İBADETİN GÜZEL YAPILMASI

Aziz ve muhterem kardeşlerim!

Allah-u Teâlâ Hazretleri ibadetlerimizi kabul eylesin... Aciz ve nâçiz ibadetlerimizi engin rahmetine ermemize vesile eylesin... Bize lütfuyla muamele eylesin...

a. Şeytanın Hileleri

Şeytan aleyhil-la'neh bizim hasmımızdır, düşmanımızdır. Kur'an-ı Kerim'de de buyruluyor:

(İnneş şeytàne leküm adüvvün, fettahizûhü adüvvâ) Muhakkak ki şeytan düşmanınızdır; siz de onu düşman belleyin, düşman edinin! Şeytanın düşman olduğunu bilin!" buyruluyor.

Şimdi bu bir mahlûk ve ateşten yaratılmış. Bizi doğru yoldan çıkartmağa, Allah'ın sevmediği işleri yapmağa teşvik eder, günahları işlemeğe teşvik eder. Allah'ın emirlerinin yapılmasını zor gösterir, yapılmasını istemez, yapılmamasını sağlamağa çalışır. İnsanı Allah'ın emirlerini tutmamaya, Allah'a âsî duruma düşürmeye çalışır. Kendisi emir tutmamıştır, insan oğlunu da âsî duruma, kendisinin durumuna düşürmeğe çalışır. Kendisi gibi cehenneme girsinler diye sapıtmağa çalışır.

Eğer şeytan bir insanın aklını çelemezse, onu günahı işlemeye sevk edemezse, Allah'a âsî duruma düşüremezse; hiç olmazsa hayrı işletmemeğe çalışır. Hayrı işlemesin, sevaplı işi işlemesin, sevaplı işler yapıp da Allah'ın rızasını kazanmasın diye hayırlardan geri tutmağa çalışır. Hayırlardan geri tutmağa güç yetiremezse; çünkü doğrudan doğruya kendisinin bir gücü yoktur, saltanatı yoktur. Yâni ne olursa olsun yaptırırım diye bir saltanatı yoktur. Bismillahir-rahmanir-rahim.

(İnnehû leyse lehû sultànün alellezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn) "Onun iman eden insanlar üzerine bir hakimiyeti, zorla yaptırım gücü yoktur. Rabbine tevekkül eden, iman eden kullarına zorla bir şey yaptırtamaz." Ne yapar?.. Ancak vesvese verir, teklif eder. Yâni insanın karşısında ona bir takım teklifler getirip, o teklifleri ona cazip gösteren, allayıp pullayan, hoş gösteren, istettiren, canını çektiren bir varlıktır. Doğrudan doğruya bir gücü yoktur ama, burnuna halkasını taktığı kimseyi ayı oynatır gibi oynatır.

Hani ayıların burnuna zincir takıyorlar; o zaman o koca ayı ayıcının oyuncağı oluyor. Otur diyor oturuyor, kalk diyor kalkıyor. Şu taklidi yap diyor yapıyor, bu taklidi yap diyor yapıyor. Söz dinlemediği zaman burnunda halka var, çekti mi acıdığı için hayvanın burnu; bir de elinde sopası var, koca ayı o küçücük yenebileceği mahlûkun maskarası oluyor, yâni oyuncağı oluyor.

Böyle burnuna halka taktıkları vardır. Kendisinin sözünü dinleyenleri, tabi olanları vardır ama; mü'minlere, imanı kuvvetli olanlara ve Allah'a tevekkül edenlere doğrudan doğruya yaptırım gücü yoktur. Sadece teklif etme, cazip gösterme, reklam ve propaganda ve kötülüğü yaptırma gayreti vardır.

Şerri yaptıramazsa, şerri cazip gösterip işlettiremezse; "İçki iç, kumar oyna, zina et, şöyle yap, böyle yap; adam öldür, hırsızlık yap..." vs. bunu yaptıramazsa, hayrı işletmemeğe çalışır: "Namaz kılma, oruç tutma, Allah'ın yolunda gitme; sıkıcı zaten bunlar... Hacca gidip ne yapacaksın?" der. Yâni Allah'ın emirlerine karşı insanda bir soğukluk, isteksizlik, onları sevimsiz görme gibi bir şeyi yapmağa çalışır.

Onu da atlatabilirse insan, "Ne demek yâni; Allah'ın emri de güzeldir, yasağı da güzeldir. Emri güzel şeyleri emretmiştir" diyebilirse...

(Kul innallàhe lâ ye'müru bil-fahşa') "De ki ey Rasûlüm, o mü'minlere: Allah insanlara kötülük emr'etmemiştir, kötülükleri yapın dememiştir. Emrettiği şeyler, fuhşiyat değildir, güzel şeylerdir."

(Kul emera rabbî bil-kıst) "Adaletli güzel şeyler emretmiştir Mevlamız, insanlara faydalı şeyleri emretmiştir. Dünyalarına, ahiretlerine, sıhhatlerine, bedenlerine, akıllarına, her şeylerine faydalı şeyleri emretmiştir."

