ZİKİR VE İLİM
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîn... Senedinâ ve mededinâ ve üsvetünel-haseneti muhammedinil-mustafâ, ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaînet-tayyibînet-tàhirîn... Emmâ ba'd:
Çok aziz ve kıymetli kardeşlerim! Bu sabah bayram sabahına benzedi. Bayramda böyle erken kalkılıyor, erkenden camiye geliniyor. Cemaat çok olunca, cami de seviniyor, o bakımdan da bir bayram gibi oluyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri ibadetlerimizi kabul eylesin... Cümlemizi, cümlenizi yolunda yürüyen, sırât-ı müstakîmde yürüyen, sebîlür-reşâd üzere olan, sevdiği razı olduğu işleri yapan, dünya ve ahiret saadetine eren kullarından eylesin... İşin aslı, esası, temeli, kökü, gàyesi, ucu, sonu bu...
Allah CC, şaşıran kardeşlerimize de doğru yolu göstersin... Üzerimizde sevmediği ne gibi hal ve huy ve sıfat ve fiil ve niyet varsa; evvelce işlediğimiz haramlardan, günahlardan birikmiş kirler varsa, onlardan bizi pâk eylesin... Bundan sonraki ömrümüzde o hataları işlemeden, o günahlara bulaşmadan, o haramlara yanaşmadan yaşamayı Allah cümlemize nasib eylesin...
Allah-u Teàlâ Hazretleri istiğfar eden, tevbe eden kullarını sever. Hatasını anlayıp pişman olan kullarının günahlarını afv ü mağfiret eder.
(Lâ kebîrete meal-istiğfâr) Tevbe ve istiğfar eylediği zaman günahı kalmaz insanın; silinir, temizlenir, pâk olur. Bu güzel bir şeydir, çok büyük bir müjdedir, çok büyük bir lütuftur ki; kul günah işliyor, suçlu, cezayı hak etmiş, amma Allah ceza vermiyor. Trafik polisi çevirmiş, elinde makbuz, kalem; amma cezayı yazmıyor.
Ayrıca affediyor, ayrıca seyyiatını da hasenâta tebdil ediyor:
(Yübeddilullàhu seyyiâtihim hasenât) "Seyyielerini de hasenâta döndürüyor." Her şeye kàdir...
Allah-u Teàlâ Hazretleri, kulunun tevbe etmesinden, doğru yola gelmesinden, hak yola girmesinden, sevdiği kul olmasından çok hoşnud olur, çok memnun olur. Bu hususta hadis-i şerifler var.
Onun için bizim halimize, durumumuza, meşrebimize, meslekimize en uygun olan, tevbe ve istiğfarı çok eylemektir. Sahifesinde tevbe ve istiğfar çok olan kimse felâh bulur, kurtulur. Onun için dâimâ hatalarımızı tefekkür ederek, günahlardan uzak durmağa çalışarak, tevbe ederek, Allah'ı zikrederek, Allah'a şükrederek yaşamağa gayret edelim.
a. Cami ve Cemaatin Önemi
Peygamber SAS Efendimiz, bizim üsve-i hasenemizdir, nümûne-i imtisâlimizdir. En yüksek insandır, en güzel nümûnedir. Herkes Peygamber SAS Efendimiz'e bakarak, nasıl iyi kul olması gerektiğini müşahhas olarak anlaması lâzım! Halini Peygamber SAS Efendimiz'e benzetmesi lâzım! Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine uygun hareket etmesi lâzım! Hayatını, Peygamber SAS Efendimiz'in hayat sürüş tarzında devam ettirmesi lâzım!..
Efendimiz SAS Hazretleri yatsı namazını camide kılmayı, sabah namazını camide kılmayı çok medhediyor. Yatsıyı sabahı camide kılan bir insan, gecesi gündüzü ibadetle geçmiş gibi mükâfat alır. Onun için, arabamıza atlayıp sabah namazına camiye gelmemiz lâzım!
Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki: "Bir yerde beş tane müslüman aile olur da, orada ezan okunmaz, ikàmet getirilmez, cemaatle namaz kılınmazsa, şeytan oraya hakim olur, saltanatını kurar, onları emri altına alır. Onların boynuna boyunduruğu geçirir, zinciri takar, şeytan onlara hakim olur."
Şeytandan nasıl kurtulunacak, şeytandan kurtulmanın ictimâî çaresi ne?.. İç çareler var, dış çareler var. İctimâî, yâni toplumsal çare camidir, ezan okumaktır, ikàmet getirmektir. Şeytan o zaman gider. O zaman şeytanın hükmü altına girmiyor insan...
Allah saklasın, bir ülkeye düşman hücum ediyor, istilâ ediyor. İstilâ ne demek? Geliyor, oraya hakim oluyor. "Benim sözüm geçer, siz benim hükmüm altındasınız, ben size hakimim! Hadi bakalım ayağa kalk, otur! Ellerini havaya kaldır! Uzat ellerini kelepçeleyeceğim!.." vs. Her şeyini alır götürür insanın, Allah saklasın... Mücadele edemezsin. İstilâya uğramış bir ülkenin durumu zor... Düşman oraya hakim olmuş demektir, zor bir şey.
Onun için düşmanın istilâsına uğramamak lâzım! Şeytanın istilâsına uğramamak lâzım!.. Şeytanın istilâsına uğramamanın yolu, beş aile bir araya geldi mi, ezan okumaktır, kàmet getirmektir, cemaatle namaz kılmaktır.
--Hocam, bunu biz şimdiye kadar pek duymadık, bunu sen mi icad ettin?..
--Hayır! Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor.
Şeytan hepimizin düşmanıdır:
(İnneş-şeytàne leküm adüvvün fettahizûhü adüvvâ) [Şeytan şüphesiz sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman tanıyın!]
