İSLÂM'DA TASAVVUF
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultànih... Ves salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaînet-tayyibînet-tàhirîn...
Aziz ve muhterem kardeşlerim!..
İslâm dinini biliyoruz. Kısaca bir insan, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû" derse bu dine girer. Meselâ bir İsveçli İslâm'ı merak ediyor, inceliyor, İslâm'a girecek; ne yapması lâzım?.. Kelime-i şehâdet getirsin, "Ben Allah'ın bir olduğunu, şerîki nazîri, eşi benzeri olmadığını kabul ediyorum. Doğru olan budur." desin, "Muhammed-i Mustafâ da onun rasûlüdür, elçisidir, o göndermiştir, Allah göndermiştir onu bize... Onun peygamberi olduğunu tasdik ediyorum." desin; tamam, müslüman oldu.
Bu icmâlî imandır; yâni çok özet bir şekilde... Önce müslüman oldu, işte kendisini kurtardı, işte uçuruma düşmekten kurtuldu. Tamam, Allah bir, Muhammed onun elçisi; İslâm bu...
Peki İslâm'ın teferruatı ne, amacı ne, sonucu ne? Nedir bu din ve bütün dinler, ne yapmak istiyorlar? Din diye bir ictimâî teşkilat niçin var, niçin olmuş? Asırlar boyu, insanlığın ilk çağlarından beri niye böyle bir yol var?.. Bu yolun özellikleri nedir? Dinlerin amaçları nelerdir?.. İslâm dini bu dinlerin içinde hangi noktadadır, amacı nedir?..
Bu soruların cevaplarını biz müslümanlar biraz bilebiliriz. Çünkü Türkiye'den geldik, az çok İslâm'la ilgili kitaplar okuduk, annemiz babamız bizi yetiştirdi. Bu hususta bizi bilgilendirdi, Allah onlardan razı olsun... Biz de biraz İslâm'ı biliyoruz. Bir hoca kadar bilmesek bile, kendimize yetecek kadar biliyoruz. İbadet diye emredilen şeyleri yapıyoruz.
Bu İslâm'ın içinde tasavvuf diye de bir şeyden bahsediliyor, bazısı da bu tasavvufu çok seviyor. Hayran, bağrı yanık âşık... Yunus deyince, yüzünde tebessümler yayılıyor. Mevlânâ deyince, kalbi sevgi doluyor. Böyle meşhur mutasavvıfları, tasavvuf yolunun büyüklerini duyduğu zaman çok seviniyor, memnun oluyor. Onlarla ilgili konular olursa, ilgiyle takib ediyor. Tamam...
Bir de tarikat diye bir şeyler var. Bazı müslümanlar bu tarikat denilen ictimâî teşkilatların içine girmişler, "Ben şu tarikattanım... Ben de şu tarikkattanım..." diye birbirleriyle konuşuyorlar. Bazıları bu tarikatlara kızıyor, sevmiyor. Milli Güvenlik Kurulu sevmiyor, lâikler sevmiyor... Tamam, onlar sevmesin amma, bazı müftüler, vaizler de sevmiyor... Bazı müslümanlar da sevmiyor.
Hattâ Ramazanda radyolarda, gazetelerde, televizyon kanallarında tasavvufun aleyhinde bir sürü neşriyat yapıldı. Tasavvuf kötülendi, kötülendi, kötülendi... İki üç şahıs üzerinde duruldu; "İşte bunlar mutasavvıf, binâen aleyh mutasavvıflar böyle... Tasavvuf kötüdür, tarikat fenadır. Aman Allah saklasın, müslümansanız buraya gitmeyin!" gibi şeyler söylendi.
Bu furya, bu propaganda tesirli de oldu, bazı insanları tasavvufa karşı getirdi. Bazı insanları tasavvuftan çıkarttı, bazı insanları ürküttü. Gerçekten etkili oldu. Meselâ, bizim tanıdığımız birileri vardı, tanışmıştık, söz vermişti; gelecektik, gidecektik. Bizi bir iki defa havaalanına filân da getirmişti, arabasına almıştı. Fakat Ramazan programlarından sonra bizim yanımıza uğramadı.
Demek ki, tasavvufun taraftarı var, hasımları var... Tarikatın lehinde olanlar var, aleyhinde olanlar var; sevenler var, kızanlar var; müdafaa edenler var, tenkid edenler var...
--Yâ Allah aşkına bu işin aslı, esası nedir? Hocam sen ilâhiyat profesörüsün, şu işi bir bilelim bakalım!.. İslâm'ı bilelim, İslâm'ın içinde tasavvufun konumunu, durumunu bilelim, biz de ona göre bir sonuca varalım!
a. İslâm'ı Başka Dinlerden Ayıran Özellikler:
1. Allah'ın Birliği
Tabii, şu ana sözü, temel sözü söylememiz lâzım: Biz müslümanız. Müslümanı hristiyandan, yahudiden, budistten, brahmanistten, daha başka dinî yollardan ayıran en büyük özelliğimiz ne, müslümanız dediğimiz zaman?.. Biz Allah'ın birliğine inanıyoruz. Bu çok önemli!... Allah bir, şeriki nazîri yok... Kâinatın, alemlerin sahibi, rabbi Allah... Biz ona ibadet ediyoruz, ona inanıyoruz. Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Alemlerin rabbi, yerleri, gökleri, yıldızları, ayları, güneşleri, kehkeşanları, samanyollarını, nebülozları yaratan, bütün bu alemin sahib-i hakîkîsi, yöneticisi Allah'a inanıyoruz. Bunu çok candan, çok severek, çok içten bir inançla benimsemişiz.
Allah bizi yarattı. Allah için canımızı veririz, malımızı veririz, her şeyimizi veriririz. Allah'ın birliğine inanıyoruz, bu en önemli...
--Başkaları da inanıyor...
Hayır, iyice işi ayıralım birbirinden, belli olsun: God ile Allah aynı değil... Neden aynı değil?.. Çek bir hristiyanı karşına, God dediği zaman o neyi kasdediyor, sor! maksudu ne, kasdettiği ne?.. O God dediği zaman Hazret-i İsâ'yı kasdediyor, benim düşündüğüm alemlerin Rabbini düşünmüyor. Jesus'u düşünüyor, tanrı diye ona tapınıyor. Demek ki, o benim inancımda değil, ben onun inancında değilim. Ben Hazret-i İsâ'yı tanıyorum ve seviyorum ama, onun gibi değil... O Hazret-i İsâ'nın tanrı olduğunu sanıyor, ben Allah'n kulu olduğunu biliyorum.
MeryemVâlidemiz'in oğlu, Allah'ın kulu... Meryem validemiz de Allah'ın kulu... Çok büyük fark var... O müşrik, o Allah'a tam inanamıyor, Allah'ın kullarından bir tanesini tanrı sanıyor; onun anasını da, tanrı doğuran ana diye yarı tanrı tanıyor. Allah'ın bir meleğini de, Cebrâil'i de tanrı sanıyor, trinite diyor, Arapçası teslis... Biz öyle şeyleri kabul etmiyoruz.
Yahudiler de bir Yahova tutturmuşlar; sanki Yahova, yahudilerin kabile tanrısı gibi... Alemlerin tanrısı olduğunu kabul edip de, şöyle bütün insanları kardeş olarak kabul etmiyorlar. İkincisi ahirete inanmıyorlar, her şey bu dünyada filân diye abuk sabuk inançları var; o da bize yaramaz.
Budistler; koca göbekli, şişman, bağdaş kurmuş, ablak suratlı Buda'ya tapıyorlar. O da olmaz. Heykelini kendileri yapıyorlar, karşısına geçip kendileri tapıyorlar. Gözümle gördüm, Halının üstünde, karşısına geçti yere secde etti, o yapılmış koca göbekli, çıplak, ablak suratlı heykele eğildi, secde etti. Midem bulandı, ürperdim. O da bize yaramaz.
Brahmanizm de yaramaz. Burda Stocholm'de gördük. Ellerine zilleri almışlar, kafalarını kraş etmişler, tepesinde bir tutam saç sırakmışlar. Zilleri çala çala çarşıda tabur halinde birileri gittiler, geldiler.
"--Bu taife ne taifesi?" dedim.
"--Bunlar Krişna dinine mensup dediler."
Hay Allah müstehakınızı versin!.. Bunlar da bize yaramaz.
Ben şu kâinatı yaratan, beni yaratan, şu kâinatın sahibi, bu kâinatı yöneten Allah'a inanıyorum. Bu çok kuvvetli bir inanç, çok sağlam inanç, en doğru inanç ve tam doğru inanç... Başkaları ile münakaşa bile edilmez.
Bütün dünya üzerindeki insanlara bunu güzelce anlatabilirsek, hepsi müslüman olur. Şimdi müslümanlığa bir kısmı düşman... Müslüman deyince, köpeğin karşısında kedi sırtını kamburlaştırır, tüylerini dikleştirir; veya, kirpinin yanına bir düşman geldiği zaman tüyleri diken diken olur. Onların da İslâm deyince tüyleri diken diken oluyor. Aman, niye kızıyorsun, niye korkuyorsun?.. İslâm, Allah'ın razı olduğu din...
