İLMİN ÖNEMİ

Eûzü billâhi mineş-şeytànir-racîm.

Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîran, tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn...Kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultànih... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid-dîn... Emmâ ba'd:

Aziz ve sevgili kardeşlerim!

Allah cümlenizden razı olsun... Sözlerin en güzeli olan habîbullah, Muhammed-i Mustafâ, serverimiz, efendimiz, peygamberimizin hadis-i şeriflerini okuyarak zamanımızı sevaplı, ecirli, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin rızasına uygun geçirmek üzere toplanmış bulunuyoruz. Zamanın uygun düştüğü bir miktarında, birkaç hadis-i şerifi size nakletmek istiyorum.

Birincisi:

a. İlim Öğretmenin ve Alimin Fazileti

383/14 (Mâ min sadakatin yetesaddaku bihâ racülün alâ ahîhî efdalü min ilmin yuallimühû iyyâhü)

Biliyorsunuz mü'minler, Allah'ın rızasını kazanmak için fedâkârlık yaparlar. Mâlî fedâkârlık yapar, bedenî fedâkârlık yapar, çalışır. Mâlî fedâkârlık zekât olur, sadaka olur. Bedenî fedâkârlık hizmet olur, icabında canını vermek olur, şehid olmak olur, gàzi olmak olur. Bu hadis-i şerifin mânâsı, sadaka kavramını geniş anlamamız gerektiğini gösteriyor. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:

"Adamın müslüman kardeşine verdiği sadakalar içinde, ona öğrettiği ilimden daha kıymetli, daha faziletli sadaka olmaz."

Demek ki ilim öğrenmek, alimin bildiğini kardeşine nakletmesi, öğretmesi bir çeşit sadaka, bir çeşit hayır, bir çeşit bağış oluyor. Ama öyle bir bağış ki, bundan daha faziletli, daha üstün bir bağış olamaz. En faziletli sadaka, kişinin mü'min kardeşine öğrettiği bilgi ve ilim oluyor.

Onun için hepimiz ilim öğrenmeğe gayretli olmalıyız ve öğrendiğimiz ilmi de etrafımıza yaymağa, anlatmağa, öğretmeğe çalışmalıyız.

Peygamber SAS diğer bir hadis-i şerifinde de buyuruyor ki:

383/10 (Mâ min şey'in aktau lizahri iblîse min àlimin yahrucü fî kabîleh) "Şeytanın, İblis aleyhil-la'nenin belini en çok kıran, hakkından en iyi gelen, ona en çok mânî olan, bir kabilenin içinden bir alimin çıkmasıdır." Bir kabilenin içinden çıkmış olan bir alim, şeytanın belini kırmakta her şeyden daha tesirlidir. Onun belini, kafasını koparan, kıran bundan daha tesirli bir şey olamaz.

Demek ki alim, şeytanın faaliyetlerini engelliyor; ilim, şeytan için fevkalâde tesirli bir karşı silâh oluyor; ve müslümanın bildiği ilmi bir başkasına öğretmesi sadakaların en hayırlısı oluyor, fevkalâde mühim oluyor.

b. Peygamber Efendimiz'in Eğitim metodu

Bu iki hadis-i şerifin sonucu şudur: İslâm'a göre ilmin yaşı olmadığı için, ilmin ille mektepte öğrenilmesi de gerekmediğinden... Çünkü sahabe-i kirâmın hiç birisi bir mektebe gitmediler, hiç birisinin diploması yok, hiç birisinin bitirdiği bir fakülte, düzenli bir eğitim müessesesi yok... Ama hepsi toplumun içinde yaşarken, Peygamber SA Efendimiz'in yanında bulunmakla, onun sohbetiyle yetiştiler.

Sohbet, yarenlik etmek mânâsına değil Arapçada; birisiyle arkadaş olmak, beraber olmak demek... Peygamber SAS Efendimiz'in yanında bulunmak suretiyle yetiştiler. Kimisi ziraatçi idi, hurma tarlası vardı, onu suluyordu, hurmaları topluyordu, satıyordu; geçimini öyle sağlıyordu. Kimisinin develeri vardı, kimisinin başka işi vardı. Belli bir yaşta da değildi hepsi, ille şu yaştaki çocuklar okula gelecek filân gibi bir durum da yoktu. Her yaştan insan vardı, genci vardı, yaşlısı vardı. En tabii eğitim yolu bu... Yâni yaş sınırı yok, yaş farkı ve şartı yok, herkes öğrenebilir. Herkesin gelebildiği bir eğitim imkânı, herkesin katılabildiği bir çare... Hem de öyle bir çare ki, arkadaşlıkla oluşuyor, arkadaşlıkla gelişiyor.

Peygamber SAS Efendimiz toplumun içinden, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin vazifelendirdiği mübarek bir kişi olarak çıkıyor. Onun etrafına toplanıp, onun sözlerini cân ü gönülden dinliyorlar. Başlarının üzerine bir kuş konmuş da, kıpırdarsa kaçacakmış gibi böyle ağzının içine bakarak can kulağıyla dinliyorlar. Söylediği sözler gönüllerine nakşoluyor, taşın üzerine kitâbe yazılmış gibi yazılıyor. Sonra, "Rasûlüllah SAS şöyle buyurdu:" diyerek harfi harfine, kelimesi kelimesine naklediyorlar, unutmuyorlar.

Dinî vazifelerini toplumun içinde, günlük hayatın akışında öğreniyorlar. Yâni sabah beraber oluyorlar, öğlen beraber oluyorlar, ziyarete beraber gidiyorlar. Birisi vefat ettiği zaman cenazesini beraber kaldırıyorlar. Birisi hasta olduğu zaman yanına beraber gidiyorlar.

Ama bu arada, Peygamber SAS Efendimiz'in yanında çok bulunmak için, kabilesini evini terkedip, hicret edip Peygamber Efendimiz'in yanına gelip, mescidde yatıp kalkanlar da oluyordu. Ashâb-ı Suffe dediğimiz, sayıları yetmişten dörtyüzelliye kadar çıkan insanlar...

Son derece tesirli ve son derece tabii bir eğitim yolu... Yâni arkadaşlık yaparak, beraber bulunarak, günlük hayatın içinde, günlük hayattaki faaliyetleri aksatmadan, yaşamın akışı içinde bir şeyler öğrenmek... Bu son derece tesirli bir eğitim yoludur.

Bir şahsa soruyorlar:

"--Senin dînî bilgin niye yok?"

Diyor ki:

"--Benim zamanımda dînî tahsil yoktu. Hocaları takib ediyorlardı, Kur'an-ı Kerim'ler kaldırılmıştı. Jandarma geliyordu, babam beni okutamadı."

O zaman okutamadıysa, şimdi oku! Şimdi mâni kalktı, buyur! Akşam işten sonra tâ sabah işe gidinceye kadar zamanın var... Cumartesin var, pazarın var... Tatilin var, bayramın var... Yaz tatilin var, yıllık iznin var... Şimdi öğren!.. Yaş haddi yok... Senin çağın geçmiş, sen kartlaşmışsın, bizim mektebe kaydolamazsın diye bir engel yok... Peygamber Efendimiz'in zamanında da yoktu. İşte bu eğitimin en güzel şeklidir.

Tasavvufî eğitim de böyledir. Tasavvufî eğitim de Peygamber SAS Efendimiz'in bu eğitim usûlünü aynen yaşatan, devam ettiren şekildir. Başka yerlerde görülmüyor. Öteki eğitimler sun'î...

--Efendim, işte gökyüzünden kitap inseydi, insanlar kitabı okusalardı, iyi müslüman olsalardı...

O olmuyor. O görsel olmuyor, tecrübeye dayalı olmuyor. Ama, Allah-u Teàlâ Hazretleri nümûne-i imtisâl olarak, herkes baksın, işte böyle müslüman olsun, Allah'ın sevgili kulu olmak için şöyle hareket etmek lâzım diye, gözleriyle görsünler diye; harf bilmeyen, okuma bilmeyen, yazma bilmeyen bir kavmin içine bir peygamber göndermiş ve o kavmin cihan tarihinde emsâli görülmemiş bir başarıyla gelişmesine sebep olmuş bu eğitim tarzı... Son derece güzel.