(Elem a'hed ileyküm yâ benî âdeme en lâ ta'büdüş-şeytàn) "Haberiniz yok mu? Allah'la siz ahid yapmıştınız, şeytana tapmamak üzere anlaşma yapmıştınız; haberiniz yok mu?.." Yok... Kur'an okumayınca haberi olmaz insanın, çünkü doğmadan önce ne yaptığının farkında değil insanoğlu... Ahdetmişiz, ahd ü misak eylemişiz, şeytana tapmayacağımıza dair söz vermişiz.
(Ve eni'budûnî) Allah'a ibadet edeceğimize söz vermişiz. (hâzâ sırâtun müstakîm) "Sırat-ı müstakîm bu, doğru yol bu; Allah'a ibadet edin!"
--Hocam, Allah'a ibadet ediyoruz. İşte cami kurduk, namaz kılıyoruz, cuma günleri camiye gidiyoruz.. vs. Şeytana tapınmıyoruz. Yezîdîler varmış Mardin'de, Diyarbakır'da; onlar şeytana tapınıyorlarmış. Biz şeytana filân tapınmıyoruz.
O, o kadar kolay bir şey değil. Şeytan insanın içinden fıs fıs vesvese verir, gizli gizli insanı idare eder. Uzaktan komutalı oyuncak gibi oynatır insanı... Düğmelere basarak oynatır, farkına varmaz insan.
İçki içiyor musun?.. Bak, şeytan seni kullandı. Harama bakıyor musun?.. Bak, işte şeytan seni aldattı. Namaza kalkmadan yan gelip yatıyor musun?.. İşte bak, şeytan aldattı. Camiye gelmiyor musun?.. Bak, şeytanın sözünü dinledin yine, gördün mü?.. Oturup kalkıp, bağırıp çağırıp evde huzursuzluk çıkartıyor musun?.. Bak şeytan nasıl gülüyor! Karıyı, kocayı birbirine düşürdü, şimdi bak nasıl kıs kıs kenardan gülüyor.
Bir gün Peygamber SAS Efendimiz Ebûbekr-i Sıddîk RA ile beraber oturuyorlardı. Müşrikin birisi geldi, açtı ağzını yumdu gözünü, başladı münakaşa etmeğe, ağır sözler söylemeğe... Ebûbekr-i Sıddîk Peygamber Efendimiz'e bakıyor, Peygamber Efendimiz de öyle duruyor. Sustu bir müddet... Yâni, edepsize cevap vermektense sustu. O da lafı uzattı, uzattı; ithamları çoğaltı, çoğalttı. Söyledi, söyledi, söyledi... Ebûbekr-i Sıddîk da açtı ağzını, cevap vermeye başladı. Bize göre tabii, elbette o söyleyince, biz de cevap veririz. Yapmasaydı, ne yapalım deriz.
Cevap vermeğe kalkınca, Peygamber Efendimiz hemen ordan kalktı, yürüyüp gitmeğe başladı. Ebûbekr-i Sıddîk bir düşmana baktı, bir Peygamber Efendimiz'e baktı; koştu Peygamber Efendimiz'in arkasından... Dedi ki:
"--Anam babam, canım sana fedâ olsun ey Allah'ın Rasûlü, seni üzecek bir şey mi yaptım?.. Adam çok konuştu da, ona cevap vermek istiyordum. Seni üzecek, kıracak bir şey mi yaptım yâ Rasûlallah?" dedi.
Peygamber Efendimiz diyor ki:
"--Ey Ebûbekir, sen susarken bir melek o herife cevap veriyordu. Sen ağzını açtığın zaman melek ayrıldı, gitti, şeytan geldi. Şeytanın geldiği yerde ben duramayacağım için, ondan kalktım." dedi.
Melek bizim duymayacağımız bir şekilde edepsize nasıl cevap verir?.. Bilmeyiz. Herhalde edepsiz bir taraftan konuşur ama, bir taraftan melek ona cevap verince, içinden haksızlığını anlar herhalde... Böyle bir şey oluyordur belki... "Ben bunlara bağırıyorum, çağırıyorum ama, haksızım ben yâhu! Benim bu yaptığım da doğru değil." gibi içine bir takım duygular geliyordur. Meleğin cevabındandır o belki, biz onu anlayamıyoruz. Susmuş gibi oluyor da, belki öyle değil.
Şeytan araya geldiği zaman ne oluyor: İş inada biniyor. Artık akıl, mantık, muhakeme, gerçeklerin kubulü gibi durum kalmıyor, şeytan kızıştırıyor. Demek ki, şeytan böyle... Kavga edenleri kızıştıran, şeytan... İyi işleri yaptırmayan, şeytan... Kötü işleri tatlı gösterip, süsleyip, zinetlendirip, beğendirip, istetip yaptıran, yine şeytan... Demek ki bayağı bir faaliyeti var içimizde, dışımızda, çevremizde de biz farkında değiliz.
Neden?.. Görünmüyor.
(İnnehû yerâküm hüve ve kabîlühû min haysü lâ terevnehüm) "Siz onları görmediğiniz halde, o ve şeytanın ordusu olan öteki şeytanlar sizi görürler."
O zaman fena bir düşman... O zaman tehlikesi biraz daha büyüyor. Ben düşmanın karşıdan geldiğini, hangi yoldan geldiğini bilsem, tedbir alırım; siper kazarım, silah yerleştiririm, çare ararım. Vayyy, demek ki yanımda olacak da, ben görmeyeceğim... İşte şeytan çok tehlikeli bir düşman. Allah, "O sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman belleyin!" diye buyuruyor.
Dâimâ içimizden yükselen duyguları, sesleri, teklifleri, yapmak istediğimiz arzuları kontroldan geçirelim!
--Nerden çıktı bu, niye yapalım hocam bunu?..
