ALLAH'IN DİNİNE YARDIM EDİN!

Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid-dîn... Emmâ ba'd:

Aziz ve sevgili ve değerli kardeşlerim!..

Güzel yerde, kısa fakat tatlı günler geçirdik. Türkiye'den buraya davet edildiğim için teşekkür ederim. Burada çalışmaları düzenleyen, hizmet eden, zahmed eden kardeşlerime, ilgililere, hepinize ayrı ayrı teşekkürler ederim. Allah razı olsun... Dünya ve ahiretin hayırlarına cümlenizi erdirsin...

a. Aile Eğitim Çalışmaları

Böyle güzel toplantıların tekrarını da, devamını da temenni ederim. Galiba İsveç hükümeti de temenni ediyor. Çünkü, geçen sene böyle toplantı yapılmadı diye bu sene ceza olarak yardım etmemişler; oda güzel, hoşuma gitti. Demek ki devamlı olması lâzım!..

Hadis-i şerifte Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki: "İbadet ve güzel şeylerin kıymetlisi, efdali, üstünü, en faziletlisi az bile olsa devamlı olanıdır. Az bile olsa, karınca kararınca bile olması, devamlı olması çok sevaplıdır. Onun için güzel şeyleri devamlı yapın!..

Zaten burda bir devam görülüyor ama, geçen sene nedense bir cesaretsizlik oldu, atlandı. Biz olsak da olmasak da yapılmalıydı. İşte, "Arkadaşlar belki gelemez, belki memlekete gidecekler..." filân derken, aksama oldu. Fakat ona rağmen İsveç'te bu, sanıyorum aile eğitim çalışmalarımızın dördüncüsüdür.

Bu çalışmaları biz geleneksel hale getirdik, her yerde yapıyoruz. Bunun icadı ve ihtirâ beratı burada aranızda olan Avustralyalı kardeşlerimize aittir. Böyle aileleri beyleriyle, hanımefendileriyle, çocuklarıyla beraber çağırıp, böyle büyük müesseseleri tutup, kiralayıp, böyle çalışmalar yapmak ilkönce Avustralya'da başladı. Hem de duyduğum zaman, ben hayretler içinde kaldım, üniversiteyi tutmuşlar.

Üniversite nasıl tutulur? Bizim Türkiye'de görülmüş, duyulmuş bir şey değil... Üniversite tutmak, kiralamak duyulur bir şey değil... Bunun gibi, bundan daha güzel bir mekân, bundan daha geniş bir arazi, binalar, lojmanlar, profesörlerin oturduğu yerler... Bunlar üçüncü sınıf binalar, orada birinci sınıf... Buzdolabıyla, mikrodalga fırınlarıyla, her türlü imkânlarıyla çok güzel binalar, geniş daireler... Göleti var, spor alanları var, spor sahası bize tahsis edilmiş. Amfiteatr diyorlar, kademeli konferans salonları, projeksiyon makinaları... Her şeyiyle bize bırakmışlardı. Böyle bir yer kiralamışlardı arkadaşlar.

Kantini de bırakmışlar. Onların derdi, "Yalnız şuraya dokunmayın!" demişler. Neresi orası?.. Açıp göstermişler: İçkilerin olduğu yer... Başınıza çalınsın!.. "Zâten biz bunlardan hiç hoşlanmayız, bunlar kullandığımız şeyler değildir." deyince memnun olmuşlar.

Bu çalışma beni çok etkiledi, yazılarımda yazdım. İyi ki yazmışım, bir çok yerde bu bir istek uyandırdı, bir hareket meydana getirdi. Önce Türkiye'de hareket meydana getirdi. "Biz de böyle şeyler yapabiliriz Türkiyede!" dedik. Bizde üniversiteleri kimse vermez. Üniversiteler kendileri, binalarını kiraya verme selâhiyetine de sahip değillerdir zannediyorum.

Beşyıldızlı oteller tuttuk biz... Meselâ dokuzyüzelli yataklı, onbir-oniki katlı, deniz kenarında, açık kapalı yüzme havuzları olan, beş yıldızlı büyük oteller tuttuk; doldu. Bu otellerdeki çalışmalarımızdan birisinde bizim Ak-Radyomuz kararlaştırıldı, Akra'mız doğdu.

Şimdiye kadar Avustralya'da onu geçti, onüç-ondört oldu. Türkiye'de onbeş-onaltı oldu. İngiltere'de, Amerika'da oldu. İsveç'te işte dördüncü oldu. Almanya'da sekizinci oldu gàlibâ en son Münih'te yaptığımız... Hâsılı bir güzel adet oldu.

Hadis-i şerifte geçer: "Kim bir güzel adet ortaya çıkartırsa, o adeti yapanların sevapları, yapanlardan bir şey eksilmeden o adeti ilk çıkarana da sevabı gider. Onun için Avustralyalılar iyice kazançlılar bu işten, mânevî bakımdan çok kârlı durumdalar...

Bu çalışmalar bir çok yönden faydalı oluyor, güzel oluyor:

1. Bir kere ucuz ve tatlı bir tatil imkânı oluyor. İnsan tek başına böyle havuzlu, çayırlı, çimenli bir yerde tatil yapmağa çalışsa, perâkende yapsa, pahalı olur bu iş... Topluca olunca ucuz oluyor.

Bir dinlenme oluyor. Çoluk çocuk eğleniyorlar, koşturuyorlar, top oynuyorlar. Büyükler oynuyor. Hanımlar dinleniyorlar, biraz mutfaktan kurtuluyorlar, ev işlerinden kurtuluyorlar. Çocukların baskısından kurtuluyorlar, dört duvarın arasındaki sıkıntılardan kurtuluyorlar. Bir rahatlık oluyor.

2. İkincisi; aynı şehirde veya aynı ülkede yaşayan kimseler arasında --ki, şimdi aranızda İngiltere'den, Danimarka'dan gelenler de var; ülkeler arası oluyor biraz-- tanışma, yakınlaşma ve dostluk oluyor. Aynı yerde aileler birbirleriyle tanışmış oluyor. Halbuki bu çeşit çalışmalar yapılmasa, birbirlerine bu kadar kaynayamayacaklar, bu kadar böyle bir dostluk ve yakınlaşma meydana gelmeyecek, samimiyet olmayacak.

Yine Avustralya'lı kardeşlerimizin bir güzel buluşudur. Bu toplantılara iştirak edenleri kur'a ile ikişer ikişer kardeş yapıyorlar. Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'ye geldiği zaman, Mekke'den hicret etmiş muhacirler ile, ensârın yâni Medinelilerin kardeş edilmesi an'anesinin devamı olmuş oluyor, bu da sevaplı... Kur'asında kim çıkarsa onunla samimi bir arkadaşlığı, özel bir yakınlığı olmuş oluyor. Bunun da çok faydasını gördük. "Benim aziz kardeşim!" diye birbirlerini ziyaret ediyorlar, güzel işler yapıyorlar.

3. Sonra, buralarda aile huzur ve mutluluğu da tahakkuk ediyor. Topluluk içinde, başkaları şöyle böyle derken, aile içi huzur ve muhabbet de meydana geliyor. Bunun da faydası var.

4. Sonra toplu ibadetler de sevap kazandırıyor. Tek başına olsa evinde namazı ya kılacak, ya kılmayacak. Sabah namazına ya kalkacak, ya kalkmayacak. Veya kalksa bile bir sevap alacak. Ama böyle toplu yerlerde çok sevap kazanıyor. Hele sabah namazlarından sonra işrak vaktine kadar bekleyeyip de, bir hac ve umre sevabı aldıklarına göre, zaten burası için yapılan bütün masraflar bedavaya çıkmış oluyor. Bir hac ve umre sevabı kazanıyor, ne kadar güzel... Böyle sevaplı tarafı var.