Bu eğitim tarzını aynen, yüzyıllar boyunca, günümüze kadar ve günümüzde de devam etmek üzere tasavvuf uyguluyor. Hocaefendinin etrafında her akşam, her zaman, her fırsatta; gündüz işsiz olanlar, gece işli olanlar geliyorlar, dinliyorlar, okuyorlar, öğreniyorlar. Hattâ yanlış bir şey yaptıkları zaman söyleniyor, "Hayır, onu öyle yapma, böyle yap!"diye ikaz ediliyor.

Meselâ, benim babam hatırlarım, tüccardı, işine giderdi sabahleyin. Ama sabah namazında hocasının camisine giderdi. Akşam evde yemek yenirdi, yatsıdan sonra camiye giderdi. Geç vakte kadar her akşam sohbette olurdu.

Şimdi bizim bir eksikliğimiz daha var: Sohbeti seyrek yapıyoruz. Sohbetin seyrek yapılması eğitim az alınmasına, öğrenimin yavaş ilerlemesine yol açıyor.

Almanya'dan bir alim Amerika'ya gitmiş. Beni etkileyen bir olmuş hadise... Bir profesör arkadaşım anlattı. Bir profesör Almanya'dan Amerika'ya gitmiş. Amerika'yı gezmiş Alman gözüyle, profesör gözüyle; dönmüş. Herhalde bundan yirmi yıl, yirmibeş yıl kadar önce... Çünkü bana anlatan da beş-on yıl önce anlatmıştı. Almanya'ya dönmüş. Arkadaşları demişler ki:

"--Amerika'yı gezdin, gördün, anlat bakalım, nasıl?"

Amerika'yla da biraz bunların rekàbetleri var, yarışmaları var. Bizim de öyle olmamız lâzım! Çünkü hayırda yarışmak, hayratta, hasenâtta yarışmak bize Kur'an-ı Kerim'in emri... Biz de yarışacağız, bütün milletlerle yarışacağız. Birinciliğe, birinci olmak için koşup yarışmamız lâzım!..

Demişler ki:

"--Amerika mı ileri, biz mi ileriyiz, nasıl görüyorsun durumu?.."

Demiş:

"--Amerika daha ileri!.."

"--Neden?.. Bilgisayar sayısı daha fazla olduğundan mı, millî geliri şu kadar olduğundan mı, fabrikası bu kadar olduğundan mı, halkının sayısı bu kadar olduğundan mı, kıtasının genişliği şu kadar olduğundan mı?.."

Bakın çok önemli, hemen böyle sanılır.

"--Hayır! Oradaki insanlar haftada en aşağı üç akşam sosyal çalışma yapıyorlar, toplumsal bir faaliyet yapıyorlar..."

Evinde kalmıyor, kendi keyfine bakmıyor, yan gelip yatmıyor; ne yapıyor?.. Dışarıya çıkıyor, başka insanlarla toplumsal bir faaliyet yapıyor.

"--Orda ortalama bir insan haftada üç akşam toplumsal faaliyete katılıyor. Halbuki Almanya'da ortalama, bir insan haftada iki akşam toplumsal faaliyete katılıyor. O halde Amerikalılar bizden ileri!" demiş.

Bu beni çok etkiledi. Toplumları ölçmek için hiçbilmediğimiz bir yöntem... Toplumun böyle bir yöntemle ölçüleceğini ben hiç duymamıştım daha önce... "Onlar haftada üç akşam toplanıyorlar; biz iki akşam toplanabiliyoruz. Üç akşama çıkamamışız, onlar bizden ileri!" demiş. Bu çok mühim bir şey...

Şimdi içimizde Avustralya'dan gelmiş kardeşlerimiz var. Ben Avustralya'yı gördüm, onlara misafir oldum. Orda bir şehre girerken kocaman bir duvar var, pano var, levhaların çakıldığı bir yer var.... Orda kaç tane toplumsal kuruluş var... Yâni dernek, vakıf, dînî kuruluş... vs. hepsini görüyorsunuz. Orda arabayı kenara çekin, durdurun. Yazarlar birliği, kanarya sevenler derneği, golf klubü, bovling klubü, masonik temple, (Mason derneği demiyor, mason mâbedi, mason ibadethanesi diyor.) Yahova şahitleri... Her şey var... Adam oraya girerken, kasabanın girişinde orada kendisiyle hemfikir olan kim var, görüyor onu... Kocaman bir sürü levha... En küçük kasabada da var, büyük şehirlerde de var. Çok hoşuma gitti.

Yine Amerika'ya gittiğim zaman gördüm ki, toplumun hiç bir seviyesindeki insanı boş bırakmamışlar. Beli iki kat olmuş, ihtiyar bir kadın vardı; hafızası bir geliyor, bir gidiyor. Artık saçları bembeyaz olmuş, beli kanburlaşmış... O bizim gelinin yabancı dil öğrenme arkadaşı imiş. Ona bile bir görev vermişler; Amerika'ya gelen bir misafire Amerikan dilini anlatma vazifesi... Bedâva, parayla filân değil... Haftanın belli günlerinde toplanıyorlar.

Düşündüm, çok faydaları var: İhtiyarlar dışlanmamış oluyor, tecrübesini başkalarına aktarmış oluyor. Yabancıları tanımış oluyor. Onlardan edindiği bilgileri kendi toplumuna aktarmış oluyor.

Yaşlıyı bırakmamışlar, genci bırakmamışlar, talebeyi brakmamışlar, orta yaşlıyı bırakmamışlar... Yâni, son derece ileri toplumsal çalışmalar içinde olduklarını gördüm ve anladım ki bizim eksiğimiz var... Ben de o zaman dergide yazı yazdım, dedim ki:

"Toplumsal kuruluşlar bir çeşit alettir, bir çeşit fabrikadır. Bu da bir üretim yapar. Eğer toplumsal aletler çoksa, toplum o aletlerle, onların çalışmasıyla ileri gider. Toplumsal aletler yoksa; yâni toplumun içindeki kuruluşlar, hayır cemiyetleri, dernekler yoksa, toplum geride kalır. Varsa, çalışıyorsa, her birisi bir güzel sonuç ortaya koyar, toplum ileri gider."

Meselâ, Avustralya'da böyle bir kasabaya girdiğiniz zaman, şehrin girişinde mutlaka bir park vardır. Özene bezene belediyenin yaptırdığı bir park vardır. Yirmi araba-otuz araba seyahat ederken oraya yanaşırız, gireriz. Abdest alma yerleri var, oturma yerleri var... Yemek yiyeceksek, masalarında yemekleri yerdik. Abdest alırdık. Çayırların çimenlerin üstünde ezan okurduk, namaz kılardık. Çok kolaylık, rahatlık...

Şimdi Peygamber SAS Efendimiz'in öğretim metodu, bakın ne kadar güzel!.. Her çeşit insan geliyor ve hayatın içinde yaşarken öğretiliyor. Bir insanın başka bir insana vereceği en kıymetli sadaka, en faziletli sadaka, ona öğrettiği ilimden bir bölüm oluyor. Sonra bir toplumun içinde şeytanın belini kıracak şey, bir alimin yetişmesi... Fevkalâde önemli şeyler.

Sonra bakın, biz hepsinden ileriyiz, Amerika'dan da ileriyiz. Neden?.. Biz haftanın üç akşamı değil, yedi günün yedisinde de her akşam toplanırız. İşte toplantı yerimiz, işte toplantı zamanımız. Hem de günde beş defa daha toplanırız. Amma bu nizamı, bu teşkilatı bir çalıştırabilsek, ne büyük hayırlar olacak.

Ben Suudi Arabistan'a gitim, orda bazı alimlerle tanıştım. Orda da bir şey dikkatimi çekti. Ben Türkiye'de, bizim İskenderpaşa Camii'nde, haftada bir vaaz veriyorum; pazar günleri... Ama orada baktım, oranın alimleri her akşam ders yapıyorlar. Dediler ki, bu Peygamber Efendimiz'in soyundan, takvâ ehli, salih, hâlis, muhlis bir alimdir; tanıştık. Her akşam ders yapıyorlar.