Çünkü o arzuları sana şeytan pazarlıyor. Şeytan arzu ettirtiyor, şeytan teklif ediyor içinden... Meselâ:
--Canım öyle istiyor ki, gideyim, şu herifin suratına bir yumruk patlatayım!
Sen canım istiyor sanıyorsun, senin canın istemiyor, şeytan seni kışkırtıyor. Meselâ:
--Şurdaki elma ne kadar güzel yâ; uzanayım, koparayım, alayım! Bir tanecik elma ne olacak, sahibi de bir şey demez belki...
Demez olur mu, öyle şey olur mu, başkasının malı alınır mı?..
--Ama çok da güzelmiş, kırmızıymış, canım da istiyor da...
Canın istemiyor, dikkat et şeytan istiyor. Şeytan seni o elmayı kopartmaya kışkırtıyor.
Demek ki içimizdeki arzuların bir kısmının pazarlayıcısı, bize göndericisi, aklımıza getiricisi şeytanmış.
--Başka kısımları da mı var?..
Tabii, başka kısımları da var... Arzuların hepsi şeytandan değildir. Arzuların bir kısmı nefsindendir insanın... Bir de nefsi var insanın, nefs-i emmâre...
(İnnen-nefse leemmâretün bis-sûi illâ mâ rahime rabbî) Nefis insana kötülükleri çok emreder, az değil... Âmiretün bis-sûi demiyor, emmâretün bis-sûi diyor. Emmâre ne demek, çok emredici demek. Mübâlağa-i ism-i fâil sîgası. Çok emreder.
--O zaman bu da şeytan gibi bir düşman...
Tabii;
(A'dâ adüvvüke nefsükelletî beyne cenbeyke) En büyük düşmanın bu... Bunun büyüklüğü nerden geliyor?.. İşte bu da insana kötü şeyleri emrediyor, hem de içinde, kalenin içine girmiş. Dışarıda değil, bu da içinde...
--Allah Allah... Allah-u Teàlâ'nın hikmetine bak, başımıza ne düşmanlar sarmış; kimisi içimize girmiş, kimisi etrafımızda dolaşıyor da biz görmüyoruz.
Bunlar gerçek; masal değil, hikâye değil... Belki ben güzel anlatamıyorum ama, gerçek bunlar, Kur'andan bunlar...
--Şeytan da içimize girebiliyor. Haydiii, kapı pencere delik deşik, ne kapı kaldı, ne kilit kaldı. Şeytan içeri giriyor, nefis zâten içerde; ne yapacağız şimdi biz?..
Bizim o zaman yapacağımız şey, içimizden gelen duyguları kontroldan geçirmek... Duygu, "Şunu şöyle yap!" diye bir tekliftir. Bu teklifi yapıp yapmamak bizde.
(İnnehû leyse lehû sultànün alellezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn) İmanı kuvvetli olanlara, Allah'a tam bağlananlara şeytan te'sir edemiyor. Neden?.. Teklif ediyor, teklifte kalıyor.
--Yap şu günahı! İşle şu kabahati!..
--Yapmam!
--Neden yapmıyorsun?..
--Ben Allah'a inanıyorum, Allah'ın ahkâmına gönül vermişim, Kur'an'ına tâbîyim, Rasûlüne ittibâ ediyorum; yapar mıyım o senin dediğin şeyi? Yapmam!
Bak, teklif ediyor, teklifte kalıyor. Bu da işin güzel tarafı... İyi ki zorla yaptırmıyor, bir de ensemizden tutup zorla yaptırsaydı ne yapacaktık?.. O zaman daha fenâ olurdu. İyi ki şeytanın ve nefsin, bize zorla yaptırma gücü yok, iyi ki yok. Bu iyi tarafı, görünmemesi kötü tarafı...
--Peki şimdi, Allah neden böyle yaratmış? Her işinin hikmeti var, bu işte hikmet ne?..
İşte bu dünya dâr-ı imtihan olduğundan, burası imtihan yeri olduğundan Allah'ın imtihanı insanın karşısına böyle çıkıyor. Şeytan teklif ediyor, nefis teklif ediyor. İnsan düşünecek, kötü şeyi yapmayacak, iyi şeyi yapacak. Şeytan ve nefis kötülüğü emrettiğine göre, kötülüğü yap diyecek, iyiliği de yapma diyecek. Bazı insanlar fıkıh bilgilerini kötüye kullanırlar. Nasıl kullanır:
--Canım, işte bu sabahın köründe kalkma, kalktığın zaman abdest alır, kılarsın; öğleye kadar kılınıyor.
O zamana kadar kılındığını iyi ki öğrenmişsin. Bak bilgiyi kötüye kullanıyor.
--Peygamber SAS Efendimiz bazen başı açık namaz kılarmış.
İyi ki öğrenmişsin onu, bak sen...
--Peygamber SAS Efendimiz bazen bu sünnetleri kılmazmış.
Kılmadığının sebebi var ama, sen bu işi artık yol edinmişsin.
Adamın birisi geceleyin uyurken, sakalının üstünden fare geçmiş, o da gitmiş, sakalını kesmiş. "Yıkardın, ne diye sakalını kestin kökünden?" demişler. "Yol olur. Şimdi birisi geçti, alışırlar, yol olur." demiş.
Şimdi millet hadisten bir küçük tutamak yakaladı mı, yol ediniyor onu, adet ediniyor. Efendimiz'in adeti o değildi ki...
b. Sabah Namazından Sonra Zikir
Peygamber SAS Efendimiz sabah namazından sonra böyle mescidde oturmayı severdi. Eğer mühim bir iş yoksa, bir hasta ziyareti, bir cenazenin kaldırılması gibi mühim bir şey yoksa, ekseriyetle böyle otururdu. Biz ne yapıyoruz?.. Ekseriyetle oturmuyoruz. Bir uyumsuzluk var: Peygamber Efendimiz ekseriyetle otururdu, biz ekseriyetle oturmuyoruz.