Ne demek? Rabbimin emirleri güzeldir. Namazı güzeldir, haccı güzeldir, zekât güzeldir. Evet cebimden para çıkıyor ama, o da güzel, karşı taraf seviniyor. Benim fazlamdan alıyor, kırktan bir tanesini alıyor, kırktabirini alıyor, otuzdokuzu bende kalıyor. Malım temizleniyor, o kardeşim de seviniyor. Karşıdaki bir insanı sevindirmiş oluyorum. Oh... Ne kadar güzel.

Zekât güzeldir, oruç güzeldir. Oh... Elhamdü lillâh bedenim rahatlıyor, midem dinleniyor, sıhhat kazanıyorum, kalbim nurlanıyor... vs. Oruç güzeldir, her şey güzeldir.

Allah'ın emirleri de, yasakları da yerli yerincedir. İyi ki yasak olmuş içki; çünkü birayı bile devamlı içenlerin görüyoruz alkolik olduğunu...

--Alkol miktarı az, efendim işte ne olacakmış filân...

Azdan çoğa, çokdan alkolikliğe, alkoliklikten dejenerasyona, dejenerasyondan hastahaneye veya mezara; istikamet böyle...

Almanya'da çok gördüm, biradan mahvolmuş çok insan gördüm Almanya'da; yollarda, kenarlarda, hayır evlerinin kapılarında...

"--Bunlar burda ne yapıyorlar böyle?" dedim.

Dediler ki:

"--Bunlara bu hayır teşkilatı yevmiye bir para veriyor, az bir para. O parayı almak için buraya dizilirler, yatarlar kapıların önünde böyle koyun sürüsü gibi, davar gibi; ondan sonra burdan bu günlük paraları aldılar mı, dosdoğru yine içki içmeye giderler."

Yâni bayağı bir insanlıktan çıkıyorlar; hem vucüt ve şekil bakımından çıkıyorlar, hem de faydalı bir insan olmaktan çıkıyorlar. İnsan görüyor; o küçük dedikleri, alkol miktarı az dedikleri biranın bile bir toplumu nasıl mahvettiğini gözleriyle görüyor. Keşke videoya alsa da insan, seyrettirse başkalarına...

Şimdi yasakları da güzel yerli yerindedir. Elhamdü lillâh ki nikâhı emretmiş, zinâyı haram kılmış. Elhamdü lillâh ki içkiyi haram kılmış. Ve o kadar güzel tatlı, tuzlu, ekşi, turşu ne güzel meyvalar var, gıdalar var; onlarla gıdalansın insan!.. Emri güzel, yasağı güzel, lütfu güzel, kahrı güzel, hükmü güzel, her şeyi güzel...

b. Acele Etmek

Tamam, şeytan burda da kandıramadı mı; ille adam hayrı işleyecek; "Allah Allah, isyan ettiremedim, hayırdan geri bıraktıramadım!" der. O zaman ne yapmak ister? Yine peşini bırakmaz insan oğlunun: "Hayrı yapacak bu ama, şunu acele yaptırtayım!" der, kalitesini düşürmek için. Yâni yaptığı hayrın kalitesi düşük olsun, bir şeye benzemesin, tadı tuzu olmasın yaptığı ibadetin, taatın diye acele yaptırmayı emreder.

(El'aceletü mineş-şeytàn) "Acele şeytandandır."

--Kıl şu namazı!

--Kaç dakikada?

--İki üç dakikada...

Tangur tungur, paldır küldür...

--Tamam, dört rekat kıldım: Esselâmü aleyküm ve rahmetullah! Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..

Pırrrr....

--Nereye gidiyorsun? Daha namaz bitmedi, duası filân...

Yok işte seccade bir tarafta, terlik bir tarafta, öteki terlik bir tarafta... E, ne yaptı? Aceleye getirtti şeytan... Dışarda ne yaptı? Dışarda gitti, oturdu.

--E, treni mi kaçırıyordun, uçak mı kaçıyordu, niye bu bu kadar acele ettin?

--Bilmem, işte ne bileyim sıkılıyorum, böyle acele ettim.

Acele ettirtir. Dışarıda da bir işi yok... Hacı babalar, hacı dedeler, hacı dayılar camide namazı kılarlar; pabucunu kaptığı gibi kahveye gider, akşama kadar kahvede... E, o zaman vakit varsa acele etmenin, Allah'ın ibadetini aceleye getirmenin manası ne?.. Dışarda sıkışık bir durum yok ki... Hani çok acil bir durum olur; tamam, Allah da hoş görür, mazur görür ama, öyle bir durum yok... İçinde bir acele yapma, alelacele işi bitirme arzusu...

Haccı yapıyor, üç gün dört gün birazcık daha durmağa tahammülü yok, kavga çıkartıyor orada. E mübarek haccı yaptın, iyi adam oldun; yıkandın, temizlendin, paklandın, aklandın, günahlardan sıyrıldın, safîleştin, melekleştin... Bu neden?.. Şeytandan...

Acele ederler, birbirlerini kırarlar, haksızlık yaparlar. Hava alanında kavga ederler, bilmem şöyle olur, böyle olur... Ne olacak? Gidecek ille Mekke'den. Be adam patlıyormusun, Mekke'de bir şey mi var, gideceğin yerde bir şey mi var?.. Yok... (El'aceletü mineş-şeytàn) Şeytan acele ettirtiyor, tadını kaçırttırtmak için...

