HADİS-İ ŞERİFLERİN ÖNEMİ
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi hakka hamdihî nahmedühû bicemi'i mehâmidih... Lehül-hamdü kemâ yenbeğî licelâli vechihî ve liazîmi sultànih... Ves-salâtü ves-selâmü alâ hayra halkıhî seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaînet-tayyibînet-tahirîn...
Peygamber SAS Efendimiz'den bazı hadis-i şerifler okuyarak bu mübarek cuma günümüzde sevaplı vakit geçirmeye gayret edeceğiz.
a. Peygamber Efendimiz'in Sözleri
Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri, Hazret-i Ali Efendimiz'in oğlu Hazret-i Hasan RA'dan Taberânî'nin rivayet ettiğine göre buyurmuş ki:
184/2 (Eyyühen-nâs! İnnî vallàhu mâ âmiraküm mâ emerakümüllàhu bihî velâ enhâküm illâ ammâ nehâkümüllàhu anh, feecmilû fit-taleb fevellezî nefsü ebil-kàsımi biyedihî inne ehadeküm leyatlubühû rızkuhû kemâ yatlubühû ecelühû, fein teassara aleyküm şey'ün minhu fetlubûhü bitàatillâhi azze ve cell.) Sadaka rasûlüllah, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
Bunun mânâsı şöyle, Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: (Eyyühen-nâs!) "Ey insanlar!..." Nâs insanlar demek... Efendimiz muhatabı olan kalabalık ise böyle hitap ediyor: (İnnî vallàhu mâ âmiraküm mâ emerakümüllàhu bihî) "Vallàhi ben Allah'ın emrettiğinden başka bir şeyi size emretmiyorum. (Velâ enhâküm illâ ammâ nehâkümüllàhu anhü) Allah'ın size yasakladığı şeylerden başka bir şeyi size yasaklamıyorum!" Yâni ben, size kendi başıma, kendim bir şey demiyorum; Allah'ın bana verdiği bilgileri size naklediyorum. Allah neyi emretmişse size onu söylüyorum, Allah neyi yasaklamışsa size onu anlatıyorum. Peygamberlik vazifemi yapıyorum, benim vazifem bu; Allah'ın emirlerini yasaklarını size öğretmek, buyurmak... Kendimden bir şey söylüyor değilim."
Zâten Kur'an-ı Kerim'de de bu hususta ayet var:
(Vemâ yentıku anil-hevâ.) "Kendi hevây-ı nefsinden, arzusundan, keyfinden konuşmaz, (İn hüve illâ vahyün yûhâ.) söylediği vahiydir." Peygamber Efendimiz'in söylediği bilgilerin bir kısmı Kur'an-ı Kerim'dir. "Allah Kur'an-ı Kerim'den şu âyetleri buyurdu." diye bildirirdi. Etrafındaki vahiy kâtipleri hemen kağıt, kalemi alırlar, Peygamber Efendimiz ne derse, onları Kur'an âyeti indi diye yazarladı. Bir kısmı da vahy-i gayr-i metlüvdür, Allah'ın gönlüne ilhâm ettiği, yine Allah'ın emrettiği, yasakladığı, şeylerdir, Peygamber Efendimiz onları da hadis olarak söylerdi.
Demek ki Peygamber SAS Efendimiz'in hadis-i şerifleri, yine Allah'ın emrettiği, Allah'ın yasaklamış olduğu şeyler... Rasûlüllah Efendimiz'e o bilgileri veren, öyle söyleten Allah... Bu neyi gösteriyor? Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerine çok önem vermemiz, çok dikkat etmemiz, onu başımızın tâcı edinmemiz gerektiğini gösteriyor.
Gerçekten de öyledir. Dinimizin iki esaslı kaynağından birisi Kur'an-ı Kerim'in âyetleri, diğeri Peygamber Efendimiz'in sünnetleridir. Fıkıh ahkâmının en büyük kaynağı bunlardır. Ondan sonra icmâ-ı ümmet, kıyâs-ı fukahâ ve diğer fıkhî kaynaklar gelir ama, bunların hepsi yine bu iki asla, bu iki köke dayanır.
O bakımdan ashab-ı kiram, Peygamber Efendimiz'in sözlerini can kulağıyla dinlemişlerdir. Hattâ öyle dinlerlermiş ki, sanki başının üstüne ürkek bir serçe kuş konmuş gibi, başını kıpırdatmadan, hiç çıt çıkartmadan dinlerlermiş.
Rasûlüllah'a olan sevgilerinden, saygılarından, Rasûlüllah Efendimiz'in göz kamaştırıcı güzelliğinden, heybetinden yüzüne de bakamazlarmış. Sahabe-i kiramdan öyle kimseler var ki, söylüyorlar: "Rasûlüllah'a iclâlimden, saygımdan dolayı, yüzüne doyasıya bakamadım." diyorlar. Lâ teşbih velâ temsil, meselâ insan oğlunu evlendirecek, alınacak kızı oğlana göstermek icab ediyor. Bir durum ayarlanıyor, kızı görecek. Tamam olayı ayarlıyorlar, sonra geliyorlar:
"--Ne oldu, kızı gördün mü?"
Tabii bizde delikanlılar utangaç:
"-- Göremedim, bakamadım, utandım." diyor.