Birisini ziyarete gittik. Adam evinin yanına bu mekânın on misli büyüklükte cami yapmış. Bir ucundan öbür ucu zor görülüyor. Evinin karşısında ayrıca cami var... Kendi evine bunu yapmış. Kapılar ardına kadar açık, avludan geçtik, adamın evine girdik, misafir olduk. Oturduk. Bize de itibar ettiler, baş köşeye sıraladılar, tanıttılar. Nerden geldiğimizi, kim olduğumuzu söylediler.

Ama orda Pakistan'dan gelmiş profesör vardı, öbür tarafta İngiltere'den gelmiş bilmem kim vardı. Üç tane kitap okudular. Birisi tefsirden, birisi hadisten, birisi fıkıhtan... Hattâ anlayamadıkları bir kelime oldu, "Siz Türksünüz, Arapça bilirsiniz, Farsça bilirsiniz." diye bize sordular. Biz de anlattık. Ama hayran kaldık, her akşam bir şey öğreniyorlar. Böyle öğrenilir, böyle birikir. Diyor ki: "Falanca güzel kitabı takib ediyoruz." Sayfa sayfa, her akşam okuyunca biter.

Benim babam de şeyhinin camisine her akşam giderdi. Şu arkadaşımın babası da her akşam giderdi. Her akşam mutlaka oraya giderlerdi. Her akşamda ayetler, hadisler konuşulurdu, bilgi gelişirdi, öğrenilirdi.

c. Çocuğumuzu Alim Yetiştirelim!

Şimdi bu iki hadis-i şerifin sonucu nedir?.. Bir kabileden çıkan bir alim iblisin canına okuyor, şeytanın belini kırıyor. O halde ne yapacağız?.. Aramızdan çoluk çocuğumuzu alim yetiştirmeye çalışacağız.

"--Ben yapamadım, evlâdım sen yap, ben senin arkandayım. Sana mercedes alacağım, sen yeter ki oku, seni kuş sütüyle besleyeceğim, balla kaymakla besleyeceğim... Evlâdım, yeter ki sen oku, öğren! Ben öğrenemedim, bari benim yerime sen şu hevesimi yerine getir." diyeceğiz.

Böyle diyen insanlar biliyorum da ondan söylüyorum.

Bir alim çıktı mı, şeytan öteki adamları kandıramaz. Neden?.. Ayet okur, hadis okur, Allah yoluna çeker, Allah'ın yolunda götürür insanları... O halde çocuklarımızı alim yetiştirmeğe çalışacağız. Hiç olmazsa köyümüzden, kavmimizden, kasabamızdan, kabilemizden bir tanesi çıksın!..

Arapça bilmez benim müslüman kardeşlerim. Kırk yıllık müslümandır, altmış yıllık müslümandır, yetmiş yıllık müslümandır; Arapça bilmez, okuduğu ayetlerin mânâsını bilmez. Allah'ın karşısına geçiyor, "Allàhu ekber!" diyor, namaza duruyor, bir şeyler konuşuyor, söylediğinden haberi yok!..

--Ne dedin sen Rabbine, o ne cevap verdi?..

--Bilmem... Küçükken anam babam beni mahalle mektebine gönderdiği zaman, yaz tatilinde bir şeyler öğrenmiştim, onu okuyorum.

--Olmaz böyle şey...

Hiç olmaz demek değil de, Kur'an-ı Kerim'i bilmeden okusa bile sevap alır da, güzeli olmaz. "Allahu ekber!" dedi mi insan, Allah'ın huzuruna geçiyor. Mısırlı bir hocaefendi, yaşlı başlı, cemaate döndü dedi ki:

"--Saflarınızı düzgün yapın, yönünüzü kıbleye güzel çevirin, safların arasında boşluk varsa doldurun! safın muntazam olması namazın tamâmındandır."

Arkasından bir laf söyledi, tüylerim diken diken oldu, gözlerim yaşardı:

"--Yönünüzü Kâbe'ye döndürdüğünüz gibi, kalbinizi de Allah'a döndürün!" dedi.

Vayy!.. Allah'ın huzurunda duruyorsun. Sen Allah'ı görmüyorsun ama, Allah seni görüyor. "Allahu ekber!" ne demek?.. Millet Allahu ekber'i bilmiyor. Ne demek, niye ellerimizi böyle kulağımızın hizasına kadar kaldırıyoruz?..

Kâbe-i Müşerrefe'de tavaf ederken ne yapıyoruz?.. Hacerül-Esved'in yanına yaklaşamazsak, uzaktan istilâm ediyoruz, selâmlıyoruz, üç defa:

"--Bismillâhi allàhu ekber" diyoruz. Sonra salevat getirip dönmeğe başlıyoruz. Allah'ın divanına girdiğin zaman, "Allàhu ekber" diyorsun. İbadete öyle başlanır işte... İşin başlangıcı o, çok mühim... Sonra rükûa gidiyorsun.

Bir insan namaza durup, "Allàhu ekber" dedi mi, göğün kapıları açılır. İki tarafa melekler, huri kızları dizilir, Cenâb-ı Mevlâ'nın huzuruna girer insan... Onu idrak etmesi lâzım!..

Secdeye kapandığı zaman, Rahmân'ın ayağına kapanmış gibi olur. Bunlar biraz müteşabih sözler ama, hadis-i şerifte söylenmiş olduğu için söylüyoruz. "Hacerül-Esved'i öpen, el süren insan, istilâm eden insan, Allah'la sözleşmiş olur." buyruluyor hadis-i şerifte... Bunlar mühim şeyler.

Rahmân'ın önünde secde ediyorsun, müthiş bir şey, muazzam bir şey, zevkine doyulmayacak bir şey... Ama bu zevkleri tatmak lâzım, bu kelimeleri bilmek lâzım, söylenen sözleri bilmek lâzım!.. Arapça bileceksin, hadis bileceksin, Kur'an-ı Kerim'i bileceksin, mânâsını bileceksin, dinini bileceksin... Hangisi haram, hangisi helâl, hangisi doğru, hangisi yanlış; bileceksin.

--Arapça bilmiyoruz Hocam...

Fenerbahçe takımı futbolu iyi öğrenmek için Brezilya'dan antrenör getiriyor mu?.. Getiriyor. Sen de dünyanın öteki ucundan seni Allah'ın iyi kulu yapmağa eğitecek antrenör getir, hoca getir, bilen insan getir. Her akşam gelin, şuraya kara tahtayı koyun, Arapçayı öğrenin! Bir iki ayet öğrenin!..

Sahabe-i kiram Kur'an-ı Kerim'i nasıl öğrenmişler?.. Kur'an-ı Kerim birden öğrenilmez, kocaman kitap.

--Hadi arkadaşlar Kur'an-ı Kerim'i öğrenelim!..

Hadi dediğin zaman, üç sene geçer. Kolay değil Kur'an-ı Kerim'in tamamını öğrenmek... Ama nasıl öğrenmişler: Her gün bir aşir öğrenmişler. Aşir ne demek, aşağı yukarı on ayet demek... Mânâ bütünlüğü olan bir ayet grubuna Kur'an-ı Kerim'de aşir denir. Bu ayın harfiyle gösterilir. Ayetin sonunda bir tek ayın varsa, bu aşrin sonu demektir. Yâni, eğer mânâ takib ederek bir miktar ayet okumak istiyorsan, anlam bütünlüğü olan bir grup ayet okumak istiyorsan, ayından ayına kadar olan kısmı okuyacaksın.

Eve gidince Kur'an-ı Kerim'lerinize bir bakın! Her ayetin sonunda ayet numarası olan bir gül olur. Orda ayın varsa, işte orası okunacak bölümün sonudur. Paragrafın sonu demektir. Paragraf değil, aşir diyorlar. Aşir aşir Kur'an'ı öğrenirlermiş.

--Aşir öğrenilir hocam, şu kadar bir şey...

Bu kadar da olsa, iki karış da olsa, insan bir günde bunu öğrenir, zor değil ki... Neler okuyoruz, ne romanları bitiriyor millet... Biz de yaptık. Mektepte edebiyat hocaları zorladı:

--Şu romanın özetini çıkart!