Bütün böyle güzel ibadetlerin şuurlu, tadına varılarak, tatlı, hoş bir şekilde icra ve ifa edilmesini acele duygusuyla bozmak ister. Meselâ namaz kılıyor, ne söylediğinin farkında değil, ne okuduğunun farkında değil; rekâtlar, rükûlar, secdeler birbirine karışıyor. Halbuki "Allahu ekber!" dedi mi duracak.

Ben şimdi Suudluların namaz kılışına bakıyorum, bizim namaz kılışımızdan kat kat güzel. Neden? Rükûlarda bekliyorlar, secdelerde bekliyorlar, iki secdenin arasında bekliyorlar, aceleye getirmiyorlar. Kıraatleri uzun... Bakıyorum, Ooooh... bayağı uzun uzun okuyorlar. Yâni bayağı tadını çıkartarak, aceleye getirmeden namaz kılıyorlar. Taa otomobilden iniyorsun, şurda hoparlörden duyuyorsun, imam "Allahu ekber!" dedi, rekâta durdu. Yürüyorsun, yürüyorsun, geliyorsun, birinci rekâta yetişiyorsun; taa uzun mesafeden... Türkiye'de olsa, selâm bile verirlerdi: "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah! Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!" biterdi iş. E, ne bu acele?..

Namazı kıldıktan sonra imam efendi "Trak... Trak... Trak..." elektrikleri kapatıyor, müezzin efendi "Tak... Tuk..." kapıları kapatıyor. Ana kapının önüne geliyor, içerdeki adama hadi defol gibilerden gözünün içine bakıyor:

--Yallah dışarı...

--E, ne olacak?

--Kapıyı kapatacağım.

--Allah'ın evi yahu, burda biraz ibadet etmek istiyorum.

--Çık dışarı be adam; işim var gücüm var...

--E, senin işin imamlık, işte bu camiyi bekliyeceksin, burda ibadet edilmesine yardımcı olacaksın. Allah'ın evine kilit vurulur mu? İbadethane burası!..

--Efendim kilit vurmazsam halıları çalıyorlar.

--Doğru, otur başında bekle; maaş alıyorsun!..

Yok, o da ne yapacak? O da kapattıktan sonra gidecek boş bir şeyle uğraşacak. Hani ahım şahım bir şey yapsa, müezzin... Karşı tarafta triko dükkanı var, gidiyor orada trikotajcılık yapıyor. Bilmem başka bir şeyi var, onun peşinde... Veya o da kahveye gidiyor.

Burda din görevlilerinden gördük. Bizim namaz kılmamızı, konferans vermemizi, bir camiye gitmemizi engelleyip de bayağı kahramanlık yapan bazı din görevlileri geldi geçti burdan... Melbourn'dan hatırlıyorum; kahveden çıkmazmış.

Şimdi şeytanın bir işi de aceledir. Yâni sapıtmak ister, azdırmak ister, bir; hayrı engellemek ister, iki; aceleye getirip kalitesini sıfıra düşürmek ister, üç...

Meselâ, Peygamber SAS Efendimiz bir keresinde bir adamın namaz kıldığını gördü. Adam namaz kıldı ama, hızlı kıldı. Hızlı hızlı, hızlı hızlı kıldı, selâm verdi. Peygamber SAS ona buyurdu ki:

"--Sen namazını yeniden kıl, çünkü sen namazı kılmadın!" dedi.

Kıldı, gözünün önünde kıldı, dört rekatı tamamladı. "Sen namazı yeniden kıl, çünkü sen namazı kılmamış oldun!" dedi. Adam anlamadı, bir daha kıldı ama, aynı hızla kıldı. Ona tekrar söyledi:

"--Sen namazı yeniden kıl, çünkü sen namazı kılmamış gibi oldun, kılmamış oldun!"

Demek ki, Allah kabul etmiyor. Yâni namazı kıldı, dört rekatı kıldı ama; güzel kılmadı. Sen namazı kılmamış oldun dediğine göre Peygamber SAS Efendimiz, demek ki olmamış. Demek ki olması için belli bir ciddiyet, bir vakar, bir sekinet, bir huşu gerekiyor. Namazın şartları bunlar.

Millet namazın şartı olarak bazı şeyleri biliyor da, kabul olması için gerekli bir takım önemli şartlar var; onları bilmiyor. Huşu olacak.. Şimdi huşu ne demek? Şöyle insanın saygıyla eğilmesi demek... Bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(Lev enzelnâ hâzel-kur'âne alâ cebelin) Eğer biz bu Kur'an-ı bir dağın üstüne indirseydik; insan oğlunun üstüne değilde, dağın üstüne indirseydik bu Kur'an-ı; (leraeytehû hàşian mütesaddian min haşyetillâh) Allah'ın havfından, haşyetinden, korkusundan o dağın parça parça ve böyle eğilmiş büzülmüş, saygıdan korkmuş bir hale geldiğini görürdün. Dağ taş o hale geldiğini görürdün."

İnsan oğluna inmiş; insan oğlu dağdan daha katı demek ki, taştan daha sert demek ki, üstüne Kur'an-ı Kerim nazil olmuş gelmiş de, Kur'an-ı Kerim'den etkilenmiyor, huşu duymuyor...

