Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

ASIL VAZİFEMİZ İSLÂM'A HİZMET

Ezü billâhi mineş-şeytànir-racîm.

Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Elhamdü lilâhi rabbil-àlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîn, ve imâmül-müttakîn, ve seyyidil-mürselîn, tâci ruûsinâ ve tabîb-i kulûbinâ muhammedinil-mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahhu biihsânin ilâ yevmid-dîn... Emmâ ba'd:

Aziz ve sevgili kardeşlerim! Aile eğitim toplantımıza hoş geldiniz!..

Allah'a hamd ü senâlar olsun, güzel, sevimli bir yerdeyiz. Gezmek için, cumartesiyi, pazarı geçirmek için geldiği zaman insanın dinlendiği, mutlu olduğu, rahat ettiği bir yerdeyiz.

Demin Rahmi kardeşimiz gelenlerin listesini getirmişti; kırk kişi olmuşuz, kırklara karışmışız yâni, elhamdü lillâh... Evliyâullah'tan kırkların himmetleri hepinizin ayrı ayrı üzerine olsun... Allah bizi o sevgili kullarının yolundan ayırmasın...

a. Yurtdışında Organize Çalışmalar

Almanya'da yüzbinlerce olduğunu tahmin ettiğimiz ihvanımız var. Yâni onbinler az gelir diye düşünüyorum, onbinlerce demiyorum; yüzbinlerin üstünde ihvânımız var... Çünkü burada senelerden beri, 1975 yılından beri 22 yıldır geliriz, ramazanlar geçer, camilerde toplantılar olur. Toplantıların sonunda topluca ders alıp, intisab edenler olur. Gezmediğimiz cami kalmayacak kadar çalışmalar yaparız. Günde üç beş yer gezer, üç beş konuşma yaparız. Tabii bunların sonucunda, herhalde çok büyük sayıda ihvanımız var...

Biz bu ihvanımızla ilgili bir çalışma yapma imkânı bulamadık şimdiye kadar... Bunların derlenip toparlanması ve birbirleriyle tanıştırılması ve beraberce çalışmasını sağlayacak bir organizasyona bu sene girişmiş bulunuyoruz. Temenni ediyoruz ki, bizden ders almış, bizim tekkemize intisab etmiş, ahiret kardeşimiz olan herkesle ilgimiz, irtibatımız açıklığa çıksın; Allah'ın rızasını kazanmak için, hep birlikte büyük çapta, dünya çapında dînî hizmetler geliştirebilelim, dînî hizmetler yapabilelim!

Onun için, bu Creglingen toplantısı bir başlangıç gibidir. Bundan önce de bazı toplantılar yapmıştık; inşaallah bu, çok hayırlı gelişmelerin meydana geldiği bir toplantı olur. Toplantının, çalışmaların, günlerin, saatlerin hayırlı olmasını, verimli olmasını, verimli geçmesini diliyorum.

Türkiye'de elhamdü lillâh İslâmî hizmetlerimizi çok geliştirdik. Sebep olanlardan, emeği geçenlerden, katkısı olanlardan Allah razı olsun... Allah kendilerine büyük mükâfâtlar insan eylesin...

Türkiye'de elhamdü lillâh dergilerimiz var, masada gördüğünüz gibi kitaplarımız var... Mekteplerimiz var, kolejlerimiz var... Hastanelerimiz var, şirketlerimiz var... Radyolarımız var, televizyonlarımız var... Çalışmalarımız devam ediyor. Fakat Almanya'da bu çalışmaların Türkiye'deki çalışmalara denk ölçüde oluşmasını ve gelişmesini bekliyoruz. Şu bakımdan bunu temenni ediyoruz ve ben bu yaz mayıs ayından itibaren beş aydır buralarda çalışıyorum; sebebi şu:

b. Türkiye'de Baskı ve Engellemeler

Türkiye'de İslâmî çalışmalara çok büyük bir baskı ve darbe geldi. Bu memleketin (yâni Türkiye'nin) sahibi olan vatandaşlar, şehidlerin torunları olan vatandaşlar, hakîkî sahipleri, adetâ düşman ilân edildiler. Onların inançları, müslümanlıkları hedef gösterildi. Kur'an kurslarına, imam-hatip okullarına, hattâ şirket faaliyetlerine düşman faaliyeti gibi bakılıyor.

Biz bunlara itiraz ettik, yazılarımızla, yayınlarımızla, dilimizin döndüğü kadar, bunların anayasanın hükümlerine de, kanunlara da, evrensel insan haklarına aykırı olduğunu beyan ettik, beyan ediyoruz. Haklarımızı savunmak için, haklarımızı korumak için ayağa kalkmamızın, silkinmemizin, çalışmamızın gerektiğini yazıyoruz.

Çünkü karşı taraf açıkça, çok açık seçik bir şekilde kanunları ve insan haklarını ihlâl ediyor. Bunu sadece biz değil, birçok vicdanlı insan da itiraf ediyor. Böyle olmasına rağmen; yâni bu kadar büyük bir haksızlığı, bu kadar âşikâr bir şekilde, pervasızca, beni hayretlere düşürecek şekilde, açıkça, yüzsüzce, utanmadan, arlanmadan, sıkılmadan ve korkmadan yapmalarına hayret ediyorum... Cesaretlerine de hayret ediyorum; altmış milyonu karşına al, altmış milyonun dinine karşı çık, dînî çalışmalarına, emellerine, arzularına, ümitlerine set çekmeğe çalış; hayret ediyorum.

Meselâ, Almanya'da kimse katolikliğe karşı böyle bir şey yapamaz! Katolik okulları kapatılacak, katolik kiliselerinin açılmasını devletin müsaadesine, lütfuna, âtıfetine bırakacak; olmaz böyle şey!.. Neden olmaz?.. Millet süpürür, götürür böyle şey yapan insanları... Bir an ayakta durmaz. Hâlâ bizim Türkiye'de kanunsuz olarak, tâkibata uğramadan aynı lafları söylemeye devam eden insanlar var.

Batı Çalışma Grubuymuş... Asker askerliğini bilsin; asker ictimâî meseleleri, dînî meseleleri bilmez ki!.. Bir Güven Erkaya'nın, bir Deniz Kuvvetleri komutanının imam-hatiple ilgili sözleri ciddiyet ifade etmez ki... Bu kadar acâip, bu kadar saçma, bu kadar garip şey olmaz. Devletin müesseseleri arasında işbirliği vardır. Kömür işlerine tabipler karışmaz, sağlık bakanlığı hastanelerle, sağlık işleriyle uğraşır... Sanayi Bakanlığı fabrikalarla uğraşır, Ticaret Bakanlığı ticârî işlerle uğraşır, Milli Eğitim Bakanlığı eğitim işleriyle uğraşır... Diyanet İşleri Başkanlığı diyânet işleriyle uğraşır, asker savunma ile uğraşır...