Peygamber SAS Efendimiz, Tirmizî'nin rivayet ettiği hasen bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: "Kim sabah namazından sonra camide oturup, böyle güneş doğup da kerahat vakti çıkıncaya kadar hayırla, zikirle, ilimle, irfanla, Allah'ın rızasına uygun bir şekilde zamanını geçirir de, sonra kalkıp iki rekât namaz kılarsa, bir hac ve umre sevabı kazanır." buyuruyor.
Başka hadis-i şerifler var. Efendimiz'in adet-i seniyyesi böyle...
İnsan bu adetleri yapabildiği zaman yapmalı, yapamadığı zaman da, boynunu bükmeli: "Yâ Rabbi, yapmak istiyordum ama, seviyordum ama, ne yapayım ki BMV'de benim vardiyem şu saatte başlıyor. Ne yapayım, yapamıyorum, ancak böyle oluyor. Beni affet yâ Rabbi!.." demeli. Olur, Allah mâzereti kabul eder. İnsanın önce farzları yapması lâzım. Ötekiler için böyle bir mâzeret olduğu zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri kullarının mâzeretlerini, özürlerini kabul eder.
Ekseriyetle Efendimiz otururdu, zikrullahla vakit geçirirdi kendisi. Selef-i sâlihînimiz de böyle yapmışlardır.
Zikrullahla vakit geçirmek deyince, tabii zikrullahı izah etmek lâzım! Zikrullah deyince milletin hemen gözüne tesbih geliyor, tesbihi eline alıp "Allah... Allah..." demek sanıyor zikrullahı... Halbuki zikrullah, çok geniş anlamı olan bir kavramdır. Zikrin lügat mânâsı hatırlamak demek... Unutmamak, hatırında olmak demek... Zikrullah da, Allah'ı hatırlamak demek...
Hani bir insan Allah-u Teàlâ Hazretleri'ni zikrettiği zaman, hatırında tutmuş oluyor da, hatırında tutmanın alâmeti oluyor da, onun için ona o isim verilmiş.
Fakat Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki: "Eğer sen Allah'a ibadet ve itaat halinde isen, Allah'ın emri üzere isen, Allah'ın buyruğunu tutmak durumunda isen, Allah'ı zikrediyorsun... Eğer Allah'a asi durumda isen, Allah'ın istemediği bir şeyi yapma halinde isen, ağzında lafı da olsa, elinde tesbihin de olsa, Allah'ı zikretmiyorsun demektir." diyor Peygamber Efendimiz.
Meselâ, bir adam içkili lokantaya gitmiş farz edelim; zayıf bir ihtimal ama, olmuyor da değil. Bir herif vardı öldü, onu anlattılar. Yanındaki arkadaşı anlattı. Bizim üniversitede memurdu o, onunla berabermiş de o anlattı. Bebek gazinosunda, içki masasında coşmuş, o ölen adam; kalkmış:
"--Aman yâ Rabbi!.. Aman yâ Rasûlallah!.. Aman yâ Hazret-i Hüseyin!.." diye bağırmış.
Yâ, o lafların yeri mi burası?.. Bebek'de, deniz kenarında gazinoya oturmuşsun, masanın üstünde rakı şişeleri duruyor, kafayı çekiyorsun, "Aman Allahım!" diyorsun... Bazı şarkıların içinde de var... Şimdi zikir mi oldu, Allah dedi diye?.. Hayır... Allah'ı isyan halinde, ağzından insanın "Allah... Allah..." sözü dökülse bile, zikir değildir. Neden?.. İsyanda... Allah hatırında olsaydı yapar mıydı o isyanı; o günahı, o haramı işler miydi?.. İşlemezdi.
Onun için, zikrin en geniş mânâsı Allah'ı hatırlayıp, Allah'a itaattir. En geniş anlamı bu...
--Hatırımda, tamam, aklımda...
Mâdem Allah aklında, o zaman Allah'ın sözünü tutsana!.. Allah aklında ama, Allah'ın sözünü dinlemiyorsun.
En geniş anlamı zikrin, Allah'a itaattir. Eğer bir adam elinde tesbih, kahvede oturmuş, bacak bacak üstüne atmış, gıybet ediyorsa, zikretmiyor. Çeviriyor tesbihi ama, günah işliyor, Gıybet günah, haram... Elinde tesbih, ağzında gıybet; zikretmiyor. Günah yolunda, günah halinde, haram halinde zikir sayılmaz. Hem de daha büyük cezaya çarptırılır. Çünkü, Allah'la alay mı ediyorsun?.. Hem Allah'ın zikrini yapıyor, hem Allah'a asi...
c. İlim Öğrenmenin Sevabı
Zikrin en geniş anlamı itaat... Sonra, bütün dini ilimler zikirdir, içinde bir tek Allah kelâmı bulunmayan bir sayfa bile olsa... Ne ayet var, ne hadis var, ne Allah sözü var, ne Rasûlüllah sözü var... Fıkıh kitabının sayfasını açtık, bir sayfa çıktı. Olur mu böyle şey?.. Olur. Şimdi abdest almak için su lâzım değil mi?.. su lâzım. Hangi su ile abdest alınacak, hangi su ile alınmayacak?.. Hangi kuyludan abdes alınacak, hangi kuyudan alınmayacak?.. Kuyunun içine tavuk işerse ne olur?.. Havuzun içine pislik düşerse ne olur?.. Ne yapacağız şimdi; ben bu su ile abdest alabilir miyim, alamaz mıyım?..