Huşû, saygıyla eğilip böyle bir hürmet duygusu içinde girmek. Namazın böyle kılınması lâzım. Huşu'un nisbetinde de sevap gidecek, belkide hiç kılmamış gibi olacak, kabul olmayacak. Yâni kabul olmamak diye bir şey yok mu ibadetlerde? İbadetin kabul olmaması var.

Adem Aleyhisselâm'ın iki oğlu vardı:

(İz karrabâ kurbânen) İkisi de kurban takdim etti, kurban sundular. (fetükubbile min ehadihimâ) Allah kullardan bir tanesinin kurbanını kabul etti, (velem yetekabbel minel-âhar) ötekisininkini kabul etmedi." İkisi de kurban kesti, ikisi de kurban vazifesini yaptı. Niye birisinden kabul oldu, birisinden olmadı?.. Demek ki ibadet yapılmakla bitmiyor, dur bakalım kabul olacak mı?..

Çocuğun imtihana girmesiyle iş bitmiyor, dur bakalım imtihanı geçecek mi, sınıfı geçecek mi? Bizim oğlan mektebe gidiyor. Gidiyor ama, ne oldu; ön kapıdan mı çıkacak, arka kapıdan mı?.. Okuyacak mı, okumayacak mı?.. Gitmek işi bitirmiyor. Bir ibadetin de kabul olmaması meselesi var, o bakımdan dikkat etmek lâzım. Kabul olmasını sağlayacak şekilde gayret etmek lâzım.

İnsan oğlunun çoğu bunu bilmiyor, şeytan bunu biliyor; ibadet yapsa bile kabul edilmeme durumuna düşürtmeğe çalışıyor. Yâni ibadet yapacak ama, sıfıra düşecek, bir işe yaramayacak. Bu da aceleden...

Efendim aceleye de gelmedi; yok, ben öyle acele macele etmem. Ne olacak yâni? Mesela, şimdi bizim burda ne işimiz var başka? Buraya gelmişiz, tamam. Mukaveleyi yapmışız, parayı vermişiz.

Adam çarşıdan yiyecek almış, derenin kenarında oturmuş, yiyecek; elinden düşmüş yiyecek dereye... Bir daldırmış elini, düşen şeyi tutayım diye. Tabii fıkra bu... Bir kurbağa çıkmış, eline o gelmiş; yâni ekmeği gıdayı tutamamış da, kurbayı tutmuş. "Vraak!.." diye bağırmış kurbağa... "Sen vrak da desen, cıyak da desen ben seni yiyeceğim; çünkü sana para verdim!" demiş.

Şimdi nasıl olsa biz buraya para vermişiz gelmişiz; cıyak da dese, vrak da dese biz burda bu kadar gün kalacağız. E, burdaki işimiz ne?.. Buradaki işimiz ibadet etmek, ilmimizi irfanımızı artırmak, mânevî sevabımızı çoğaltmak... Yâni burdaki işimiz şu anda iş değil; burda takım tezgahı yok, çalışma yok... Burda Melbourn'daki durumdan farklı bir durum var.

E, acelen ne? Acelemiz ne yâni?.. Eğer ibadetten, ilimden, irfandan, sevaplı işten bizi bir şey alıkoyuyorsa, şeytan alıkoyuyor, şeytan acele ettirtiyor. Yaptırtmamak veya yapılınca kalitesiz yaptırıp kabul ettirtmemek istiyor. "Hayır, ben öyle oyuna gelmem, tamam ben bu ibadeti güzelce yapacağım!" dersen; o zaman da başka hastalıklarla bulaştırıp, ibadetin gene kabul edilmemesini sağlar şeytan...

c. Riyâ

Acele etmedi, tamam, güzel güzel cübbe giymiş, görünüş tamam vs. İbadetin başka kabul edilmeme sebebi nedir?..

Haa, bir tehlike de, ibadetlerin kabul olunmamasının bir sebebi de riyâdır. Riyâ gösteriş... Arapçada riyâ göstermek demek; yâni yaptığı şeyi gösteriş için yapmak... Birazcık riyâ oldu mu;

(İnne yesirer-riyâi şirkün) "Azıcık bir gösteriş bile şirktir." Neden? Allah'a beğendirmeğe çalışmıyor, bir de insanlara beğendirmeğe çalışıyor; Allah'a şerik koşuyor. Sırf Allah'a beğendirmek gerekirken, yaptığı şeyi kendisinin sırf Allah'ın rızası için yapması lâzımken, insanları da işin işine katıyor.

Et-Tergîb vet-Terhîb isimli bir güzel kitap var, büyük bir hadis aliminin yazdığı çok güzel bir eser. Oradaki riyadan, riyanın tehlikelerinden bahseden bölümde diyor ki: "Bir insan bir ameli işlese, tamam Allah ona bire on sevap verir, bire yetmiş sevap verir, bire yediyüz sevap verir... Böyle kat kat sevap verdiği hadis-i şeriflerde bildirilmiş amma, bu amelini, bu güzel yaptığı işi, ibadeti, namazı, niyazı, zekâtı, sadakayı, hayrı, hasenatı söylerse; yâni bir yerde "Yâhu ben işte şöyle yaptım, böyle yaptım..." derse, o zaman kat kat sevapları silinir, sadece bir sevap kalır."