Allah müstehakını versin, ne yapayım ben onu?.. Bilmem Rus yazarı filânca, Fransız edebiyatçısı falanca, İngiliz edebiyatçısı Şekspir, bilmem ne... Neler öğrettiler bize, dinimiz hariç... Din hariç her şeyi öğrettiler. Yunanlıların masallarını bile öğrettiler. Zeus diye bir herif varmış, Olimpos dağına oturmuş, ordan etrafa yıldırım yağdırırmış. Bunu nerden bildim ben?.. Öğrettiler. Venüs diye bir putları varmış, Baküs diye bir başka putları varmış. Birisi şarap tanrısıymış, putuymuş; ötekisi aşk tanrısıymış, berikisi meşk tanrısıymış... Bunlardan bana ne?.. Yunanlının safsatasından, şirkinden, küfründen bana ne?.. Bana imanı göstersene, imanı öğretsene!..

Mevlânâ ne güzel söylüyor:

Çün bi hâni hikmet-u yunâniyân,
Hikmet-i imâniyân ra hem-bidân!

"Yunanlıları öğreniyorsun, imanlıları da öğren!" diyor.

İmanı bilmek yok, imanı öğrenmek yasak...

--İmam-hatip okulları kapatılmalı, Kur'an Kursları kilitlenmeli!..

--Neden?..

--Müslümanlık öğrenilmesin!..

--Yunan mitolojisini öğrensek olur mu?..

--Olur, öğrenebildiğin kadar öğren!

Truva'yı bilmem kim kuşatmış? Bilmem hangi herifi hangi herif kovalamış. Homeros'un destanı varmış da, o onu gırtlaklamış da, bilmem ne de... Bana ne bunlardan?.. Bunların benim dünyama, ahiretime faydası ne?.. Niye bana bunları okuttunuz? Niye bana Fransızların dinsiz filozoflarını okuttunuz? Ben şimdi onların yanlış düşündüğünü biliyorum ama, ömrüm bitti. Profesör oldum, emekli oldum, şimdi ben biliyorum. Herkes bunları bilmez ki, onları matah sanıyor, adam sanıyor. Adamların hepsi gerikafalı adamlar, bir şeyden haberleri yok... Dünyayı bile doğru dürüst bilmiyorlar, ahireti hiç bilmiyorlar. Bunlardan bir hayır gelmez.

Ne olacak?.. Eğitimin yaşı yok... Ama bak, İslâm bir nizam koymuş. Her gün, günde beş defa toplanıyoruz, her akşam toplanıyoruz. Müslüman ihlâslı müslümansa her akşam geliyor namaza, her sabah geliyor.

Aşir aşir Kur'an-ı Kerim'i öğreneceğiz. Yâni paragraf paragraf... Paragraf Yunanca, kullanmak istemiyorum; bunun adı Kur'an-ı Kerim'de aşir... Aşir aşir öğrenirlermiş. Öğrenilir o zaman, bir sayfa öğrenirim, ne olacak? Peynir ekmek yer gibi gider bu, meyva suyu içmek gibi gider. Kolay... Hem çoluk çocuğuma da öğretirim, hanıma da öğretirim.

"--Gel hanım, senden ben şimdi hiç bir şey istemiyorum; aş da istemiyorum, iş de istemiyorum. Otur şuraya, geç karşıma, çocukları da topla!.. Gündüz ne işi yaparsan yap, ben ona karışmam. Ben geldiğim zaman oturacağız, Kur'an'ı öğreneceğiz!" derim, bu iş olur.

Bölüm bölüm Kur'an'ı öğreneceğiz. Sayfa sayfa Rasûlüllah'ın nasihatlerini öğreneceğiz. Bildiğimizi hanımımıza öğreteceğiz, çocuklarımıza öğreteceğiz.

"--Şöyle yap; sana şunu alacağım, bunu alacağım, horoz şekeri alacağım, elma şekeri alacağım, para vereceğim, kalem alacağım, çanta alacağım... Al sana şunu, bunu..." diye öğretmemiz lâzım!

En hayırlı faaliyet, şeytanın belini kıran faaliyet, ilim öğrenmek... Şeytan ne?.. Şeytan hepimizi raydan çıkartan, treni deviren bir mahluk... Hepimizi ahirette mahvetmek istiyor, cehenneme düşürmeğe çalışıyor. Şaşırtmağa çalışıyor, aldatmağa çalışıyor, günahı işletmeğe çalışıyor. İşte şeytanın belini alim kırıyor. Onun için çocuklarımızı alim yetiştirmeğe çalışacağız, kendimiz ilim öğrenmeğe çalışacağız, aziz ve sevgili kardeşlerim!..

d. Tevbe Eden Genç

İşte iki mühim hadis-i şerifi öğrenmiş olduk. Gelelim üçüncü hadis-i şerife: Bu biraz gençlere yağ çekmek gibi olacak ama yağ çekmiyorum. Sırada o geldiği için okuyorum:

383/9 (Mâ min şey'in ehabbü ilallàhi azze ve celle min şâbbin tâibin ve mâ min şey'in ebğazü ilallahi min şeyhin mukîmin alâ meàsîhi)

Selman RA'den, bu üçüncü hadis-i şerif... Peygamber Efendimiz, hem gençlerden bahsediyor, hem de ihtiyarlardan:

(Mâ min şey'in ehabbü ilallàhi azze ve celle min şâbbin tâib) "Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne, tevbe eden bir gençten daha sevimli hiç bir şey yoktur şu dünya üzerinde..." Allah'ın en sevdiği şey... Şey diyor, insan da demiyor, demek ki daha geniş kapsamlı...

Şâb, genç demek... Genç hata işlemiş, delikanlılıktan bir şey yapmış ama, tevbe etmiş, dönmüş. "Tevbe yâ Rabbi, affet yâ Rabbi! Ben bundan sonra iyi olacağım." demiş. Aziz ve celil olan Allah'ın yanında, böyle tevbe eden gençten daha sevimli bir şey yoktur. İnsanlar değil, başka şeyler de giriyor için içine; hepsinden sevimli... O zaman melekleri de geçiyor.

Hattâ zaten başka hadis-i şeriflerden biliyoruz, böyle Allah yolunda yürüyen bir genç, meleklerden de üstün oluyor. Bir müslüman tevbekâr olduğu zaman, iyi kul olduğu zaman, meleklerden de üstün oluyor.

Gelelim işin öbür tarafına: (Vemâ min şey'in ebğadu ilallàhi min şeyhin mukîmin alâ meâsîhi) "Allah'ın indinde, işlediği günahlarda ısrar edip, devam etmekte olan ihtiyardan da daha sevimsiz bir şey yoktur." İhtiyarlamış gitmiş, hâlâ gençliğinden beri işlemekte olduğu günahlara devam ediyor, hâlâ isyanda devam ediyor.

Meâsî isyanlar, günahlar demek, ma'sıyet kelimesinin çoğulu... Şeyh, saçı sakalı ağarmış, yaşlı kimse demek... Yoksa biz Türkçede özel mânâsıyla kullanıyoruz, tarikatın başındaki alime şeyh deniliyor; o değil.

Şimdi Arabistan'a giderseniz, Allah nasib etsin gitmeyenlere... Cidde'de havaalanında indiniz, birisiyle konuşuyorsunuz. Yaşlı ise bir kimse ne diyeceksiniz o adama?.. Türkçe olsa, bir şey soracağınız zaman amca dersiniz, dayı dersiniz. Orda, "Yâ şeyh!" denir, "Ey yaşlı bey!" mânâsına... "Yâ üstâz!" da denilebilir.

Yâni yaşlı, saçı sakalı ağarmış olgun kimse demek. "Allah'ın en sevmediği şey de, yaşlandığı halde hâlâ isyanında ısrarlı, günahında müdâvim olan kimsedir."

Şimdi bu iki sözden ne çıkar: Gencin içindeki arzulara rağmen, kafasında esen rüzgârlara rağmen, tevbe edip Allah'ın yoluna girmesi çok iyi... Allah'ın en sevgili kulu olacak, Allah yanında en sevgili şey olacak, meleklerden de ileri olacak, çok sevgili olacak. O halde hatâ etmeyen kul olmaz, hatâ işlemişsek bile hatâdan dönmek gerekiyor. Tâib, dönen demek. Yanlış yola gidiyormuş, dönüyor; günah işliyormuş, bırakıyor.