5. Ayrıca tasavvufu, tarikatı, dervişliği öğrenme, öğretme, yaşama imkânı oluyor. Bu önemli bir husustur. Yâni bir insanın müslüman olarak, derviş olarak günlük yaşantısı nasıl olmalı, nasıl sürmeli?.. İşte görsel olarak, görülecek bir şekilde, burda o hayatı bilmeyenler öğrenmiş oluyor. Bilenler bilmeyenlere öğretmiş oluyor veya kendi kendine öğrenmiş oluyor ki, bu çeşit öğrenme-öğretme Peygamber Efendimiz'in usülüdür. Peygamber Efendimiz İslâm'ı böyle öğretmiştir. Buna hayatı beraber yaşayarak, sohbet ederek, arkadaş olarak eğitme diyoruz.

Bu çok tesirli bir eğitimdir, mektepteki eğitime benzemez. Daha yakın, daha samîmîdir, tekke eğitimi gibidir. O bakımdan böyle bir faydası da oluyor.

6. Ayrıca bu çeşit toplantılarda insanlar bir araya gelince, güzel şeyler düşünüyorlar, konuşuyorlar ve toplantıların sonuçları güzel oluyor, güzel sonuçlar hasıl oluyor. Meselâ, Ak-Radyo'nun böyle bir toplantıda kurulsun diye kararlaştırılması çok çarpıcı bir misal...

O bakımdan müslümanların teşkilatlanmasına, dînî çalışmaları planlamalarına, hedeflerinin tesbitine ve o hedefler için güç birliği yapmalarına da vesile oluyor.

O halde bu çeşit toplantılar, hem dînî bakımdan, hem ailevî bakımdan, hem dünyevî bakımdan, hem şahsî bakımdan, hem sevap kazanma bakımından çok faydalı çalışmalar oluyor. Onun için devamını, tekrarını, her zaman yapılmasını temenni ederiz.

Bizim dinimiz her bakımdan güzeldir de, en güzel taraflarından birisi de, dinimizin toplum dini olmasıdır, cemaat dini olmasıdır. İnsanlar tek başına değildir, bir aradadır. Bir arada olmak İslâm'da çok teşvik edilmiştir. Nasıl teşvik edilmiştir. Meselâ, bir insan namazı evinde kılarsa, bir sevap alır; cemaatle kılarsa, yirmiyedi kat sevap alır. Sonra meselâ, günlük beş vakit namaz vardır ama, bir de haftada bir topluca kılınan cuma namazı vardır. Bu da İslâm'da topluluğun önemini, cemaatin değerini gösteriyor. Sonra bayra namazları vardır. Sonra senede bir hac ibadeti vardır ki, dünya müslümanları toplanıyor. Bunlar çok önemli işaretlerdir.

O bakımdan cemaatleşmekte, toplulukta çok sevaplar vardır, faydalar vardır, güzellikler vardır. Ayrılıkta da yalnızlıklar vardır, hüzünler vardır, azaplar vardır, üzüntüler vardır; bunlar giderilmiş oluyor.

İki müslüman birbirlerini Allah rızası için ziyaret ederse, "Onları benim sevmem hak olur." diyor Allah... "Ben onları muhakkak severim." demiş oluyor. Yâni, Allah'ın sevgisini kazanmaları muhakkak oluyor. Ayrıça mânevi bakımdan da, iki müslüman bir araya geldi mi, mutlaka birinden ötekisini Allah faydalandırırmış. Farkına varmadan, anlamadan bile birbirlerinden maddî, mânevî, dünyevî, uhrevî faydalar hasıl oluyormuş. Bunlar sağlanmış oluyor.

Bizim başından beri üzerinde durduğumuz, başka cemaatlerde pek görülmeyen bir özelliğimiz var: Biz eğitimi aile boyu düşünüyoruz.

--Sadece beyler eğitilsin....

Öyle şey olmaz! Hanımlar ne olacak? Çocuklar ne olacak?.. Eğitim aile boyu olmalı; beyler de eğitim görmeli, hanımlar da eğitim görmeli, çocuklar da eğitim görmeli!.. Hepsi eğitim gördükleri zaman ailede huzur ve saadet olur, uyum olur. Ama, bey İslâmî bakımdan iyi, hanım hiç o işlerle ilgili değil... O zaman huzursuzluk oluyor.

Bizim Ankara'da bir tanıdığımız vardı böyle... Hocamız Ankara'ya geldiği zaman, hanımı kızmasın diye, "Profesör arkadaşım geldi." diye izin alıp öyle gidermiş evden... Profesör filân yok, Hocamız geldi. "Hocaefendi geldi, ona gidiyorum!" diyemiyor da, "Profesör arkadaşım geldi." diyor. Ötekisi de inatçı bir kadın demek ki, cadaloz, profesöre izin veriyor da, hocaya izin vermiyor. Rahmetli ihvanımızdı ama, hanımı uyumsuzdu. Tabii, bu çeşit ailelerde çok tatsızlıklar olur. Onun için, ailede bey de müslüman olmalıdır, hanım da müslüman olmalıdır, çocuk da müslüman olmalıdır. Aralarında çatışma ve çekişme olmamalıdır. Hepsinin eğitilmesi lâzım!..

Ben bunu çok önemli bir iş olarak görüyorum. Onun için, bir cami iyi bir cami mi değil mi diye, ilkönce caminin hanımlar kısmı var mı diye bakıyorum. İki gün önce cuma namazına gittik, hemen o nokta hatırıma geldi. Baktım, güzel; yan tarafta hanımların giriş kapısı var... Kadınlar için yer olacak, abdest alma imkânı olacak, namaz kılma yeri olacak.

Bizim İskenderpaşa Camii'nde kadınlar kısmı yoktu. Kadın uzaktan gelecek, Hocamız'ı ziyaret edecek, abdest alacak yeri yoktu. Komşuların kapısını çalardı:

"--Sıkıştım, kusura bakmayın, camide namaz kılacağım, evinizde abdest alabilir miyim?" derdi.

Öyle şey olur mu?.. Şimdi camimizin kadınlar kısmı var, abdest alma yeri var, oturma kalkma yerleri var... Bu önemli.

Gaziantep'te bir arkadaş, "Cami yaptırdım, bir görün!" dedi. Zengin birisi, çok zengin... Gezdik camiyi, hakîkaten biraz küçükçe bir Süleymâniye gibi bir şey yapmış. Son cemaat yeri var, kubbeli ön tarafı var... Geniş bir yer yapmış, para harcamış, kesme taştan yapmış. İki minareli, güzel bir cami...

Sordum:

--Kadınlar kısmı neresi?.. Kadınlar nerde abdest alacak, nerde namaz kılacak?..

--Arkada kılsın...

--Öyle yağma yok! Güzel bir cami yaptıysan, kadınlar kısmı da olacak.

Hattâ ben şimdi bir cami geliştiriyorum kafamda, param olduğu zaman tek başıma yapacağım. Çocuklar kısmı da olacak, çocuk oyun odası olacak. Duvarlarını da şişmeden filân yapacağım, hoplasın, zıplasın, duvara kafasını vursun, takla atsın... Annesini de rahatsız etmesin, annesi gelsin camide namazını rahatça kılsın. Dün geceki yatsı namazımız karma karış oldu, yüreğimiz ağzımıza kadar geldi ve geri gitti. Alarm zili çaldı... Kadıncağız namaz kılıyor, ne yapsın? Çocuk laftan anlamaz, yasak dinlemez. Padişah bile laf anlatamaz çocuğa... Bastı zile, haydiii beş tane itfaiye arabası çıktı geldi. E çocukların yeri olması lâzım!..

Bir camide kadınlar kısmı olmalı, çocuklar kısmı olmalı!.. Namaz kılamayan kadınların oturacağı yer olmalı!.. Çünkü, mazeret dolayısıyla bazı hanımlar camiye gelemezler, camiye giremezler, namaz kılamazlar. Tamam, ona da avlunun kenarında bir oda olur. Özürlü bayanlar da gelsin burda otursunlar, kapalı devre televizyondan içerisini dinlesinler...