(İnned-dîne indallàhil-islâm) [Allah katında din, şüphesiz İslâm dinidir.] Allah'ın sevdiği din!..
--Sen Allah'ın sevdiği dine niye kızıyorsun, ne kusur gördün?.. İslâm'ı biliyor musun?..
--Yok,bilmiyorum. Yalnız, müslümanlar elinde pala, önüne geleni kesen, yerlere kan döken insanlar diye öğretildi bana... Onun için ben İslâm'a kızıyorum ve müslümanlıktan da korkuyorum.
Çünkü, Avrupa'yı ve Amerika'yı idare eden din teşkilatları, bizim gibi doğrudan doğruya açık mantıkla meseleyi ortaya koymuyorlar. Açık mantıkla yenileceklerini bildikleri için, minderden kaçıyorlar, kapının arkasından uğraşıyorlar İslâm'la... Doğrudan doğruya karşısına çıkamıyorlar, müslümanı kötü gösterme dalavereleri yapıp, televizyonlarda, radyolarda, okullarda, "Kendi kültürümüzü öğretiyoruz. Hazret-i İsâ şu çam ağacına bu gece inecek, yarın sabah çıkacak..." filân gibi şeylerle örftür, kültürdür, yaldızdır, boyadır, balondur, çamdır, pastadır, bilmem nedir diye oyun oynuyorlar. Dincilik oynuyorlar ve İslâm'ı da kötü gösteriyorlar.
Doğrudan doğruya mantıkla çıkamıyorlar. Mantıkla İslâm onların karşısına çıktı mı, yok oluyorlar, kaçıyorlar. Tarihte bunun misalleri çok... Ne zaman müslümanlarla hristiyanlar karşılıklı gelmiş, bu meseleyi konuşmuşlarsa, müslümanlar yenmiş.
Meselâ Hindistan'da İngilizlerin düzenlemesiyle, papazlarla müslüman alimler arasında dinî konuları münakaşa ve münazara etmek için, büyük bir toplantı tertiplemişler. Demişler ki: "Bir tarafa biz geleceğiz, bir tarafa siz adamlarınızı çıkartın, şu meseleleri konuşalım:
1) Tanrı; mâbud, ibadet edilen varlık hakkında siz ne diyorsunuz, biz ne diyoruz; ortaya koyalım!
2) Peygamber; Allah'ın gönderdiği vazifeli kimseler hakkında siz ne diyorsunuz, biz ne diyoruz; bunu müzakere edelim!
3) Kitap; Allah'ın indirmiş olduğu, vahyetmiş olduğu kitap konusunda siz ne diyorsunuz, biz ne diyoruz?
4, 5, 6, 7... Böyle çeşitli konularda tartışalım!" demişler.
Sonunda yenilmişler ve münazaradan kaçmışlar. Ve kilise papazlara genelge göndermiş: "Bundan sonra sakın ha, müslümanlarla halka açık konuşma yapmayın!" diye. Neden?.. "Yenilirsiniz, dayanamazsınız; müslümanların sağlam inancı karşısında, pırıl pırıl bilimsel mantığı karşısında tutunamazsınız." demişler.
Amerika'da oturan Yaşar Bey diye bir mühendis kardeşimiz vardı. Su gibi İngilizcesi var, anadili gibi güzel konuşuyor. Oradaki İslâmî çalışmaları esnasında, bir hahamı, bir piskoposu ve bir hocayı halkın huzurunda konuşmaya davet etmişler. Gün tesbit etmişler. Salon hınca hınç, tıklım tıklım dolmuş. Haham konuşmuş, piskopos konuşmuş, hoca konuşmuş... Mısırlı bir hocaymış. Sonuç: İslâm'ın zaferi... Ötekilerde bir şey yok, zaten kalmamış, zaten değiştirilmiş. İslâm'ın kesin zaferiyle program bitmiş.
Haham konuşmaya başlamış, ahireti inkâr etmiş. Ahiret inancı olmadığını söyleyince, piskopos ayağa kalkmış:
"--Aziz kardeşim sen bunu nasıl inkâr edersin? Ahd-i Atik'te, Kitab-ı Mukaddes'in birinci bölümünde, Tevrat kısmında şu ayet var, bu kelime var... Sen ahireti nasıl inkâr edersin?.." demiş, kapışmışlar.
Ahirete inanmıyor adam... Haham ahirete inanmıyor. Halbuki olur mu, bu dünya ne ki; işte yetmiş seksen yıl yaşıyor, herkes ölüyor. Olur mu öyle saçma şey?.. Demek ki yahudilik din olmaktan çıkmış.
Tabii, Hristiyanlık da yanlış inançlara saplanmış, kesin... İslâm'ın güzelliği gün gibi ortaya çıkmış.
Biz Allah'ın varlığında ve birliğinde, elhamdü lillâh bilimsel olarak cümle cihanı iknâ ederiz. Hatta bizim bir profesör vardı, Arifiye Öğretmen Okulu'nda hocalık yapmış bir zamanlar. Sonra bize geldi, dinler tarihi profesörü oldu. Mehmed Ali Hoca filân tanır; Hikmet Tanyu... Allah rahmet etsin mu'tekid bir insandı. "Allah'ın varlığını matematik denklemleriyle tahtada isbat ederdim, orda çocuklara anlatırdım." diye söylerdi rahmetli...
Allah fizikle de isbat edilir, matematikle de isbat edilir, kimya ile de isbat edilir, astronomi ile de isbat edilir... Bütün ilimler insanı Allah'a götürür. Tıpla da isbat edilir. İnsanın vücuduna bak, vücudunun teşkilatını gör, yaratılışını gör; küçücük bir hücreden koca bir insan haline gelişini düşün, ordan bile anlarsın. Tıp da Allah'ın varlığını gösterir, tarih de gösterir, her ilim insanı Allah'ın varlığına götürür.
Alim olan, ilimle ilgisi olan, ilimden nasibi olan, bir de insafı olan bütün alimlerin dönüp geleceği yer İslâm'dır. Avrupalılar, Amerikalılar, Japonlar, Hintliler, tarih boyunca papazlar, hahamlar, eğer insaflıysa, eğer hakkı kabul eden insansa müslüman oluyor. Misâl: Roce Garudi, Moris Bükey, Muhammed Ali Clay... Amerikan senatosunda senatör bilmem kim...
--Niye bu adamlar başka yerlerde yetiştikleri halde müslüman oluyor?..
İlimden nasibi var, kalbinde de insafı var. İnsaflı olunca, bu haklı diyor.
--Pekiyi, niye öteki insanlar müslüman olmuyor?..
Biz iyi anlatamıyoruz, yanlış anlatıyorlar; o da iyi incelemiyor, öyle gidiyor işte... İncelese, anlatılsa, sen haklısın diyecek.
Biz Avustralya'da cemaatle namaz kılıyorduk çayırda, deniz kenarında... Almanın birisi geldi, bizi böyle seyretti. Cemaatle namazı kıldık, bitirdik. "Siz doğru yoldasınız, papazlar iyi değil... Ben bütün diyarları dolaştım, Sudan'da bulundum; siz doğru yoldasınız." dedi. Alman söylüyor, ihtiyar bir adam... Biliyorlar.
Allah'ın varlığı bizde çok önemli... Allah için bir müslüman çok temiz inanca sahibdir, her türlü fedâkârlığı yapar; bu bir...
2. Peygamber Efendimiz'e Bağlılık
İkincisi, Rasûlüllah Muhammed-i Mustafa SAS'e bağlıyız biz... Neden?. Allah onu göndermiş insanlara, doğru yolu göstermek ve hak dini öğretmek için...
--Daha önce başkalarını da göndermiş.
Göndermiş ama, eski zamanlarda gönderdiği için, o zaman onları öğrenen insanlar iyi kaydetmediklerinden, unutulmuş. Allah her kavme peygamber göndermiş.
Biz öyle bir Peygambere sahibiz ki, "Bütün peygamberler benim kardeşimdir." diyor. Hepsine saygı gösteriyor; Adem AS'a, İbrâhim AS'a, İsmâil AS'a, Yâkub AS'a, Yusuf AS'a, İsâ AS'a... Hepsine sevgimiz, saygımız var... Nerden belli?.. Çocuklarımıza isimlerini koyarız biz bunların. Yusuf... Kaç tane Yusuf isminde tanıdığımız vardır. Mûsâ, İsâ, İbrâhim, İsmâil... Kaç tane İsmail vardır şimdi şurda bile... Meryem... Kaç tane müslüman Meryem vardır.
Neden?.. İslâm öyle güzel bir dindir ki, tarihi birleştiriyor, bütün dinleri birleştiriyor. Bütün dinlerin doğru olan taraflarını gösteriyor.
Muhammed-i Mustafâ bizim peygamberimiz... Onun için de canımızı veririz.
(Fidâke ebî ve ümmî yâ rasûlallah!) "Canım da fedâ olsun sana ey Allah'ın Rasûlü, canımdan çok sevdiğim anam babam da sana fedâ olsun!.." Her şeyi fedâ ederiz.