Utanma da olur, Rasûllullah'a karşı iclâl, ona karşı hürmetten, onun büyüklüğü karşısında bakamamak da olabilir.
Hadislerini öyle dinlemişlerdir, öyle nakletmişlerdir, kelime kelime, "Şöyle buyurdu." diye nakletmişlerdir. Her kelimesinden gereken dersi çıkartmışlardır. Yaptıkları ibadetleri, işleri, amelleri Rasûlüllah'ın sünnetine uygun yapmaya gayret etmişlerdir.
Abdullah ibn-i Ömer RA, hac esnâsında devesiyle Müzdelife'den geçerken devesinden bir indi aşağıya, sonra devesine tekrar bindi. O âlim bir sahabi olduğu için herkes merak etti:
"--Yâ Abdullah, burda niye devenden indin, bir şey de yapmadın, sonra tekrar niye bindin?.."
"--Bilmiyorum, Resûllullah Efendimiz tam buraya geldiği zaman böyle bir inmiş, böyle bir binmişti; ben de onun için aynen yaptım." dedi.
Yâni mânâsını bilmese bile, Rasûlüllah Efendimiz'in hareketinin hikmetini anlayamamış bile olsa, onu uymaya bu kadar dikkat ederlerdi. Rasûlüllah'ın yaptığı gibi yapmağa, emrini tutmağa, yolundan gitmeğe, onu izlemeğe çok dikkat etmek lâzım!..
b. Rızkın Sahibini Araması
Efendimiz de burda öyle söylüyor: "Allah'a yemin olsun ki, ben size Allah'ın emrettiğinden başka bir şey emretmiyorum, yasakladığından başka bir şey yasaklamıyorum, hepsi Allah'ın buyruğu, hepsi Allah'ın isteği. Bu sözüm de yine Allah'ın isteği bir şeydir." diyor.
(Fecmilû fit-taleb) Fecmilû, güzel yapın, cemil yapın demek... "Rızkı aramakta, istemekte kullandığınız yol güzel olsun, güzel yoldan rızkınızı elde etmeğe çalışın! Yâni, rızkı arayacağım derken, harama sapmayın, günaha sapmayın, gayr-i meşrû kazanç yollarını kullanmağa kalkmayın!.. (Fevellezî nefsü ebil-kàsımi biyedihî) Şu Ebül-Kàsım'ın canı, hayatı elinde olan Allah'a yemin olsun ki..."
Araplar'da asâletli kimselerin ismini söylemek ayıp idi. Asâletli kimselerin ismi söylenmezdi, künyeleri söylenirdi. Künye nedir? Ebû kelimesiyle, ümmü kelimesiyle yapılan tamlamalardır. Bir insanı, bir babayı en büyük çocuğunun adıyla künyelendirirlerdi. Peygamber Efendimiz'in de ilk çocuğunun adı Kàsım olduğu için, Peygamber Efendimiz'in künyesi Ebül-Kàsım idi. Ne demek? Kàsım'ın babası demek...
Kadın ise, ümmü diye geçer. Meselâ kadının Hasan diye bir oğlu Ümmü Hasen, Hasan'ın annesi, Ümmü Hâni, Ümmü Külsm, Ümmül-mü'minîn, mü'minlerin annesi... filan diyoruz ya üm anne demek, künye böyle... Erkekse ebû, veya ebî veya ebâ; dil bilgisindeki durumuna göre üç şekilde bulunabilir. Kadınsa üm kelimesi yapılan tamlamalara künye denir.
Birisi geldi mi, Rasûlüllah'a hitap etmek istediği zaman: "Yâ Ebel-Kàsım!" derlerdi. Bu hürmetkâr bir ifâdedir. Meselâ Yahudi geldi Peygamber Efendimiz'le bir konuyu görüşecek: "Yâ Rasûlallah!" diyemiyor, çünkü îmana gelmemiş; "Yâ Ebel-Kàsım" derlerdi, "Yâ Muhammed" demezlerdi. Allah-u Teàlâ Kur'an'ı Kerim'de böyle hitap ediyor, o ayrı... Ama insanlar: "Yâ Ebel-Kàsım" derlerdi. Burda da Peygamber Efendimiz kendisini Ebül-Kàsım künyesiyle zikrediyor.
(Fevellezî nefsü ebil-kàsımi biyedihî) "Ebil-Kàsım'ın nefsi canı hayatı elinde olan Allah'a yemin olsun ki..." Yâni "Rabbim'e yemin olsun ki," demek. Peygamber Efendimiz böyle ifâdeyle yemin ederdi. "Vellezî nefsî biyedihî" de derdi. Burda sanki, bir başka kişiymiş gibi kendisini adını söyleyerek yapıyor:
"Şu Ebül-Kàsım'ın --yâni kendisinin-- canı elinde olan Allah'a yemin olsun ki, (inne ehadeküm) sizden birinizi (leyatlubühû rızkuhû) rızkı araştırır, bulmağa çalışır; (kemâ yetlubuhu eceluhu) ecelinin bulmağa çalıştığı gibi..."