Bunları yapacağız Allah'ın izniyle... Öyle bir değişik cami olacak ki, dillere destan olacak. Aklımda, hayalimde öyle şeyler var, hayal kuruyorum. Hayal kurmak serbest ve bedâva...

b. İslâm'ı Öğretme Vazifesi

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Her müslüman önce müslümandır. Hepimiz önce Allah'ın kuluyuz ve Allah'a kullukla vazifeliyiz. Biz doktor değiliz, mühendis değiliz, işçi değiliz, lokantacı değiliz, ziraatçi değiliz, memur değiliz... vs. Biz müslümanız. Bizim --kadın olsun, erkek olsun, büluğa ermiş çocuk olsun-- ilk vazifemiz, müslüman olup müslümanlığımızı yerine getirmek; müslümanlığı öğrenmek, iyi bir müslüman olmak... İkinci bir vazifemiz de başkasına İslâm'ı öğretmek... Arkadaşımıza, komşumuza, sıra arkadaşımıza...

Öyle imamlar bilirim ki, mahalledeki çocukları toplayabiliyor etrafına... İcabında onlarla top oynuyor, ama hepsi camiye geliyor çocukların... Biz kendimiz iyi insan olacağız, başkalarının da iyi müslüman olmasına çalışacağız. Hem sâlih olacağız; sâlih iyi insan demek... Hem muslih olacağız; muslih, islah edici, başkalarını salih yapıcı demek... Hepimiz böyle olmalıyız.

Benim yengem köye gidiyor yazları; iki ay üç ay kalıyor. "Esad, senin vaazlarını teybe koyuyorum, köy kadınları iş yaparken, hem iş yapıyorlar, hem dinliyorlar." diyor. Yenge nasıl faydalı iş yapıyor, vaaz dinlettiriyor kadınlara... Onlar da memnun oluyorlarmış. Zâten iş yapacak, kulağına güzel şeyler de gelince, memnun oluyor.

Demek ki hepimiz hem sâlih olacağız, hem muslih olacağız. Hem kendimiz iyi insan olacağız, hem de İslâm'ı yaymak için, başkalarını iyi insan yapmak için çalışacağız.

Peygamber Efendimiz böyle yaptı. Peygamber Efendimiz İslâm'ı Arabistan'da yaymakla yetinmedi, Bizans kralı Heraklius'a mektup yazdı. Habeşistan kralını müslüman etti. Sâsânî hükümdarına elçi gönderdi. Ama mendebur elçimizi öldürdü. Peygamber Efendimiz'in İslâm'a davet mektubunu parça parça yırttı. Efendimiz onu mucize olarak gördü, "Kardeşimizi şehid etti, mektubumu parça parça yırttı, parçaladı. Allah da onun canını alsın ve mülkünü parçalasın!.. Elçimi öldürdüğü gibi Allah da onu cezalandırsın; mektubumu yırttığı gibi Allah da onun mülkünü parça parça parçalansın!" dedi.

Ne oldu biliyor musunuz?.. Kendi oğlu, o Sâsânî imparatorunu öldürdü. Allah intikamını öyle alır işte... Azîzün züntikàm olan Allah öyle alır. Başkası öldürse, insan bir derece normal karşılayabilir. Kendi öğlu öldürdü.

İkincisi kendi saltanatı parça parçalandı, Efendimiz'in mektubunu parçaladığı gibi; müslümanların eline geçti.

Dün akşam vaazda size konuşurken aklıma gelmemişti, şimdi geldi aklıma: Hicrette Peygamber Efendimiz'i yakalayıp da ödül almak için arkasında koşturan Süraka isimli kişi... Atını koşturdu koşturdu, atının ayakları kuma saplandı, tepetaklak yuvarlandı. Kalktı atını çıkarttı kumdan, bir daha koşturdu, bir daha tepetaklak yuvarlandı... Anladı ki olağanüstü bir hal var. Rasûlüllah'tan meded istedi:

"--Yâ Rasûlallah, beni affet! Anladım ki sen hak peygambersin, ben seni yakalayıp da yüz deve ödül alacaktım ama, beni affet, eman ver bana..." dedi.

Çünkü kuma gömüldü, Allah kahredecek yâni... Rasûlüllah Efendimiz de dedi ki:

"--Tamam, sana eman verdim. Bizim burdan geçtiğimizi Kureyşlilere söyleme, sana kisranın tacı var!" dedi. Kisrâ kim, sâsânî imparatoru... "Sâsânî imparatorunun tacını başına giyeceksin, sana onu vaad ediyorum." dedi.

"--Pekiyi yâ Rasûlallah!" dedi.

Peygamber Efendimiz yoluna devam etti, o da gelenlere bildirmedi, şaşırttı. Sözünde durdu yâni...

Yıllar geçti, ömürler bitti, Peygamber SAS Efendimiz ahirete irtihal etti. İran fetholundu. İran'ın hazineleri müslümanların eline ganimet olarak geçti, taksim olundu. Hazret-i Ömer Sürâka'yı çağırdı. O da geldi ihtiyar hâliyle... İran imparatorunun tacını başına koydu, "Bu senindir!" dedi. Allahu ekber...

Rasûlüllah SAS'in hak peygamber olduğuna bakın, bir olay bile yeter. Medine'ye hicret ederken, arkasından düşmanlar kovalarken; sağ gidecek mi gitmeyecek mi, orada ne olacak hali belli değilken, ne diyor: "Sus, söyleme, sana kisrânın tacını vaad ediyorum!" diyor. Ve felek dönüyor dolaşıyor, zaman geçiyor, Rasûlüllah'ın vaadi tahakkuk ediyor, Süraka'nın başına kisrânın tacı konduruluyor.

Ağladı Sürâka... Rasûlüllah böyle demişti dedi. Allahu ekber, mûcize-i nebeviyye... "Ben bu tacı müslümanlara hediye ediyorum!" dedi, gerisin geriye verdi.

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Peygamber Efendimiz mektuplar gönderdi diye bunu açtık. Sahabe-i kiram böyle yaptılar. Bizim de asıl vazifemiz İslâm'a hizmet etmek... Gerisi hep hikâye, gerisi hep fasarya ve angarya... Necip Fâzıl merhumun dediği gibi, gerisi hep angarya, boş şeyler... Onun için burada sağlam, köklü, ciddî çalışmalar yapacaksınız. Burası sizden sorulur, buranın hakimi, valisi sizsiniz. Biz Türkiye'nin hakimiyiz, siz buranın hakimisiniz; ne yapalım, bölüşeceğiz. Bunlar da Avustralya'nın hakimi... Vali filhan değiliz de karınca kararınca öyle düşüneceğiz ki, hizmeti büyük yapalım!

Evet nâçiziz, âciziz, bîçâreyiz, fakiriz, boynu büküküz, zayıfız, çok zayıfız ama, olsun; "Sanki dünyada başka hiç müslüman kalmamış da ben kalmışım, İsveç'te İslâm'ı yaymak vazifesi benim vazifemmiş." gibi düşünecek bütün kardeşlerim... "Tek başıma bir ben kaldım; İslâm'a kimse sahip çıkmıyor, kimse ilgilenmiyor, bir ben varım, ben çalışayım!" diyecek.