Hazreti Ali Efendimiz Kûfe mescidine girmiş kapıdan, şöyle etrafına bakınmış. Kenarda birisi:

"--Tevbe yâ Rabbi... Tevbe yâ Rabbi... Tevbe yâ Rabbi..." diyormuş.

Kûfe mescidi denildiğine göre, kendisinin halife olduğu zaman demek ki...

"--Bana bak! sadece dil ile "Tevbe yâ Rabbi..." demek, yalancıların tevbesidir." demiş.

Tevbe nasıl olacak?.. Her şeyiyle dönecek, lafta dönmeyecek, hayatı değişecek. Tevbeden evvel şöyleydi, tevbeden sonra böyle oldu.

Bugün gazetede okudum, çok hoşuma gitti. Amerika'da bizim kardeşlerden birisi hapse girmiş. Türk, müslüman... Belki trafik kazasından girdi, belki başka bir şeyden girdi. Sebebini okuyamadım, haklı, haksız; ama hapse düşmüş, iki senedir ordaymış. İki senede binbeşyüz tane insanı müslüman etmiş orda... Senede yediyüzelli kişi, ayda altmış kişi, günde iki kişi... Vay mâşâallah, mâşâallah! Boyna çalışmış makina gibi, müslüman etmiş.

Ben böyle hapiste müslüman olmuş kimseler gördüm Amerika'da. Zenci, hapisteyken müslüman olmuş. Ekseriyetle hapiste geniş zaman var ya, fırt diye gidemiyor bir yere, tıkılı oraya... Bilen insan söylüyor, konuşuyor; tıkılı olduğu için mecburen dinliyor. En çok hapiste müslüman oluyorlar. Neden?.. Dinliyor. Başka zaman dinlemez, kalkar gider; maça gider, bara gider, pavyona gider, anlatamazsın. Anlattığın zaman anlar. Orda da anlıyor.

İki senede binbeşyüz kişi... Birbirimize soralım: Biz kaç kişiye İslâm'ı anlattık da, kaç kişiyi müslüman ettik? Var mı acaba bizden bir babayiğit aramızda?.. Altından madalya verelim, kırmızı şeritli... "Anlattım anlattım, Alman kabul etti, müslüman oldu." diye bir Almanı müslüman etmiş bir mübarek kimse var mı?..

Belki vardır, bir Alman kadını müslüman etmiştir, evlenmiştir. Olabilir, buna ihtimal veriyorum. Amma öteki türlü, bir Alman erkeği anlatıp anlatıp da İslâm'a çekmek kolay değil!..

Tevbe edeceğiz, tevbe edeni Allah çok seviyor. Günahta ısrar etmeyeceğiz, Allah günahta ısrar edene de çok kızıyor. En kızdığı da, yaşlandığı halde hâlâ devam eden; en çok ona kızıyor. Neden?.. Gençken duyguları ölçmek mümkün olsa, göstergeye bağlasa; bu gencin duyguları 80, 90, 97, 98... öyle gider. Yaşlanınca aküsü zayıfladığı için, iki kulağından telleri soksak, bunun ibresi 30, 37... böyle gider, sonuna kadar gitmez.

--Yâhu sen artık kendine hakim olacak hale gelmişsin, nefsin o kadar kuvvetli değil... Dünyayı görmüşsün, geçirmişsin, yaşlanmışsın; ne bu hâlâ?.. Ne zaman uslanacaksın, ömür bitiyor.

Haa, burada bir hadis gözüme ilişti, bunu da okuyalım, şimdi sırası geldi sohbetin içinde:

e. Dünyânın Fâniliği

383/11 (Mâ min sabâhin yüsabbihuhül-ibâdü illâ ve sàrihun yasrahu: Yâ eyyühen-nâs, lidû lit-turâbi vecme lil-fenâi vebnû lil-harâbi) Zübeyr RA rivayet etmiş.

(Mâ min sabâhin) "Yaşayan kulların eriştiği hiç bir sabah yoktur ki, (illâ ve sàrihun yasrahu) Birisi yüksek sesle bağırır, haykırır." Kim bağırır, bu sözü kim söyler?.. Allah'ın vazifelendirdiği bir melek söyler. Ne söylüyormuş:

(Yâ eyyühen-nâs) "Ey insanlar! (Lidû lit-turâb) Toprak olsunlar diye doğurun bakalım, evlâtları meydana getirin!" Haa, demek ki her evlât toprak olacak. Demek ki, her annenin babanın evlâdı toprak olacak. (Vecme lil-fenâ) "Fânî olması için, yok olması için toplayın! (Vebnû lil-harâb) Mahvolsun diye inşâ edin!"

Bu ne demek?.. Biraz romantik dediğimiz, dokunaklı bir ifade bu. Bir melek her sabah insanlara böyle bağırıyor. Yâni, "Her doğan ölecek yâhu, gafletten uyansanıza, aklınızı başınıza toplasanıza! Ölenlerden ibret almaz mısınız, gidenleri görmez misiniz? Kimse kalmıyor, sizin de gideceğinizi düşünmez misiniz?.."

Hazret-i Ömer mührüne yazı yazdırmış:

(Kefâ bil-mevti vâizen yâ ömer) Mühür yanında geziyor, her imza atacağı yere basıyor. O zaman mühür var.

Peygamber Efendimiz'in de mührü vardı, anlaşmalara, mektuplara basılıyordu. Peygamber Efendimiz'in mühründe,

(Muhammedün rasûlüllah) yazıyor ama, sıra nasıl: Muhammed aşağıda, rasûl ortada, Allah en yukarıda...

Hazret-i Ömer nasıl yazdırmış mührüne:

"--Ölüm sana vaiz olarak yeter yâ Ömer!"

Ölüm vaiz olur mu?.. Olur. Birisi öldü mü, arkadakilere o vaaz... "Bakın, dikkat edin, dünya fani, siz de öleceksiniz!" demek. Hattâ diyorlar ki:

"--Ölen için ağlamayın, kendinize ağlayın! Onun imtihanı bitti, iyi insansa cennete gidecek, dünyadaki sıkıntısı meşakkati bitti. Kendinize ağlayın, kendinizi düşünün!"

Her doğan ölecektir, bu sözlerin birinci mânâsı bu... Sonra ikincisi: (Vecme lil-fenâ) "Toplayın toplayın bakalım paraları, pulları, malları, mülkleri... Fani dünyanın zineti sana kalmayacak, sen kalmayacaksın çünkü burda; elinde de durmayacak."

Bugün bir iki yer gezdik. İçinde eğitim yapılan bir okulmuş, eğitimi bırakmışlar, binaları satılığa çıkaracaklar. Hemen mahallenin çocukları camlarını kırmış, ayyaşlar, berduşlar kapılarını sökmeğe başlamışlar. Spor salonunun içine ateş yakmışlar, tavanı eritmiş. Ordaki çelik kirişleri eritmiş, yamultmuş, tavanın üstü çökmüş. Koskocaman geniş spor salonu, basketbol, voleybol, her türlü oyunun oynanacağı geniş salon çökmüş, harab oluyor.

Haa, insanın kendi malı harab oluyor, kendi gözü önünde harab oluyor. Bir de tabii, kendisi gidecek. Fâni işte; o da fânî, kendisi de fânî... "Fâni olan şeyleri toplayın bakalım!.." diyor.

Bir de: (Vebnû lil-harâb) "İnşa edin, inşâ edin bakalım; harab olacak..." Bu sarayların sahiplerini sorun bakalım, nerde şimdi?.. Her yerde bir tarihî levha, bilmem ne sarayı, bilmem ne sarayı diye; sorun bakalım sahipleri nerde?.. Var mı o kırallar, o derebeyleri, o şatoların sahipleri nerde şimdi?.. Hepsi gitti, hepsi bitti.

Bunlar neyi gösteriyor, bu hadis-i şerif neyi gösteriyor: "Gözünü aç ey müslüman, her şey fânî, ahiretine rağbet et, ahiretini kazanmağa çalış!" diye onu gösteriyor.