İnsan ecelinden kaçabilir mi?.. Kaçamaz, nerde olsa ölüm onu yakalar. Kırk tane kapının arkasına saklansa, kırk tane kalenin içine girse, eceli nerde olsa onu bulur. Rızkı da bulur. İnsanı ecelinin arayıp bulduğu gibi, insanın nasibi olan rızkı da, kısmeti de onu bulur. Peygamber Efendimiz bunu yeminle söylüyor: "Şu Ebül-Kàsım'ın canı elinde olan Allah'a yemin olsun ki, rızkınız sizi ecelinizin aradığı, bulduğu gibi, arar, bulur." diyor.
Bu önemli bir husus... Yâni, "Korkma rızık gelecek, sen onu aramasan, o seni arayıp bulacak!"
Şimdi biz burayı arıyorduk, sekiz numaralı otobandan girdik. "Şuraya mı sapacağız, buraya mı sapacağız?" filân diye konuşurken, biz onları ararken, onlar bizi yolda buldular, karşılaştık. Çünkü onlar da bizi arıyordu, köşede buluştuk. Biz oraya geliyoruz, bunlar otobana çıkmak üzerelermiş. Dediler ki:
"--Ne tesâdüf böyle, doğru yola gelmişsiniz!"
Asıl tesadüf, birbirimizi görmek! Siz bizi bulmasaydınız, biz sizi bulmasaydık, siz otobana çıkacaktınız, bizi arayacaktınız; biz içeri girecektik, sokak sokak evi arayacaktık. Bak Allah bulduruyor, karşı karşıya geçtiriyor. Hemen biz soldan saptık, bunlarla karşılaştık. Rızk da böyle... Korkma, çekinme, gelecek, bulacaksın.
(Fein teassera aleyküm şey'un minhu) "Eğer rızkınızdan bir darlık olursa..."
--Yâhu maaş gelmedi, bugün dükkâna müşteri gelmedi, kazancımız ne olacak, eve ne götüreceğiz?.. Ay, eyvah, kazanamayacak mıyım, açıkta mı kalacağım?!..
"Böyle biraz zorlanma gibi bir şey sezinlerseniz, sakın ha yanlış iş yapmayın! (Fetlubûhü bitàatillàhi azze ve celle) Günah olmayan yoldan, Allah'a itaat yolundan rızkınızı isteyin!"
Yâni bir insan niye rüşvet alır, niye hırsızlık yapar, niye çalar çırpar?.. Fakir kalacağım, aç açık kalacağım diye korkar. Yoksa onurlu bir insan, parası pulu olan bir insan, tenezzül edip almaz, çalmaz. Diyor ki: "Allah'a taat yolundan rızkınızı arayın; Allah'a isyan yolundan, Allah'ın yasakladığı yoldan rızk elde etmeğe çalışmayın!"
Biliyorsunuz rızkın kazanç yolları çeşitlidir. İnsanın en temiz kazancı, elinin emeğidir. Bu güzel bir kazançtır, başkasının hakkı geçmeden kendi elinin emeğiyle, alnının teriyle geçinmektir.
Ticaret, Peygamber SAS Efendimiz bizzat kendisinin yaptığı kazanç yoludur, bereketli bir yoldur.
(Ettâcirus-sadûkul-emîni mean-nebiyyîne ves-sıddîkîne veş-şühedâi yevmel-kıyâmeh) "Eğer ticareti yapan insan, doğru sözlüyse, güvenilir bir kimseyse, eğer dürüst bir ticaretçi ise; yâni sadûk, sözü doğru, emîn, emniyetli ise; rûz-i mahşerde, Arş-ı A'lâ'nın gölgesinde nurdan minberlerde oturacak; peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle eşit muamele görecek." Ticaret güzel bir yoldur.
Cihad etmek de bir kazanç yoludur. Cihad ettikten sonra, ganimetin beşte dördü gàziler arasında taksim edilir, beşte biri devlete ayrılır.
(Va'lemû enne mâ ganimtüm min şey'in fe enne lillâhi humüsehû) Beşte biri devlet payı olarak ayrılır, beşte dörtü gàziler arasında taksim edilir. Cihad faziletli, sevaplı bir faaliyet olduğundan, bizim ümmetimize cihaddan hâsıl olan, düşmandan alınan ganimetler helâl kılınmıştır. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor: "Allah'ın bana beş özel ikramı oldu. Onlardan birisi de, bana ganimetler helâl kılındı." Eski ümmetlerde öyle değilmiş, ama Peygamber Efendimiz'e ganimetler helâl kılınmış. O da bir helâl kazanç yoludur.
Ticaret bereketli bir yoldur, elinin emeğiyle sanatıyla, hüneriyle, ustalığıyla, alnının teriyle kazanmak sevaplı bir yoldur. Başka, ziraat olabilir. Toprağı ekersin, biçersin, satarsın, kazanırsın.
Amma bunun dışında başka yollarla; meselâ haram malzeme satarak, içki satarak, habis, pis malzeme satarak kazanç günah olur, haram olur. Sonra, birisini aldatarak, yanıltarak kazandıkları haram olur, günah olur. Hilâf-ı hakîkat beyanlarla kazandıkları haram olur. Şeriatin kendine verdiği haktan fazlasını kendisine ayırmak haram olur. Fakirin yoksulun hakkı olan zekâtı vermemek, onu yemek haram olur, doğru olmaz. Rüşvet almak haram olur, bir işi yapmak için iş sahibinden, erbâb-ı mesârihten para olmak doğru olmaz. Sahibinin haberi olmadan, rızası olmadan birisinin bir şeyini almak haram olur.