Böyle olmazsa güzel çalışma olmuyor. "Nasıl olsa hizmet edecek insanlar çoktur." diye şeytan bir yerden aldatıyor insanı... "Hocalar yapsın!" diyorlar, hocaların omuzuna atıyorlar. Hocalar senden aciz, senden cahil, senden fakir, senden eksikli kusurlu, sen yap!..

c. İslâm'ı Koruma Görevi

Şimdi Türkiye'de, 28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra çok sıcak, heyecanlı, korkulu günler geçti. Asker darbe yapacak dendi, gazeteler çalkandı, toplum çalkandı, televizyonlar hararetle, merakla takib edildi. Gece sabaha kadar uyumadık, televizyon kanallarının birisini kapattık, ötekisini açtık; takib ettik. Asker zorba, asker yirmi küsur karar aldı, sonra birkaç tanesini yuttu; baktı ki, biraz aşırı gitmiş... Ötekilerde ısrar ediyor:

"Zorunlu eğitim sekiz seneye çıkartılacak, imam-hatip okullarının orta kısımları kapatılacak, camilerin sayısı azaltılacak... Kur'an kurslarının ruhsatsızları kapatılacak, ruhsatlıları azaltılacak, müsaade verilmeyecek, zorlaştırılacak... Tarikat okulları, tarikatların sahib olduğu müesseseler ellerinden alınacak, denetim altına sokulacak. Tevhid-i tedrisat kanununa göre şöyle yapılacak, böyle yapılacak..."

Bunların hepsi demokrasinin ilgàsı, hürriyetlerin kısıtlanması, tepeden inme militer, diktatör bir idarenin arzuları... Bunların kabul edilir tarafı yok!.. Asker el koydu, asker hükümeti dinlememeğe başladı. Asker kendi başına İsrail'e gidip kararlar almağa, imzalar atmağa başladı. Yâni güçleri yetse, müslümanları silecekler. Şu tahtanın üstündeki yazıları, şekilleri, çocukların eline silgi alıp da sildiği gibi, Türkiye'den İslâm silinsin istiyorlar. Amerika da öyle istiyor, Avrupa da öyle istiyor;

"--Siz bizimle bütünleşemezsiniz, çünkü siz müslümansınız!" diyor.

Burda İsveç'te müslümanlar yaşıyor ya, Almanya'da iki milyon müslüman yaşıyor ya... İngiltere'de, Amerika'da bir sürü müslüman yaşıyor ya... Yalancı!..

Ama, bizim din düşmanları da bunu böyle uygulamaya koydular. Zor günler yaşadık, hâlâ da zor günler yaşıyoruz. 30 Ağustosa kadar da önümüzdeki mevsim sıcak deniliyor. Neler olacak, bilmiyoruz. Dua edin, Allah müslümanlara yardımcı olsun, şerlilere fırsat vermesin. Hayırlar feth olsun, şerler def olsun...

Ama şu görülüyor ki, --ben öyle görüyorum-- Türkiye'deki bu durumlar sizin öneminizi arttırıyor. Sizin görevinizi çoğaltıyor, sizin sorumluluğunuzu genişletiyor. Yâni Türkiye'de belki adamlar okul açtırmayacak, kurs açtırmayacak, fırsat bulursa müslümanları tepeleyecek... vs. O zaman İslâm'ın korunması, savunması, İslâm için çalışmak size düşüyor.

Benim bu şıkışık zamanda kalkıp böyle bayramdan önce Almanya'ya, bayramdan sonra İsveç'e gelmemin ana sebeplerinden birisi bu muhterem kardeşlerim! Sizinle dertleşmek istiyorum, konuşmak istiyorum, müzakere etmek istiyorum. İslâm'ı bekàsı, müslümanların selâmeti, dinimizin yücelmesi için sizin görevleriniz fazlalaştı. Artık siz sadece buralarda çalışan, yaşayan sıradan insanlar değilsiniz. Göçmen değilsiniz, buralısınız. Burda göreviniz arttı. Artık siz camilerinizi yapacaksınız, okullarınızı yapacaksınız, İslâm için çalışacaksınız. Daha çok fedâkârlık yapacaksınız. Türkiye'yi de buradan siz destekleyeceksiniz. Onun için bu çalışmaları hatırlatmak istiyorum size...

Tabii, siz buralara geldiniz, Allah'ın hikmeti; her şey hikmetle oluyor, bir sebebi var, hikmeti var... Ben sizin buralara gelmenizi istemiyordum, korkuyordum. "Avrupa'ya giderse bu kardeşlerimiz, Avrupa'da gâvurlaşırlar, İslâm'ı unuturlar, namaz kılmazlar, oruç tutmazlar, ezan dinlemezler..." diye korkuyordum.

Bu korktuğum şeylerin bir kısmı oldu, bazı insanlar dinden uzaklaştı. Ama Türkiye'de de uzaklaşıyor. Nasipsiz, Türkiye'de de nasipsiz... Ama bazıları burada daha iyi müslüman oldu. Hiç olmazsa burda başörtüsüne karışmıyorlar. Cumasına karışmıyorlar, sakalına karışmıyorlar... Okuluna karışmıyorlar, hattâ yardımcı oluyorlar. Doğrusu benim hoşuma gidiyor. Yirmi yirmibeş kişi bir araya geldi mi, dernek kurdu mu, İsveç hükümeti yardımcı oluyor. Konferans, eğitim çalışması yaptığın zaman, destek oluyor. "Paran yetmiyorsa, ben vereyim!" diyor.

Danimarka hükümeti, okul açarsanız destek oluyor. Medenî insanlar, anlayış gösteriyorlar. Bizdekiler daha yabânî... Bizim o din düşmanları bunlar kadar bile değil... Bunlar gayrimüslim, onlar İslâm düşmanı... Bunlar müslüman değil, onlar İslâm'ın düşmanı, İslâm'ı söndürmek istiyorlar, İslâm'ın gelişmesinden rahatsız oluyorlar.

Onun için, şimdi siz buraya madem geldiniz; burda güzel müslüman olacaksınız, imrendireceksiniz. Müslümanlık güzelmiş diye, başkaları size bakıp İslâm'a imrenecekler, özenecekler.

1. Özendirme göreviniz var. İslâm'ı güzel temsil edeceksiniz, özendireceksiniz.

2. İslâm'ı anlatacaksınız, İslâm'ı yaymaya çalışacaksınız. Ashab-ı kirâmın yaptığı gibi, burda müslümanların sayısını arttırmağa çalışacaksınız. İsveçlileri müslüman yapmağa çalışacaksınız. Buraya gelmiş insanların müslüman kalmalarını sağlamağa çalışacaksız. Yeni yetişen çocukların müslüman yetişmelerini sağlamağa çalışacaksınız.

Ben küçük kızlara takılıyorum:

--Hani kız senin başörtün? Hiih, ay, saçların görünüyor?" filân diyorum.

Mahsustan, şaka yapıyorum. Neden?.. Alışsın diye... Küçükten alışacak çocuk. Ört bakayım başını...

--Aferin, aaa ne kadar yakışmış, yüzün daha pırıl pırıl olmuş, daha çok nur saçmaya başlamış etrafa...

O da hoşuna gidiyor. Bakıyorum annesinin yanında durmuyor, dolanıyor, bizim yanımıza geliyor. Neden?.. Başörtüsünü gösteriyor, çocuk hâlet-i rûhiyesi...

Özendireceksiniz. Çocuğunuz da özenecek, komşunuz da özenecek, İsveçli de özenecek... İslâm güzelmiş diyecek, temizmiş diyecek, dürüstmüş diyecek...

Ben kendimi ortaya atmak istemezdim ama, Almanya'ya bir finiş market diye, gıda maddeleri satan büyük bir yerden alışveriş yaptım, senelr önce... Biliyorum, yanlış yazıyor kasiyerler, hesabı kontrol ediyorum. Aldığım şeyleri kontrol ettim, yanlış... Yanlışlığı buldum, kasiyerin yanına gittim. Dedim ki:

"--Yanlışlık var!.."

"--Nayn, nayn, nayn!.. Olmaz, ben seninle meşgul olamam!" dedi.