Şimdi bir namaz kıldı, diyelim ki Allah bire on sevap verdi, bire yetmiş sevap verdi... Camide kılınan namaz yirmiyedi kat sevaplı, cuma namazı kılınan yerde kılınan namaz bire elli sevaplı, Medine'de kılınan namaz bire bin misli sevaplı, Mekke'de, o Mescid-i Haram'da kılınan namaz bire yüzbin sevaplı kat sayıları var. Haa, söyledi mi yaptığı güzel ibadeti; kat sayıları gider sadece bir kalır, bire bir kalır diyor hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz. Bir daha söyledi mi, o zaman o bire biri de silinir, günaha yazılır. Seni gösterişçi riyakâr seni; bir şey yaptın, söylüyorsun!..

Farsçada bir mısra var:

Yek beyzeu sad hezerân gıtgıdak

Yâni ne demek: "Bir yumurta, yüzbin tane gıtgıdak..." Ne oluyorsun yahu? Bir tane yumurta yumurtladın, ne bu böyle? Gıt gıdak, gıt gıdak, gıt gıdak, gıt gıdak...

Tabii, tavuk onu riyâ olsun diye yapmıyor da, canı yandığı için yapıyor. Yumurta yumurtlamak kolay bir şey değil... Doğum zor bir iş olduğu için bağırıyor hayvancağız ama, şair şaka olsun diye onu örnek veriyor. Yâni bir tane yumurta yahu netice itibariyle, bin tane yumurta yumurtlamadın ki, bir tane yumurta... Nedir bu böyle: Gıt gıdak, gıt gıdak, gıt gıdak... Tavuğun anlarsın yumurtladığını, kıyameti kopartır. "Bir tane yumurta, bin bir tane, yüzbin tane de gıt gıdak..." diyor.

Şimdi bir namaz kıldın; ne bu böyle binbir tane gıt gıdak?.. Ona buna söylüyorsun. Bir hayır yaptın, ne bu böyle binbir tane gıt gıdak?.. "Yâni yaptığı bir şeyi tekrar tekrar söyledi mi, o zaman riyaya yazılıyor, sevabı kalmıyor." diyor, Peygamber Efendimiz söylüyor.

Hatta; insanın tüylerini diken diken eden bir hadis-i şerif var. Orada, cehenneme ilk atılacak üç insanı anlatıyor Peygamber Efendimiz: Cehennem ateşinin odunlarının ilk tutuşturulduğu ilk yakıt malzemesi... Hani sobayı, ocağı yakmak için ilk önce çıraları koyuyorsun, onlar yanıyor kolay; ondan sonra üstüne odunları koyuyorsun, ateş kocaman ateş oluyor. Yâni, "cehennemin çırası gibi, cehennemin kendileriyle tutuşturulduğu üç insan: Birisi, müslümanlarla kâfirler arasında yapılmış olan bir savaşta ölmüş, o getiriliyor huzuruna Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin, mahşer gününde... Diyor ki alemlerin rabbi Mevlâmız Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri:

"--Ne yaptın sen?"

"--Yâ Rabbi, senin için cihad ettim, savaşa katıldım, çarpıştım ve şehid oldum." diyor.

Allah-u Teâlâ Hazretleri ona buyuruyor ki:

"--(Kezebte) Alçak, yalan söyledin! Yalan söyledin şimdi, söylediğin söz doğru değil; sen benim rızam için çarpışmadın; şu maksatla, şu maksatla, şu maksatla çarpıştın....

Hikmetyar'ın, --affedemiyorum, ismini de söylüyorum-- Kabil'i bombalamasını affedemiyorum. Cihad mı bu? Kabil'de Rus yok şimdi, müslüman var, Afganlı müslümanlar var... Kabil'i bombalaması cihad mı?.. Değil. Particilik yapmak, bölgecilik yapmak, Peştunculuk yapmak, --kendisi Peşt tarafından-- hakimiyet kavgası cihad mı?..

"--Yalan söyledin!" diyecek Allah, o mücahidin diyen kimseye... "Yalan söyledin, sen şu maksatla yaptın bunu... Atın bunu cehenneme!.." diyecek.

Gidecek cehenneme. Bir başka şahıs gelecek, --tabii ben böyle anlatarak söylüyorum, hadisin kelimelerini tam okuyarak söylemiyorum, kitabı elime alarak söylemiyorum-- diyecek ki:

"--Gel, ne yaptın sen?"

"--Yâ Rabbi, ben de malımı harcadım, şu hayrı yaptım, bu hayrı yaptım, şöyle yaptım- böyle yaptım senin rızan için..."

"--Yalan söylüyorsun! Sen şu şu şu maksatla bu hayrı yaptın, harcamanı ondan yaptın; benim rızam için yapmadın!.. Atın bunu cehenneme!" diyecek.

Ondan sonra bir alim gelecek.

"--Sen ne yaptın hayatında?"

"--Yâ Rabbi, işte senin rızan için ilim öğrendim, okudum, öğrettim, ömrümü ilimle geçirdim."

"--Yalan söyledin! Sen şu şu şu maksatla ilim öğrendin, şu şu şu maksatla öğrettin, dünya menfaati için yaptın, dünyada da o menfaati sağladın!.. Atın bunu cehenneme!" diyecek.