Mirasta şeriatın ölçüsünden fazla almak doğru olmaz. Özellikle bu devirde, Türkiye'de tehlikeli bir husustur. Çünkü medenî kanunun miras taksimi nisbetleri başkadır, şeriatın miras taksimi nisbetleri başkadır. Misal; medenî kanunda kadın-erkek farkı yoktur, kız çocuk-erkek çocuk farkı yoktur; İslâm'da vardır. İslâm'da erkek çocuğa, kız çocuğa verilenin iki misli hak verilir, çünkü erkeğe evin yönetimi vazifesi yüklenmiştir. Evdekilerin yemesi, içmesi, barınması, evin kirası vs. erkeğin borcudur. Kadının borcu değildir, kadın mecbur değildir, o bakımdan serbesttir, kadınlara yük yüklenmemiştir. Kadınların çocuklarını doğurması, bakması, emzirmesi, büyütmesi sevap olarak yazılmıştır, mükellefiyet olarak verilmiştir. Kadına da, çocuğa da bakmak babanın vazifesidir. Bu sebeplerle, şeriat erkeğe fazla yük yüklediği için, kadının hissesinin iki misli hak vermiştir.
(Yûsikümüllàhu fî evlâdiküm liz-zekeri mislü hazzil-ünseyeyn) Bu, Allah'ın emridir, tavsiyesidir. Medenî kanun bunu ayırmamıştır, "Erkek ve kadın eşit hisse alacak!" demiştir.
Şimdi bu devirde birisi kalkar, derse ki:
"--Ben mirası medenî kanundaki nisbetlere göre alacağım."
Fazla aldığı zaman, ötekisinin hakkını yemiş oluyor. Bir adam öldü, karısına miras kalacak, çocuklarına miras kalacak. Medenî kanunda kadına ne kadar olduğunu bilmiyorum. İslâmî taksimâtta, çocuklu bir kadına sekizde bir miras gelir; geriye kalan da erkek çocuklara iki hisse, kız çocuklar bir hisse olarak taksim edilir. Ama medenî kanunda böyle olmuyor, olmayınca hakkından fazla almış olan kız, bu sefer haram almış olur, Allah'ın razı olmadığı şeyi almış olur. Bunlara dikkat etmek lâzım! Eseriyetle düşülen bir haramdır, yanlışlıktır.
Sonra, helâl ticaret yapan bir insan, Allah'ın haram kıldığı bir zamanda ticaret yaparsa, ordan haram olur. Meselâ:
(İzâ nûdiye lissàlâti min yevmil-cumuati fes'av ilâ zikrillâh) "Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman, hutbeyi dinlemeye, namaz kılmaya, Kur'an dinlemeye koşun camiye, alış-verişi bırakın!" buyruluyor. Cuma vaktinde alış-verişi bırakmazsa, o zaman yasak vakitte ticaret yapmış olur. Bunlara hep dikkat etmek lâzım, telâşa düşüp de günah yolundan kazanç sağlamaya kalkışmamak lâzım, helâli istemek lâzım!
Bugün okuyacağımız bir hadis-i şerif bu...
c. Mazlumun İntikamı
İkinci bir hadis-i şerif:
184/6 (Eyyühen-nâs!) "Ey insanlar!.." Bazen Eyyüha'nın başına Yâ de gelir, ama burda sadece Eyyühen-nâs denmiş. (Eyyühen-nâs ittekullàh, fevallàhi lâ yazlimü mü'minin mü'minen illentekamellàhu minhü yevmel-kıyâmeh) "Ey insanlar, Allah'dan korkun. Allah'a yemin olsun ki, bir mü'min bir mü'mine zulmederse, Allah kıyâmet gününde zâlimden intikam alır." Onun için Allah'dan korkun zulüm yapmayın. Mü'min, mü'mine zulmetmesin, haksızlık etmesin!..
Zulüm nedir?.. Adaletsiz davranmaktır, birisinin hakkını yemektir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Fukarayı, zekât vereceğiniz adamı kapıda bekletmek bile zulümdür. Zenginin fakiri kapıda bekletmesi bile zulümdür." Her şeyde incelikler var, dikkat etmek lâzım, güzel yapmak lâzım!
Tabii çeşitli zulümler oluyor. Demin aşağıda baktık, Türkiye haberlerini seyredelim derken: Bir doktor bir doktoru öyle dövmüş ki, kendisinin eli kırılmış... Yâni vurmaktan eli kırılmış, kendisi hastahanelik olmuş, elini böyle tutuyor. Ötekisi de kan revan içinde, kan kaybından yere yıkılmış. O da öyle perişan olmuş. Böyle, kendi başına kalkıp karşı tarafı cezâlandırmak, bir zulüm...
Dövmek zulüm olur, haksızlık yapmak zulüm olur, malını almak zulüm olur, ezâ, cefâ etmek zulüm olur, ağır sözler söylemek zulüm olur... vs. Çeşit çeşit haksızlıklar olabilir ama, "Allah yarın kıyâmette, rûz-i mahşerde zâlimden intikam alır." "Mazlumun hakkını alır." demiyor, "Allah intikam alır!" diyor. İntikam çok korkunç bir şey, zalimin titremesi lâzım!.. Allah intikam alır.