Bu Peygamber sevgisi de çok önemlidir. Zaten bir insan Peygamber'i sevmese, Peygamber'e bağlanmasa, Peygamber'i dinlemese, İslâm'ı öğrenemez. Kimden öğrenecek, nerden öğrenecek, Allah kendisine özel kitap mı indirecek?.. Hayır! Genel olarak insanlara peygamber göndermiş. Onun için, o Peygamber'e de sevgimiz, saygımız sonsuz...
3. Kur'an-ı Kerim'e Bağlılık
Allah'ın kitabına bağlılığımız çok ileri seviyede... Yere kondurmayız, öpüp başımıza koyarız. Kur'an deyince, onun için de canımızı veririz.
Bu üç şey yetiyor zaten.... Rasûlüllah'a bağlandın mı, sünnetini kabul etmiş oluyorsun. Kur'an'a bağlandın mı, Kur'an'ın içindeki bütün hükümleri, şeriatı kabul etmiş oluyorsun; Bitiyor iş.
Onun için bizim ana, temel, esas olan inancımız bu: Allah'a inanıyoruz. Rasûlü Muhammed-i Mustafâ'ya inanıyoruz, ona bağlıyız. Rasûlüne indirdiği, bir harfi bile değişmemiş Kur'an-ı Kerim'e bağlıyız, Kur'an yolundayız.
Bunu niçin söylüyorum. Biz Kur'an yolundayız, Rasûlüllah'ın sünneti yolundayız. Bu iki şey belirleyici. Yâni Allah'ın yolundayız dediğimiz zaman nerden belli olacak?.. Allah'ın yolunda olduğumuz, Kur'an Allah'ın kitabı, kelâmı olduğundan, Kur'an'a bağlılığımızdan belli olacak...
--Ben Allah'ı seviyorum, ben Allah'a bağlıyım...
Bağlısın ama, Allah neyi, nerde, nasıl söylemiş; Kur'an'da söylemiş. O halde Kur'an'a bağlılık Allah'a bağlılığı elle tutulur, gözle görülür, isbat edilir hale getiriyor.
Bir adam "Ben Allah'ı seviyorum, Allah yolundayım!" diyor da, Kur'an'a aykırı işler yapıyorsa; güleriz ona, inanmayız ona... "Ne biçim Allah'a inanan insansın sen? Sen Kur'an'ı dinlemiyorsun, içki içiyorsun, kumar oynuyorsun, şu günahı işliyorsun, bu günahı işliyorsun. Bunlar Kur'an'da yok, sen bu olmayan şeyleri yapıyorsun... Namaz kılmıyorsun, oruç tutmuyorsun, hacca gitmiyorsun. Allah Allah! Allah Kur'an'da bunları emrediyor, niye tutmuyorsun?" deriz.
Hattâ Kur'an-ı Kerimde ayet var bu konuda... Peygamber Efendimiz zamanındaki yahudi ve hristiyan insanlar, Peygamber Efendimiz'e tâbî olmak istememişler. Demişler ki:
"--Bizim yolumuz iyi, bizim peygamberimiz var. Biz Mûsâ'ya tabiyiz, İsâ'ya tâbîyiz."
Peygamber Efendimiz diyor ki:
"--Mûsâ AS şu anda aranızda olsaydı, sağ olsaydı, bana tabi olurdu. İsâ AS şu anda dünyada olsaydı, bana tabi olurdu. Bu devir benim devrim, beni peygamber gönderdi Allah... Eğer Mûsâ AS'ı seviyorsanız, bana tâbi olacaksınız; İsâ AS'ı seviyorsanız, bana tabi olacaksınız. Şimdi Allah beni gönderdi. Her peygamberin devri, daha sonra bir başka peygamber gelince tazeleniyor, bitiyor. 'Artık Artık buna uyun!' demek oluyor, onun için bana uyacaksınız!" diyor.
Onun için, Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur'an-ı kerimde buyuruyor ki:
(Kul inküntüm tuhibbûnallàh, fettebinî yühbibkümüllàh ve yağfirleküm zünûbeküm) "Ey Rasûlüm! O senin karşına dikilip de, 'Bizim dinimiz iyi, biz kendi peygamberimize bağlıyız. Biz sana uymayız, biz Allah'ı seviyoruz. Allah bizi seviyor.' diye boşuna iddia eden insanlara de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, ben Allah'ın rasûlüyüm, Allah beni gönderdi. Mûcizeler var, isbat edebilirim, ben Allah'ın peygamberiyim, bana tâbî olun! O zaman Allah da sizi sever, günahlarınızı bağışlar."
"Ama bana tâbî olmazsanız, ben İsâ'nın yolundayım, ben Mûsâ'nın yolundayım demek sizi kurtarmaz! Çünkü o yolları bozmuşsunuz. Sizin dedeleriniz bozmuş, raydan çıkartmış, yoldan çıkartmış. Put çıkartmışsınız ortaya, haç çıkartmışsınız; yoktu... Şarap çıkartmışsınız; yoktu... İsâ AS'ın demediği şeyleri ortaya çıkartmışsınız; yoktu onun zamanında... Onun için sizin bu Allah bizi seviyor demeniz doğru olmaz; bana tâbî olacaksınız!" demiştir.
Peki kendisine tabi olanlar niye tabi oldular Peygamber Efendimiz'e?.. Yakından gördüler, tanıdılar, bildiler, mucizelerini gördüler; kesin olarak onun Allah'ın peygamberi olduğunu anladılar. Onun yanında toplandılar, onun için canlarını verecek hale geldiler.
Biz de hadislerini okudukça, İslâm tarihini okudukça anlıyoruz. Rasûlüllah'a bağlanan insanların ne sebeple, ne duygularla bağlandığını seziyoruz. Biz de onun zamanında yaşasaydık, biz de onu tercih ederdik. Ölsek, işkence görsek, müşrikler bizi götürseler, "Dön dininden, dönmezsen seni öldürüz!" deseler; onlar dönmediler, herhalde biz de dönmezdik. Kesin bunlar...
Şimdi aziz ve muhterem kardeşlerim, biz Kur'an'a tabîyiz, Rasûlüllah'ın sünnetine tabîyiz. Dedelerimiz ölçmüşler, biçmişler bu işi, yolu tutturmuşlar. Ecdadımızı da çok seviyorum ben, çok dualar ediyorum. Esası çok kesin olarak ortaya koymuşlardır: Kur'an bir şeyi söylüyorsa, tutacağız; Rasûlüllah bir şeyi tavsiye etmişse, tutacağız... Çok güzel!
Kur'an ne dediyse yapmışlar, Rasûlüllah Efendimiz ne dediyse yapmışlar, neyi yapmayın dediyse bırakmışlar.
"--Şu günah!"
"--Peki bıraktım."
"--Şu haram!"
"--Pekiyi, yapmayacağım." demişler.
Elhamdü lillâh Allah'ın ayetlerini ihtiva eden, emirlerini ihtiva eden Kur'an var elimizde... Kelâm-ı Kadîm var, Allah'ın kelâmı var... Ne güzel! Kaybolmamış, bozulmamış. Peygamber Efendimiz'e iner inmez, taze taze, etrafındaki vahiy kâtipleri tarafından anında yazılmış. Hemen yazılmış.
Onun için biz --sizler ve bizler-- Kur'an'ın ehliyiz. Allah'a inanmışız, Allah'ın kelâmı Kur'an'a bağlıyız. Rasûlüllah'a bağlanmışız, Rasûlüllah'ın sünnetine tâbîyiz, Rasûlüllah'ın sünnetine uyuyoruz.
--Hocam, şimdi bu asırda herkes sakalını, bıyığını buldozerle dümdüz kesiyor, sen niye bu sakalı bıraktın?..
--Sünnet diye bıraktım.
--Başına bu bezi niye sardın?..
--Sünnet diye sardım.
Her şeyimiz böyle... Bizi şu görüntümüzle yapan, bize şeklimizi veren Peygamber Efendimiz, Kur'an-ı Kerim... Kur'an-ı Kerim'in emirleri, Peygamber Efendimiz'in tavsiyeleri... Şimdi biz esas itibariyle buyuz işte...
Kur'an'ı yaşamak, Peygamber Efendimiz'in tavsiyelerini tutmak yeter. Onu yapıyoruz. Kur'an yolundayız, Peygamber Efendimiz'in sünnetini uygulama yolundayız.
--Efendim, herkes öyle söylüyor...
--Herkes öyle söylüyor ama, söylediğini yapmıyor.
Peygamber SAS Efendimizin zamanında kravat var mıydı?.. Yoktu. Diyanet İşleri Başkanı kravat takıyor. Hem de kravat başka milletlerin bir işareti olduğu halde... Peygamber Efendimiz sakallı; bunlar sakal bırakmıyor... Peygamber Efendimiz, "Günde yüz defa estağfirullah çekin, ben de çekiyorum!" demiş; bunlar çekmiyor... Biz Peygamber Efendimiz'in tavsiyelerini tutuyoruz; bunlar tutmuyor.