Anayasada din ve vicdan hürriyeti varken, kanunlar açık ve seçik iken, kazanılmış bir takım gelişmeler ve haklar varken; bu kadar pervasızca bunların kapatılmaya kalkılması ve bunların icraatına geçilmesi; halkın isteğine ters düşmesine rağmen sekiz yıllık kesintisiz eğitim diyerek imam-hatip okullarının engellenmesi; bunların hepsi bir garip durumdur.

Tabii, bunları yapan insanlar nerden güç alıyor, nerden kuvvet alıyor; karanlık, belli değil!.. Ama ordunun içinde olduğu için, müslüman Türk halkının da orduya saygısı sonsuz olduğu için; yâni ordu ile çatışma gibi bir şeyi müslümanlar düşünmediği için, bir garip durum vardır. Ama meselâ başkaları düşünüyor, silahı eline alıp kışlaya roket atabiliyor.

Bu işi yapanlar da tam belli değildir, yarım yamalaktır. İş biraz münakaşa götürür bir durumdadır, herkes kuşdili kullanmaktadır. Söylediği sözleri, sûret-i haktan görünecek bir edaya bürüyerek söylemektedir. Baskı olduğu muhakkaktır, fakat her şey kanunlara, usüllere uygun olarak gidiyor gibi de laflar söylenmektedir. Acaib bir durum... Ama çalışmanın zorlaştığı ortadadır.

Müslümanca çalışmanın zorlaştığı bir Türkiye... Müslümanların isteklerinin önüne geçilmeğe çalışılan bir Türkiye ve müslümanları düşman gören bir Türkiye... En büyük hedef, İslâm...

c. Hedef İslâm

Eskiden Nato'nun düşmanı doğu blokuydu. Şimdi bu doğu bloku kalktıktan sonra, çok açıkça söyleniyor. Şimdi artık doğu-batı ayırımı yok, kuzey-güney ayırımı var... Türkiye'nin yukarısından bir çizgi çekerseniz, kuzeydekiler var; bir de bu çizginin altındaki, güneydekiler var deniliyor. Ama güneye baktığımız zaman, hep İslâm ülkelerini görüyoruz. Türkiye, İran, Suudî Arabistan, Afrika ülkeleri, Asya'nın güneyindeki ülkeler... Güneyi hep müslüman...

"İslâm hedeftir. Şimdi Moskova değil Mekke hedeftir." diye en salâhiyetli, yetkili, yüksek yöneticilerden bu sözler söylenmektedir.

Amerikanın stratejik araştırmalarıyla ilgilenen, gizli güçlerinin başında olan kimseler bunları söylemektedir. Meselâ Bil Klerinsın isimli bir kişinin beyanları benim evrakım arasındadır. Eskiden bir kademeli maskeli konuşma olarak deniliyordu ki:

"--Amerikalı için, Avrupalı için veya hristiyan için, yahudi için köktendincilik kötüdür."

Bu Klerinsın açıkça ifade etti:

"--Bu müslümanlığın kökten dinciliği, kökten olmayan dinciliği filân yoktur; müslümanların hepsi düşmandır, hepsi kötüdür!" dedi.

Tabii buna göre hareket eden, görünen ve görünmeyen kuruluşlar, teşkilatlar var... Meselâ Nato'nun hedefi, İslâm ülkelerinden Nato ülkelerine gelecek bir saldırıya karşı koymağa uygun bir tarzda değiştirildi ve İslâm ülkeleri hedef olarak gösterildi.

Nato'nun yeni savunma konseptine, fikrine, anlayışına göre, İran kendisine saldırabilir, Suriye kendisine saldırabilir, Libya kendisine saldırabilir, Bağdat kendisine saldırabilir gibi düşünüyor. Aralarında savaş olmuş. Bunlar da hakîkaten ellerinde imkân olsa, güç kuvvet olsa, saldırır.

Şimdi Türkiye'de de Nato'ya bağlı güçler, "Türkiyenin savunma konsepti değişti." diyorlar. Millî, askerî savunma konseptinin değiştiğini söylüyorlar. Nedir diye bakıyorsun: Hedef İslâm... Haa, tercüme bu adamların işi... Batının anlayışını, onlar da tabii Nato'nun üyesi olduğundan irdelemeden alıyorlar. "Tamam, Türkiye'deki askerî savunma konsepti değişti: İslâm en büyük düşman!" diyorlar. Bunu gazeteler yazdı: PKK en büyük düşman değilmiş, falanca ülke en büyük düşman değilmiş, onlar mühim değilmiş, en büyük düşman İslâm'mış... Bu söylenmeğe başlandı.

Bu, biz devrimciyiz, biz lâikiz diyen, öyle kendisini savunan, öyle kendisini mağdur göstermeye çalışan insanlar tarafından açıkça ifade ediliyor. Gazetelerde bunları okuyoruz. Bu tarzda yaygın bir şekilde sözler söyleniyor, sayılamayacak kadar çok misal verebilirim. Bazı çevreler bu fikirleri savunuyor.

Burda yanlışlık şudur: Bir devlet milletinin düşmanı olamaz! Burda en büyük yanlışlık bu... Devletin Nato ittifakına bağlılığı ile, milletini korumak konusundaki görevinin nasıl olduğunu düzenlemesi, düşünmesi lâzım!.. Belki Nato ilgililerine söylemesi lâzım: "Siz İslâm'ı düşman aldınız ama, benim milletim müslümandır. Ben kendi milletimle ters düşemem ki!.." demesi lâzım!.. "Sen İslâm'ı düşman almamalısın, bu yanlıştır." demesi lâzım!..

Tabii o da bir güç istiyor, o da bir şahsiyet istiyor, o da bir cesaret istiyor, o da bir iman istiyor... Bunların olup olmadığını bilmiyoruz ama, bildiğimiz bir şey var: Askeriyenin içinde bir çalışma grubu varmış, Batı Çalışma Grubu diye... Harıl harıl halkın zıddına bir şeyler söylüyor. Halk da kendi savunmasını yapmağa çalışıyor ama, ne derecede yapıyor, bilmiyoruz. Türkiye'nin durumu bu...

Tabii Türkiye'deki bu mücadele sürecek. Haksızlıklar, kanunsuzluklar inşaallah sona erecek, hak gàlib gelecek; millet haklarını çiğnetmeyecek!.. Bunu temenni ediyoruz.

d. İslâm Ülkeleri Baskı Altında

Çiğneyebilir mi bu düşmanlar milletin haklarını; misali var mı bunun?.. Var... Meselâ Suriye korkunç bir baskı rejimiyle yönetiliyor ve Suriye'deki müslümanlar rahat değil... Suriye'nin yönetiminde alevî kökenli ama Hazret-i Aliye tapınan, böylece müşrik durumuna düşmüş nusayrîler var. Hafız Esed de nusayrîdir. Orduya onlar hakim, ordu da millete baskı yapıyor. Hama katliamını duymuşsunuzdur. Yargısız infazlar, katliamlar...