Kasiyer haklı... Yâni, "Ben seninle münakaşaya giremem, benim işim başka, sen bunu sorumlu görevliye anlat!" demek istiyor. Hemen başımıza bir adam geldi, "Nedir mesele?" dedi. Dedim ki:

"--Hesap yanlış!"

"--Olamaz!.."

"--Olamaz diyorsun ama, bak şu 2.25 yazılmış, bu yanlış; bu 22.5 olacaktı. Bir sıfırı basmamış, yirmi mark daha eksik alıyorsun benden; yanlış bu!.." dedim.

Adam şaşırdı. Ben adamla kavga ediyorum ama, daha çok para vereceğim diye kavga ediyorum. "Yanlış anladınız, benim paramı çok aldınız diye değil, ben daha çok para vereceğim diye itiraz ediyorum!" dedim. Adam afalladı, yüzü güldü, şaşırdı. Ömründe hiç herhalde öyle bir şey görmemiştir. Benim gibi saf bir müşteri, gelip de ille daha fazla para vereceğim diye tepinen müşteri hiç görmemiştir herhalde...

"--O parayı senden almayız." dedi, helâl ü hoş olsun demeye getirdi, onu almadı benden...

Bir de gitti, kitap kadar bir kalın çukulata getirdi, onu da hediye olarak bizim küçük kıza verdi. Yâni, benim dürüstlüğüme hayran kaldı, bir de ödüllendirdi. Parayı almadı, üstüne ayrıca bir de çukulata ödlü verdi.

Şimdi bu bir misâldir. Tabii ben sizin misâllerinizi bilmediğim için, kendimden misâl verdim; özür dilerim. Ama biz müslümanlığı sevdirmeliyiz. Bizim burda görevimiz var... Müslüman böyledir diye bilmeli, sevmeli müslümanlığı... Onun için burda İslâm'ı temsil ettiğinizi unutmayın!

Burada iğreti oturmayın, sağlam oturun! Gerilin, şöyle arkanıza dayanın, ben burdan gitmeyeceğim deyin, öyle oturun! Gidici gibi düşünmeyin kendinizi, gidemezsiniz. Gidenler geri geliyor zâten... Gidiyor, Türkiye'deki abuk sabuklukları görüyor; İsveç daha güzel diyor, kalkıyor, geliyor.

Kalıcı olduğunuzu düşünün ona göre çalışın, kalıcı hizmetler yapın burada... Öyle geçici olarak düşünmeyin!..

Buradaki siyâsî partilere girin, sosyal çalışmalara katılın, dernek kurun! Eğitim çalışmaları yapın, ilim irfan, örf adet çalışmaları yapın!.. Eğitim müesseseleri kurun, okullarla ilgilenin! Çocuklarınızı öğretmen yetiştirin, okullar açın!.. Basın yayın, gazete ile ilgilenin, dilinizi güzelleştirin, geliştirin. Yazıp, çizip yayın yapın, veya böyle yerlere katılın!..

d. Allah Yolunda Fedâkârlık

Bütün bunların hepsinin yapılması için muhterem kardeşlerim, birilerinin fedâkârlık yapması lâzım!.. Bu fedâkârlığı kim yapacak?.. Bu fedâkârlığı müslüman kendisi yapacak. Çünkü fedâkârlığın, cömertliğin, Allah yolunda masrafın sevabı çok... Nasıl çok; birkaç ayet-i kerime okuyacağım bu konuda...

1. Allah-u Teâlâ Hazretleri Tevbe sûresinde ayet indirmiş, buyuruyor ki, bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(İnnallàheşterâ minel-mü'minîne enfüsehüm ve emvâlehüm biennelehümül-cenneh) "Eğer siz canlarınızla, can feda ederek, mallarınızla, mal feda ederek çalışırsanız; Allah da sizin canlarınızı, mallarınızı, cennet mukabilinde müşteri oldu, tâlib oldu, alacak!" Verin onları, alın cenneti... Böyle bir benzetmeyle anlatıyor Allah...

(İnnallàheşterâ) "Allah müşteri oldu." Kime?.. Müslümanlara... Nelerine?.. Canlarına, mallarına... Ne verecek de alacak; müşteri bir şey verir, malı öyle alır. (biennelehümül-cenneh) Cenneti verecek; malını, canını Allah yolunda sarf edene cenneti verecek... Cenneti kazanmanın yolu, maldan candan fedâkârlıktır; bu bir...

2. Saf sûresi'nde bir ayet-i kerime var:

(Yâ eyyühellezîne âmenû hel edüllüküm alâ ticâretin tüncîküm min azâbin elîm) "Ey iman edenler! sizi cehennem azabından, feci bir azabdan kurtaracak bir güzel ticaret öğreteyim mi?.. (Tü'minûne billâhi) Mü'min olun, Allah'a iman edin! (ve tücâhidûne fî sebîlillâhi biemvâliküm ve enfüsiküm) Allah yolunda mal harcayın, canınızı ortaya koyun ve cihad edin!"

Demek ki cehennemden kurtulmanın, cennete girmenin çaresi, malla canla Allah'ın dinine hizmet etmekmiş.

3. Bir başka ayet-i kerimeyi okuyacağım, Allah-u Teâlâ Hazretleri diyor ki:

(Menzellezî yukridullàhe kardan hasenen fe yudàifehhu lehû ad'àfen kesîrah) "Kim Allah'a borç verecek ki, kat kat artırsın Allah... Karşılığında çok mükâfatlar versin."

Allah borç istiyor müslümanlardan... Borç istiyor ki, karz-ı hasen versinler de o da karz-ı haseni kat kat arttırsın. Karz-ı hasen, biliyorsunuz borç vermek demek...

Bu ayet-i kerimeyi duyunca Ensar'dan Ebüd-Dahdah diye bir mübarek zât; Rasûlüllah'ın yanına gelmiş:

"--Yâ Rasûlallah bizden, müslümanlardan borç mu istiyor?"

Efendimiz tebessüm buyurdu:

"--Evet, mukabilinde cenneti verecek, borç istiyor."

Allah'ın hiç bir şeye ihtiyacı yok ama, demek istiyor ki: "Ey müslümanlar, müslüman kardeşleriniz için para pul harcayın! Allah'a borç vermiş gibi sayın bunu!" demek istiyor. Yoksa, altını gümüşü de yaratan Allah, elması, mücevheratı, zümrüdü de yaratan Allah... Onun bir şeye ihtiyacı yok, bizim ihtiyacımız var ama, böyle bir latîfe ile anlatıyor. "Sanki siz birbirinize borç veriyorsunuz ya, öyle düşünün!" demek istiyor.

"--Şâhid ol yâ Rasûlallah, ben şu dörtyüz ağaçlık hurmalığımı Allah yolunda, Allah'a borç olarak veriyorum!" dedi.

"--Eh mübarek olsun yâ Ebed-Dahdah!" dedi Peygamber Ef1endimiz.

Adam evine geldi, karısına seslendi:

"Yâ Ümme Dahdah! Artık bu bahçe bizim değil, ben bunu Allah'a verdim. Hadi eşyanı topla, çıkalım burdan..." dedi.

Kadın da dedi ki:

"--Alışverişin mübarek olsun ey kocacığım!" dedi.

"Niye verdin, hay Allah..." filân demedi.

Türkiye'de bizim şeyhlerimizden birisinin yaptırdığı bir medrese yıkılmış da, okasabaya gittik. Hem yıkmışlar, hem de yerini Tarım Bakanlığına vermişler. Camiyi yaptırmış babamın şeyhi, arkasında 24 odalı medrese yaptırmış. Herifler zabtetmişler medreseyi, yıkmışlar, bir de yerini tarım bakanlığına vermişler... Kimin malını kime veriyorsun, bu camiyi yaptıranın mülkü o medrese!..

"--Kazmayı küreği getirin, ben burda medrese yapacağım!" dedim.

Şaşırdılar, benim gibi divâne hoca görmemişler.