Razıyız, Kur'an ne dediyse, uyalım; tamam... Rasûlüllah ne söylediyse, yapalım... Yapmayan onlar, yapan biziz.
İmâm-ı Gazalî, --kendisi mütefekkir ya-- zamanındaki bütün inanç sistemlerini ve fırkaları, inanç gruplarını, zümreleri incelemiş; "Kur'an-ı Kerim'e ve Rasûlülah'ın sünnetine en uygun yaşayan insanlar olarak dervişleri, sûfîleri gördüm." diyor. Ötekiler kaytarıyor, kıvırttırıyorlar, sapıttırıyorlar, ihmal ediyorlar, gevşek duruyorlar, tam yapmıyorlar... Tam yapan kim?.. Takvâ ehli, ahiret ehli, ihlâs ehli mübarek insanlar...İmam-ı Gazalî'nin tesbiti bu....
Siz de inceleyin, dinî zümreleri inceleyin! Aynı şeyleri göreceksiniz. Tarihte bu böyle olduğu gibi şimdi de böyle...
Şimdi biz bu tarz ile yürürken, bazıları bizim bu halimize kızıyorlar. "Bu kadar müslüman olma!.." diyorlar. Şimdi meselâ, Tansu Çiller diyor ki: "Türk askeri dindardır, Türk komutanları dinsiz değildir."
İyi dindar da, niye imam-hatip okullarına kızıyor, kapatmağa, azaltmağa çalışıyor?.. Niye Kur'an kurslarına taktı kafayı da binbeşyüz tanesinin kapatılmasına sebep oldu?..
Bize hiç batmıyordu Kur'an kursları... Var mı içinizde Kur'an hiç kurslarından şikâyetçi olan bir kimse?.. Kur'an kursları batan bir insan var mı içinizde?.. Yok... Bize batmıyor da onlara niye battı?.. Gözlerine battı, vicdanlarını rahatsız etti, Kur'an kurslarını kapatmağa karar verdiler. Bizi niye rahatsız etmiyor da, onları rahatsız ediyor?.. Çünkü biz Kur'an-ı Kerim'in yolunda yürüdüğümüz için, Kur'an-ı Kerim'i kim öğretirse öğretsin --ruhsatlı ruhsatsız vız gelir-- memnun oluyoruz.
Bu meyhaneler ruhsatlı da biz onlardan razı mıyız?.. Bütün meyhaneler ruhsatlı... İdareden, belediyeden, valilikten ruhsatı almışlar. Ruhsatlı diye biz o meyhanelere razı mıyız, kumarhânelere razı mıyız?.. Razı değiliz. Ruhsatsız diye bu Kur'an kurslarına düşman mıyız?.. Değiliz. Neden?.. Biz Kur'an yolunda yürüyoruz da ondan... Onlar yürümüyor.
b. Tasavvufun Aslı
Şimdi bunlar kalkmışlar diyorlar ki:
"--İslâm'da tasavvuf yoktur, İslâm'da tarikat yoktur."
Yalan söylüyorlar, yalan söylediler. Mübarek Ramazan ayında, bütün Ramazan boyu yalan söylediler. Kimler yalan söyledi?.. Tarikatla, tasavvufla, dinle, imanla ilgisi olmayan insanlar... Bir tanesi çıktı, "Dört aydır bu iş için hazırlanıyoruz." dedi. Meğer kimmiş bu adam?.. Porno yayınlar yayınlamakla tanımış, bir herif-i nâşerifmiş. Porno yayın ne demek, müstehcen demek, çirkin, günah demek... Bak kimler karşımıza çıkıyor, ne yalanlar söylüyorlar!.. "Dinime dahleyelen, bari müselman olsa!" demiş şair... Dinime çatan müslüman olsa da, iyi müslümanlık yapmıyorsunuz dese...
Birisi porno yayıncı... Öteki ortaya çıkarttıkları insanların da ajan olduğu çıktı ortaya... Kuklaları, ajanları çıkarttılar, kendi boyadıkları kuklalarla, İslâm'ı, tasavvufu, tarikatı kötülemeğe çalıştılar.
Kalktı Diyanet İşleri Başkanı da dedi ki:
"--İslâm'da tarikat yoktur. Peygamber Efendimiz'in zamanında tarikat yoktu." dedi.
Bende o zaman dedim ki:
"--Peygamber Efendimiz zamanında Diyanet teşkilatı da yoktu."
Var mıydı? Diyanet teşkilatı var mıydı, Diyanet İşleri Başkanı var mıydı?.. O da yoktu. İhtiyaçtan çıkıyor, veyahut dinin emrettiği şeyleri yapacağız derken oluyor.
Aynı lafı mezhebler için de söylüyorlar. Ben Kâbe'de namaz kılıyorum, adam geliyor, "Böyle yapma!" diyor. Neden yapmayacakmışım? Ben Hanefî mezhebindenim, elbette Hanefî mezhebine uygun olarak bu böyle yapılır, ondan yapıyorum.
--Peygamber Efendimiz zamanında Hanefîlik yoktu.
Yoktu ama, mecburiyetten oluştu Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerini, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini yorumlamaktan, "Bunun mânâsı budur." diye bir anlayış olarak, Hanefî mezhebi ve diğer mezhebler ortaya çıktı. Şafiî, Malikî, Hanbelî hepsi hak diyoruz.
Misal vereyim: Biz Kâbe'nin karşısında, Kâbe'ye yakın bir yerde namaz kıldık. İmam "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!" derken, biz de selâm verdik. Benim dört beş adım ötemden bir gürültü koptu. İhtiyar, sakallı bir adam fenâ halde azarlıyor bizim arkadaşları, bangır bangır bağırıyor. "Niye böyle imamla beraber selâm verdiniz?" diyor.
Ne yapacakmışız... Duracakmışız. İmam iki tarafına selâm verecekmiş, ondan sonra biz selâm verecekmişiz. Bundan dolayı kavga ediyor bizim arkadaşlarla... Yâ biz deminden beri imam ne diyorsa, hep onun yaptığını yapıyoruz. Onunla beraber rükû ediyoruz, secde ediyoruz. Her şeye uyuyoruz, selâm verince de veriyoruz. Nesine kızıyorsun, bangır bangır bagırıyorsun?..
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:
(İzâ sellemel-imâmü fesellimû) "İmam selâm verdi mi, siz de selâm verin!" diyor. Biz de onun için imamla beraber selâm veriyoruz. Başından beri uyduğumuz gibi, imama orda da uyuyoruz. Vicdanımız rahat...
Onlar, belki imam sehiv secdesine varır vs. diye başka mezheblerinin kanaatinden dolayı, "Bekle bakalım ne yapacak, ondan sonra uy!" diyorlar. Benim uygulamam Peygamber Efendimiz'in tavsiyesine uygun...
Buna benzer şeylerden farklar olmuş ama, işte hadisi anlayıştan fark olmuş. Beni yolum doğru elhamdü lillâh, bir şikâyetim yok... Ben böyle dedim, bu sefer bana bağırdı:
--Peygamber Efendimiz'in zamanında Hanefîlik, Şâfiîlik yoktu!
--E peki Hanefîlik, Şâfiîlik yoksa, bana ne karışıyorsun?.. Benimki yoksa, seninki de yoktu, sen neyin kavgasını yapıyorsun o zaman?..
Mantıksız... Bana itiraz ediyorsa, ben de ona itiraz ederim; o zaman o da şaşırır, kalır.
Hasılı, Peygamber Efendimiz zamanında tasavvuf var mıydı, yok muydu?.. Diyanet İşleri Başkanı olmadığını söyledi, bizim şimdi burda cevap vermemiz lâzım! Tabii, isbat etmemiz lâzım!.. O bir şey söylüyor, o olmadığını isbat etsin; ben bir şey söylüyorum, ben de olduğunu isbat edeyim... Çünkü ihtilâf oldu; Diyanet İşleri Başkanı başka bir şey söyledi, biz de öyle söylemiyoruz. Şimdi ben sıralamaya başlayayım:
--Tasavvuf yolu ne yoludur?..
--Takvâ yoludur, Allah'tan korkmak yoludur. Allah Kur'an-ı Kerim'de nice nice ayetlerde, "Ey iman edenler takvâ ehli olun, Allah'tan korkun!" demiyor mu?.. Demek ki ben Kur'an'ı uyguluyorum.
--Tasavvuf yolu ne yoludur?..
--Tasavvuf denince ilk aklıma gelen tesbih oluyor, zikir oluyor.
Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'de:
(Vezkürisme rabbike bükreten ve esîlâ) "Allah'ın adını sabah akşam zikret!"
(Yâ eyyühellezîne âmenüzkürullàhe zikren kesîrâ) "Ey iman edenler Allah'ı çok zikredin!" demiyor mu?.. Tamam, ben Allah'ın emrini tutuyorum.
Gel bakalım reis bey, sen Allah'ı zikrediyor musun, tesbihin var mı?.. Biz oturup "Allah... Allah..." diye Allah'ı zikrediyoruz; sen yapıyor musun?.. Nerden çıkarttın sen Peygamber Efendimiz'in zamanında tasavvufun olmadığını?.. Bak zikir varmış, takvâ da varmış.
