğrenmemiz lâzım!.. Adam onu öğrenmek istemiyor.
--Başını ört kızım!
--Yok örtmem...
--Kur'an-ı Kerim'de;
(Yüdnîne aleyhinne min celâbîbihinne) buyurmuş Allah... Yâni Allah'ın emrine uyacaksın, Rasûlüllah'ın emrine uyacaksın, o zaman müslüman olacaksın.
--Namaz kıl yavrum!
--Dersim var, bilmem ne... vs.
--Annesi bunu namaza kaldır!
--Daha küçük, uykusu bölünmesin.
Biz Ankara'da bir mahalleye taşındık. Merkez bankası memurları kooperatif kurmuşlar, 150 evlik mahalle yapmışlar. Koca bir tepeyi, 901 râkımlı tepeyi parsellemişler, Kalaba köyünün merasını iç etmişler, allem etmişler, kallem etmişler, oraları almışlar, mahalleyi kurmuşlar. Veballeri onlara ait... Biz de birisinin mülkünü satın aldık, oralı olduk.
Çocuk parkı var, sığınak var, çarşı var, pazar var, sinema yeri var, dinlenme yeri var, her türlü şey düşünülmüş. Mahalle bir bütün olarak hazırlanmış, her şey var, cami yok, cami yeri yok... Kilise yeri de yok, adamların dinle imanla ilgili kaygıları yok...
Biz orda cami yapmağa kalkışınca, bir ev aldık, ezan okumağa başladık. Şiddetle karşı çıktılar. Ezanın hoparlörünün kablosunu kestiler. Diyorlar ki:
"--Çocuklarımız erken kalkıyor, uykuları yarım kalıyor, sıhhatleri bozulacak!.."
Yâni gerçek İslâm olmayınca, çeşitli madrabazlıklar, şaklabanlıklar oluyor.
f. Allah Rızası İçin Çalışmak
Yirminci Yüzyıl'da Allah'ın rızasını kazanmamız için, sahabe gibi çalışmamız lâzım, Allah'ın dinine hizmet etmemiz lâzım!.. Asıl vazifemiz bu... Ama sizin bu yaptığınız çalışmalar, bizim şimdiye kadar elde ettiğimiz bilgiler, ünvanlar, müktesebât bu asıl vazifeyi kuvvetlendiriyor.
Ben profesörüm, kartımı yanımda taşıyorum, her yerde çıkartıyorum: Prof. Dr. Es'ad Coşan... Şaşırıyorlar. İlkönce beni köylü dayı sanıyor, hafız sanıyor.
--E hafız nasılsın bakalım?..
--İyiyim.
--Hangi camide vazife görüyorsun?..
--Camide vazife görmüyorum.
--E nerde vazife görüyorsun; Diyanet'te misin, müstahdem misin?..
--Hayır, üniversitedeyim.
--Hademe misin?..
--Değilim, profesörüm.
--Aaa, özür dilerim hocam!
O zaman özür diliyor. Ha bu ünvan bir şey... Hem benim için bilgi, bilgi kuvvettir; hem de karşı taraf için muteber bir şey...
Yazarken söylüyorum:
"--Ben sizin bildiğiniz her şeyi biliyorum, ama siz benim bildiklerimi bilmiyorsunuz. Ben sizin bütün küfrünüzün röntgenini biliyorum. Böyle arkası ışıklı cama takıp, sizin ciğerinizin neresi delik, onu biliyorum ben... Ama sizin bir şeyden haberiniz yok!" diyorum, susuyorlar.
Bilmiyorlar. Sizin bu bilgileriniz, kuvvettir sizin için... Doktor olacaksınız, inşaallah doçent olacaksınız, profesör olacaksınız; bunlar kuvvet... Ama vazifemiz veterinerlik, doktorluk, mühendislik değil, bilmem ne filân değil. Vazifemiz, Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'ın dinine hizmet etmektir. Ama o yoldan, ama bu yoldan; ama hastanede, ama falanca bakanlıkta, ama filânca makamda, filânca koltukta...
Hocamız Mehmed Zâhid Kotku, evliyâullahtan büyük bir zât... Vefat ederken demiş ki:
"--Evlâtlarım, her şey boştur..."
Seksenüç yıl yaşamış bir insanın, hayatının sonunda söylediği söz:
"--Her şey boş evlâdım! Bakanlık boş, millet vekilliği boş, zenginlik boş..."
Yâni hava, fasa fiso, kıymetsiz demek istiyor. Hattâ karşısındakiler darılmasın diye söylemiş:
"--Şeyhlik boş, müridlik boş... Bütün iş, Allah'ın sevgili kulu olabilmek!.."
Allah'ın sevgili kulu olabiliyor musun?.. Burda böbürlenme, hindi gibi kabarma, er yarın Hak divanında belli olur. Cenâb-ı Mevlâ'nın divanına vardığın zaman, bakalım durumun ne olacak?.. O zaman belli olur. İş Allah'ın rızasını kazanmak muhterem kardeşlerim!
Onun için rozet yapmış arkadaşlarımız, hoşuma gidiyor. Şuraya yakalarına takıyorlar:
(İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî) "Yâ Rabbi amacım sensin, maksdum sensin; ben senin rızanı kazanmayı düşünüyorum, onu istiyorum."
Bu çok mühim bir söz, üstelik bizim sözümüz de değil... Senin benim, veya hocalarımızın sözü de değildir. Bir hadis-i kudsîden alınmış, şahıs zamirleri değiştirilmiş bir cümledir. Allah-u Teàlâ hadis-i kudsîde buyuruyor ki: "Ben sizin maksdunuzum, benim rızam sizin matlûbunuz..." diyor. Biz de burdan yola çıkarak, "Yâ Rabbi, sen bizim maksdumuzsun, biz senin rızanı taleb ediyoruz." diyoruz. Yâni onun hadis-i kudsîde buyurduğu sözü, ona karşı söylüyoruz. Binâen aleyh, menşei ilâhî olan bir sözdür, hayatımızın candamarıdır.