Köpek geldi, şu sudan içti, bu suyun durumu ne?.. Köpekten, kediden, tavuktan, tavşandan, kuyudan, havuzdan bahsedip üç sayfa devam eder, suların durumunu anlatan fıkıh bölümü...
--Burda hiç bir şey yok hocam; ne ayet var, ne hadis var, ne lafza-i celâl var...
Olsun, Allah'ın dini ya, Allah'ın dinini, ibadetinin şartı olan abdest almanın malzemesini konuşuyorsun ya, onun için Allah'ı zikir oluyor.
Ferâiz ilmi... Falanca adam öldü, iki tane oğlu kaldı, dört tane kızı kaldı, bir de karısı var; bu malını nasıl bölecekler?.. Karısına sekizdebiri verilir de, geriye kalanın hisseleri, erkek evlatlara kızların iki misli olacak şekilde gelir de, şu kadar tarla falancaya gider de, bu kadar tarla falancaya gider... Bu dünya işi, malın taksimi... Olsun, ilm-i refâiz, mirasın teksimi ilmi çok önemli bir ilimdir.
Şimdi biz burda ilm-i ferâizi okumaya başlasaydık: "Bir adam öldü mü, geriye mirası kaldı mı, şöyle oldu mu, böyle oldu mu?" diye başlasaydık, ölümden, maldan, mülkten, paradan, puldan, mirastan, taksimden bahsetseydik, yine zikirdi. Neden?.. Allah'ın dininin bir ahkâmını öğrenmek çok kıymetli, çok sevaplı bir şeydir, o da zikrullahtır.
O bakımdan sabah namazından sonra, oturup bir kitap okusak, bir dinî kitabı sürsek, devam etsek; her sabah hocamız bir bölüm okusa, devam ettirsek, çok iyi olur. O da zikirdir. Neden?.. Böyle böyle dinimizi öğreniriz.
Şimdi bizim haftada bir hadis dersi oluyor. Ben Suud'a gittim, ordaki alimlerle tanıştım. Ama nasıl alim: Peygamber Efendimiz'in evlâdı, temiz, takvâ ehli, resmî vazife almamış, öyle mübarek bir insan. Evinde ders yapıyor. Nasıl ders yapıyor?.. Her akşam, akşam namazından sonra derse başlıyor.
Hah, işte böyle böyle birikir. Yoksa öyle, haftada bir, birazcık birazcık anlatmakla bu dînî bilgiler olmaz. Çok okumak lâzım, çok söylemek lâzım; kitaplar öyle öyle biter.
Diyor ki:
"--Kàdi İyaz'ın Şifâ-i Şerif'ini bitirdik."
Tabii biter. Ben bitiremem. Neden?.. Haftada birle olmaz bu iş... Çok okumakla olur, çok çok okuyarak olur, vakit ayırmakla olur.
Onun için her sabah bir bölüm açsak, okusak, zikir yapmış oluruz.
--Hocam elime tesbih alıp, kenara çekilip, boynumu büküp Allah desem mi iyi; yoksa, hoca efendi tefsirden bir aşir okuyor, fıkıhtan bir bölüm okuyor, ferâizden bir kısım okuyor; onu mu dinlesem daha iyi?..
İlim daha iyi, ilim öğrenmek daha iyi... Çünkü insan ilmi öğrendi mi, hem kendisini düzeltir, hem de başkasına faydalı olur. İlim daha iyi...
Şimdi bizim bu devrimizde... Hangi devirdeyiz biz?.. Ahir zamandayız. Yirminci Yüzyıl, modern çağ, hepsi hikâye; ahir zamandayız. Bizim bu zamanın insanları câhil, muazzam derecede câhil... İstanbul'da şimdi Mahmud Hoca'nın otuz tane Kur'an kursunu kapatmışlar. Millî Güvenlik Kurulu istedi ya, ruhsatsız Kur'an kursları kapatılacak diye.
--Ne oluyor burda yâ?..
--Kur'an öğretiliyor.
--E niye kapatıyorsun, battı mı sana?.. Senin bunlarla ne işin var; öğrenen razı, öğreten razı, tüccarlar parasını çıkartmış, binasını yapmış, masraf etmiş, devletten bir şey almıyor; sana ne?..
Lâiklik elden gidiyor diye işaret oldu, hükümete baskı oldu, müfettişler saçıldılar, yayıldılar. İstanbul'da şimdi Mahmud Hocaefendi'nin otuz tane kursu kapatılmış, dün akşam aldığım haber bu...
Câhil... Kim câhil?.. Devleti yönetenler câhil, bu kararı çıkartanlar câhil!.. Allah'ın kitabı öğretilince büyük sevaplar kazanılıyor. Onun için Yirminci Yüzyıl'ın sonunda, insanların havalarda uçtukları, denizlerin dibinde gezdikleri zamanda, çok câhilce işler yapılıyor. Diskotek serbest... Diskotekler kapatılacak diye bir karar çıkmıyor Millî Güvenlik Kurulu'ndan... Diskotekler serbest, ama Kur'an kursları denetim altında...
Orak-çekiçli yürüyüş yapanlar serbest, polis onlara dokunmuyor. Bir de şimdi polisi korkuttular; polis cop kullanamıyor, sertlik yapamıyor, adamı sürükleyemiyor... Dün akşam da polisin sertliklerinin aleyhinde bir program vardı. Emniyet genel müdürü, "Artık biz yumuşadık, tatlılaştık, gerekmedikçe sertlik yapmayacağız." diyordu.
Alman polisi de sertlik yapar. Sen polise sertleşirsen, polis sertleşir. Sen kanunlara uyarsan, o zaman sana bir şey yapmaz. Dünyanın her yerinde bu böyle ama, sanki Türkiye'de polisin hırsızı yakalaması suç... "Çek elini üstümden, dokunma bakayım! Ben Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşı haysiyetli bir hırsızım, dokunamazsın bana!.. Sonra söylerim haa..." diyecek nerdeyse...