Eğer bir insan akıllıysa nasıl davranacak?.. Ebedî saadeti kazanmağa çalışacak, cenneti kazanmağa çalışacak, ceheneme düşmemeğe çalışacak. Fânî dünyaya bel bağlayıp, fânî dünyayı hedef alıp, ahireti unutmayacak. Bilecek ki bu dünya vefasızdır.

Bir şair Farsça diyor ki:

Mecû dürüstî-yi ahd, ez cihân-ı süst nihân,
K'in acûze arûs-i hezâr dâmâdest.

"Bu vefâsız dünyadan ahdine vefâ bekleme! Bu dünya vefasız bir kocakarıya benzer. Bu kocakarı nice insanlarla evlenmiştir de, kaç tane kocadan geriye kalmış bir karıdır bu..."

İnsan hani böyle, hiç evlenmemiş taptaze bir gelin almak ister. Bir de kaç tane kocayla evlenmiş bir kocakarı var; yüzü buruşuk, beli kambur, işi bitmiş, kaç tane koca ile evlenmiş... İnsan böyle cadaloz acûzeyi alır mı, nikâhlanır mı?.. Nikâhlanmaz. E dünya ne?.. Dünya kocakarıların en yaşlısı... Dünyanın yaşını alimlere sorun, kaç tane sıfır koyacaklar rakamın önüne... Bu dünya şu kadar bin yıllık...

Vay şaşkın vay! Bu kadar cadaloz, bu kadar ihtiyarı sevdin, buna bağlandın, bununla nikâhlandın, bununla mutlu olacağını sanıyorsun sen; yazıklar olsun!.. Bâkî olan ahiret, asıl insanın rağbet edeceği, gideceği yer ahiret; ahirete ne hazırladın?..

Bakın, ayet-i kerimede ne buyruluyor:

(Yâ eyyühellezîne âmenüttekullàh) "Ey iman edenler, Allah'tan korkun, takvâ ehli olun! (veltenzur nefsin mâ kaddemet ligad) Herkes ahirete buradan ne gönderdiğine baksın!"

Ahirete her gün bir şeyler gidiyor. Ne gidiyor?.. Bizim yatsı namazı gitti şimdi, melekler postaladı, ahirete gitti. Yatsı namazını cemaatle kıldı hacı filânca diye, paketin içinde senin namaz da var. Gitti, dergâh-ı izzete yollandı. Ahirete amellerimizi gönderiyoruz; hayır veya şer... Yarın ahirette karşısına gelmek üzere ahirete neler gönderdiğine herkes baksın!.. Kimisi günah gönderiyor, sabahtan akşama hayrı yok... (Vettekullàh, innallàhe habîrun bimâ ta'melûn) "Allah'tan korkun, Allah her yaptığınızdan haberdardır." Gecede gündüzde, saklıda gizlide, açıkta, evde barkta, barda pavyonda, nerde ne yapıyorsan, hepsini Allah görüyor. Takvâ ehli olun, Allah'tan korkun, Allah'tan sakının, ona hazırlanın!

Peygamber Efendimiz koyun kestirdi. Peygamber Efendimiz fakir değildi, zengindi. Çok şey vardı elinde ama, tutmazdı, sahabeye, ashab-ı sufeye hemen dağıtırdı. Ganimet gelirdi, sofranın üstüne altın yığılırdı, avuç avuç dağıtırdı, hiç bir şey bırakmazdı. Hazret-i Aişe validemiz de öyle, sahabe-i kiram da öyle idi.

Koyun kesti Peygamber Efendimiz yensin diye... Dedi ki:

"--Bunu fukaraya dağıtın!"

Namaza gitti, namazdan geldi.

"--Kurbanı, kesilen koyunu ne yaptınız?" dedi.

"--Yâ Rasûlallah! Bir ön kolunu kendimize ayırdık, gerisini fukaraya, garibanlara, yoksullara dağıttık."

"--Demek ki, bir kolu hariç hepsi bizim olmuş." dedi.

Ne demek istedi: Tasadduk edilen şey sevap olarak ahirete gitti. Tamam, koyunun dörtte üçü sadaka olarak gitti, sadaka veren insanın defterine yazıldı, kazancı oldu.

--E geriye kalan?..

Evde kaldı. Bir kolu hariç, hepsi fakirlere dağıtılmış.

Hazret-i Aişe validemiz de bir gün oruçluydu. Hayrı hasenâtı dağıttı, dağıttı. Hizmetçisiyle gönderiyor, "Al bunu filânca yere götür!" diyor. Dağıttı her şeyi... Ondan sonra akşam oldu, akşam ezanı okundu. Oruçlular. Câriye de oruçlu, Hazret-i Aişe validemiz de oruçlu... Peygamber Efendimiz'in vefatından sonra oldu bu. İkisi de oruçlular, sofrada bir şey yok... Azıcık bir şey, diyelim ki bir iki hurma var. Dayanamadı câriye:

"--A mü'minlerin anası..." dedi.

Hazret-i Aişe anamız bizim.

(Ve ezvâcühû ümmehâtühüm) "Peygamberin hanımları sizin annelerinizdir." diye Kur'an söylüyor. Hazret-i Aişe, tâ 1400 yıl önce yaşamış annemiz bizim.

"--Ey mü'minlerin annesi! O kadar dağıttın güzelim güzelim etleri, yiyecekler, bilmem neleri... Birazını da kendine ayırsaydın ya, bak şimdi su ile, hurma ile iftar ediyorsun."

Oruçtan sonra, insan biraz yemek ister, sofrada kalabalık ister, iştah ile yer. Suudi Arabistan'da buluduğumuz, orda oruç tuttuğumuz zamanlardan biliyorum. İnsanın iliği çekilir. Çok zor orda oruç tutmak... Burda bir şey değil, burda hava serin... Orda çok sıcak olduğundan insanın içi süngerleşiyor. Çok sıcak olduğundan, çok zor oluyor orda oruç tutmak... Akşama kadar oruç tutmuş, yiyecek de yok...

"--Ey mü'minlerin anası, dağıttıklarından birazını bıraksaydın da güzelce yemek yeseydin!" dedi.

Ne cevap verdi o da:

"--Aklıma gelmedi. Hatırlatsaydın, onu da yapardım." dedi.

Bak, kendisi aklına gelmiyor, dağıtıyor. Dağıttı mı, kendisinin oluyor.

"Ahirete şimdiden ne gönderdiğinize bakın!" buyruluyor. Bu ne demek?.. "İyi şeyler gönderin, hayır yapın! Cennete hazırlanın, Allah'ın rızasını kazanmağa çalışın!" demek.

(Vettekullàh) "Yine Allah'tan korkun, (innallàhe habîrun bimâ ta'melûn.) Allah sizin her yaptığınızı görüyor."

Bu ne demek... Fenâ şeyler yapmayın! Ahirette hesabı var, cezası var... Sonra canınız yanar demek...

Nasıl hesabı var:

(Femen ya'mel miskàle zerretin hayran yerah. Ve men ya'mel miskàle zerretin şerren yerah.) "Güneş ışığında uçuşan tozun ağırlığı kadar bir Êhayır işlesen, onun karşılığını ahirette mükâfat olarak göreceksin. O toz ağırlığı kadar şer işlesen, ahirette o hesaba girecek." O kadar ince; yâni tozu tozuna, zerresi zerrezine her şeyin hesabı olacak. Ona hazırlanmak lâzım!..

"Allah'tan korkun! Allah her yaptığınızı görüyor, yazılıyor bunlar." Biz şimdi video ile insanların konuşmalarını ve görüntülerini kaydedebiliyoruz. Eskiden video yoktu, sadece ses kaydediliyordu. Gramofonla başladı bu iş... Böyle çarklı, çevirmeli, kocaman açılan borulu gramofonla başladı, plaklarla başladı. Şimdi neler neler çıktı. İşte bak, ses de kaydediliyor, görüntü de kaydediliyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri her insanın işlediği her ameli, her cihetten kaydediyor. Bunların hepsi ortaya dökülecek. O zaman kâfirin aklı başından gidecek onları görünce... Şaşıracak, hayret içinde kalacak, diyecek ki:

(Mâ lihâzel-kitâbi lâ yukàdiru sağîraten ve lâ kebîraten illâ ahsàhâ) "Nasıl yazı bu, nasıl tesbit edilmiş? İnceden inceye hepsi yazılmış, hepsi hesaba girecek."

Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim, işte bu bilgilerin ışığında bizim aklımız varsa, ahiret için hazırlık yapmamız lâzım! Cehennemden sakınmamız lâzım, cenneti kazanmak için gayrete gelmemi lâzım!..

Akıllı insan nefsini zabt eder, nefsine hakim olur ve ahirete hazırlanır. Akılsız insan, aciz insan da nefsinin arzuları peşinde sürüklenir. "Takıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına...Nefsimin arzu ve heveslerine takıldım, gidiyorum." der, gider.

Sonra da ne yapar? Bir şey daha söylüyor Peygamber Efendimiz, o önemli bizim bu çağımız için: Bir de der ki, "Allah gafûrdur, rahîmdir, affeder, bağışlar elbet... Beni mi atacak cehenneme, beni de bağışlar." filân der. Bu işte bu zamane insanının hastalığı... "Allah'ın başka işi yok da beni mi cehenneme atacak?" diyor bazısı. Atacak tabii... Kimi cehenneme atacağını bildirmiş, kimi cennete sokacağını bildirmiş. Sen günah işlersen, atacak tabii... Elbette hesap var.

Kimisi demiş ki:

"--Ben öldükten sonra, beni dereye atıverin! Ölmüşüm, canım çıkmış, hissim yok, atın beni dereye!.. Ne olacak, ölmüşüm artık..."

İmanı yok, canı çıktığı zaman işinin bittiğini zannediyor. Halbuki Peygamber SAS Efendimiz Bedir harbinden sonra müşriklerin cesetlerinin atıldığı çukurun, kuyunun başına geldi, dedi ki:

"--Ey kâfirler, ey müşrikler! Biz Rabbimizin bize vaadettiği mükâfaatlara, zafere, güzel sonuca ulaştık. Siz de Rabbimin size bildirdiği felâketlere, cezalara çarpıldınız mı, uğradınız mı?.." diye sordu.

Sahabe-i kirâm böyle baktılar, şaşırdılar:

"--Yâ Rasûlallah, bu yığılmış ölüler duyar mı?.." dediler.

"--Sizden iyi duyar ama, cevap veremezler." buyurdu.

f. Zikirsiz Vakit Geçirilmemesi

Aziz ve sevgili kardeşlerim, bir hadis-i şerif daha okuyarak bitireceğim konuşmamı... Bu hadis-i şerif de Hazret-i Aişe anamızdanmış.

Bir de benim şakam var: Şimdi size sorsalar anadiliniz ne?.. Anadiliniz Türkçe... Hazret-i Aişe anamız değil mi?.. Hazret-i Aişe anamızın dili ne idi?.. Arapçaydı. Bir anadilimiz de Arapçaymış demek ki... Anadilinizi öğrenin, ayıp! Almancayı öğrenip de, başka dilleri öğrenip de insan anadilini öğrenmezse, olmaz. Arapçayı öğrenin, Kur'an-ı Kerim'in tadını duyun!

383/1 (Mâ min sâatin temürru bibni âdem lem yezkürillâhe teàlâ fîhâ illâ hussira aleyhâ yevmel-kıyâmeh) Bu son hadis-i şerif, bununla sohbetimi bitiriyorum:

"Ademoğlunun içinde Allah'ı zikretmeden boşuna geçirdiği hiç bir saat yoktur ki, bu onun için kıyamet gününde sebeb-i nedâmet ve hasret olmasın!" İnsan bu dünyada iken zamanını havaya geçirirse, boşa geçirirse, gàfil geçirirse, kıyamet gününde onun için pişmanlık olacak o... "Şu zamanımı boş geçirmişim, hay Allah!" diye pişmanlık duyacak.

Şimdi tabii, bir insanın zamanını değerlendirmesi çeşitli şekillerde olur. Meselâ bir insan gelse camiye, otursa; camide bulunup namazı beklediği müddetçe, namazda sayılır. Hadis-i şerif böyle...

Demek ki, hayırlı bir iş yaparsa insan, meselâ namaz kılarsa... Terâvih namazına duruyoruz, bir saat sürüyor. Bir saat teravihle meşgul olmuş oluyoruz. Veyahut camide duruyoruz, zamanı ibadetle geçiriyoruz.

Bazen zaman çalışma ile geçiyor, bu da güzel... İnsanın para kazanması, çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamak için çalışması makbul bir şey... Elinin emeğini, alnının terini ortaya koyup kazanması, yemesi, yedirmesi sevaplı bir şeydir. Bu da güzel... Eşe dosta, dosta düşmana mahcub olmayayım diye çalışıyor, kazanıyor. Tamam, güzel, makbul bir şey bu...

Dürüş kazan, ye, yedir,
Bir gönül ele getir.
Bin Kâbe'den yeğrektir,
Bir gönül imâreti!

"Çalış çabala, kendin de ye, başkalarına ziyafet de çek, fakirlere de hayrını hasenâtını yap; birisinin gönlünü al, duasını al! Bir gönülü hoş etmek bin tane Kâbe ziyaretinden daha hayırlıdır."

Önemli bir şey; çalışacak, yiyecek insan... Ondan sonra uyuyor. Tamam, uyku da çalışmaya bir çeşit hazırlıktır, uyku da lâzım!

(Ve cealnâ nevmeküm sübâtâ. Vecealnel-leyle libâsâ.) "Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Geceyi istirahat vakti yaptık." buyruluyor. Geceleyin istirahat vakti olduğu için, Allah ışıkları da söndürüyor.

Çocuklar yaramazlık yapmasın diye babası, annesi ne yapar?.. "Hadi yatın bakalım, saat dokuz oldu, sabahleyin okula gideceksiniz." diye ışıkları söndürür.

"--Işık biraz daha dursun anne!.."

"--Yok, ışık durursa sen ordan kitap okursun, sen şurdan oyun oynarsın." der, ışığı kapatır.

Allah-u Teâlâ Hazretleri de güneşi batırıyor, ortalığı karanlık basıyor; istirahat et şimdi!.. Allah geceyi istirahat zamanı yapmış. İstirahat et, teheccüde kalk, teheccüd namazını kıl, sabah olunca camiye git!..

Bir miktar uyumak da hakkı insanın... Peygamber Efendimiz de uyurdu. Hattâ bir insanın tesbih çekerken uykusu çok gelse; biraz çekiyor, arada uyukluyor, yine bir çekiyor, yine uyukluyor... Namaz kılacak; uyukluyor, rekâtı şaşırıyor... "Öyle uykulu uykulu uğraşmasın, yatsın, dinlensin, ayıkken, uykusu yokken kılsın! Uykulu uykulu uğraşmasın!" diye tavsiye var.

Uyku da mazur görülebilecek bir şey, çalışma da şerefli, güzel bir şey, ibadetle geçen vakit en güzel bir şey... Bunun dışında ne yapabilir insan?..

Zamanı en kolay, en sevaplı geçirme şekillerinden birisi de zikrullahtır. Zamanı zikrullahla geçiren insan, en büyük mükâfatı alır. Hadis-i şeriflerden biliyoruz ki, bir insan hayırlı bir şey yaptı mı, bire on veriyor Allah...

(Elhasenetü biaşri emsâlihâ) "İyilik yapmanın mükâfaatı, en aşağı bire ondur." Bazan kul güzel yaparsa daha fazla veriyor, bire yetmiş veriyor. Meselâ, cuma namazı kılınan camide kılınan namaz elli misli sevaplıdır. Mahalle mescidinde kılınan namaz, bire yirmiyedidir. Bir kılıyor, yirmiyedi namaz kılmış gibi sevap alıyor.

Peygamber Efendimiz'in Medine-i Münevvere'deki mescidinde kılınan bir namaz bin mislidir. Bire bindir. Burda kıldığın namazla aynı vasıftaki bir namazı Medine'de kılsan, burdan bin misli fazladır. Neden... Orası Peygamber Efendimiz'in Mescid-i Saadeti... Şerefi fazla, bin misli... Peki, Kâbe'nin olduğu yerde, Mescid-i Haram'da kılsak, orası yüzbin misli...