Şimdi Suriye'den geçmeğe bile Türkiye müsaade etmiyor.

"--Hacılar Suriye'den geçmesin!"

"--Neden?.."

"--Can emniyeti yok!.." diyor.

Resmen ifade edilmiş bir durumdur. Suriye böyle... Suriye'nin büyük ekseriyeti müslüman olduğu halde, bir baskı rejimi var.

Cezayir'i görüyorsunuz; her gün büyük rakamlarla birileri öldürülüyor. Bizim kaynaklarımız ve bazı batılı kaynaklar, İngiliz kaynakları vs. bunları Fransız yanlısı hükümet güçlerinin yaptığını söylüyor. Fakat yahudi yanlısı, İslâm düşmanı bazı kaynaklar da, bunları kökten dincilerin yaptığını söylüyorlar ve her seferinde kadınları ve çocukları keserek öldürüyorlar diye bir korkunç sahne göz önüne sererek öyle anlatıyorlar.

Halbuki hükümetin yaptığı, halkı sindirmek için Fransa'nın yaptığı biliniyor. Fransa'nın eski sömürgesi olan Cezayir'deki emellerini devam ettirmek için, zâhiren bir hürriyet, istiklâl verdiler Cezayir'e ama, bâtınen, işin perde arkasında bırakmadıkları için, ordaki gelişmeyi, istiklâli engellemek için yaptığını söylüyorlar. İşin aslı da böyle...

Ama sonuç nedir?.. Cezayir'de hürriyet yoktur. Burda belki sizin tanıdığınız kimseler de vardır, benim Amerika'dan tanıdığım insanlar var; melek gibi insanlar, bilgili insanlar, mühendis, ahlâklı, namazında, niyazında; ama Cezayir'e gidemiyor, korkuyor.

Cezâyir öyle, Tunus öyle... Libya bir başka türlü hürriyetsizlik içinde... Mısır öyledir. Mısır'da da sokaklarda insan avlanıyor deniliyor. Şu kadar insan öldü, bu kadar insan öldü diye söyleniyor.

Biz seyahat etmek maksadıyla bir gezi tertip edip, ehramları görelim, Firavunların kalıntılarını görelim diye Mısır'a gittiğimiz zaman, Kahire havalanında bize özel zorluklar çıkarttılar. Biz de açıkça konuştuk, "Bu zorluklar niye yapılıyor?" filân diye. Çekiniyorlar bizden... Mısır idaresi sakallıyız diye bizden çekiniyor, müslümanlardan çekiniyor.

Hakîkaten Kahire'de gezerken gördük, Kahire'de Mısırlı Kıptî hristiyanlar var. Kiptî kilisesinin önüne kum torbaları konulmuş, makinalı tüfekler yerleştirilmiş. Yâni bir hücum olabilir diye, her an askerî bir savunma hazırlığı içinde...

Biz Kahire'de gezerken, parmaklıklı arabalarla bir yerden bir yere nakledilen veya mahkemeye götürülen sanıkları gördük. "Allàhu ekber!.. Lâ ilâhe illallah!.." filân diye mahkûmlar bağırıyorlardı ama, parmaklıkların arkasında götürülüyorlardı. Yâni Mısır'da da rahat değil müslümanlar...

Daha başka İslâm ülkelerini sayabiliriz. Şu batıda sizin tanıdığınız, yaşadığınız hristiyan bir ülkedeki şu rahatlık, burada yaşanan şu serbest hava, maalesef İslâm ülkelerinde yok!..

Sakallısınız, bu vaziyette çalışabiliyorsunuz, sakalınızı kestirmiyorlar. Namaz kılıyorsunuz, camileriniz var, paranız varsa Kur'an kursu açıyorsunuz. Hanımlar başörtülü, hattâ çarşaflı... Erkekler şalvarlı, hattâ sarıklı... Misâli var aramızda kardeşlerimizden; sarığıyla, cübbesiyle geziyor arkadaşımız. Türkiye'de bunu yakalıyorlar, içeri atıyorlar. Ama burda atmıyorlar.

Şöyle bir zihniyet var, meselâ burada; "Canım ben müslümanım, müslümanlığın gereğini yapabilirim. Bu benim kanûnî hakkım!" diyebiliyorsunuz, kanunî hakkınızdan bahsedebiliyorsunuz. Ama İslâm ülkelerinde bunu yapamıyorsunuz.

Hattâ biz Cidde'de yatsı namazını kıldık. Güzel bir Cidde gecesinde, ılık bir gecede, yıldızların altında, camiden sonra arkadaşlarla konuşuyoruz. Sekiz on arkadaş, cemaat sonrası kapının önünde konuşuyoruz.

Karşıda köşebaşından bir polisiye jeep göründü. Hemen içimizden birkaç uyanık arkadaş, "Selâmün aleyküm!" dediler gittiler. Sohbet sıcakken, yarıdayken, çok tatlıyken gitti arkadaşlar... Biz anlayamadık. Biraz sonra jeep geldi:

"--Neden toplandınız burda?.."

Biz de bu bizim hakkımız diye dik konuşuyoruz:

"--Arkadaşlarla sohbet ediyoruz." dedik.

"--Niye sohbet ediyorsunuz?"

"--Camiden çıktık, muhabbet ediyoruz, yârenlik ediyoruz, birbirimize hal hatır soruyoruz."

"--Siz kimsiniz?.."

"--Biz hacca, umreye gelmiş kimseleriz."

"--Toplanamazsınız, dağılın!" dediler.

Dünyanın başka bir yerinde yoktur bu ve böyle bir şeye tahammül edilemez. Yâni caminin önünde sohbet edemeyeceğim ben, birisi gelecek bana, dağılın diyecek... "Ben bu arkadaşı seviyorum, ben bununla konuşacağım!" diyemiyorsun. Neden?.. Hürriyet yok...

--İslâm var, Lâ ilâhe illallah bayrağı var...

Var ama, hürriyet yok!.. İslâm belli bir çizgiye kadar var, o kadar.

Demek ki, İslâm ülkeleri maalesef büyük baskılar altında... Bu baskılar da kendi içlerinden çıkmış insanların laflarıyla, davranışlarıyla görülüyor. Ama ben onları bu işi üreten insanlar olarak görmüyorum. Bu işi üreten başkaları, onları destekliyor arkasında ve hürriyet yok...

Sonuç itibariyle İslâm ülkelerinin birisinde hürriyet vardı, Türkiye'de... Bir Türkiye'de millet istediğini seçiyordu, istediği gibi hareket ediyordu; "Kanunlar bana bu hakkı vermiş, bu benim kànûnî hakkım!" denilebiliyordu. Şimdi o da tehlikeye girdi. Hattâ birtakım şirketler gericileri destekleyen, besleyen şirketler olarak kara listeye alındı ve ilân edildi. Müsiad, "Biz bunları dâvâ edeceğiz!" deyince, asker çıktı öne, "Bunları biz söyledik!" dedi, brifingler verildi. Hatırlayın eski günleri... Şirket bunlar.