Şimdi hırsız, hain, zalim, suçlu kabadayı; polis korkuyor, ödü patlıyor. Polisler mahkûm oluyor şimdi, acaib şey...
Büyük câhillik var... Günahlar işleniyor; sevap işleyenler, sakallılar vatan haini sayılıyor. Bundan sonra başörtülüler garnizonlara sokulmayacak... Başörtüsüne ne karışıyorsun sen, nedir alıp veremediğin?.. Senin anan, senin nenen başörtülü değil miydi?.. Başörtülüydü. E şimdi bundan ne istiyorsun?..
İnsanların durumuna göre yapılan ibadetin sevabı değişir. Câhilliğin çok yaygın olduğu bu devirde ilim öğrenmek daha sevap... İlmi öğrenmek, öğretmek, anlatmak, yaymak, sevdirmek, İslâm'a göre insanları ikaz etmek, uyandırmak daha sevap... Onun için gece gündüz durmayıp çalışmamız lâzım!..
Bunun gibi sıkı devirler oldu, daha önceki zamanlarda... O zaman alimler, evlerinde ders verdiler, sahur vakitlerinde ders verdiler.
"--Hocam, benim sahur vaktinde vaktim müsait oluyor, bana ders verir misin?.."
"--Olur, hay hay, buyur!" diyorlardı.
Sahur vaktinde adamın evine gidiyorlardı, Herkesin mışıl mışıl uyuduğu zamanda, ders veriyordu. Allah razı olsun, nur içinde yatsınlar, makamları a'lâ olsun...
Onun için ilim çok kıymetlidir.
Tabii, lokantanın yemekhane kısmına gidip de, yemeklerin tadına bakmakla, biraz almakla insanın karnı doymaz. İlmi doğru düzgün öğrenmek lâzım, bir kitabı takib etmek lâzım!.. Bir kitap takib etmeyince, bir kitap bitirmeyince olmaz. Bir üstadın kitabını, bir alimin kitabını baştan sona bitirmek lâzım!.. Baştan sona bitirilmeyince, o kitap hakkında güzel bir fikir hasıl olmaz.
Bizim Türkiye'deki dînî eğitimin sakat taraflarından birisi de budur. Ben İlâhiyat Fakültesi'nden emekli bir profesörüm. Her ilimden bir çeşni; tatlıymış, bu da tatlıymış, bu da tatlıymış... Talebe hepsinin tadına bakar, hiç birisini bilmez. Ne ilm-i kelâmı tam bilir, ne ilm-i hadisi tam bilir, ne ilm-i tefsiri bilir, ne Kur'an'ı tam bilir, ne fıkhı tam bilir... Mezun olur, hiç bir şeyi bilmez!
--Ama hepsini okudu.
Öyle yağma yok, böyle ilim olmaz, böyle tahsil olmaz.
--Nasıl olur hocam, nasılmış eskiden?..
Eskiden oturuyormuş, bir hocadan bir ilmin derslerini takib edip, takib edip icâzet alıyormuş. O hususta mütehassıs oluyormuş, tamamını okuyormuş.
Tamamı okunmayan bir ilmin, kıyıdan köşeden biraz okunmasıyla o ilme sahip olunmadığı için; bugün adamın ünvanı yüksek; prof, dr, bilmem ne, üniversitede dekan, rektör... filân diye isimleri oluyor, ama abuk sabuk şeyler söylüyor. Yâni ayete aykırı, hadise aykırı şeyler söylüyor. Bazen de fırak-ı dàllenin veya ehl-i sünnet dışı fırkaların fikirlerini pat diye ortaya atıyor, bu böyle olmalı diyor.
--Neden öyle olmalı beyim?
--Bana göre böyle...
--Sen kimsin yâ?.. Sen kim oluyorsun?..
Kur'an-ı Kerim'i önündeki harekeli metinden doğru dürüst okuyamamış adam, bugün üniversitede tefsir profesörü... Doçentlik deneme dersinde, tefsir kürsüsünden, önündeki Kur'an-ı Kerim'in ayetini yanlış okuyor. Harekeli... Olur mu öyle şey, tefsir kürsüsü bu; hafız olması lâzım, su gibi bilmesi lâzım!.. Harekeli Kur'an-ı Kerim ayetini, mânâyı kaybedecek şekilde yanlış okuyor. Öyle şey olmaz ki...
Profesör... Senin profesörlüğün, senin ilmin sana kalsın, senden bana bir fayda gelmez. Nitekim, gelmiyor, talebe yaka silkiyor. Bilmiyor ki...
Yâni, aziz ve muhterem kardeşlerim, bir ilmi öğrenmek istiyorsanız, peşine düşün, muntazam okuyun! Muntazam bir kitabı, bir üstadın kitabını devirin, hatmedin, bitirin ki, o ilim hakkında bir bilginiz olsun, size de birisi bir icazet versin. İcâzet vermek ne demek: "Tamam, bu ilmi bu arkadaş hazmetti, ben buna şahidim." demek... Öyle yarım yamalak, çeşni tatmak şeklinde olmaz.
Hiç olmamasından bu da iyidir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
"--Ya alim ol, ya müteallim ol, ya da müstemi' ol!"
Müstemi' dinleyen demek... Yâni burda alim talebeye ders anlatıyor, o da kendisi orda dinliyor; tamam, o da sevap... Demek ki talebelik yapacak durumda da değil, kafası almıyor, aklı yetmiyor, bilgisi müsait değil... Çünkü, talebe olmak için bile bazı ilimlerde seviye lâzım, belli bir seviyeyi tutturmak lâzım! O seviyeyi tutturamadığı için dinliyor.