Maksadımız Allah'ın rızasını kazanmak gayemiz Allah'ın sevgisine ermek, Allah'ın sevdiği bir kul olmaktır. Esas olan budur, bunu kazanmağa çalışacağız. Bunu kazanmanın yolu da Kur'an-ı Kerim'i bilmekten, Rasûlüllah'ı tanımaktan geçiyor. Kur'an-ı Kerim'i okuyacağız, Peygamber Efendimiz'in hayatını ve hadislerini okuyacağız, o ruhu yakalamağa çalışacağız.
O ilâhiyatta yakalanamayan, imam-hatipte yakalanamayan, hafızlıkta yakalanamayan ruhu yakalayan bir mühendis, ilâhiyat profesöründen daha iyi din adamı olur. Yakalamayan bir ilâhiyat profesörü, din dışı bir tahsil görmüş falanca adamın ayağının tırnağı kadar olamıyor. Ünvanların kıymeti yok, o ruhu yakalamak esastır.
Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Te`Œlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(İnemâ yahşallàhu min ibâdihil-ulemâ') "Allah'tan ancak ve sadece ve sadece alim kulları hakkıyla korkar, sakınır, çekinir." Çünkü Allah'ı bilir, Allah'ın kudretini bilir, Allah'ın cezasını bilir, Allah'ın kahrını, gazabını bilir, Allah'ın lütfunu, ihsânını, ikramını bilir. Ancak alim kimse bilir. Câhil bilmez. Câhil kabadayı kabadayı dolaşır. Bizim köyde bir cahil demiş ki:
"--Ben öldükten sonra beni çöplüğe atın, ne olacak?"
İnancı yok, câhil... Alim korkar. Peygamber Efendimiz hüngür hüngür ağlıyordu. Hazret-i Ömer'in gözlerinden akan yaşlar iz bırakıyordu. Ebûbekr-i Sıddîk evinin avlusunda ibadet ederken, ağlarken mahalleli başına toplanırdı. Alim korkar, alim çekinir; câhil terbiyesiz terbiyesiz ortada külhanbeylik yapar, bağırır, çağırır. O câhillikten...
Çünkü zıtlaştığı Allah, karşı geldiği kâinâtın sahibi, yaratan, her türlü kudretin sahibi... Onunla çarpışmağa kalkıyor.
Yâni tren yoluna çıkmış bir insanı düşünün! Gelen ekspresin karşısında duruyor:
"--Ben ondan korkmuyorum, onu tutarım, durdururum!" diyor.
Câhil, onun geliş hızı, kuvveti, kütlesi, o kütleden kazandığı şey senin böyle durmandan ne kadar, ne kadar üstün. Sen eziyip gideceksin, parça parça olacaksın raylarda...
"--Yok yâ, ben onu durdururum." diyor, durduracağını sanıyor.
Bunun gibi, câhil Allah'ı bilmez.
O bakımdan sizin ilim yolunda olmanız çok güzel bir şey... Ben zaten bütün arkadaşlarıma, benimle istişare yaptığı zaman diyorum ki:
"--İlim yoluna girin, bilimsel yolda yükselin, ilerleyin, mümkünse profesör olmaya çalışın! Çünkü o zaman Allah'ı daha iyi bilebilirsiniz, anlayabilirsiniz."diyorum.
Ömer Nasuhî Bilmen, bizim tekkemizin müntesibi... Eski hocalarımıza bağlanmış, bizim ağabey ihvânımızdan... Diyanet İşleri başkanlığı yapmış, İstanbul müftülüğü yapmış kimse.
Kur'an-ı Kerim'in tercümesinde, bu Alâk Sûresi'ni tercüme ederken;
(Halekal-insâne min alak) "İnsanı kan pıhtısından yarattı." diye tercüme etmiş. Eskiden beri böyle gelmiş, böyle gidiyor. Lügata bakmışlar, alâk kan pıhtısı demişler. İnsan kan pıhtısından yaratılmadı ki... Kur'an-ı Kerim de doğru...
Kandan mı yaratılıyor insan?.. Hayır, kanla ilişkisi yok. Yaratılmanın, bebeğin oluşumunun kanla ilgisi var mı?.. Yok... Yanlış tercüme. Alâk ne demek?.. Taallûk, alâka, ilişki demek, yapışmak demek. Araplar sülüğe de alâk derler, yapıştığı için. Şimdi embriyon diyorlar ya doktorlar, o rahmin duvarına yapışıyor ya, onun için alâk denmiş. Alâk'tan yarattı dediği o...
Ama onu bilmediği için tercümeyi yanlış yapıyor. Biz Panzehir'deki bir yazıda bunu belirttik. Ondan sonraki yeni tercümelerde bakıyorum, kontrol ediyorum, çoğunda düzeltilmiş. Kan pıhtısı bitti, insan kan pıhtısından yaratılmış deme kesildi.
O hoca çok büyük bir hocaydı, niye o yanlışlığı yaptı?.. Bilmediği için. Yâni şunu demek istiyorum: İnsan bilgin oldu mu, alim oldu mu Allah'ın ayetlerini daha iyi anlar, Allah'a daha güzel kulluk eder.
Onun için bu bilgiler güzel... Allah muvaffak etsin... Allah üstün başarılar ihsân etsin... Buradaki çalışmalarınız hayırlı, mübarek olsun...
Allah hepinizden razı olsun...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû...
28. 08 1997 - New Castle / İNGİLTERE