--Sonra, tasavvuf denince başka ne akla geliyor?..
--Nefsin, nefs-i emmârenin terbiye edilmesi... Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teâlâ Hazretleri:
(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hàbe men dessâhâ.) "Kim nefsini terbiye ederse, zabt ü rabt altına alırsa felâh bulur; nefsini terbiye etmezse helâk olur, mahvolur." demiyor mu?.. Diyor. Nefsin terbiyesine işaret etmiyor mu?.. Ediyor.
Tasavvuf nefsi terbiye etmek için, dervişi nefis terbiyesine yetiştiriyor. Tasavvuftan başka nerde gördünüz siz nefsin terbiye edildiğini?.. Yok... Diyanet İşleri Başkanlığı'nda nefsi terbiye diye bir yer var mı?.. Bir nefsi terbiye okulu açmışlar mı?..
Nefis nasıl terbiye olacak? Şu insanın nefs-i emmâresi, azgın nefsi, kendini beğenmiş, tenbel, kötülüklere meyilli;
(İnnen nefse lemmâretün bis-sûi illâ mâ rahime rabbî) buyrulan bu nefsi terbiye edecek hangi müesseseyi kurmuş Diyanet?.. Kurmamış.
Tasavvuf onu yapıyor, müslümanları nefis terbiyesinden geçiriyor, tornadan geçiriyor, eğitiyor. Nefsini terbiye ettiriyor. Duymadınız mı Yunus Emre'nin tekkesine, şeyhine nasıl hizmet etiğini?.. Duymadınız mı, Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri'nin, şeyhi Üftâde Hazretleri'nin yanında nasıl terbiye olduğunu?..
Demek ki, nefis terbiyesi de Kur'an-ı Kerim'de varmış.
--Tasavvuf deyince başka ne hatıra geliyor?..
--İşte bir kenara çekiliyor dervişler, "Allah... Allah..." diyor, zikrediyor.
Sen bunu mu ayıplıyorsun?.. Peygamber SAS Efendimiz Hıra mağarasına çıkıp da, günlerce orada kalmadı mı?.. Hazret-i Hatice validemiz yanına kadar çıkıp yiyecekleri bırakırdı. Orda günlerce ibadet ederdi Peygamber SAS Efendimiz... Sen tek başına kalıp da Allah'ı zikretmenin, halvet çıkarıp da Allah demenin Peygamber Efendimiz'in zamanında olduğunu görüyorsun da, niye tasavvuf Peygamber Efendimiz'in zamanında yoktu diyorsun?.. Nasıl diyebilirsin?
Bak Peygamber Efendimiz toplumu terketmiş, Hıra mağarasına çekilmiş. Öyle bir mağara ki çıkmak için birbuçuk saat uğraşmak lâzım! Herkes çıkamaz. Birisi gelip de, "Selâmün aleyküm yâ Muhammed! Nasılsın, iyimisin? seni özledim de geldim." diyebileceği bir yer değil... Çok zor çıkılacak bir yer...
Orada, hiç kimsenin kendisini rahatsız edemeyeceği bir yerde, günlerce ibadet ederdi Peygamber Efendimiz... Hattâ o zamanın halkı, Peygamber Efendimiz'in bu alışılmamış haline ne derlerdi:
(Aşıka muhammedin rabbehû) "Muhammed Rabbine aşık oldu." derlerdi. Aşık oldu da, mecnun gibi dağın tepesine çıkıyor derlerdi.
İşte tasavvuf bu... Demek ki, Peygamber Efendimiz'in Hıra mağarasına çekildiği gibi, onun o halini takiben, derviş de tarikatta uzlete çekilip, halvete çekilip çalışıyor; Allah Kur'an'da zikri emrettiğinden, eline tesbihi alıp zikrediyor; Allah nefsi terbiye etmek gerekir buyurduğundan, Allah'ın rızasını kazanmak için nefsin terbiyesine çalışıyor.
İnsanın ahlâkının güzel olmasını, kötü huyları bırakmasını Kur'an-ı Kerim birçok ayetlerde emrediyor. Meselâ:
(Velâ ya'teb ba'duküm ba'dà) "Biriniz ötekisini gıybet etmesin!" diyor. Ahlâkî emirleri var; sabret diyor, merhametli olmayı tavsiye ediyor. Ahlâk dediğimiz şeyleri, güzel huylar dediğimiz şeyleri, müslümanlar yapsın diye Kur'an-ı Kerim tavsiye ediyor. Tasavvufta da güzel ahlâk öğretiliyor, kötü huylar bıraktırılıyor.
Demek ki, tasavvuf deyince akla gelen ne varsa Peygamber Efendimiz'in zamanında var, Kur'an-ı Kerim'de var; Peygamber Efendimiz de, ashab-ı kiram da bunu uygulamışlardır.
O zamanın insanları bu hale ne derlerdi?.. Buna ihsân derlerdi. İhsân ne demek?.. Peygamber Efendimiz söylüyor:
(El-ihsânü en ta'büdallàhe keenneke terâhü fein lem tekün terâhü feinnehû yerâke) "İhsân Allah'ı görüyormuş gibi, ona candan ibadet etmendir. Çünkü, her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni görüyor."
"Mâdem Rabbim beni görüyor, mâdem Rabbim her yerde hàzır ve nâzır; ben onu görüyormuşum gibi, onun huzurundaymışım gibi ibadet etmeliyim!" diye düşünerek kulluk yapmasını hadis-i şeriflerde Peygamber Efendimiz tavsiye ediyor.
O halde tasavvuf denilen şey ne ise, nelerden meydana geliyorsa, onların hepsi Kur'an-ı Kerim'de varsa, Peygamber Efendimiz'de varsa; tasavvuf Peygamber Efendimiz'in zamanında var demektir, sahabe-i kiramın üzerinde vardır. Ama adı tasavvuf değil de ihsân yoludur, zühddür.
Zühd; dünyayı gözünde büyütmemek, dünyaya meyletmemek, ahireti düşünmek, ahiret için çalışmak, tok gözlü olmak, aç gözlü olmamak, hırslı olmamak...
Demek ki, bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Peygamber Efendimiz mutasavvıfların önderi idi, serveri idi, şâhı idi. Mutasavvıflar Peygamber Efendimiz'in hayatını tatbik eden insanlar oldukları için, tam onun gibi yapmak istedikleri için, öteki müslümanlardan farklı görünüyorlar. Herkes de onlara hayret ediyor. İşte Peygamber Efendimiz'in yaşayışı o, onun için onlar mutasavvıf diye ayrılmış.
Ötekisi yaşamıyor ki... Ötekisi sarayda çalgıları çaldırtmakta, çengileri oynatmakta... İlk devirde başlamış, saraylarda keyfler, zevkler, sefalar... Emevîlerde başlamamış mı?.. Emevîlerde başlamamış mı, böyle Rasûlüllah'ın asr-ı sadetinde yapmadığı şeylerin yapılması?.. O zaman başlamış. Saraylar var mı, israf var mı, böyle keyf, zevk sefa var mı?.. Yok. O zaman başlamış. Var mı böyle orduya dayanıp halka şöyle yapmak, böyle yapmak?.. O zaman başlamış. Demek ki, onlar ayrılmışlar. Rasûlüllah'ın yolundan ayrılan o yöneticiler, o devrin zenginleri, o devrin dünya ehli insanları...
Rasûlüllah'ın yolunda yürüyenler, mutasavvıf diye adlandırılmış. Zühd yolundan, ihsân yolundan, takvâ yolundan yürüyen insanlar mutasavvıf diye adlandırılmış.
--Peki hocam, hepsini anlar gibi olduk da, bir tane şeyh çıkıyor ortaya; müridler de bunun önünde eğiliyorlar, kalkıyorlar, elini öpüyorlar, eteğini öpüyorlar... Bu nerden çıktı, bu da mı vardı?..
Evet bu da vardı. Peygamber SAS Efendimiz ashabı ile bu durumdaydı. Peygamber Efendimiz ashabını böyle terbiye ediyordu. Peygamber Efendimiz sarayda oturup, kürsüde oturup, İslâm'ı konferans tarzında anlatıp, çekilip gitmiyordu. Halkla beraber idi, halkın içindeydi, halkın insanıydı. Hattâ fukarayı seviyordu, fakirlerle beraber olmayı seviyordu. Onlarla oturken, kalkarken tavsiye ediyordu: "Bak böyle yapmayın, yanlış olur, günah olur. Şöyle yapın, böyle yaparsanız iyi olur." diye eğitiyordu onları, terbiye ediyordu. Aile gibiydi müslümanlar.
Meselâ bir çocuk terbiyeli ise diyoruz ki: "Ailesinden, annesinden güzel terbiye almış. Ev terbiyesi, ana terbiyesi kuvvetli..." diyoruz. Neden?.. Yatarken, kalkarken anne-baba çocuğu evin içinde her halini, her kusurunu görüyor, yetiştiriyor. İyi yetiştirirse, annesinden, babasından iyi terbiye almış diyoruz.