"--Burası artık bizim değil!" dediler.

"--O zaman yer gösterin, ben buraya medrese yapmağa geldim!" dedim. "Siz büyük vebal altındasınız. Siz başkasına ait bir yeri bir başkasına vermişsiniz. muhtarlık olarak, köylü olarak büyük günah altındasınız. Yer gösterin!" dedim.

Utandılar. Mü'min olanlar da memnun oldular;

"--Tamam, doğru, haklısın..." filân dediler.

Sonra ordan bize, bir zaman sonra haber geldi. Adamın birisi bir araziyi, tamam gelsinler, medrese yapsınlar diye vermiş. Ötekisi köyün merkezindeydi, bu kimbilir nerede bilmiyorum ama, ikisi eşit olur mu?.. Olmaz.

Neyse, pekâlâ filân dedik arkadaşlara, gidin, görün dedik. Görmüşler, müsâit hocam dediler. Pekiyi dedik. Gören arkadaş şehirde evine gelmiş. Adamdan telefon gelmiş:

"--Ben tarlamı vermekten vaz geçtim."

"--E niye?.. Senin aklın yok mu, fikrin yok mu, kararın yok mu, haysiyetin yok mu?.. Kendi malında tasarrufa hakkın yok mu?.."

Hanım ve kızlar razı gelmemiş. Kızdam ben de... Bir daha arazi verseler bile, oraya medrese yapmayacağım şimdi... Gideceğim, başka yere yapacağım, ama o köy kaybetti. Yâni adam mal veriyor, kendilerine miras düşmeyecek diye kızları hayrı engelliyor. Allah ıslah etsin...

4. Bir ayet daha okuyayım:

(Meselüllezîne yünfikne emvâlehüm fî sebîlillâhi kemeseli habbetin enbetet seb'a senâbile fî külli sümbületin mietü habbeh)

Allah yolunda mallarını harcayanların mükâfatı, yere bir tane ekmeye benzer. Taneden ekin bitiyor, bir sapın üzerinde yedi tane başak var, her başakta da yüz tane hububat var gibi... Bu ne demek?.. Bir tane yediyüz oldu. Allah yolunda malını sarf edenlerin mükâfatı bire yediyüzdür.

Buğday ekenler bilirler; bir taneden kaç başak çıkar?.. Herhalde bir tane çıkar. Bir başakta kaç tane olur?.. Onbeş, yirmi... Yedi başak, her binri yüz; yediyüz... Allah yolunda sarfedilenin mükâfaatı bire yediyüzdür.

Şimdi bunu niye okudum? Çünkü bana bir hoca arkadaşım anlattı ki, bizim bir yerde yaptığımız konuşmalar, çalışmalar sonucunda orada bir cami alınmasına karar verilmiş. Cami alınacak. Bir bina bulundu, geniş arazisi var, yirmi dönüm... Ev yediyüz metrekare...Yedi tane büyük garajı var ki, her birisi bir dersane olur. Ev ne kadar büyük ki, yedi tane garaj yapmışlar. Çok mükemmel bir şey... Şimdi onu alacaklar.

Onu alınca garajları okul yapacaklar, anaokulu olacak, çocuklar yetişecek, büyükler yetişecek, kadınlar yetişecek; bir canlılık olacak o şekilde... Hem de namaz kılacaklar. Geçtiğimiz Ramazanda namaz kılmışlar, çok hayır, bereket olmuş.

Bazıları mızıkçılık etmişler. Ben ordayken hepsi taahhütte bulundu, liste yaptık; şu şu kadar para verecek, şu şu kadar para verecek diye... Cami olacak, okul olacak, ana okulu olacak, gelişme olacak diye ben sevinerek geldim Türkiye'ye... Arkadan mızıkçılık etmişler, para vermek zor gelmiş.

Adapazarı'nda bir hacı arkadaşımız var, ihvanımız. Bu hacı arkadaşımız bir toplantıda bize külliyetli bir para verdi. Ertesi gün baba dostu yaşlı bir kimse yolda bunu görmüş:

"--Yâhu, sen amma müsrif olmuşsun!"

"--E ne yaptım?" demiş.

"--Duydum ki sen, dün akşam bir toplantı da şu kadar para vermişsin."

Çocuk da hacı. Demiş ki:

"--Amca biliyorsun, babam senin arkadaşındı. Sen benim baba dostumsun, babam senin iyi arkadaşındı. O şimdi karatoprağın altında..." demiş.

Hayat fâni, herkes ölecek, ahiretime hazırlanıyorum demek istiyor.

Demiş ki:

"--Beni ölümle korkutma, beni ölümle korkutma, ölümü anlatma!.."

"--Yok... Sen bana, 'Niye o kadar hayır yaptın?' diye hayır yaptığımı tenkid ediyorsun; ben de 'Hayat fânî!..' diyorum. Sen beni tenkid ediyorsun, ben de senin fikrinin yanlışlığını söylüyorum." demiş.

Hocam, şehrin göbeğinde çok kıymetli, bilmem kaç milyarlık arsası vardı. Belediyenin yakını, istasyonun yakını, tam çarşının, pazarın göbeği... Adam oraya bir işhanı kurmayı düşünüyormuş. Bir işhanları kuracak, kaç dükkânı olacak. Paralar oluk gibi, Sakarya nehri gibi akacak... Güldür güldür para akacak.

Belediye hainlik etmiş, bir istimlâk etmiş orayı... Hadi bakalım belediyeyle uğraş... Ne para verecek oraya?.. Şu kadarcık bir para verecek.

Peygamber Efendimiz diyor ki: Allah'ın melekleri vardır, dua ederler:

"--Yâ Rabbi infak edenin malını artır, cimrilik edenin malını telef et!"

Sen misin cimrilik yapan, bak Allah nasıl telef etti. Şehrin merkezinde paraydı arsası, pul oldu, kıymeti kalmadı. Onun için, Allah yolunda harcamaktan kaçınmayın! Peygamber Efendimiz yemin ederek söylüyor:

"--Vallahi zekât vermekten, sadaka vermekten, hayır vermekten insanın malı azalmaz!" diyor Peygamber Efendimiz

Yemin ediyor, inanmıyor musun Peygamber Efendimiz'in sözüne?.. Arttırır! Allah gökten verir, gökten indirir, nasıl verirse verir...

Ben yine kendimden bahsediyorum, kusuruma bakmayın: Ben üniversitede maaşlı bir üniversite hocası iken ki, ancak maaşını yerler üniversite hocaları, zengin adamlar değillerdir. Ağabeyim vesile oldu, bir arsa aldık. Neyle aldım?.. Cebimdeki harçlıkla aldım. Geçimime tesir etmeyen az bir para ile, dağın başında bir arsa aldık. Ağabeyim dedi ki:

"--Belki ev yapmaya müsaade etmezler."

"--Olsun, dağın başını severim ben, püfür püfür eser." dedim.

Razı oldum, arsayı aldık yıllar önce... Şimdi bu arsaya müteahhitler tripleks dört tane daire kondurdular. Her daire 395 metrekare... İkisi bana, ikisi müteahhite... Müteahhit arsa karşılığı daire yapıyor ya, öyle... Ben cebimden kuruş harcamadım. Ben çünkü emekli bir hocayım, ayın sonuna maaşımın yetmediği olur. Bana Allah iki daire verdi. Bitişik iki daire, kapıları ayrı, bir çatı altında, üç katlı... Üç katlı iki köşk verdi bana, birbirine yapışık... Ben şimdi diyorum ki:

"--Allah gökten köşk yağdırdı, benim bahçeme iki tanesi düştü."

Doğru değil mi? Ben para vermedim. Otarlanın üstüne gidip yapsaydım, prefabrik,iki odalı bir şey yapacaktım. Üç katlı, bahçeli iki tane villa... Allah bir insana verirse, kimse engelleyemez. Allah bir insandan alırsa, kimse engelleyemez. Veren Allah, alan Allah... Allah'a iyi kul olmaya çalışmak lâzım!..