Mesut Yılmaz, Almanya'ya geldiği zaman, "Kökten dincilerin mâlî kaynaklarını kurutun! Türkiye'de tehlike hâlâ geçmemiştir, onlara fırsat vermeyin!" diye Alman hükümetinden yardım istedi. Bu kadar densiz, bu kadar hayret edilecek, bu kadar kendi milletine karşı başkasından baskı isteyecek kadar bir acaib zihniyet... Görülmemiş bir şey... Hayret ediyorum, hayretlerim bitmiyor. Beş aydır, bir senedir hayretteyim, hayretlerim düzelmiyor. Düzelmek bilmeyen şaşkınlık ve hayretler içindeyim. Yâni akıl almaz işler...

Biraz da soruyorum: "Acaba ben hayal mı görüyorum, rüya da mı yaşıyorum? Uyanacağım da bunların hepsinin kâbus olduğu mu anlaşılacak?" filân diyorum. Ama değil...

Şimdi tabii Türkiye'de çalışmalar devam edecek. Müslümanlar haklarını savunacak, bu kuru gürültülere pabuç bırakmayacaklar. "Bu benim anayasal hakkım!" diyecekler, "Kimse karışamaz benim camime, benim diyanetime, benim imam-hatip okuluma!.." diyecekler. Bu tabii siyasetle ilgili bir şey, hükümetle ilgili bir şey... Siyaset değişikliği olacak, hükümet değişikliği olacak. Devam edecek bu mücadele...

Olur veya olmaz. Türkiye insan hakları bakımından iyi bir ülke değil... Maalesef pek çok sıkıntıları olan bir ülke durumundayız.

e. Avrupa'da Müslümanlar

Bizim Almanya'da ve Avrupa'da milyonlarca kardeşimiz var. Geçim sebebiyle buralara gelmişler, yerleşmişler. Seneler geçivermiş, yirmi senedir, otuz senedir burda olan kardeşlerimiz var. İçimizde var... Yıllar geçivermiş, buraya yerleşmişler. İş tutmuşlar, çocukları burda yetişmiş. Türkiye'ye gitmişler, orda da bir ev almışlar filân ama, bakmışlar ki Türkiye'deki şartlar kalınacak gibi değil, çocukları da burayı istiyor; burayla ilgi kopmayacak.

Burada kardeşlerimiz var, hemşehrilerimiz var, dostlarımız var, dindaşlarımız var... Fransa'da var, Hollanda'da var, Belçika'da var, İsveç'te var, Danimarka'da var, Avusturya'da var, İsviçre'de var... Her yerde var.

Ben bu gezimde Almanya'da beş ay gezdim, hayretler içinde kaldım. Hiç ummadığım bir ücrâ kasabada, artık burda Türkler olmaz dediğim yerlerde, bu sözü söyledikten biraz sonra başörtülü birisini gördük, "İşte bu Türk!" dedik. Sakallı şalvarlı birisini gördük, "İşte bu Türk!" dedik. Birisine yanaştık, sorduk:

"--Burda cami var mı?"

"--Var!" dediler, gittik camisini gördük.

Almanya'nın her şehrine girdik. Belki aşağı insek, soruştursak, belki buranın yakınında da cuma namazı kılınan bir yer vardır.

Amerika'da da böyle... Amerika'ya bizim ilk giden ihvanımız, bir mühendis kardeşimiz, orada yirmi yıldır, otuz yıldır bulunan kardeşimiz diyor ki:

"--Ben cuma namazı kılmak için, üçyüz kilometre uzaktaki bir yere giderdim." Cumayı kaçırmamak için şehirler arası bir yolculuk yapıyor. "Şimdi her şehirde üç-beş tane cami var!" diyor.

Almanya'da böyle oldu, Amerika'da da böyle olacak, dünyanın başka yerlerinde de böyle olacak... Bakacaksınız Meksika'ya gideceksiniz, müslüman göreceksiniz. Güney Amerika'ya, Brezilya'ya gideceksiniz, müslüman göreceksiniz. Bu böyle olacak.

f. Asıl Vazifemiz İslâm'a Hizmet

Şimdi bize de, Almanya'da bulunan kardeşlerimize de, bu yeni durumlar dolayısıyla büyük görevler düşüyor. Biz ve sizler, bütün müslümanlar, İslâm'ı korumakla ve yaymakla görevliyiz. Allah vermiştir bu vazifeyi, Kur'an-ı Kerim ifade etmiştir. Hepimizin hayattaki asıl çalışması, asıl amacı, asıl gayesi Allah'ın dinine hizmet etmektir, Allah'ın dinini yaymağa çalışmaktır, Allah'ın dinini korumağa çalışmaktır. Öteki işlerimizin hepsi yan çalışma olarak kalır, hobi olarak kalır.

--Sen nesin?..

--Mühendisim.

--Mühendislik hobisi seninkisi...

--Sen nesin?..

--Doktor...

--Haa, demek ki sen boş zamanlarında doktorlukla uğraşıyorsun.

--Sen nesin?..

--Tüccar...

--Haa, demek ki sen yan dal olarak kendine ticareti seçmişsin.

Yan olmayan asıl dal ne?.. Asıl dal İslâm'a hizmet etmektir. Bütün müslümanların asıl vazifesi İslâm'a hizmet etmektir. Hepimiz sahabe gibi olmak zorundayız. Sahabe gibi deyince, anlaşılıyor zâten. Sahabenin hayatının nasıl geçtiği ortada...

Sahabe ziraatinin, çiftinin, sabanının peşine düşüp, ömrünü öyle geçirmemiş. Sahabe diyar-ı gurbetlerde ömrünü geçirmiş. Her birinin türbesi, dünyanın ulaşabildiği bir yerinde... Orta Asya'da veya Kuzey Afrika'da veya Türkiye'de, İstanbul'da ve sâirede...

Onun için, biz bu vazifeyi yükleneceğiz, aslî vazifemizi ihmal etmeyeceğiz. Aslî vazifemiz olan İslâm'a hizmeti yükleneceğiz. Yan vazifemiz olan doktorluktan, mühendislikten, ziraattan, ticaretten ihtiyaçlarımızı karşılayacağız; asıl vazifemiz olan İslâm'a hizmeti götüreceğiz. Hepimizin asıl vazifesi o...

Şimdi burada, bizim çalışmalarımızla kazanacağımız insanları tabakalara ayırabiliriz. Bizden ders almış olan ihvânımız, bizim ahiret kardeşimiz olmuş, bize bağlı... İlkönce bunları tanımamız lâzım!

Dün biz bir camiye gittik, cuma namazı kılmağa... Tanımadığımız bir camiye gittik, ilk defa gittik. Bir sade vatandaş olarak, cemaat olarak camiye girdik, oturduk. Namaz bitti, sonradan gelmiş olan birisi ayağa kalktı. "Ey cemaat-i müslimîn, aramızda şöyle böyle --bir sürü iltifatlı, öğücü sözler söyledi-- hocamız var! Ben geç gördüm onu..." dedi.