Hattâ muhib olmak, yâni ilmi, alimi, talebeyi sevmek; o bile sevap... Ama tabii daha güzeli, ilmi usûlüyle, hakkıyla öğrenmek. Çünkü, ilimden maksad da ayaklı kütüphane olmak değil, kafasına bilgileri yerleştirmek değil; ilimden maksad, ilmiyle âmil olmaktır.
(Lâ tekûnû âlimen hattâ ta'mele bimâ alimte) "Bildiğini uygulamadıkça kıymeti yok; alim de sayılmazsın, sevap da alamazsın." Bildiğini uygulayacaksın, bu şart... Uygulayıp da iyi müslüman olmak şart olduğundan, bir bilgiyi tam öğrenmek lâzım, köklü öğrenmek lâzım, etraflı öğrenmek lâzım! Onun için de ilme devam etmek lâzım, ilim yolunda yürümek lâzım!
Evinizde de bunu yapabilirsiniz. Bir kitabı alın, elinize kalemini alın, acele etmeyin, durun, nefes alın, sakin sakin bir kitabı bitirin!
İzmir'de geziyordum, bizim Elvanköy'e gitmiştim... Elvanköy, bizim arkadaşların tuttuğu, deniz kenarında bir sahil tesisi. Orda hep müslümanlar dinleniyorlardı. Bekçisi var orda, şarktan gelmiş, Diyarbakırlı bir bekçi... Cebinde bir kitap var, cebin üst kısmından görünüyor ucu... Dedim:
"--Aferim, bekçiliğini boşa geçirmiyorsun, bir kitap okuyorsun. Göreyim bakayım!" dedim.
En son basılan bir eser, onu okuyor. Baktım, yüksek bir eser... İçindeki kelimeleri herkes bilemez, içindeki mevzular ince mevzular, herkes anlayamaz. İran'daki şiîlerin inançlarını ve mantıklarını tenkid eden, İranlı bir kişinin yazdığı bir eser... Tenkid ediyor, kendi kendisini tenkid ediyor.
Adam Türkiye'yi bitirmiş, İran'la ilgili bir kitap okuyor. Çağdaş yayınlardan, aydın insanların okudukları eserleri neşreden bir yayınevinin kitabı. Böyle yayınevleri var, çok yeni kitapları hemen tercüme ediyorlar, yayınlıyorlar. Taze bir kitap yâni, onu okuyor. Şaşırdım:
"--Sen bunu anlayabiliyor musun?" dedim.
İçinden bir iki kelime sordum, anlıyor. "Allah Allah, dağ başında bekçi, okuduğu kitaba bak!" dedim, şaşırdım.
Dedim:
"--Sana ne İran'dan, sen Türkiye'desin. Bunları okuyacağına, dînî konulara meraklı isen, meselâ İhyâ-u Ulûm'u oku!" dedim.
"--Okudum." dedi.
Sonra bana bir defter getirdi. Kocaman bir defter, bir parmak kalınlığında bir defter... Hangi ilimlerden hangi kitapları okuduğunun isimlerini yazmış, mübalağasız yüzlerce kitap... Mâşâallah, benim ağzım açık kaldı, şaşırdım, küçük dilimi yutacaktım. Baktım, tasavvuftan şunları şunları okumuş... Fıkıhtan şunları şunları okumuş, tefsirden şunları şunları okumuş... Yüzüne baksan, boyuna posuna baksan, bir şeye benzetmezsin adamı.
Okuyan yol alıyor, yükseliyor, sevapları kazanıyor. Okumayan da bir şeyler yapıyor ama, yaptığı işler de Allah'ın rızasına uygun değilse, ne olacak?..
(Ve kadimnâ ilâ mâ amilû min amelin fecealnâhü hebâen mensûrâ) İşleyip de, bir de işlediği hebâen mensûrâ olursa, hiç işe yaramazsa çok fenâ... Çünkü, insan o kadar gàfil ve câhil kimselerle karşılaşıyor ki...
Hacı Bayram Camii'nde vaiz çıkmış, bizim Türkiye'de eski devirlerdeki dine yapılan baskıları anlatmış: "Kur'an-ı Kerim'ler toplatıldı, yakıldı, okutulmadı. Kur'an öğreten hocalar hapsedildi, şöyle baskı oldu, böyle zulüm oldu. Dinsiz, komünist bir nesil yetiştirildi. Köy enstitülerinde şöyle oldu, böyle oldu..." filân diye vaazda coşmuş, bunları söylemiş.
Cemaat memnun olmuş mu?.. Cemaat bir sürü kalabalık, içinde her çeşidi var; bazısı memnun olmuş, bazısı memnun olmamış. Cuma namazı... Cuma namazından çıkmışlar. Memnun olmayanlardan bir tanesi, suratı ekşi:
"--Yâ ne biçim vaiz, böyle nelerden bahsetti." demiş.
Ötekisi de demiş ki:
"--E, yalan mı söyledi, haklı değil mi? Aynı köyde beraber yetiştik, bu söylenilen zulümler olmadı mı?.. İnönü zamanında bunlar böyle yapılmadı mı?"
"--Sus, sen İnönü'yü ağzına alma, ben onu çok seviyorum. Ben onun için cehenneme bile giderim, sen onun aleyhinde konuşma!" demiş.
Kur'an-ı Kerim ne buyuruyor:
(Velev alâ enfüsiküm evil-vâlideyni vel-akrabîn) "Adaletten ayrılma; o kadar sağlam adaletli, hakkaniyetli insan ol ki, kendinin aleyhinde bile olsa, ana babanın aleyhinde bile olsa, akrabanın aleyhinde bile olsa hak sözü söyle, doğruyu söyle!" diyor. Ben falanca için cehenneme giderim değil, senin kendinin aleyhinde, ana babanın aleyhinde bile olsa, hakkı söyle diyor Kur'an-ı Kerim... Adaletten ayrılma diyor. Adalet bu kadar önemli!