Bu mekteptekine benzemiyor. Mektepte çünkü, hocası sınıfa giriyor, sıraya oturmuş çocuklarına yanına geliyor. "Susun bakayım çocuklar! Cetveli avucunuza vururum ha!..Şu derse çalışın, akşam şu ödevi yapın!.. Kalk bakalım, söyle bakalım, bildin, bilemedin... Şu notu aldın, bu notu aldın..." Bu terbiyede yetmiyor. Terbiye için beraberlik lâzım! Aile terbiyesi gibi...
Peygamber Efendimiz de müslümanları nasıl yetiştirdi?.. Aile terbiyesi gibi... Ashabını etrafına topladı, asr-ı saadette muhabbetli bir zümre olarak yaşadılar. Beraber yaşadılar; oturdular, kalktılar, namazı beraber kıldılar, hayatı beraber sürdüler... Her andaki duruma göre Peygamber Efendimiz onları yetiştirdi. Nasıl yetiştirdi?.. Öyle güzel yetiştirdi ki, öyle terbiyeli yetiştirdi ki, ashabı yıldız gibi, hangisini tutsa insan, hangisine baksa, doğru yolu bulur.
(Ashàbî ken-nücûm, bieyyihim ıktedeytüm, ihtedeytüm) "Benim ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız, hangisinin eteğinden yapışsanız, hangisinin izinden gitseniz, hidayet bulursunuz." Neden?.. Güzel yetiştirdi.
Hazret-i Ömer halife olduğu zaman, Medine-i Münevvere'den Mekke-i Mükerreme'ye gitmeğe karar vermiş. Yanına bir iki arkadaş almış, beraber gidiyorlar. Ne üzerinde şatafatlı emîrül-mü'minîn üniformaları var, ne de önünde arkasında şatafatlı askerler var... Gariban, perişan kılıklı üç kişi gidiyorlar.
Hazret-i Ömerin elbisesinde kaç tane yaması vardı, meşhurdu; tarih kitapları yazıyor. Yâni öyle şatafatlı insanlar değillerdi. Bu şatafatı çıkartan insanlar bozdu İslâm'ı... İslâm'da şatafat var mıydı ey Diyanet İşleri Başkanı?.. Üniforma var mıydı, lüks var mıydı?.. Niye onlara yoktu demiyorsun?.. Ama tasavvuf üzerine hücum olduğu zaman, "İslâm'da tarikat yoktu." diye çıkıp onlara destek oluyorsun!
İslâm'da şatafat var mıydı?.. Mercedes araba var mıydı, Mercedeslere kurulup sefa sürmek var mıydı?.. Devlet adamlarının milletten kopması var mıydı?..
Peygamber Efendimiz mütevâzi yaşadı. Emirül-Mü'minîn Hazret-i Ömer yaya gitti Kudüs'e... Kölesini deveye bindirdi de, Kudüs'e öyle girdiler, paçaları sıvalı olarak girdiler. Şatafat yoktu.
Mekke-i Mükerreme'ye giderken, yolda bir ağacın gölgesinde gölgeleniyorlar. Ünvan yok, asker yok, şatafat yok... Bak burda iki şey var: Eskiden bir yerden bir yere iki üç kişi gidemezdi. Neden?.. Yolunu keserlerdi, soyarlardı. İslâm gelmiş, o bedevî insanları adam etmiş; yol kesmek yok artık, haydutluk yok, harâmîlik yok...
Sonra oturdular orda, dinleniyorlar. Çoban gördüler, sürü gördüler. Çobana dediler ki:
--Şurdan bize bir kuzu sat!
Kesecekler, yiyecekler. Yolcu, ne yapsınlar.
Çoban dedi ki:
--Satamam, ben çobanım, sahibi değilim. Sahibim bana öyle selâhiyet vermedi, koyunları satamam!" dedi.
Hazret-i Ömer'in aklına imtihan etmek geldi. Dedi ki:
--Canım ne olacak, bir koyun ver de keselim biz; sayısını farkederse sahibin, kurt yedi dersin, bilmiyorum dersin.
O dağ başındaki çoban ne dedi Hazret-i Ömere?.. Karşısındakinin halife olduğunu bilmiyor.
"--Peki patronu kandırdık ama, Allah'ı nasıl kandıracağız?.. Allah kanar mı, Allah her şeyi biliyor." dedi.
Bak, dağdaki çobanı İslâm nasıl yetiştirdi?.. Şehirdeki alim değil, şehirdeki talebe değil, dağdaki çoban Allah'tan korkmaya başladı. Yalan söylememeğe başladı, haksız iş yapmamağa başladı.
Hazret-i Ömer Medine-i Münevvere'de devriye gezerdi geceleri... Devlet başkanı devriye gezer mi?.. O gezerdi. Devlet başkanlarının sırtüstü yatıp, keyif çatıp vakit geçirmesi Peygamber Efendimiz zamanında yoktu. Sayın Nuri Yılmaz, git, cumhurbaşkanına söyle bakalım!.. Herkes İslâm'a, tarikata, tasavvufa çatarken, "Peygamber Efendimiz'in zamanında tasavvuf, tarikat yoktu." diyorsun; cumhurbaşkanına git de, "Peygamber Efendimiz'in zamanında böyle şatafat yoktu; sen de yamalı elbise giy, sen de mütevazi bir eve geç!" de bakalım!
Hazret-i Ömer devriye gezerdi kendisi... Emîrül-mü'minin idi, birisini gezdirtebilirdi. Hazret-i Ömer kendi yazısını yazacağı zaman, devletinmumunu söndürürdü, kendi mumunu yakardı. "Ne olacakmış canım, işte devlet veriyor." demezdi.
Hazret-i Ömer sokaklarda dolaşırken, bir evin önünden geçiyordu, ses duydu. Annesi kızına bağırıyordu:
--Kızım, sağdığın sütlerin içine biraz su kat!
--Ama anne, emîrül-mü'minîn, halife 'Sütlere su katmayın, ne sağdıysanız onu satın!' demedi mi?..
--Canım kızım, şimdi bırak, gecenin yarısında, evin içinde Halife Ömer nerden bilecek?..
Ama Allah halife Ömer'i dışarıya getirtti, duyuyor bu lafları...
--Anne, Halife Ömer bilmiyor ama Allah görmüyor mu?..
Dikkat edin, bakın, kız annesinin sözünü dinlemiyor: "Emîrül-mü'minîn, halife-i Rasûlüllah Ömerül-Fâruk RA, 'Süte su katmayın!' dedi anne... Allah'ı kandıramayız. Hazret-i Ömer görmese bile, ona hıyanet etmek yakışık almaz." diyor, annesinin sözünü dinlemiyor.
Bak kız nasıl yetişmiş, İslâm nasıl terbiye etmiş!.. Nasıl oldu bu?.. Peygamber Efendimiz halkın arasındaydı, onlarla konuşuyordu, imanı öyle öğretiyordu.
Hazret-i Ömer o evi işaretledi, kafasına koydu: Şu sokağın ucundaki şu ev... Ne yaptı ertesi gün?.. O evin kapısını çaldı. "Allah'ın emriyle, Peygamberin kavliyle, bu evin kızını oğluma istiyorum!" dedi. Kızı görmedi, kızın boyunun ölçüsünü bilmiyor, enini boyunu bilmiyor, saçının gözünün rengini bilmiyor. İbret alın, dikkat edin!..
Şimdi, fabrikadan mal sipariş eder gibi bir sürü şart sayıyorlar: Adı Hatce olsun, Gözü gökçe olsun, malı çokça olsun, aklı kıtça olsun...
Bak, hiç kızı görmedi. Hiç görmedi ama, akşam "Allah görmüyor mu, Allah bilmiyor mu?" dediğini duydu. "Bu evin kızını oğluma istiyorum!" dedi.
--Ya sakat idiyse kız, ya çok çirkin idiyse, ya kambur idiyse, ya topal idiyse, ya çolak idiyse, ya hasta idiyse?..
--Olsun, takvâsı var ya, Allah'tan korkuyor ya... Allah Kur'an'da, "Allah'tan korkun!" diye emrediyor, o da Allah'ın emrini tutuyor.
İşte bana öyle gelin lâzım diye hiç bakmadan, hiç sormadan o kızı oğluna istedi. Aldı da... Aldı kızı, sonra o kızdan torunları oldu. Sonra o kızın bir torunu, Ömer ibn-i Abdül'aziz oldu. Emevî saltanatında Ömer ibn-i Abdül'azîz var ya, o doğdu. Ömer diye adlandırılması, dededen dolayı... O takvâ ehli kadından Ömer ibn-i Abdül'aziz doğdu, o da tarihe nam saldı. Mütevazi yaşadı, hazinenin parasını almadı, fakîrâne yaşadı, çok güzel hizmet etti. Allah şefaatlerine erdirsin...