Hakîkaten geç gelmişti camiye, tam böyle hutbeye çıkacağı zaman gözgöze gelmiştik. Ağlıyor; bir sarıldı, kemiklerimi kıracaktı. Niye söylüyorum bunları?.. Samimiyetini anlatmak için söylüyorum. Ağlıyor adam... Bir bu tarafıma sarıldı, bir o tarafıma sarıldı, tekrar bu tarafıma sarıldı.

Bu şunu gösteriyor: İhvanımız var burda... Bizi gördüğümüz zaman ağlayan, bizi de ağlatan ihvânımız var. Kardeş, ahiret kardeşi... Ahiret yolunda kardeşimiz var. Onları tanımamız lâzım!..

Bizi oraya götüren, ordaki arkadaşlarımıza döndüm ben:

"--Hani siz bu şehirde iki kişiyiz, başka kimse yok diyordunuz?.. Bak bu bizim ihvânımızmış! Adresini aldık, ismini aldık." dedim.

"--Tamam hocam, o ihvanımız..." dedi.

İrtibat yok... Sonra kalktık, eve geldik.

"--Hocam, o camide dört tane ihvanımız vardı." dedi.

Benim sıradan girdiğim bir camide dört tane ihvanımız varmış, çok sevindim. Onların adreslerini alın dedim.

Bir müslümanın yaşam ortamı olması lâzım! Bakın biz burda bir ortam meydana getirdik. Nedir bu ortam?.. Yeşilliklerin arasında, vadinin tepesinden çamları seyrederek oturulan, kendi evimizden daha güzel bir ferahlığa sahib bir yer tuttuk. Bu bir ortamdır. Bir çevre hazırladık biz burda kendimize, kırk kişi burda iki üç gün rahat edeceğiz. Bu bir ortamdır.

Müslümanın ortamının olması lâzım!.. Ortam İslâm için çok önemli bir şey... Ortam olmazsa, balığın ortamı olmazsa, balık yaşayamaz. Balık sudan çıktı mı, çırpınır çırpınır ölür. Çiçeğin ortamı olmazsa, toprağı olmazsa, çiçek kurur. Kökleri ortamından, toprağından sökülmüş olan çiçek ölür. İnsan da ortamıyla yaşıyor.

Meseleyi sadece cami olarak görmüyorum ben. Namaz, bizim günlük faaliyetimizin ne kadarını alır?.. Çok az bir kısmını alır. Namazların hepsini toplasak, günümüzün yiirmidörtte birini, yüzde üç, yüzde dördünü alır. Asıl müslümanın ortamı olması lâzım, cemaati olması lâzım!..

Benim babam --Allah uzun ömür versin, geçmişlerimize de rahmet eylesin-- her akşam tekkeye giderdi. Her akşam işinden gelirdi, akşam yemeğini beraber yerdik. Yemekten sonra Abdül'aziz Hocaefendi Hazretleri'nin tekkesine giderdi. Her akşam sohbet, her akşam zikir...

Bizi de belirli zamanlarda götürürdü. Her sabah namazını tekkede kılardı. Bu bir ortam... Her akşam bazı insanlarla beraber olmak... Çok insanlarla biz aynı sofrada yemek yedik, aynı kâseye kaşık salladık. Çok samîmî arkadaşlarımız... Bunların bir kısmı bakan oldu, bir kısmı başbakan oldu, çok yüksek mevkîlere çıktılar. Aynı sofrada oturduk, aynı safta namaz kıldık, aynı grup içinde gezmeler yaptık ve Türkiye bir olay olduk biz... Hocamız'ın son görev yaptığı camiden dolayı bize İskenderpaşa Cemaati diyorlar. Ama biz Türkiye'de tarihe geçen bir grup olduk. Tarih yazacak bunu...

İskenderpaşa grubu diyecek, onlar şöyle yaptı, böyle yaptı diyecek. Faaliyetlerimizden bahsedecek, yetiştirdiğimiz insanlardan bahsedecek. Bizim tekkemiz reisicumhur yetiştirdi, başbakan yetiştirdi. Bu herkese nasib olmuş bir şey değildir. Bu bir ortamdan çıkıyor. Yâni bir muhit olacak, bir ortam olacak, bir muhabbetli çatı olacak, bir yuva olacak.

Onun için, ilk işimiz burdaki kardeşlerimizle bulunduğumuz yerlerde muhabbetli bir yuva kurmamızdır. Bu cami değildir, camiden daha geniş bir şeydir, tekkedir. Şimdi Berlin'deki kardeşlerimiz bir daire tutmuşlar, dayamışlar, döşemişler... Münihteki kardeşlerimiz iki daire tutmuşlar, dayamışlar, döşemişler. Hanımlar belli zamanlarda toplanıyorlar... Bu bir yuvacıktır. Bu işin daha geniş çapta olması lâzım, daha ciddî olması lâzım, daha güzel olması lâzım, daha etkili çalışması lâzım!..

Ama böyle bir yuva, büyük bir gelişmenin başlangıcıdır. Önce yuva olacak, ondan sonra büyük gelişme olacak.

İngiltere'deki kardeşlerimizin görünen bir çalışması yoktu. İngiltere'nin bir şehrindeki kardeşlerimiz, ihvânımız, ahiret kardeşlerimiz, oraya doktora yapmak için Türkiye'den gitmiş olan kardeşlerimiz çalıştılar; ilk adım olarak bahçeli, iki katlı bir villa tuttular. Bahçeli iki katlı villa, şimdi onlara üç dönüm bir arazi üzerinde bir okul kazandırdı. İhaleye girmişler, kazanmışlar. Yâni önce bir yuvacık, sonra bir müessese...

Okul çok büyük bir gelişme demektir. Çünkü okuldan çok büyük hayırlar hasıl olur.

g. Önce Cami

Dün içinizdeki bir kardeşimiz anlattı. Buraya ilkönce işçi kardeşlerimiz gelmişler. Tabii namaz kılacaklar, bir müslümanın beş vakit namaz kılması lâzım!.. Önce namaz kılacakları yerleri hazırlamışlar çalıştıkları yerlerde... İlk iş o... Bir grup müslümanın ilk yapacağımız iş camidir. Bizim de burda ilk yaptığımız iş ne oldu?.. Gelir gelmez odaya eşyaları bıraktık, aşağıya indik, ne yaptık?.. Namazımız geçiyordu, namaz kıldık. Nasıl kıldık?.. Buranın diskoteğini müslüman ettik, mescid oldu. Ondan sonra battaniyeleri serdik, yatsı namazını kıldık. Önce cami...

Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'ye geldi, önce cami yaptı. Peygamber Efendimiz'in camisi bizim şimdiki 20. Yüzyıl'ın camileri gibi çalışmıyordu. Peygamber Efendimiz'in camisini kimse anlayamıyor... Peygamber Efendimiz'in camisi sıcak bir yuva idi, yatanlar vardı. Ashab-i suffe camide yatıyordu. Peygamber Efendimiz'in mescidi mektepti. Orda sabah akşam İslâmî ilimler öğretiliyordu.

Peygamber Efendimiz'in mescidi Peygamber Efendimiz'in evi idi. Peygamber Efendimiz kapısını açtı mı, adımını mescide atardı. Demek ki ikàmetgâh idi. Peygamber Efendimiz'in mescidi 6devlet dairesi idi, Peygamber Efendimiz elçileri bile orda kabul etti.

Onun için, şimdiki camilere ben acıyorum. Bir kubbe, iki minare, bir kapı, üzerinde kocaman bir kilit... Müezzin efendinin keyfine kalmış olan bir kullanım... Müezzin efendi gelecek diye cemaat bekler sabahleyin... Aşık cemaat erken kalkar, gelir, kapının önünde bekler. Müezzin efendi kapıyı açar, namaz kılınır. Sen işraka kadar beklemek istersin, müezzin efendinin gözüne bakarsın. Müezzin anahtarı eline alır, "Tık... Tık... Tık..." elektrikleri kapatır. Bu ne demektir?.. "Arkadaşım hazırlan, lütfen ibadethaneyi kısa zamanda terk et!" demektir. Ondan sonra sen de kalkarsın, gidersin. O da kapıyı çekir, iki defa kilidi çevirir. Tangırt, tungurt, tamam...

Böyle cami olmaz, böyle yuva olmaz. böyle işlev, böyle görev olmaz. Bu, Peygamber Efendimiz'in mescidinde görülmüş bir şey değildir. Camilerin kapatılması bid'attir. Cami kilitlenmez!

--Efendim eşyalar çalınıyor.

Eşya koyma, cami açık kalsın, razıyım. Halı bile koyma!.. Ben toprağın üzerinde namaz kılmağa razıyım, ama benim yuvamı kapatma!.. Muhabbet yerini engelleme!..

Biz her şeyi yitirmişiz. Ben dün cuma namazı kıldım, baktım, her şey taklit... Nerde altın, nerde plastiğin üstüne sürülmüş yaldız boya... Cuma namazı kıldım, acıdım kendi kendimize... İslâm cemaatine, İslâm toplumuna acıdım. Anlamları yitirmiş, yaptığı işin kökenini, sebebini bilmeden yapıyor, takliden yapıyor. Her şeyi unutmuş. Acıdım ben dünkü cuma namazımıza... Zâhiri kurtardık, zâhirde cuma namazını kıldık.

--Cumayı kıldın mı, edâ ettin mi?..

--Elhamdü lillâh, cumayı kıldık.

Ama acıdım. Cemaat cumanın anlamını yitirmiş. Hoca efendi hutbeye çıktı... Hoca da hoca filân değil de, hoca yokmuş da, onun yerine hocalık yapan bir işçi kardeş... Hafız diyorlar ama, kıraatinden de hafız olduğunu sanmıyorum. "Hutbeyi kısa keseceğim!" dedi. Hutbe kısa kesmek için değil. O kadar insan camiye gelmiş. O kadar insanı sen camiye çağır; ondan sonra küçüklükten ezberlediğin ayetleri, hadisleri oku.... Vır vır vır, vır vır vır... Otur, kalk, ondan sonra git...

Hutbe anlamını yitirmiş. Caminin cıvıl cıvıl olması lâzım, cemaatin pırıl pırıl olması lâzım! Canlı olması lâzım, heyecanlı olması lâzım!.. Her şey kaybolmuş.

h. Evlâtlarınızı Müslüman Yetiştirin!

Önce cemaatimizi, ahiret kardeşlerimizi bulacağız, onlarla tanışacağız. Bu toplantıyı tertib eden kardeşlerimiz bir çalışma yapmışlar; ikiyüz, üçyüz, dörtyüz isim... Bizim Almanya'daki kardeşlerimiz yüzbinlerden fazladır. Ben hiç tanımadığım bir camiye gidiyorum, Almanya'nın bir şehrinin bir kenar mahallesinde bir camiye gidiyorum, dört tane ihvanımız çıkıyor. Böyle kıyaslayacaksın!

İhvânımız çok, önce ihvan ile irtibat kurulacak. Bu birinci tabaka... Çünkü ihvan, ahiret kardeşi demek... Bir insan ahiret yolunda bir kardeş edinirse, Allah onun cenneteki derecesi artıyor. Bizim ihvanımızın sayısal çokluğu ile, cennetteki derecemiz arasında irtibat var. Önce ihvanımızla irtibat kuracağız.

Sonra, Türkiye'den gelmiş müslüman kardeşlerimizle irtibatlaşacağız. Çünkü onlar burda ayrı bir ortamda yaşıyorlar ve eriyorlar. Dondurmanın eridiği gibi eriyorlar. Benzinin ağzı açık olan kapta uçtuğu gibi, uçuyorlar. Kendisi bozulmazsa, çocuğu bozuluyor. Çocuğu bozulmazsa, torunu bozuluyor. Onlarla ilgilenmemiz lâzım!

Nasıl bozuluyor?.. Almanlaşıyor, hristiyanlaşıyor, dinden uzaklaşıyor, edepten, ahlâktan uzaklaşıyor... Tesettürden uzaklaşıyor, namus telâkkîleri değişiyor...

Dün akşam ben bir odadan bir odaya giderken koridorlarda afalladım. Burda kalan insanların giyimlerinden, kıyafetlerinden afalladım. İslâm çok büyük nimet, muhterem kardeşlerim!.. Biz bunlara benzersek mahvoluruz; evlâtlarımız, torunlarımız cehenneme odun olur. Biz evlâtlarımızı, torunlarımızı korumalıyız. Evlâtlarımız bizim gibi olmalı, bizden iyi olmalı, bizden daha dindar olmalı, daha sofu olmalı!..

Onu sağlayamıyorsak, sağlayamamamızın vebali vardır, sorumluluğu vardır, cezası vardır. Onu sağlamakla görevliyiz, paralarımızı o yola sarfetmekle görevliyiz. Çocuğumuzu iyi yetiştirmek için elimizden geleni yapmamız lâzım!..

Nasıl olmalı?.. Siz --Allah gecinden versin-- öldüğünüz zaman, ahirete göçtüğünüz zaman kabirde size sevap göndermeli! Kemiklerinizi sızlatmamalı!..

"--Aferin be benim oğlana, aferin be benim kıza!.. Bak hatim indirdi sevabını gönderdi... Bak nasıl namazını, niyazını kılıyor, her namazın arkasından bak nasıl dua ediyor... Bar Ramazanı ne güzel geçirdi. Bak ne güzel haccını yaptı, hacda da benim için ne kadar güzel dua etti..."