(Vallàhu azîzün züntikàm) "Allah azizdir, intikam alır, intikam sahibidir." buyruluyor.
Yine başka bir ayet-i kerimede Allah-u Teàlâ Hazretleri:
(İnnâ minel-mücrimîne müntakımûn) "Biz mücrimlerden intikam alacağız!" diye bidiriyor.
Onun için mücrim olmamağa, zâlim olmamağa, adaletsiz olmamağa çok dikkat etmek lâzım!..
d. Ölümü Unutmamak
Üçüncü hadis-i şerife geliyoruz, Enes RA'den rivâyet edilmiş. Uzun olduğu için cümle cümle tercümesini yapalım. Peygamber SAS Hazretleri buyurmuş ki:
183/5 (Eyyühen-nâs!) "Ey insanlar! (Keennel-mevte fîhâ alâ gayrinâ kütibe) Sanki şu dünya hayatında, ölüm bizden başkası için yazılmış; sanki ölüm bizim başımıza gelmeyecek de, başkasına yazılmış... (Ve keennel-hakka fîhâ alâ gayrinâ vücibe) Sanki, hakkı işlemek bize değil, bizden gayrisine vazife kılınmış...
(Kennemâ nüşeyyiu minel-mevtâ an kalîlin ileynâ râciûn) Ölülerimizi gömerken, sanki biraz sonra geri gelecekmiş gibi gömüyoruz, hiç ürpermiyoruz, titremiyoruz. Sanki gömdüğümüz biraz sonra gelecekmiş, halbuki bir daha hiç gelmeyecekler... Ayrılık, elfirâk... Sanki geri geleceklermiş gibi, ibret almıyoruz, ürpermiyoruz, bu hadiseden dehşete düşmüyoruz.
(Büyûtehüm ecdâsehüm) Onların evleri artık bizim aramızdaki evler değil, artık onların evleri kabirleri... (Ve ne'külü terâsehüm keennemâ muhallidûne ba'dehüm) Onların geride bıraktıkları mirasları yiyoruz. Sanki biz ölmeyecekmişiz, gitmeyecekmişiz gibi, onlardan sonra dünyada ebedî kalacakmışız gibi düşünüyoruz."
e. Kendi Ayıbıyla Meşgul Olmak
(Fetbâ limen şegalehû aybuhû min aybi ğayrihî) "Ne mutlu kendi ayıbıyla meşgul olmak, onu düzeltmeye çalışmak, onun üzerinde düşünmek, başkasının ayıbına bakmaktan kendisini alıkoyan insana!.."
Bundan neyi anlıyoruz, ne yapacağız?.. Kendi ayıbımıza bakacağız, kendimizi düzeltmeye çalışacağız. Başkasının ayıbıyla meşgul olmak gıybettir, doğru değildir. Kendi ayıbıyla meşgul olmak iyi bir harekettir. Çünkü, insan kendi ayıbını bilirse düzeltmeye çalışır.
Başkasının ayıpları nasıl düzelecek?.. Başkasının ayıbını düzeltecek insanlar da vardır. Onun hocası vardır, şeyhi vardır, mürşidi vardır, âlimler vardır, yaşlılar, büyükler vardır. Tabii, bazıları vazifelidir. Onlar da ayıplı olan insanların ayıplarını düzeltmek için üzerlerine düşen gayreti gösterirler. Ama bir çok insan, vazifesi olmadığı halde, onun bunun ayıbını konuşuyor, gıybet ediyor, dedikodu ediyor. Halbuki kendisinin daha çok ayıbı var, kendisinin ayıbına bakmıyor. Sen kendine bak be adam, kendini düzelt! Başkasının ayıbını konuştuğun zaman gıybet ediyorsun; kendi ayıbını düşünürsen, kendini düzeltirsen sevap kazanırsın. Bırak günahı, kârlı işe bak!..
f. Nefse Hakim Olmak
(Tbâ limen zelle fî nefsihî min gayri münakkısatin ve tevâdaa lillâhi min gayri meskenetin) "Nefsini bir noksanlığa düşürmemek şartıyla zabt ü rabt altına alana ne mutlu; nefsine hâkim olan, nefsini emrinde tutan, âsî, baş kaldırıcı nefis yapmayana ne mutlu!.."
Hepimizin nefsi vardır. Ekseriyetle insanlar nefsinin esiridirler. Nefsimizin bizim sözümüzü dinlemesi lâzım; fakat tersine oluyor, biz nefsimizin sözünü dinliyoruz. Nefsimiz ne emrettiyse;"Emret, tamam senin istediğini yapayım!" diyoruz. Öyle şey olur mu?!. Ne yapacak?.. Nefsine hâkim olacak. İnsanın; "Sus, haddini bil bakalım, Hakk'ın yoluna gel bakayım, bırak böyle hevâ-yı nefsi, şehevât-ı nefsâniyyeyi bakalım!.. Allah'ın ahkâmına uy!" filân diye, nefsini emrinde tutması lâzım!.. Ama noksanlığa düşmeden, kendisini alçaltmadan bu işi yapması lâzım ve meskenete düşmeden Allah için tevâzu göstermesi lâzım!..