İslâm böyle değiştiriyor. Bak, Peygamber Efendimiz zamanında bunlar vardı. İşte mutasavvıflar bu yolda yürüyorlar. Peygamber Efendimiz'in zamanında saltanat yoktu, giyim yoktu, şatafat yoktu, yalan yoktu, dolan yoktu; onların hepsi var şimdi... İlgililer, Diyanet İşleri Başkanı, müftüler gitsinler bunları yapanlara:
"--Peygamber Efendimiz'in zamanında bunlar yoktu, böyle olun, böyle olun!" desinler.
Böyle olun, böyle olun diye uzun uzun saymak akıllarına sığmazsa, kısaca:
"--Mutasavvıf olun, tasavvuf yoluna girin, takvâ yoluna girin!" desinler.
Allah cenneti kimler için hazırlamıştır?.. Müttakî kullar için, takvâ ehli kullar için hazırlamıştır. Öyle dünyaya dalıp da, günahları işleyip de, şatafatla ömür sürüp de, Allah'ın huzuruna âsî, mücrim kullar olarak çıkanlara değil, mattakî kularına hazırlamıştır cenneti...
(Üiddet lil-müttakîn) "Cennet müttakîler için hazırlanmıştır."
(Vel-àkıbetü lil-müttakîn) "Hüsn-ü âkıbet müttakîler içindir. Yol, takva yoludur. Bir takvâ yolu vardır, bir fetvâ yolu vardır, bir de şeytanın yolu vardır. Şeytanın yolu cehenneme götürür. Fetvâ yolu te'vile götürür, ihmâle götürür, az yapmağa götürür. Takvâ yolu sağlam yoldan cennete götürür insanı... Tasavvuf takvâ yoludur.
Onun için, herkes eğri oturuyorsa da doğru düşünsün, doğru söylesin! Rasûlüllah'ı iyi tanısın, İslâm'ın özünü, ruhunu iyi anlamaya çalışsın! Biz kesin olarak söylüyoruz: İslâm'da olmayan hiç bir şeyin iddiacısı değiliz, peşinde değiliz. Ama Kur'an'da ne varsa, gelin onu yapalım!.. Diyanet İşleri Başkanı da yapsın, müftü de yapsın...
Müftü sigarayı eline almış, lenger şapkayı kafasına geçirmiş, öyle dolaşıyor. Peygamber Efendimiz zamanında sigara var mıydı?.. Peygamber Efendimiz "Gayrimüslimlere benzemeyin!" demedi mi?.. Kravatı takmış; çünkü Diyanet İşleri Başkanı sıkıştırıyor:
"--Ben teftişe geldiğim zaman kravatlı olacaksın, ütülü pantolonlu olacaksın!" diyor.
Kravat takmayan imama ceza yazıyorlar.
Bizim arkadaşlar cemaat olarak sakal bırakmışlar Eskişehir'in bilmem hangi ilçesinde... Müftü:
"--Bırakın şu bid'at işleri!.." demiş.
Vay şaşkın vay!.. Sakal bırakmaya bid'at diyor. Öyle şey mi olur? Dini bilmek lâzım, dini anlayıp özünü uygulamak lâzım!.. Dini anlayıp, özünü uyguladığın zaman, çıkan manzara tasavvuftur.
c. Sohbetle Eğitim
Peygamber Efendimiz nasıl ashabını aile gibi, hayatın içinde, onlarla beraber yaşayarak yetiştirdiyse, öyle yetiştirmek lâzım geldiğinden, şeyh de müridleriyle o haldedir. Diyanet İşleri Başkanı gibi makama geçip, koltuğa kurulup, tepeden bayram tebriki yapmakla müslümanların eğitimi yürümez. Öyle değildi Peygamber Efendimiz'in zamanında müslümanların eğitimi... Peygamber Efendimiz sohbet yoluyla insanları yetiştiriyordu.
Ne demek sohbet?.. Yarenlik etmek demek değil... Sohbet; arkadaş olmak, hayatı baraber sürmek, yaşamak demek...
--Her şeyini söyler mi?.
Kusurlu gördüğü her şeyi söylerdi.
Peygamber Efendimiz'in sözleri, kavlî sünnet... Hareketleri de sünnet; "Peygamber Efendimiz böyle yapardı." deriz, fiilî sünnet... Yanında bir şey yapıldığı zaman, yanlış dememişse; o da sünnet... "Rasûlüllah'ınyanında biz böyle yaptık, bir şey söylemedi, demek ki mahzuru yok." Buna da takrîrî sünnet derler; susuyor, bir şey demiyor... Çünkü Rasûlüllah Efendimiz, yanında yanlış bir iş yapılınca susmazdı; "Böyle şey yok, yapmayın!" derdi, söylerdi. Demek ki, mahzuru yok da ondun susuyor.
Peygamber Efendimiz'in yanına geldiler. Kızlar da orda bayram münâsebetiyle eğleniyorlardı, kaçıştılar. Hazret-i Ömer geliyor diye hepsi bir tarafa kaçıştı. Peygamber Efendimiz müsaade ediyor, demek ki olabilir. "Dokunmayın!" dedi Peygamber Efendimiz. Müsaade ettiği kadar olur, müsaade ettiği şekilde, olur.
Susuyorsa; uygun görmüş, yanlış olmadığına karar vermiş, ondan susuyor. Yanlış bir şey olduğu zaman söylerdi, "Hayır, böyle yapma!" derdi.
Yolda gidiyorlardı. Bir kadın üzücü bir olayla karşılaşmış, bir yakını vefat etmiş, bir musibete uğramış; bangır bangır bağırıyordu, saçını başını yoluyordu. Peygamber efendimiz onun yanına gitti, dedi ki:
"--Böyle yapma, sabırlı ol!" dedi.
Kadın:
"--Sen benim başıma gelen felâketin ne kadar büyük olduğunu biliyor musun?" dedi, yine zırıltıya, gürültüye devam etti.
Peygamber efendimiz yürüdü gitti. Arkadan gelenler kadının yanına yanaştılar:
"--Yâ sen ne yaptın?.."
"--Ne yaptım?!.." dedi, şaşırdı.
"--Sana bu nasihatı eden Muhammed Mustafâ, Rasûlüllah SAS'di."
"--Hiih, eyvah, öyle mi?.." dedi, ağlamayı bıraktı, Rasûlüllah'a saygısızlık oldu diye hata ettiğini anladı. Koştu:
"--Yâ Rasûlallah! Senin olduğunu bilemedim, tanıyamadım, beni affet!" dedi.
Peygamber Efendimiz dedi ki:
(İnnes-sabru inde sadmetül-ûlâ) "Sabır, felâket ilk geldiği zaman insanın kendisini tutmasıdır. O zaman tutacaktın, iş işten geçti." dedi.
Peygamber Efendimiz bir savaştan sonra ilan ettirdi. Dedi ki:
"--Kim düşmanlarla çarpışırken bir şeyler almışsa yanına; onları getirsin, ortaya koysun!"
Neden?.. Ganimetler ortaya toplanacak, hesaplanacak; beştebiri devlete ayrılacak, ötekisi gaziler arasında paylaştırılacak.
İlan ettirdi böyle... Herkes zırh mı aldı, bıçak mı aldı, kılıç mı aldı, para mı aldı; öldürdüğü insanın üstünden ne aldıysa, onları getirdi ortaya... Ganimet malları bunlar...Taksim etti Peygamber Efendimiz.
Ondan sonra ne kazar zaman geçtiyse, birisi geldi, dedi ki:
"--Yâ Rasûlallah, bu ayakkabı bağcığı da düşmandan alınmıştı, ganimet malıydı. O zaman vermemiştim, şimdi veriyorum." dedi.
Ayakkabı bağcığı o zaman sırımdan yapılıyor.. Deri kesiliyor böyle uzun ip gibi, ayakkabı bağlanıyor.
"--Sen benim ilanımı duymadın mı, niye önceden getirmedin?.. Taksim bitti şimdi. Aldın, yanında tuttun; ateşten bir iptir." dedi. İşin şakası yok...
Birisi öldü. Peygamber Efendimiz'in hizmetindeydi. Peygamber Efendimiz dedi ki:
"--O cehennemliktir."
Peygamber Efendimiz'in asr-ı saâdetinde yaşamış, namaz kılan bir insan, hizmetinde bulunan bir insan... Dedi, "O cehennemliktir."
Araştırdılar, malları arasında ganimet malını buldular. Demek ki, hırsızlık yapmış. Çünkü ganimet malından çalmak da bir hırsızlıktır. Gàziler arasında bölüşülecek. Öteki gazilerin hakkını yiyor. Olmaz.
İşte İslâm böyleydi. Peygamber Efendimiz'in insanları terbiyesi böyleydi.
Çarşı-pazara gitti Peygamber Efendimiz... Bir malın çuvalının başına geldi, elini çuvala soktu, altını üstüne getirdi; üstü kuru, altı ıslak... Hileli, üstü güzel, altı ıslak... Islak makbul değil, kuru olması lâzım!..
"--Böyle yapmayın! Bizi aldatan bizden değildir." dedi.
Biz dediği müslümanlar... Aldatmayacak, olduğu gibi gösterecek. Ya malı öyle yığacak, "İyisiyle kötüsüyle böyledir." diyecek, dizmeyecek, Üstünü iyi gösterip de, iyi şey satıyormuş gibi yapıp da kötüyü satmayacak. "Böyle yapmayın, böyle olmaz! Bizi aldatan bizden değildir." dedi.