Yâni alim, sevabı çok; mücahid, sevabı çok, hayır hasenat sahibi, sevabı çok; ama riya ile, başka maksatla, kötü niyetle yaptıkları için sevap kazanamadıkları gibi, riyakârlıktan dolayı cezaya uğruyorlar ve cezaya uğradıkları için cehenneme ilk atılan kimseler oluyorlar diye Peygamber Efendimiz hadis-i şerifte bildiriyor.

Demek ki, riyakârca yapmamak lâzım. "Amelimi birisi görsün, beğensin..." veyahut "Şöyle yaparsam bana ne derler!" gibi duygularla başkalarının beğenisini, alkışını kazanmak için yapılan şeylerin kıymeti olmuyor; halisâne, sırf Allah'ın rızası için yapılanı makbul oluyor.

Hoşuma giden misâl, tipik misâl: Süfyan-ı Sevrî Hazretleri evinden çıkmış, hırkasını giymiş çıkmış. Karanlıkta, alaca karanlıkta çıkmış. Yolda birisine selâm vermiş. O demiş ki:

"--Yâ üstaz, ey hocam, ey alim, yâ mübarek! Hırkanızı ters giymişsiniz."

Ters giymiş hırkasını, dikiş yolu burda... Bakmış, ters. Demiş ki:

"--Ben o hırkayı Allah rızası için giymiştim. Ters de olsa Allah rızası için giymiştim, kul rızası için onu değiştirmem!" demiş, yoluna devam etmiş.

Yâni adam, ters giymişsin diye değiştirmek istiyor ya, "Sen beğenmezsen beğenme, ben bu elbiseyi tesettür için giydim." diyor.

Sami bey kardeşimiz diyor ki: "Tesettür pantolon..." Hani niye böyle cübbe giyiyoruz, uzun bir şey giyiyoruz; eğildiğimiz kalktığımız zaman avret mahallerinin şekli şemâili belli olmasın, belli olup da arkadakinin kalbi karışıp namazı fasit olmasın diye... Böyle imamların cübbe giymesinin, bizim pardesü giymemizin bir sebebi bu...

Şimdi demek ki Allah rızası için giymiş. Kul beğenmiyor tersini giydi diye. Ne olacak tersi veya yüzü, örtmüyor mu?.. Örtüyor.

"--Ben Allah rızası için giydiğim şeyi çıkartıp da, kul rızası için giymem!" demiş, yürümüş gitmiş.

Enteresan alimler, belki şaka yaptı, belki ciddidir; belli de olmaz. Yâni, Sufyan-ı Sevr-i Hazretleri'ne ben biraz da böyle bakıyorum, ne yapacağı belli olmayan mübarek bir insan...

Abdullah İbn-i Mübarek Hazretleri'nin derslerine geliyormuş. Abdullah ibn-i Mübârek hadis alimi... Bu da alim, bu da özel mezheb kurmuş adam; yâni İmam Ebu Hanife gibi Sevriyye mezhebini kurmuş insan ama, mezhebinden insan kalmamış. Büyük fakih ama, o hadiscinin dersine geliyormuş.

Çok hoşuma gidiyor, böyle sahne gözümün önünde canlanıyor gibi oluyor. Bir gün o hadis alimi Abdullah İbn-i Mübarek'e demiş ki:

"--Bir daha senin hadis dersine gelmiyeceğim!"

"--Niye?.." demiş o da.

Birbirlerini seviyorlar. Bu seviyor, onun kıymetini biliyor. O da kendisi alim olduğu halde onun dersini dinlemeye geliyor.

"--Niye gelmeyecekmişsin?.."

"--E, senin hane halkının, harem halkının terbiyesini vermemişsin be... Dam üstünden bana içeri girerken kaş göz işareti yapıyorlar, 'Seni çok özledik, gelsene yanımıza!' diyorlar. Dam üstünden bana laf atıyorlar cariyelerin; gelmeyeceğim bir daha senin meclisine!.."

Abdullah İbn-i Mübarek Hazretleri, hiç ses çıkartmamış. Süfyân-ı Sevrî ayakkabısını, pabucunu neyse giymiş gitmiş. Biraz sonra demiş ki:

"--Kalkın, Süfyan-ı Sevrî Hazretleri'nin cenazesine gidelim!"

"--Efendim, az önce burdaydı..." demişler.

Demiş:

"--Benim evimde cariye mariye yok!.. Dam üstünden ona seni çok özledik, gel seni arzu ediyoruz, aşıkız diyenler huriler... Benim evimde harem kısmı yok, onun gözüne huriler görünmüş. Davet ettiklerine göre ecel vakti gelmiş, o sözünden onu anladım." demiş.

Sufi adam bak, karşı taraf bir söz söyleyince ölçüyor biçiyor kendisi. Kalkın gidelim demiş, gitmişler bakmışlar: İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn... Namazını kılmışlar, defnetmişler.

Yâni böyle bir adam Süfyân-ı Sevrî, vefatı da böyle olmuş. Allah şefaatlerine erdirsin... Riya ve gösterişi anlatan bir misâl olsun diye onun menkabesini söylemiş olduk; Allah o büyük zatların şefaatine erdirsin...