Tevâzu da çok önemli bir güzel vasıftır. İnsanın mütevazi olması gerekiyor ve mütekebbir olmaması şart... Allah mütekebbiri sevmez, mütevâzi olanı sever.
Demek ki burdan aşağı doğru bir iki satır daha devam edecek olan noktalarda güzel şeyleri öğrenmiş olacağız. Bir; kendi ayıbımızla meşgul olmayı öğrendik... İki; nefsimize hâkim olmamız lâzım, onu emrimizde tutmamız lâzım; onu öğrendik... Üç; kendimizin izzetini ayaklar altına almadan tevâzu sahibi olmamız, mütevâzi olmamız lâzım; onu öğrendik.
Sonra:
g. Hayra Harcamak
(Ve enfaka mâlen cemeahû min gayri ma'sıyetin) "Kazandığı, malı, mülkü, ihsânı, parayı, pulu günah olmayan yolda harcayana ne mutlu!.."
Demek ki ne yapmamız lâzım, kazancımızı hak yolda harcamasını, infak etmesini bilmemiz lâzım. Tabii insan kazandı mı, kazancını çeşitli şekillerde değerlendiriyor, kullanıyor. Kimisi yılbaşı geldiği zaman hindi alıyor, çam ağacı alıyor, üstünü parlak bir şeylerle süslüyor... Pastalar, çerezler, leblebiler... vs. Türkiye'de de bayağı yaygınlaştı, evlerde böyle yılbaşı kutlama âdeti... Böyle şeyler oluyor. Bu ne?.. Masraf... Eve gâvur âdetini, gayr-i müslim âdetini getiriyor. Al işte yanlış bir yola para sarf etti.
Veyahut, "Hilton'da, Efes Oteli'nde çocuğuma sünnet düğünü yapacağım." diyor, hokkabazlar, dansözler, çalgıcılar, bilmem neler, bir sürü günah işliyor. Sünnet ne demek?.. Peygamber Efendimiz'in tavsiyesi, hayatı, sözleri, fiilleri demek... Sen sünnet diye günah işliyorsun. Çok ayıp! Bak ne kadar boş yere paralar harcıyorsun!..
Veyahut filânca spor gàlip olsun diye bilmem kaç milyar para veriyorsun... Zengin adam ama, ne diye veriyor?.. Biraz camiye, Kur'an kursuna verse de müslümanlık ilerlese ya!.. Boş yerlere parayı veriyorsun da ne olacak?..
Efendimiz, "Kazandığı parayı günah olmayan yere harcayana ne mutlu!" diyor.
h. Miskinlere Acımak
(Ve rahime ehlez-zülli vel-meskeneh) "Bir de düşkün insanlara, fakir insanlara, yoksul insanlara acıyana ne mutlu!.." Demek ki, fukarayı arayacağız, bulacağız, kollayacağız, yardım edeceğiz, onlara acıyacağız. Türkiye'de çok var...
Şimdi burda herkes kayda geçmiş, herkesin devlette kaydı var, herkesin hakları var. Adam çalışmasa, işsiz bile olsa, işsizlik parası alıyor. Kiralık bir yer bulsa yarısını devlet veriyor, yâni kira ucuza geliyor. Çoluk çocuğu olsa, çocuklarına çocuk parası veriyor. Burada güzel, burda insan aç kalmak istese, aç kalamaz; çünkü bir yerlerden para geliyor. Hayatını devam ettirecek kadar, başını sokacak bir evi oluyor, biraz da parası oluyor.
Ama Türkiye'de; gel bakalım İstanbul'a, İzmir'e, Ankara'ya, şöyle gecekondu mahallelelerine buyur, gezelim! Çankaya'nın botanik bahçesini, gençlik bahçesini değil de; İstanbul'un Gülhane Parkı'nı, Çırağan Sarayı'nı ve sâireyi değil de, gel bakalım biraz da şöyle fukaranın halini bir görelim bakalım!.. Fakir semtteki bir camiye git, caminin haline bak, imama, müezzine bir yanaş: "Buralarda camiye gelen fakir tanıdığın kimler var mı?" diye bir sor! Tanı, onlara acı, yardım et bakalım!..
Biz Avustralya'dan geliyorduk, uçağımız Flipinlere, Manila'ya uğradı. Orda öteki uçağı bekliyoruz. Bizi havaalanının yakınında bir otele aldılar. Eh biz bekledik; öteki bineceğimiz uçağın vakti gelince bindik, gittik. Ama oraları bilen başka Avusturalyalı arkadaşlar vardı. Onlar otelde, kalmadılar, bir taksi tuttular, Manila'ya indiler. Havalanının orda kalmadılar. Otel havalanına yakın, yaya gidilecek kadar yerde, şehirden uzak, ağaçların arasında güzel bir yer.
Hattâ biz biraz bahçede yürüyelim dedik, hemen yanımıza bir kaç sahtekâr herif geldi: "Eğlence ister misiniz, keyif ister misiniz?" diye bize kötü teklifler için yardımcı olabileceklerini filân söylediler. Orası yolcuların gelip geçtiği, parası olanların kaldığı lüks bir yer...