Çarşıya gitti, pazara gitti, düğüne gitti, mezara gitti, hasta ziyaretine gitti. Her şeyi ashabı ile beraber yaşadı, ama her an peygamberlik yaptı, her an Allah'ın emrini söyledi; doğru olan şeyi emretti, yanlış olan şeyi de yapmayın dedi.
Bu eğitim şekli nedir?.. Bu eğitim şekli birlikte yaşamla eğitmektir, beraber yaşayarak eğitmektir.
Bizim burdaki toplantımız nedir, biz buraya niye toplandık? Birlikte yaşayarak eğitimi uygulamak için... Çünkü her biriniz başka mahalledesiniz. İşte böyle toplanalım da bir nebze, birazcık hiç olmazsa birlikte yaşamakla eğitim olsun diye...
Bu ilkönce Avustralya'da çıktı, bizim kardeşlerimiz Avustralya'da uyguladılar. Burdaki gibi dört gün olmuyor, on-oniki gün oluyor. Kadın erkek, çocuk hepsi geliyorlar. Namazlar cemaatle kılınıyor. Yemekler yeniliyor, sohbetler yapılıyor, eğitim oluyor. Biz orda her şeyi söylüyoruz:
"--Bakın, çocuklar dışarda çiçekleri koparıyor, koparmasınlar!.. İslâm'da bu yok. Biz buraya geldik, giderken, 'Bu müslümanlar ne kadar muntazam!' desinler." diyoruz.
"--Etrafı temiz tutun, dağıtmayın!" diyoruz.
Yâni aklımıza gelen her şeyi söylüyoruz. Burda da öyle olması lâzım!..
Biz orda, Avustralya'da takdirnâme aldık. Bize tesislerini kiraya veren şirketler, "Bir daha gelin ne olur, biz sizden memnunuz." dediler. Çünkü, Allah için yaptığımız şeyin İslâm'ca güzel olmasına, beğenilecek şekilde olmasına dikkat ettik. Evleri tertemiz bıraktık, hile yapmadık, bozmadık, düzenledik. Adamlar bizi ilk günden beri gizli gizli takib edermiş, "Bakalım, bu insanlar burda ne yapıyor?" diye.
İşte biz öyle, o eğitimle eğitim olsun diye toplanıyoruz. Bu eğitimin kökü, Peygamber Efendimiz'in birlikte yaşayarak eğitimi, yâni sohbet ile eğitim... Sohbet burda birlikte yaşamak demek, yoksa yârenlik etmek demek değil. Beraber sefere gidiyorlar, beraber çarşıya gidiyorlar, beraber camide ibadet ediyorlar, her şey beraber olurken; "Şu yanlış, şöyle yapın!.. Bu yanlış, böyle yapın!" diye ikaz ediyor.
Meselâ, yolculuk esnasında Peygamber Efendimiz dedi ki:
"--Oruç tutmayın!"
Neden?.. Hava sıcak, yol meşakkatli, oruç tutmamak lâzım!.. Bazıları tuttu, bazıları tutmadı. Tutanlar bayıldı, ayıldı, halsizleşti; tutmayanlar onlara hizmet etti, onların hizmetlerini yaptı.
"--Bu sefer oruç tutmayanlar oruç tutanlardan daha çok sevap kazandı." diye söyledi Peygamber Efendimiz.
Yerinde, şaşırtıcı bir eğitim... Oruç tutan daha çok sevap kazanır sanılıyor, kazın ayağı öyle değil, "Şimdi oruç tutmayanlar daha çok sevap kazandı." dedi Peygamber Efendimiz.
Hâsılı, misaller çoğaltılabilir, çarpıcı misaller bulunabilir. Bu eğitim şekli tasavvufun uyguladığı eğitimdir. Tasavvuf bunu Peygamber Efendimiz'in yaşamından almıştır. Nasıl sahabe-i kiram Peygamber Efendimiz'in etrafında İslâm'ı öğrenmişse, ashabı olmuşsa; şeyhin etrafında da mürid, şeyhin ashabı gibidir. Şeyh de Peygamber Efendimiz'in varisi, temsilcisi... Çünkü o da hadis-i şerifte var. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
(El-ulemâü veresetül-enbiyâ') "Alimler Peygamberlerin varisleridir." İrşad vazifesini onlar götürüyorlar. Halkı irşad ediyor, halka doğruyu söylüyor, halka İslâm'ı öğretiyor, imanı öğretiyor, ibadeti beraber yapmayı öğretiyor.
İşte onun için kızıyorlar şimdi... Böyle bir şeyhe hürmet edilmesi çok zıtlarına gidiyor. Biz de hürmet edilmesini istemiyoruz ama, kendiliğinden oluyor. Tabii, büyüklere hürmet etmek, öğretmenine hürmet etmek İslâm'da var... Büyüklerine hürmet etmek de var, öğretmenine hürmet etmek de var, alimlere hürmet etmek de var... Bu tabii bir şey, ama çok kızıyorlar.
Peki, şu parti başkanına bu kadar hürmet etmeye niye kızmıyorsun? Bak şu parti başkanlarının saltanatına!.. İşte televizyonlar, buyur; adamların cakasına, sefasına, fiyakasına, tantanasına, şatafatına bir baksana!.. Niye ona gık demiyorsun?..
Suudi Arabistan'da da öyle; el öpülmesine kızıyor... E peki senin hükümdarının elini öpüyorlar, dizini öpüyor, alnını öpüyor, omuzunu öpüyor. Niye ona bir şey demiyorsun?.. Ona bir şey demek için yürek lâzım!.. Ona diyemiyor, bizim gibi garibanlara veryansın ediyor. Biz garibanız ya, biz garibanlara veryansın ediyor o zaman... Yanlış söylüyor.
Kur'an-ı Kerim'i öğretmek için, eğitimi yapmak için, ahlâkı öğretmek için birlikte yaşamak lâzım, aile eğitimi gibi olması lâzım! İşte tekke dediğimiz topluluk odur.
Tabii, bir okulun hocaları iyi ise, iyi talebe yetiştirir; hocaları kötü ise, talebe iyi yetişmez. Yâ o okul zayıf bir okuldur deriz. Bazısı birinciler yetiştirir, bazısı da işte böyle zengin çocukları para ile, pulla diploma alırlar. Palas derdik biz ona eskiden... Palas saray demek ama, külüstür mânâsına da kullanılıyor Türkçede... Palas bir okul, yâni çalışmadan da geçersin. Neden?.. Özel okul ya, parayı dayadın mı diplomayı alırsın ama, o okuldan mezun olan da bir şey yapamaz. Şu ciddî okuldan yetişen çok büyük insan olur ama, ordan yetişen bir şey olmaz.
Okulların öğretmenleri önemlidir. Bir çok özel okul vardır; bazıları ödül alıyor, birincilik kazanıyor, bazıları da sondan birinci oluyor, bir şey yapamıyor. Tabii, eğitimden eğitime fark var, onu kabul ediyoruz. Eğitim güzel de, eğitimin güzel olması için çalışmalar farklı oluyor.
Şimdi, bir insanı güzel ahlâklı yetiştireceksiniz, doğru sözlü olacak, Allah'tan korkacak, merhametli olacak... vs. vs. Bu böyle kolay da olmaz, bunun da mânevî çareleri vardır, ilaçları vardır, yolları vardır. İşte tarikat bu yetişmeyi sağlayan okul, yol, usül, metod... İslâm'ın bizden istediklerini kişiye kazandırmak için, onu yetiştiren bir okul... Bizim için hayat önemlidir, hayatımızı Allah'ı rızasına uygun geçirmek önemlidir ve bu esnada İslâm'ın kurallarına uygun yaşamak önemlidir.
Onun için biz ne an'anevî sayılırız, ne de modern sayılırız. Hayatı yaşarken İslâm'ın emirlerini uygulamak istiyoruz. Onun için hayatla iç içeyiz. Kitaplarımız da İslâm, Tasavvuf ve Hayat diyor. Bugünkü hayatımızı yaşıyoruz, modern çağda yaşıyoruz, bugünde yaşıyoruz; o halde bugünün insanıyız. Bu hayatı yaşıyoruz, şu anda sağız, ama müslümanız. O halde, bu hayatı İslâm'a göre yaşamak için, neler yapmamız gerekiyorsa, onları yapmamız lâzım!..
Bunun yolu tasavvuftur. Onun için, biz böyle hayattan kopup, eski çağlara gidip, tarihî bir grup olarak yaşamayı da düşünemeyiz. Bugünün insanı olarak İslâm'dan kopup, İslâm'la hiç ilgisi olmayan toplum olarak da yaşayamayız. Müslüman olduğumuz için İslâm'a bağlıyız, yaşadığımız için de çağımıza bağlıyız. O halde bugünkü insan nasıl yetişmesi gerekiyorsa, öyle yetişeceğiz, ama hayatımızı İslâm'a göre yaşayacağız.
09. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