Son bir nokta; biz bir muhabbetli dînî grubuz, ihvân grubuyuz, kardeşiz. Sadece Türkiye içinde değiliz, uluslarası boyuttayız. Avustralya'da kardeşlerimiz var, Almanya'da kardeşlerimiz var, Amerika'da kardeşlerimiz var, Hollanda'da kardeşlerimiz var, Avusturya'da kardeşlerimiz var, Mısır'da kardeşlerimiz var, Arabistan'da kardeşlerimiz var... Ulularası bir dînî camiayız. Özbekistan'da kardeşlerimiz var, Özbekistan'ın meşhur bir şairi ihvânımız, bir hocası ihvânımız, diyanet işleri başkanı ihvânımız... Uluslarası şöhretimiz var.

Talebelerimden bakanlar var... Muhabbetli bir camiayız. Bir de tarihî bir derinliğimiz var, tarihe doğru şerefimiz var... Tâ Peygamber Efendimiz'e kadar giden silsilemiz var. Çok meşhur insanlar... Yâni biz böyle bir şerefli, değerli mânevî bir topluluğuz, elhamdü lillâh, Allah'a hamd olsun... Yolumuz evliyâlar yoludur. Onun için çok temiz bir yoldur. Takvâ yoludur, cennet yoludur, ihsân yoludur, ihlâs yoludur.

Bunun kıymetini bilin, bunun şükrünü edâ edin!.. Bu herkese nasib olmaz. Herkes böyle bir uluslarası topluluğun üyesi değildir. Uluslarası toplulukların üyeleri vardır ama, onlar makbul değildir. Mason teşkilatı var Bilderbergler var, bilmem neler var; onların mâneviyatı yoktur, onların ahiretleri yoktur. Bizimki ahiret kardeşliğine dayanıyor. Cennete kadar gidecek bir kardeşliğe dayanıyor. Bunun kıymetini bilin!.. Arş-ı A'lâ'nın gölgesi altında nurdan minberlere oturmak istiyorsanız, dervişliğinizi güzel yapın!..

e. Ders Tarifi

Şimdi içinizde dersli olmayan kardeşlerimiz varmış, bana ders almak istiyoruz diye kâğıt gönderdiler. Onun için kısaca ders vereyim.

Beraber tevbe edelim:

Estağfirullàh... Estağfirullàh... Estağfirullàh...

Estağfirullàhel-azîm el-kerîm ellezî lâ ilâhe illâ hû... El-hayyel-kayyûm ve etûbü ileyk...

Allàhümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî, ve ene abdük, ve ene alâ ahdik, ve va'dike mesteta'tü ezü bike min şerri mâ sana'tü ebûüleke bini'metike aleyye ve ebûu bizenbî, fağfirlî feinnehû lâ yağfiruz-zünûbe illâ ente.

Bu Peygamber Efendimiz'in duasıdır. Allah Habîb-i Edîbi hürmetine geçmiş günahlarımızı affetsin... Bundan sonraki ömrümüzde artık Allah'ın sevgili kulu olarak yaşamağa bizi muvaffak eylesin... Sevdiği işleri yapmayı nasib eylesin...

Bundan sonra devamlı abdestli gezin, her zaman abdestli gezin!.. Ezan okunsa, namaz kılacak gibi; ölüm gelse, Azrâil gelse, ver canını dese, hazır olmalı insan...

Her gün zikir vazifelerinizi yapın! Zikri istediğiniz zaman yapabilirsiniz. Tercihan temiz, tenha bir yerde kıbleye doğru diz çöküp oturun, gözlerinizi yumun! 25 defa "Estağfirullah" diye tevbe ederek başlayın! Sonra bir Fatiha, üç Kulhüvallàhu ehad okuyun; Peygamber Efendimiz'i ve Peygamber Efendimiz'den bize kadar tarih boyunca yaşamış, irşad vazifei yapmış evliyâullah büyüklerimizin, mürşid-i kâmillerimizin, tarikat pirlerimizin ruhlarına bunları hediye edin! O mübarekler sizi sevsin, mânevî bakımdan yardımcı olsunlar.

Sonra, gözünüz kapalı derin derin düşünceye dalın! Bu dünyanın fâni olduğunu, bir gün gelip Azrâil'in karşınızda dikileceğini, canınızı alacağını, kara toprağa gömüleceğinizi, kıyâmet kopunca Allah'ın huzuruna çıkacağınızı, mahkeme-i kübrâ'da muhakeme olunacağınızı; sonra iyilerin cennete gideceğini, kötülerin cehenneme düşeceğini; cehenneme düşenlerin nasıl feryad edip perişan olacağını, cayır cayır yanacağını; iyilerin de cennete varınca nasıl sevineceğini, nasıl nimetlere gark olacağını düşünün!..

Ölümü düşünmeye râbıta-i mevt, tefekkür-ü mevt, tezekkür-ü mevt gibi isimler verilir. Bunu düşünün, çünkü Peygamber Efendimiz ölümü düşünmeyi tavsiye ediyor. Ölümü düşünün ki, dünyaya aldanmayıp, ahirete hazırlanmanız mümkün olsun...

Zikre oturduğunuz zaman, ölümü düşünmek bir vazife...

İkinci vazife, zikrullahı beraberce yaptığımızı düşünün! Gözünüzü kapatın, bizi hocalarımızla, evliyâullah büyüklerimizle, karşınızda göz önüne getirin, gönlünüzü gönlümüze bağlayın!.. Bu bağlantı kuruldu mu, insanın gönlüne çok güzel duygular, fikirler gelir, feyizler gelir, nurlar gelir; yaptığı ibadetin tadını duyar, faydasını görür. Bunda başarı kazanınca, ilerleyince, Rasûlüllah Efendimiz'i görecek hale gelir. Onun için bunu da güzelce yapın! Bu çalışmanın adı da râbıta-i mürşid'dir. Yâni insanın mürşidini düşünmesi...

Üçüncü düşüneceğiniz şey de, Allah'ın sizi gördüğünü, Allah'ın her yerde hàzır ve nâzır olduğunu, ondan kaçılmayacağını, onun huzurunda ona günah işlemenin doğru olmayacağını düşünün, güzel kulluk etmeye çalışın. İmanın en kuvvetli derecesi, nerde olursanız olun, Allah'ın sizi gördüğünü düşünmektir. Bunu düşünün!

Buna da râbıta-i huzur diyoruz. Allah'ın huzurundayız her zaman... O bizi görüyor. tenhada değiliz, karanlıkta değiliz, görünmeyen yerde değiliz; Allah her şeyi görüyor. Bunu düşüneceksiniz!

Bu üç düşünceyi peşpeşe düşündükten sonra, zikirleri çekmeye başlayın! Söyleyeceğim zikirler, Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerinden aldığım, Peygamber Efendimiz'in tavsiye ettiği zikirlerdir. Günde:

1. 100 defa "Estağfirullah"

2. 100 defa "Lâ ilâhe illallah"

3. 1000 defa "Allah..." diyeceksiniz. Allah sözüne lafza-i celâl derler. Yâni celâl sahibi Allah'ın ismi demek... Her yüz defada:

(İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî) diyeceksiniz. Bu hadis-i kudsîden uyarlanmış bir sözdür. Yâni yine Allah Peygamber Efendimiz'e öğretmiş oluyor bu sözü... Biz de onun öğrettiği şekilde Allah'a söylemiş oluyoruz:

(İlâhî ente maksdî) "Yâ Rabbi, benim amacım, gàyem sensin! Herkesin bir arzusu, istediği var; ben seni istiyorum. (ve rıdàke matlûbî) Ben senin rızanı kazanmak istiyorum."