Maalesef bu sefer Malezya'da da karşılaştım. Bizi Kuala-Lumpur'da bir otele götürdüler. Yâni Avustralya'ya gideceğiz, arada mola veriyoruz. Otele girdik, telefon çaldı, telefonu açtım, bana İngilizce olarak: "Arkadaşınız var mı, arkadaş ister misiniz?" diyor bana... Hemen nerden bildin oda numarasını, nerden bildin yeni geldiğimi?.. Burası Kuala-Lumpur, Malezya, yâni müslüman bir ülke... Be mendebur nerden bildin yeni geldiğimi? Hemen odaya girdim, zırt telefon çaldı... Demek ki alçakların resepsiyonla ilgisi var: "Eşimle beraber istirahat ediyoruz." dedim, çat kapattım telefonu...
Para insanı azdırıyor, paralı insanların etrafında da böyle mendeburlar, çalgı, eğlence... Dur bakalım, sen bir de gel fukarayı gör!.. Biz tabii dosdoğru uçakla gittiğimiz için işin farkında değiliz, her yer öyledir.
Arkadaş otelden taksiyi tutmuş, Manila'ya, müslümanların camisine gitmiş. Cebine koyduğu bütün zekâtı oradaki fukaraya dağıtmış, ağlayarak geldi, gözlerinden yaşlar dökülüyordu:
"--Hocam öyle fakirler var ki... Ben daha önceden gelmiştim, bu Manila'yı biliyorum, burda müslümanlar çok mağdur." dedi.
Havaalanının yanındaki, o mendebur günahkârların yaşadığı otelleri bırak, sen bir Manila'ya in bakalım, müslümancıkların ne kadar sıkıntı çektiğini bir gör!.. Filipinler, şu Markos'un ülkesi; hani ülkesini soyup da milyarlar, trilyonlar paraları Amerikan bankalarına yatıran alçak, geberdi gitti, karısı kaldı. Müslüman var camiler var, müslümanlar ezâ, cefâ altında...
Yâni Peygamber Efendimiz burda ne diyor? "Miskinlere, yoksullara, düşkün insanlara acıyana ne mutlu" diyor. Gözümüz hep rahatı, keyfi değil de; fukaranın, zuafanın olduğu, garibanların yaşadığı yerlere gitmeli, insan ayağına biraz çizme giymeli, çamurlu yerlerde şak şuk yürmeli de, o fukaracıkların evlerine bir girmeli de nasıl kokuyor, nasıl akıyor, nasıl üşüyor, nasıl titriyor bir görmeli.
Çanakkaleye gittik, zamanımız müsâitti;
"--Buranın sâlih mübarek insanlarından, evliyasından, ulemâsınadan kimeler var? Bir ziyaret edelim!" dedik.
Bilemediler, dediler ki:
"--Birisi var, çok iyice bir insan var."
"--Olur, onu ziyaret edelim!" dedik.
Arabaya atladık, gittik. Köpek kulübesi gibi alçak tavanlı, tenekeden filân yapılmış bir yer, başımızı eğerek girdik. Ondan sonra içerde bir hasta adamcağız, bir de ona bakan karısı var. Küçücük bir yer... Yâni bir somya koymuşlar, o kadarcık küçük bir yer. Zavallılar.
"--Nasılsınız?" dedik.
"--Elhamdü lillâh, çok şükür Rabbimiz'e!.. Verdiği nimetlere hamd ü senâlar olsun, ne mutlu bize!.."
Onun orda hamd ü senâ etmesi bana dokundu. Adamın evliyâ olduğu belli, o fakirlik içinde, o tenekelerin arasında, insan ayakta durduğu zaman başının tavana değdiği küçücük yerde, bir somya kadar odada karı-koca kalıyorlar...
"--Çok şükür, Allah'ın nimetine bak, ne mutlu bize, bak bizi ziyarete geliyorlar!" diyor.
Yüreğim parçalandı. Memnun, müteşekkir, hamd ediyor, şükrediyor. İşte onlara acımak lâzım, yardımcı olmak lâzım! Garibanlar işte orada... Doktora götürülse, kim bilir kaç türlü hastalığı çıkar. Demek ki, onlara acımamız lâzım!..
i. Hikmet Sahipleriyle Oturmak
(Ve hàleta ehlel-fıkhı vel-hikmeh) "Ne mutlu dinî bilgisi olan, hikmet sahibi insanlarla beraber olanlara; onların meclislerinde, onlarla düşüp kalkanlara!.."
Allah razı olsun, belki arkadaşlar dâvet etti, belki kendiniz duydunuz geldiniz. Neden geldiniz?.. Yâni neden olduğunu düşünelim. Nezir kadeşimiz duydu geldi, sizler duydunuz geldiniz. "Hocamız geldi, dînî bir sohbet olacak!" diye geldiniz. Peygamber Efendimiz'in burda müjdesi var: "Ne mutlu dinî bilgisi olan, fıkıh bilgisi olan, hikmet bilgisi olan insanlarla beraber olan, sohbet edenlere!.."