Evlâdınızın böyle olması lâzım, kemiklerinizi sızlatmaması lâzım!..

"--Yazıklar olsun şu evlâda, bak yine meyhaneye gitti!.. Yine içti, yine edepsizlik yaptı, yine kumar oynadı... Yine Almanlarla şöyle yaptı, böyle yaptı... Yine metres tuttu... Yine bilmem ne yaptı."

Evlâdınızın böyle olmaması lâzım, evlâdınızı müslüman yetiştirmeniz lâzım!..

i. Almanları da Biz Kurtaracağız

Burada insanlar bunalım içinde... Ben Almanları bunalımda görüyorum. Bakıyorum, davranışlarını ölçüyorum. Ben altmışında bir insanım, insanları sakin gözle inceleyebiliyorum Bunalımda bunlar, dengeli değil... O halde müslümanları da kurtaracağız, ondan sonra Almanları da kurtaracağız.

--Efendim, Almanlar çok katı katolik...

--Çok iyi...

--Neden?..

--Bir şeye sımsıkı sarılmasını bilen, demek ki vefalı... Sımsıkı sarılan insan, sonunda hak yolu öğrenirse hak yola da sımsıkı sarılabilir.

Onun için eski şeyhlerden birisine birisi gelmiş, ona mürid olmak istemiş. Demiş ki:

"--Efendim, ben sizin terbiyenize girmek istiyorum, dervişiniz olmak istiyorum. Beni dervişliğe kabul eder misiniz?"

Şeyh efendi sormuş:

"--Evlâdım, sen yemeklerden hangisini en çok seversin?.."

Adam şöyle dudak bükmüş;

"--Farketmez efendim, hangisi olsa olur."

"--Yâ evlâdım, kimisi cızbız köfte sever, kimisi tatlı sever, kaymaklı kadayıf sever..."

"--Farketmez efendim!"

"--Çiçeklerden hangisini seversin?.."

"--Farketmez efendim!"

"--Pekiyi, renklerden hangisini seversin?.."

"--Farketmez efendim, önemli değil efendim... Hepsi olabilir efendim!"

Şeyh efendi buna kızmış.

"--Git, bir şeyi sevmeyi öğren, öyle gel!" demiş. "Sevmeyi öğren de, ben de senin o sevgini Cenâb-ı Mevlâ'yı sevmeye döndüreyim! Sen sevmeyi bilmiyorsun daha..." demiş.

Meselâ, "Bayılırım çiğ köfteye..." diyeceksin. "Renklerden yeşilin hayranıyım!" diyeceksin. "Çiçeklerden en çok sümbülü severim!" diyeceksin, bir şey söyleyeceksin... Sevme bir kabiliyet... "Tamam onların hepsini yaratan Allah'ı sev!" dediği zaman, o sevgi bir güzel mecraya girecek; o zaman Allah'ı sevecek, iyi derviş olacak.

Yunus'u görmüyor musun? Ne mübarek adam, ne kadar aşık-ı sâdık!.. Bize ne diyor bak:

Yunus öldü diye selâ verilir,
Ölen hayvan imiş aşıklar ölmez!

"Ölmem, kim demiş bana öldü diye?.." diyor. "Kim selâ veriyor bana? Aşıklar ölmez!" diyor. Öteki dervişler de öyle, öteki şeyhler de öyle...

Ey Allah'ım beni senden ayırma,
Beni senin cemâlinden ayırma!..

Balığın cânı su içre dirilir,
İlâhî balığı gölden ayırma!..

Seni sevmek benim dîn ü imânım,
İlâhî dîn ü imandan ayırma!..

Balığın suda yaşadığı gibi, sevgide yaşadığını anlatıyor. Onun için, bu Almanlara da tebliğ vazifemiz, irşad vazifemiz var. "Kardeşim yolun yanlış senin, ne yapıyorsun sen?.. Babana arkadaşın gibi hitab ediyorsun, anana sevgi duymuyorsun, kardeşlerine karşı vefân yok! Bir takım duyguları öğrenememişsin sen, hayvan gibi yaşıyorsun! Ha hayvan, ha sen... Onun yaptığı gibi yapıyorsun. İnsanların hali başkadır. İnsan-ı kâmil olmak lâzım!

Anlıyorlar, anlıyan anlıyor. Şimdi bu Almanlardan derviş olanlar var, Mevlevî olanlar var... Beş tarikattan icazet almış birisi... Bir arkadaşım öyle söyledi:

"--Hocam, falancayı tanıdın mı?.."

"--Tanımadım." dedim.

"--Beş tarikattan icazetli..." dedi.

Beş tarikata gitmiş, şeyhlerle tanışmış, konuşmuş, gönüllerini etmiş, icazeti almış. Ben herkese kolay icazet vermem ama, o şeyhlerden almış o... Ötekiler de vermişler. Belki biraz teşvik olsun diye vermişlerdir, bilmiyoruz.

Sonuç itibarıyla onlar da Allah'ın kulu, onlar da bizim muhatabımız.

Sahabe-i kiram Almanya'ya gelseydi, bunlardan bazısına öyle şeyler söylerlerdi ki, bir şeyler olurdu. Ama bu sözle olmuyor. Yâni, "Bizim dinimiz güzeldir, sen bizim dinimize gel!" demekle olmuyor. Neyle oluyor?.. Güzelliği senin kendi üzerinde görüp, hayran olması lâzım!.. Öyle oluyor etkilenme...

Ne demiş Almanın birisi:

"--Yâhu, bu Türklerin samimiyetine bayılıyorum, ne muhabbet var aralarında, şunlara bak!" diyormuş. "Almanlar arasında böyle bir şey yok, kardeşlik yok, soğukluk var. Bu Türklerin muhabbetine hayranım! Birbirleriyle olan sevgilerine, bağlılıklarına, muhabbetlerine; düğünde, bayramda, sevinçli günde, kederli günde toplanmalarına, birbirlerine ikramlarına, fedâkârlıklarına hayranım!" demiş.

Aralarına girmiş bizim arkadaşların. Neden?..

"--Seviyorum, bunlar muhabbetli insanlar... Bizim usülde dairende ölürsün, gelir memurlar kaldırır; muhabbet yok!.." demiş.

Bizde muhabbet var, anlıyorlar. Mevlânâ'yı okuyorlar, anlıyorlar, seviyorlar; müslüman olanları var. Ama bizim güzel örnek olmamız lâzım! Bir de yuva hazırlamamız lâzım ki, o yuvaya koşsunlar.

j. Sıcak Yuvalar Kuralım!

Danimarka'daki müslümanlarla, müslüman olmuş Danimarkalılarla konuştum ben...

"--Nasılsınız, sıkıntınız ne, ihtiyacınız ne, bizim size bir yardımımız olabilir mi?" dedim.

"--Hocam biz müslüman olduk, eski toplumumuzla bağları kopardık. Onlar bize, 'Niye dinimizi bıraktınız?' diye kızıyorlar, taassub gösteriyorlar. Onlardan koptuk ama, İslâm toplumu bizi kucaklayamıyor. Biz iki arada kalıyoruz." dediler.