Sen onun için cehenneme gireceksen, Hacıbayram Camii'nde cuma kılmağa niye geldin be adam?.. Mâdem cehennemden bu kadar korkmuyorsun, mâdem onun için cehenneme gideceksin, gitmeğe razısın... Çünkü, o lafı söyler söylemez insan mahvolur. Oyuncak değil o...
Hem adamın yanlışlıkları gerçek, hem de onun için cehenneme gidiyor. Kimse kimsenin hatırı için cehenneme gitmez. Öyle şey olur mu?.. Allah'ın sevmediği işleri yapan bir kimsenin hatırı için cehenneme gidilir mi, gitmeğe razı olunur mu?.. Yâni korkunç bir acaiblik var, böyle abuk sabuk düşünenler var.
Onun için, işlediği ameller de hebâ olanlar var. Öyle bir laf söyler, benim inancım şu ki der; hadiii, cehennemin yetmiş yıllık uçurumuna gitti. Neden?.. Öyle bir laf söyledi ki, küfür... Elfaz-ı küfür insanı imandan çıkartır, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû" diyen bir insan bile olsa...
Elfâz-ı küfür var, sıralamışlardır alimlerimiz. İnsan hangi sözü söylerse, ben müslümanım diye tepindiği halde imandan çıkar da küfre düşer diye söylemişler. Meselâ bir insan dese ki:
"--Ben o ayeti kabul etmiyorum. Kur'an'ın bütün ayetlerini kabul ediyorum da, onu kabul etmiyorum."
Kâfir oldu.
"--Ya ben 'Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden rasûlüllah' dedim...
Kâfir oldun sen, kâfir oldun! Kur'an-ı Kerim'in bir ayetini kabul etmemekle kâfir olur insan.
"--Peygamber Efendimiz hadis-i şerifinde şöyle buyurmuş."
"--Benim aklım öyle şeye ermez, ben onu kabul edemem."
"--Yâhu sahih hadis, Buhârî'de var..."
"--Ben kabul edemem."
Kâfir oldun! Ben kabul edemem diyen kâfir olur. Sahih olduğu halde, "Ben ona Yirminci Yüzyıl'da inanmıyorum, olmaz böyle şey, kabul etmiyorum!" diyen kâfir olur.
Onun için, Allah akıl fikir versin, insanın işledikleri ameller boşa gider. Amellerin makbul olmasının şartları vardır, şartlarını bilmek lâzım!.. İnsan o zaman sevap kazanır.
Öyle bir asırda yaşıyoruz ki, sanki çok dalgalı bir okyanusta sala tutunmuş insanlar gibiyiz. Ortalıkta kara filân da görünmüyor, hava da estikçe esiyor. Öyle dalgalı, fırtınalı bir deryada çırpınıyoruz. Allah bizim akıbetimizi hayr eylesin... İmanımızı kuvvetli eylesin... Tevfikını bizlere refik eylesin... Gözümüzden perdeleri kaldırsın, gönüllerimizi nurlandırsın... Hakkı hak olarak görmeyi nasib eylesin, uymayı nasib eylesin... Bâtılı bâtıl olarak görüp ondan korunmayı nasib etsin...
Çünkü hakkı hak görmek çok zor... Gazetelere bakarsan; "On tane gazete alıyorum Hocam, benim param var, pulum var." diyor, on tane gazete alıyor. Şöyle bakıyorum gazetelerine; bunların hepsini toplasan bir gazete etmez! Hepsi zaten aynı firmanın gazetesi. Tröst, basın tröstü; hepsi aynı adamın... Evirip çevirip aynı lafları başka başka zümrelere yutturuyor. Sen bunu değil de, bir bundan al, bir de Akit gazetesini al bakalım, bir de falancayı al... Hiç olmazsa, iki tarafın fikrini al!
Askerî okullara Cumhuriyet gazetesinden başkasını sokmuyorlarmış. Hapı yuttu asker, hapı yutar. Neden?.. Cumhuriyet gazetesinin hâli mâlûm, neşredenleri mâlûm... Onu okudukça, dinledikçe, tamâmen yanlış bir istikamete gider.
--Canım işte herkes benim gibi düşünüyor... Okullarda da böyle okuduk, radyo da böyle söylüyor, televizyon da böyle söylüyor...
Hepsi aldatmaca, hepsi yalan, hepsi yanlış! Doğru bu taraf, orası çıkmaz yol... Anlamak zorlaştı, onun için Allah yardımcımız olsun...
Allah tevfikını refîk etsin, yolunda dâim etsin... Böyle haramlara bulaştırmasın, elfâz-ı küfre götürecek laflar söylettirmesin, yalan işler yaptırtmasın... Amellerimizi boşa çıkarttırmasın, boşuna zahmet haline getirtmesin...
"Nice insan vardır, oruç tutar; akşama aç ve susuz kalmaktan başka kârı yok... Nice insan vardır, kalkar gece namaz kılar; yorgun kalmaktan, uykusuz durmaktan başka bir faydası yoktur." durumuna düşürmesin...
Onun için şuurlu müslüman, alim, ârif, kâmil müslüman olmak lâzım!..
Allah-u Teàlâ Hazretleri dualarımızı lütfuyla, keremiyle, ism-i a'zamı hürmetine, esmâ-i hüsnâsı hürmetine kabul eylesin... Habîb-i Edîb'i hürmetine kabul eylesin... Bizi sevdiği kul eylesin... Huzuruna sevdiği kul olarak varmağa muvaffak eylesin... Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin... Peygamber-i Zîşânımız'a Firdevs-i A'lâ'da komşu eylesin...
Bi-hürmeti esrârı sûretil-fâtihah!..
16. 03. 1997 - Münih / ALMANYA