Hikmet nedir?.. Hikmet, bir şeyi yerli yerince yapabilme meziyeti demek... Hangi işi yaparsa yerli yerince yapabilmek meziyeti... Yâni söz söylüyor, hikmetli söz söylüyor, ne demek? Yerli yerince konuşuyor. Bir iş yapıyor, hikmetli bir iş yaptı, yâni yerli yerince yaptı; hem sağlam, hem doğru, hem güzel demek... Yaptığı iş, söylediği söz sağlam, doğru, güzel demek...
Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin sıfatı nedir?.. Allah'u Teàlâ Hazretleri hakîmdir, her şeyi hikmetli yapar, her şeyi yerli yerincedir. Peygamberlerin sıfatlarından bir tanesi nedir?.. Hakîm olması... Yâni Peygamberler de lüzumsuz, yersiz, abuk sabuk iş yapmazlar. Hepsi yerli yerincedir, sözü doğrudur, işi doğrudur, güzeldir, örnek alınabilir. Efendimiz'in sözleri nasihattir, hikmettir. Hareketleri ibretlidir, hikmetlidir, doğrudur, örnek alınabilir. Hikmet bu...
"Bir insan hikmet sahibi oldu mu, ne mutlu o kimseye!.."
(Ve men yü'tel-hikmete femen ûtiye hayran kesîrâ) "Allah kime böyle hareket etme meziyeti ihsân etmişse, çok hayır vermiş demektir." Oturması yerli yerinde, kalkması yerli yerde, konuşması yerli yerinde; hepsi güzel, hepsi doğru... Peygamberler hikmet sahibi insanlardır, evliyâullah hikmet sahibi insanlardır.
Tabii hikmet kelimesi bir işi muhkem yapmak mânâsına da geliyor, sapasağlam yapmak, yâni işin hiç çürük tarafı yok... Bir de hakîmâne yapmak, yâni düşünceye, akla, mantığa dayalı yapmak mânâsına geliyor. "İşte böyle fıkıh ve hikmet sahibi insanlarla beraber olan, onların sohbetine katılan, onlarla düşüp kalkan insanlara da ne mutlu!.." diyor.
Burda da bize bir işaret ve nasihat var: "Böyle kimselerin yanına gidin, bunlarla konuşun, görüşün!" demiş oluyor.
(Tbâ limen zelle nefsehu ve tàbe kesbühû ve salehat serîretühû ve kerimet alânîyetühû ve azele anin-nâsi şerrehû) Yine bazı güzel sıfatları sayıyor: "Ne mutlu nefsini emri altına alıp bastıran, kazancı güzel olan, içi tertemiz olan, zâhiri de soylu ve asâletli olana ve insanlara bir zararı dokunmayan insana!.." diyor
(Tbâ limen amile biilmihî) "Ne mutlu bildiği ile amel edene!.. (Ve enfakal-fadle min mâlihi) Kazancının fazlalığından infakta, hayırda sadakada bulunana, hayrât, hasenât yapana ne mutlu!.. (Ve emsekel-fadla min kavlihî) Sözlerin de fazlasını tutana en mutlu!.."
Malının fazlasını veriyor, sözünün de fazlasını tutuyor. Sözünün fazlasını tumak nedir?.. Sükûttur. Sükût nedir?.. Sükût da önemli, sevaplı bir ibadettir. Onun için insan ya hayır söylemeli ya susmalı!.. Susmasını bilmek önemli...
Peygamber Efendimiz son cümlesinde edebî bir sanat yapıyor: (Ve enfakal-fadle min mâlihî, ve emsekel-fadla min kavlihî) "Malının fazlasını infak edene ne mutlu, sözünün fazlasını tutana ne mutlu!.." Burda tezat sanatıyla bir edebî sanat yapıyor.
Demek ki malımızın fazlasını hayra vereceğiz, sözün fazlasını da söylemeyeceğiz. Fazla gevezelik, lüzumsuz söz, uzun söz söylemeyeceğiz. Peygamber Efendimiz kısa söylerdi, az ve öz söylerdi, anlaşılacak kadar söylerdi. Daha konuşmaya istek varken, dinlemeye istek varken, keserdi. Biz de bu hadis-i şerif burda bittiği için, epeyce de konuştuğumuz için, burda keselim!..
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi ilmimizle âmil olan, duyduğunu, öğrendiğini uygulayan kullarından eylesin... Rızasını kazanan kullarından eylesin, ömrünü sevdiği yolda geçirmeyi hepimize nasib eylesin... Günahlardan, haramlardan uzak durmayı nasib eylesin... Sıhhatli, afiyetli, uzun ömür nasib eylesin... Hüsn-ü hàtime ile, az ağrı, âsân ölüm, kâmil îman ile ahirete göçmeyi nasib eylesin...
Son devirde bunaklık, elden, ayaktan düşkünlük, âza noksanlığı vs. gibi ihtiyarlık perişanlıkları vermesin... Sıhhat afiyet üzere yaşayıp, mü'min-i kâmil olarak, sevdiği razı olduğu kul olarak ahirete göçmeyi cümlemize nasib eylesin...
Esmâ-i hüsnâsı hürmetine, Muhammed-i Mustafâ'sı hürmetine ve şu mübarek cuma günü hürmetine ve bihürmeti esrârı sûretil-fâtihah!..
20. 03. 1997 - Ludvigshafen / ALMANYA