Bu bizim şiarımızdır, bizim bayrağımızdır. Ben böyle kocaman bir bayrak yaptırdım ama, yanımda taşımaya utanıyorum. Sancak gibi, kenarı işlemeli... Bir yüzüne "Lâ ilâhe illallah" yazdırdım, çünkü bir şiarımız o, "Allah'tan başka ilah yoktur." Biz tevhid ehliyiz, biz müslümanız. Öbür tarafına da "İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî" yazdırdım. O bizim bayrağımız. İnşaallah o bayrakları çoğaltalım, hepinize de dağıtalım!

Her yüz defa Allah dedikçe, bunu söyleyeceksiniz. Neden?.. Söylemediği şeyi unutur insan... Zamanla insan dilini bile unutuyor. Konuşulmadığı zaman, dilini söyleyememe durumuna geliyor.

Peygamber Efendimiz diyor ki: "İmanınızı Lâ ilâhe illallah diye diye kuvvetlendirin!"

--Var benim imanım!..

Olsun, tekrar tekrar söyle de kuvvetlensin perçinlensin.

4. 100 defa Peygamber Efendimiz'e salevat getireceksiniz. Rasûlüllah'ı seveceksiniz, Rasûlüllah'a aşık olacaksınız.

--Ben uzaktan Peygamber Efendimiz'e salât ü selâm getireceğim de ne olacak?..

Peygamber Efendimiz ne olacağını söylüyor. Melekler bu salât ü selâmı alırlar, Rasûlüllah'a arz ederler: "Yâ Rasûlallah! İsveç'ten, Stocholm şehrinden filânca sana selâm gönderdi." derler. Rasûlüllah SAS de selâmınızı alır, çok hayırlara erersiniz.

Zâten Allah emrediyor, bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(İnnallàhe ve melâiketehû yüsallûne alen-nebiyyi) "Allah ve melekleri de Peygamber Efendimiz'e salât ü selâm getirirler. (yâ eyyühellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ) Ey iman edenler, Rasûlüllah'a salât ü selâm getirin!" buyuruyor.

5. 100 defa Kulhuvallàhu ehad Sûresi... Bu çok önemli bir sûredir, çok sevaplı bir sûredir. Kur'an-ı Kerim'in üçte birini okumak kadar sevaplıdır.

Bu zikirleri yapacaksınız. Gününüzün sâir zamanında da dâimâ Allah demeye çalışın! Şimdi ben size onu öğreteyim, beni dinleyin:

--Lâ ilâhe illallah... Lâ ilâhe illallah... Lâ ilâhe illallah...

Şimdi de siz yüksek sesle söyleyin, Allah şahid olsun; buyurun:

--Lâ ilâhe illallah... Lâ ilâhe illallah... Lâ ilâhe illallah...

--Allàh...

--Allàh...

--Allàh...

--Allàh...

--Allàh...

--Allàh...

Şimdi ağzınızı kapatın, gözünüzü de yumun! İçinizden Allah demeyi sessiz olarak devam ettirin!..

.................

Allah mübarek etsin... İşte böyle içinizden, sessiz olarak, kimse duymayacak gibi Allah demeye kendinizi alıştırın!.. Zor gelirse, önce yüksek sesle "Allah... Allah... Allah..." derken, ağzınızı kapatıverin, içinizden Allah demeye başlayın!..

Sonra alışınca bir hale gelirsiniz ki, böyle dururken kalbiniz "Allah... Allah... Allah..." diye zikretmeye devam eder.

Bunu niye öğretiyoruz böyle?.. Çünkü, her Allah dedikçe çok büyük sevap alırsınız. Hem de insan içinden Allah deyince, dışından Allah demekten yetmiş kat fazla sevap alır. Dışından Allah dediği zaman yetmişbin sevap alırsınız. Yetmişbinin yetmiş katı, dörtmilyon dokuzyüzbin misli eder. Yâni insan içinden bir defa Allah dedi mi, dörtmilyon dokuzyüzbin misli sevap alır.

Kalbinizi bu zikre alıştırırsanız, günahlarınız silinir, sevaplarınız birikir. Allah'ın iyi bir kulu olursunuz, kâr edersiniz; dünyada, ahirette büyük hayırlara mazhar olursunuz.

Bizim yolumuz Peygamber Efendimiz'in sünnetine uyma yoludur. Kızsalar da, tenkid etseler de, beğenmeseler de, ayırmağa çalışsalar da, Peygamber Efendimiz'in yolunda yürüyeceğiz. Kur'an-ı Kerim'in yolunda, Peygamber Efendimiz'in sünnetine uygun yürüyeceğiz.

Peygamber Efendimiz'in tavsiyelerini tutacağız. Ayetleri, hadisleri okudukça, sevaplı şeyleri öğrendikçe, yapacağız. Günahlardan kaçınmağa çok dikkat edeceğiz, takvâ ehli olacağız. Haramlara, günahlara yanaşmayacağız, bulaşmayacağız. Nefse şeytana uymayacağız.

Huylarımızı düzelteceğiz. Kötü huyları atacağız, iyi huyları alacağız. Geçimsiz, kavgacı, merhametsiz, vefasız, dönek, cimri, pinti olmak müslümana yakışmaz; bunları atacağız. Tatlı dilli, güleç yüzlü, cömert, iyiliksever, merhametli, sözünde durur, sàdık, àşık, velî mahbûb, iyi kul olacağız.

Kötü huyları atın, iyi huyları alın! Hayatınız boyunca buna çalışın! İyi huylu olmak çabuk tahakkuk ederse, kârınız çok olur. Kötü huylardan kurtulamazsanız, ceza vardır. Kötü huyundan dolayı cehenneme düşebilir insan... Günahtan da cehenneme girer insan, kötü huydan da girer. Huylarınızı düzeltin!..

O halde bizim amacımız, üç yoldan cenneti kazanmak oluyor:

1. İbadetler yaparak, namazlarla, oruçlarla, zikirlerle cenneti kazanmak...

2. Günahlardan kaçınarak, günahlara yanaşmayarak, takvâ ehli olarak cenneti kazanmak...

3. Huylarımızı güzelleştirerek cenneti kazanmak...

Takviyeli üç koldan cennete ilerlemek... Allah muvaffak etsin....

Şimdi herbiriniz üçer ihlâs bir fatiha okuyun, duanızı yapıvereyim:

.........................

Bismillâhir rahmânir rahîm:

(İnnellezîne yübâyineke innemâ yübâyinallàh... Yedullàhi fevka eydîhim... Ve men nekese ve innemâ yenküsü alâ nefsihî... Ve men evfâ bimâ àhede aleyhullàhe feseyü'tîhi ecran azîmâ.) Sadakallàhul-azîm.

[Muhakkak ki sana bey'at edenler gerçekte Allah-u Teâlâ'ya bey'at etmişlerdir. Allah'ın kuvvet ve yardımı bey'at edenlerin üstündedir. Şu halde kim bu bağı çözerse, kendi aleyhine çözmüş olur. Kim de Allah ile sözleştiği şeye vefa, onun hükmünü îfâ ederse, Allah da ona büyük bir ecir verecektir.]

Bu benim söylediklerim çok mühim konulardır, çok ciddîdir. Bunları yaparsanız, cennetlik olursunuz. Onun için, cenneti elden kaçırmamağa dikkat edin, nefse şeytana uymayın! İbadetleri yapın, haramlardan kaçının, Allah'ın yolunda, Peygamber efendimiz'in sünnetine uygun olarak yaşamaya dikkat edin!..

Zikir vazifelerinizi güzelce yapın, takvâ yolundan yürüyün, ahlâkınızı güzelleştirin, cenneti kazanın!..

Allah-u Teàlâ Hazretleri ma'rifetullaha, muhabbetullaha erdirsin... Cennetiyle cemâliyle cümlenizi müşerref eylesin...

--El-Fâtihah!..

11. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