Bir insan cihada para harcarsa, yediyüz misli... Çeçenlere yardım mı gönderdi, Boşna-Hersek'e hayır mı yaptı, malzeme mi gönderdi; bire yediyüzdür. Ama zikrullahın sevabı bire yetmişbindir. Zikrullahı âşikâre, duyulabilecek bir sesle yaparsa, bire yetmişbin...

Zikir üç şekilde yapılabilir:

1. Yüksek sesle yapılabilir, buna zikr-i cehrî denir.

2. Namazda içimizden sûreleri okuduğumuz gibi, fısıl fısıl yapılabilir, buna zikr-i hafî denir. İçinden, yavaşça, kendisi duyacak kadar bir sesle yapılan zikirdir.

3. Bir de zikr-i kalbî vardır. Hiç ağzından ses çıkmıyor, dudağı kıpırdamıyor, kulağını dayasa bile kimse ses duymaz; içinden Allah diyor. Bu kalbî yapılan zikrin sevabı, cehrî yapılan zikirden yetmiş kat daha fazladır. Yâni yetmişbinin yetmiş katı, dörtmilyon dokuzyüzbin mislidir zikrullahın mükâfaatı...

O halde zamanımızı, hattâ çalışırkenki zamanımızı mümkünse zikirle geçirmeliyiz. Peygamber Efendimiz'i sordular:

"--Hangi mücahidin sevabı daha çok?"

"--Mücahedesini yaparken zikreden daha üstündür." dedi.

Hah, şimdi anladık, dedelerimiz düşmana neden "Allah!.. Allah!.." diye hücum ediyormuş. Zikrederek cihadını yapıyor.

Aynı şekilde sordular:

"--Hangi oruçlunun orucu daha çok sevaplıdır?"

"--Zikrullahlı olan..."

"--Hangi hacının hacı daha makbuldür?"

"--Zikrullahlı olan..."

"--Hangi namaz kılanın namazı daha makbuldür?"

"--Zikrullahlı olan..."

Herhangi bir ibadet zikrullahlı ise, sevabı çok oluyor. Demek ki ibadettte de zikirli olabilir insan, işyerinde de zikirli olabilir. Diyorlar ki bizim büyüklerimiz:

"Eli kârda, gönlü yârda..."

Kâr kazanç mânâsına değil, iş demek... Hattâ sorarlar Farsçada:

--(Çe kâr miküni?) "Ne iş yapıyorsun?"

Biz kârı ticarette yapılan kazanç mânâsına alıyoruz. O mânâya değil, iş demek. Eli kârda, eli işte... Sanatkârsa, "Takka tukka... Takka tukka..." bakırı döğüyor, devam ediyor. Eli kârda, gönlü yârda... Kim bunun yârı?.. Allah... Yâni ne yapıyor, gönlünden "Allah... Allah..." diyor.

Böyle olabilir. Yürüdüğü zaman olabilir, oturduğu zaman olabilir, yattığı zaman olabilir. Peygamber Efendimiz yatarken dua ederdi, yattığı zaman dua ederdi, uyandığı zaman dua ederdi.

(Ellezîne yezkürûnallàhe kıyâmen ve kuden ve alâ cünûbihim) Ayakta, oturarak, yanına yaslanmış, uzanmış olduğu halde zikir yapılabilir.

Zikirsiz geçen zamana ahirette pişman olacaklar, niye o vakti zikirsiz geçirdik diye... Cennette de pişman olacaklar. Cennet ehli cennete girdiği zaman çok memnun olacak, bahtiyar olacak, mutlu olacak. Hattâ Allah-u Teàlâ Hazretleri soracak:

"--Gel kulum, cennetten memnun musun, verdiğim nimetlerden memnun musun?"

"--Nasıl memnun olmayayım yâ Rabbi? Her şey var, ne istesem oluyor."

"--Daha başka bir şey ister misin?"

"--Ne isteyeyim yâ Rabbi?.. Gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hatıra hayale gelmeyen, anlatılsa da görmeden anlaşılmayan güzellikler var cennette..."

(Lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn) "Cennette korku yok, mahzun olmak da yok..." Bir şey var: Cennetteki insanlar da, dünyada iken zikirsiz geçirdikleri zamana hayıflanacaklar. Neden?.. Zikirle geçirdikleri zamanın mükâfaatının çok olduğunu gördükleri için...

Onun için tavsiye ediyorum. Yolda yürüyorsunuz, tramvay, otobüs neyse gidiyorsunuz. Yolda yürürken "Allah" de, "Lâ ilâhe illallah" de! Elinde tesbih var veya çanta var; tesbihli tesbihsiz "Allah" de, "Lâ ilâhe illallah" de, sevap kazan!

Çalışıyorsun... Ben bazı çalışanlar gördüm, Anadolu türkülerinden, şarkılardan bir türkü tutturuyor, kimisi ıslık çalıyor. Fırçayı duvara sürüyor, bir taraftan da ıslık çalıyor. Sen de Allah de!.. O onu yapıyor, sen de Allah de.... O ona bak, ücret de almayacak. Islık zaten şeytanın işi imiş, doğru bir şey değil... Ona ücret de almıyor. Sen Allah dedikçe sevap kazanacaksın.

Süleyman Çelebi ne diyor Mevlid'inde:

Her nefeste Allah adın de müdâm,
Allah adıyla olur her iş tamam.

Müdâm, daimâ demek... Bu söz takılmadı mı aklınıza, başka yapılacak iş yok mu?.. Takılacak bir söz, üzerinde düşünülecek bir söz...

--Var mı her nefeste Allah diyen?..

Her nefeste bir defa değil, bir çok defa Allah diyenler var! Ben şu gözümle gördüm, şu kulağımla duydum, uyurken Allah diyen var.

Hocamız (Rh. A) ile bir yerde misafiriz. O yattı uyudu, horlamaya başladı. Yorgun, ihtiyar, derin bir uykuda... Horluyor, fakat bir taraftan da mübarekten, "Allah... Allah... Allah..." diye muntazam ses geliyor. Kesin, şu kulaklarımla duydum, hayal değil... Oluyor, erbabı o noktaya ulaşıyor.

İzmir'de bir zatın ziyaretine gittik, Allah rahmet eylesin... Karşımdaki şahıs bir taraftan benimle konuşuyor, bir taraftan "Allah... Allah..." diyor. Benimle konuşması, "Allah... Allah..." demesini engellemiyor. Anlatabiliyor muyum, yâni o fondan geliyor. Hani fon mûsikîsi derler. Diyelim ki fondan bir ilâhi söyleniyor, adama da çıkmış Necip Fâzıl'ın bir şiirini okuyor meselâ... Fondakini de arada duyuyorsun, ama asıl Necip Fâzıl'ın şiirini okuyor. Onun gibi... Benimle konuşuyor mübarek; bir taraftan benimle konuşuyor, bir taraftan fondan zikir duyuluyor.

Demek ki Allah'ın emrini tutan, Rasûlüllah'ın tavsiyesine uyan insanlar, zamanının bir saniyesini bile boş geçirmemeğe, her nefeste Allah demeğe ulaşabiliyorlar. O zaman pişman olmayacak, ahirette çok yüksek mertebeye ulaşacak.

"Bir insan günde yüz defa "Lâ ilâhe illallah" derse, mahşer yerine yüzü dolunay gibi aydın gelir. Hiç kimse ondan daha yüksek mertebeye çıkamaz, ondan çok "Lâ ilâhe illallah" diyenler müstesnâ..." buyruluyor.

Zamanınızı boş geçirmeyin, hayatınızın kıymetini bilin, ahirete hazırlanın! Şu söylediğim hadis-i şerifleri hatırınızdan çıkartmayın!..

Allah-u Teàlâ Hazretleri sizi dünyanın ahiretin hayırlarına erdirsin... Hem bu cihanda, hem öbür alemde aziz ve bahtiyar eylesin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...

Sübhàneke lâ ilmelenâ illâ mâ allemtenâ, inneke entel-alîmül-hakîm... Sübhâne rabbinâ rabbil-izzeti ammâ yesıfûn... Ve selâmün alâ cemîil-enbiyâi vel-mürselîne ve âli küllin ecmaîn...

Vel-hamdü lillâhi rabbil âlemînel-fâtihâh!..

24. 03. 1997 - Osnabrück / ALMANYA