Tabii, amellerimizin içinde riya var mıdır, yok mudur?.. Bizde bu hastalık var mıdır yok mudur acaba?.. Biz iyi müslüman mıyız, yoksa gösteriş var mıdır?.. Hepimiz iyiliklerimizin anılmasından memnun oluruz. "Ne iyi adamdır o adam! İbadet ehli insandır, dürüst insandır namuslu insandır, iyi arkadaştır, has arkadaştır, cami ehlidir, cemaat ehlidir." vs. denilmesini, güzel şeylerimizin bilinmesini ve anılmasını isteriz. Kötülüklerimiz vardır, kötülüklerimizin de saklı kalmasını isteriz. Birisi doğru da olsa bir kötülüğümüzü söyledi mi, düşman oluruz.

Demek ki insanların hükmüne değer veriyoruz, demek ki insanlardan beğeni bekliyoruz; insanlardan beğenilmeme durumu olduğu zaman da, onu istemiyoruz. İnsanlardan korkuyoruz, insanların beğenmesini istiyoruz; beğenmemesinden de korkuyoruz, beğendirmeğe çalışıyoruz. E, bu riyâ alâmeti...

Nasıl olacak? Aldırmayacak. Süfyan-ı Sevrî gibi; "Ben Allah'ın rızası için bir işi yaparım giderim, insanların beğenmesi beğenmemesi beni enterese etmez!" demiş oluyor yâni. Tabii biz buna dikkat etmeliyiz, yaptığımız her şeyi Allah rızası için yapmağa dikkat etmeliyiz.

Onun için salih amellerimizi söylememeğe, göstermemeğe, nafile ibadetlerimizi belli etmemeğe, gizli yapmağa gayret etmeliyiz. Birisi de hatamızı, kusurumuzu söylerse de kızmamalıyız. Şeytan demek ki, bir de riya ile bir şeyi allayıp pullayıp başkası beğensin diye yaptırtmak suretiyle ibadeti engellemek ister.

d. Hayrı Te'hir Etmek

Daha başka çok çok hileleri vardır. Şeytanın bir hilesi de, bir aldatmacası da, yapılacak güzel bir şeyi sonra yaparsın demektir. Namaz kılacak, öğle olmuş;

"--Tamam ben namazı kılayım!"

"--Dur dur, kılarsın, şu işi bitir de öyle..."

"--E, kalkayım işte kılayım..."

"--Canım şu işi de bitir, yarım kalmasın! Yemekde ye, bak karnın da acıktı... Blmem ne de yap, bilmem ne de..."

Ondan sonra bir de arkadaş gelir, bir de telefon gelir, bir de şu olur, bir de bu olur... Ondan sonra bir de saate bakarsın, saat bilmem beşbuçuk, altıbuçuk, yedibuçuk... neyse bir vakit olmuş.

"--Aaa, ben öğleyi kılmamıştım!.."

Kılmadın ya... E, nasıl oldu, namaz kılmak istiyordun ne oldu?.. Şeytan tehir ettirdi, biraz sonra yaparsın dedi, biraz sonra yaparsın dedi; öylece yapamadın. Binâen aleyh buna da te'hir, tesvif derler, "İlerde yapacağım, ilerde yapacağım..." diye de aldatır. Yâni yaptırtmayacağı şeyi yapmak istiyorsa kul, "Onu ilerde yapacağım!" diye bir duygu verir onun içine; "Tamam, yapacağım canım, yapmayacağım demiyorum; yapacağım ama, biraz sonra yapacağım!" dedirtir. Biraz sonra, biraz daha sonraya gider, biraz sonra biraz daha sonraya gider, vakti geçirir.

Hiç unutmuyorum, Ankara'da bizim böyle çok tatlı bir kardeşimiz var; dükkanına gittim cuma günü...

"--Selâmün aleyküm! Cumanız mübarek olsun..." dedim.

"--Ve aleyküm selâm!" dedi.

Kocaman bir şişeden, böyle kapağı çubuklu bir şey çekti, kılıç çeker gibi güzel bir kokulama aleti... Kokladı, sürdü bize... "Hadi kalk, cumaya gidelim!" dedii. Hemen içerisini derledi toparladı, "Trak!.." dükkanı kapattı.

Kilidi takarken, müşterinin birisi geldi:

"--Aman ustam, ne olursun işte problemim var, vaktim sıkışık bilmem ne... Şu kapıyı aç da içerden şu saati verde gideyim!"

Saat tamircisi kendisi...

"--Namazdan sonra, namazdan sonra..."

"--Aman ustam, bir daha gelmeyeyim ne olur, işte daha kapatmadın..."

"--Namazdan sonra..." dedi, "Trak..." kilidi bastırdı, "Yürüyün gidelim!" dedi bana... Ben dedim ki:

"--Yâhu, o adamın işini görüverseydin..."

"--Yok... Onu şeytan gönderdi. Şimdi ben denemişim, daha önceki cumalardan biliyorum. Ben onun için kilidi açsam, kapıyı açsam; onun işini görürken, şeytan bir tane daha gönderir. Onun işini yapsam, bir tane daha gönderir, bir tane daha gönderir, müşteri yığar önüme; benim cuma namazıma gitmemi engeller. Maksat cumayı engellemek... Onun için, onu şeytan gönderir." dedi.