Çünkü İslâm toplumunun yuvası yok, sıcak kucağı yok... Yâni yeni gelen insanın sıcak bir yuva bulmadığı bir ortamda, İslâm gelişmez. Neden?.. Adam hesap yapacak: "Falanca müslüman oldu, yapayalnız yaşadı, çok perişan öldü. Ailesi düşmanca tavır takındı, öbür taraftan da ilgi olmadı, ne perişanlık çekti." diyecek meselâ... Halbuki sıcak yuva bulsa, durum çok daha farklı olacak.

Peygamber Efendimiz'in zamanında bir müşrik imana geldiği zaman, nasıl sahabenin arasına giriyordu? Nasıl bir sıcak ilgi görüyordu, nasıl onlardan biri olabiliyordu?.. Bu çok önemli... Sıcak yuva, sıcak çevre, sevimli güzel bir çevre... Bunu kurmağa çalışacaksınız.

Yâni camiden ziyade sohbethane, lokal gibi bir yer olacak. Alman müslüman olacak, Alman da gelecek; o da zevk alacak, o da memnun olacak... Sonuç itibarıyla, o zaman yol açılmış olacak. Yâni ordan bu tarafa doğru akım tıkanmamış olacak, kolaylaşmış olacak, gelmesi mümkün olacak.

Aksi takdirde akım tıkanıyor. Otobanda giderken bir kaza olduğu zaman, yol tıkanıyor. Bütün üç şeritli yol duruyor. Neden bunlar müslüman olmuyor?.. Tıkanıklık var... Önü açılmadığı için, akım sağlanmadığı için olmuyor. Ortamı hazırlamadan bunları İslâm'a çağırsan, olmaz. Sevecek, görecek.

Pakistanlıların -- Cemâat-i Tebliğ'in-- güzel bir usûlü var: Bir yere gidiyorlar, İslâm'ı anlatıyorlar. Ondan sonra diyorlar ki:

"--Aramıza katılmaz mısın?.. Sen de gel aramıza katıl!"

Katılıyor, onlarla beraber geziyor, onlarla beraber yiyor, içiyor, yatıyor, kalkıyor... İslâm'ı hayatın içinde öğreniyor. Katı mektepte değil, sıcak yuvada İslâm'ı öğreniyor. Onun için mutlaka sıcak yuva kurmağa gayret edeceksiniz.

Sıcak yuva olacak; çay olacak, sevgi olacak, ilâhi olacak, muhabbet olacak, sohbet olacak, tad olacak, lezzet olacak, bilgi olacak... Gelen insan memnun ayrılacak, gülerek ayrılacak.

Abdül'aziz Hocaefendimiz'in evine Nureddin Topçu gelmiş, konuşmuş. Nureddin Topçu, felsefe doçenti, Fransa'da tahsilini yapmış bir insan... Bir sürü sıkıntısı var, bir sürü sorusu var, bir sürü meselesi var. Hocaefendi'ye sormuş, gece sabaha kadar konuşmuşlar. Sabah çıkmışlar, yanındaki arkadaş anlatıyor: Kapının önünde yutkunmuş, mütebessim, çok memnun durumda...

"--Aklıma bir iki soru daha geldi, içeri girsem, onları da sorsam olmaz mı?" demiş.

Sen doçentsin, âdâb-ı muaşereti bilirsin. Ama tad alıyor, sohbetten tatlı ayrılıyor.

Toplantıdan tatlı ayrılmak önemli... Yeri sevmek, ayrılmak istememek, ayrıldığı zaman da aklının, canının orda kalması... İyi bir müslümanı nasıl tarif ediyor, evliyâullah büyüklerimiz; Peygamber Efendimiz'in hadisi şerifinde nasıl geçiyor.

(Ve racülün kalbühû muallakun bil-mescid izâ harace minhü hattâ yeûde ileyhi) "Kalbi mescide takılı kalmış, tekrar oraya dönünceye kadar aklı fikri mescidde..." diye bildiriliyor. Mescidin böyle sıcak olması lâzım! Topluluğumuzun böyle sıcak olması lâzım!..

Böyle teşkilâtı, yuvaları kurduktan sonra gelişme büyük olacak. Ondan sonra neler yapacağız?.. Ondan sonra İslâm'ın yayılması için, Allah'ın rızasının kazanılması için yapılacak çok güzel şeyler var, onları biliyoruz ama; önce muhabbet olacak, muhabbetli toplum olacak ki, onlarla beraber bu işler olsun!..

İslâmî araştırmalar merkezi kuracaksınız, İslâmî araştırmalar yapacaksınız, Almanca neşriyat yapacaksınız... vs. vs. Onların hepsini Türkiye'de yaptığımız için biliyoruz, burda da yapabiliriz inşaallah!.. Ama önce köprünün kurulması lâzım, aziz ve sevgili kardeşlerim!

Allah hepinizden razı olsun... İşte burada, bu toplantıda bu fikirleri müzakere eder, burdaki günlerde bu aşıyı alır, bu aşkı, şevki içinizde duyar ve bundan sonra elbirliği ile güzel gayeler için çalışmayı, beraberce devam ettiririz diye düşünüyorum.

Buradaki sayı azdır ama bu bir tohum gibidir, bu bir incir çekirdeği gibidir. Bakın burda şu kadarcık insan var... Toplumun tamamına göre bu bir incir çekirdeği gibidir ama incir çekirdeğinden kocaman bir incir ağacı oluyor. Yıllarca incir veriyor, binlerce incir veriyor. Sonra o incirlerden de sayısız tohum hàsıl oluyor, nice nice başka ağaçlar hàsıl oluyor. Bir şeye başlamak önemlidir.

Peygamber Efendimiz onüç sene Mekke-i Mükerreme'de çalıştı, şu kırk rakamını buldu. Biz daha ilk günden kırk rakamındayız. (Biraz latîfe olsun, hoşa gitsin, heves gelsin diye söylüyorum.) Ama onüç yılda kırk kişi çok düşündürücü bir rakam değil mi?.. Peygamber SAS Efendimiz gibi Allah'ın rasûlü, güzeller güzeli, insanların serveri bir mübârek insanın çalışmasından onüç yıl geçiyor, kırk kişi müslüman oluyor...

Onun için, bu toplantının hayırlı bir başlangıç olmasını temenni ediyorum, ümid ediyorum, seziyorum. İnşaallah Almanya'da, Avrupa'da ve Dünya çapında çok güzel hizmetler yapacağız. Türkiye'nin kalıpları ve şartları, iyi çalışma imkânları vermiyor, dar geliyor. İnşaallah çalışmaları buraya kaydırırız. Dünya çapında çalışmaları burdan yaparız diye düşünüyorum.

Allah hepinizden razı olsun...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

27. 09. 1997 - Creglinberg / ALMANYA