Hakîkaten "Allàhu ekber!" diyorsun, namaza duruyorsun. "Zırrrrrr..." telefon başlıyor. Yahu be adam, fesubhanallah...

Şimdi sizin de olmuştur, benim başıma çok geliyor: "Allàhu ekber!" diyorum, telefon başlıyor çalmağa, bilmem ne başlıyor, her taraf böyle harekete geçiyor... Neden? Şeytan piyanonun tuşları gibi her tarafa dokunuyor. Senin namazın artık ne oluyor bilmiyorum? "Hadi biraz daha dursa da, tahiyyatı bitirsem de bilmem ne de..." diyorsun, selâm verip telefonun başına gidiyorsun; bitmiş. Ne oldu?.. Namazı aceleye getirtti.

Harem-i Şerif'te imam "Allàhu ekber!" diyor, bir çocuk viyaklaması başlıyor, bütün çocuklar koro halinde ağlamağa başlıyorlar. Neden?.. Anasının babasının tadı kalmasın diye. Şeytan gidiyor, çocuğu çimdiriyor mu ne yapıyorsa bir şey yapıyor; hepsini ağlattırıyor, ananın babanın namazı namaz olmaktan çıkıyor. Yâni, şeytanın böyle oyunları çok...

Bunlar acele etmekten aklıma geldi muhterem kardeşlerim, tabii biz de çocuk olduk, aynı duyguları yaşadık, biliyoruz. Şimdi bir ibadet güzel bir ibadetse, sevaplı bir ibadetse onu yapacağız. Onun tadını çıkarta çıkarta, âdâbına uygun olarak, aceleye getirmeden, ama gösterişe, riyaya da yer vermeden, Allah rızası için güzel yapacağız. Elimizdeki işi mükemmel yapacağız. Elindeki işi aceleye getirdin mi, ikinci iş de aceleye gelecek demektir, ondan sonraki iş de aceleye gelecek demektir. Yaptığın işi güzel yapacaksın!

Almanya'da güzel bir şey gördüm. Polis dairesine gittim, pasaportumu uzatacağım. Düzenleri o kadar hoşuma gitti ki adamların, imrendim, hayran kaldım. Benim pasaportumun Ekim ayında bitecek müddeti, yeşil pasaportum var, üniversitede hocayım. Devlet beni Münih'e gönderdi. Orda dedim ki:

"--Seyahata gideceğim, müddeti orda doluyor, uzatın şunu!"

"--Yok, müddeti dolmadan uzatamayız; orada uzatırsın."

Pekâlâ, bak ben başından tedbirimi aldım, düşündüm, Münih'e gittim. Orada aylarca kaldıktan sonra pasaportumu Münih konsolosluğuna götürdüm dedim ki: bak benim bu müddetim doluyor, pasaportun müddeti doldu mu biliyorsunuz problemler var, doluyor uzatın şunu.

"--Yok, biz yapamayız!" dediler Münih konsolosluğunda.

"--Kim yapar?"

"--Bon büyükelçiliği yapar.

Eee, Münih'den Bon'a gitmek bir ölüm, gelmek bir ölüm, masraf... Ben zaten bir üniversite asistanıyım acizane, neyse... Garantilidir, bilmem nedir dediler, zarfa koyduk, garantili bir tarzda postayla Bon'a gönderdik. "Uzatın şunu!" diye anlattık durumu... Bon'dan nedense, bir hafta on beş gün sonra bizim pasaport gene boş geldi geriye.

"--Biz burada bunu yapamayız." diyorlar.

E, eşek başımısın sen Bon'da, büyükelçilik misin, yâni nesin?.. Mostura mısın orada, gösteriş misin? Yâni bir pasaportu uzatamıyorsun.

"--E, nerden olacak? Siz bunu Türkiye'ye göndereceksiniz, ordan olacak," bilmem ne..

E, Türkiye'ye göndereceğim, belki yine ordan menfi cevap gelecek; "Biz burdan yapamayız, kendin gel!" diyecekler. Ben oraya nasıl gideyim filân...

Aklım kesti ki bu iş olmayacak, kalktım Alman polisine gittim. Dahiliye vekaletinin benim oturumumla ilgili bölümüne öğleden önceleri gidiliyor, öğleden sonra yok. Gittim ilgili daireyi buldum, odayı buldum. Kapısında yazmış --yâni bir dünya meselesini niçin anlatıyorum: Ahiret işlerimize örnek olsun diye: "Bir şahıs içeriye girsin sadece!" diyor. Böyle salkım saçak girmek yok. Burda da gümrükte bir kırmızı çizgi çekmişler, bir şahıs gelsin diye... "Böyle herkes yığılıp da ne oluyor yâni? Öyle şey yok, bir kişi gelsin karşıma!" diyor. Kırmızı çizgiyi birisi geçti mi, "Geriye git!" diye söylüyor.

Şimdi sıram geldi, içeriye girdim;

"--Buyurun beyefendi!" dedi, beni oturttu.

Şöyle güzel koltuklardan birisine oturdum. Adam karşımda, odada ikimiz yalnızız, ferah fahur...

"--Arzunuz nedir?" dedi.

Ben de anlattım maceramı, dedim:

"--Pasaportumun müddeti şu zamanda bitiyordu, Münih konsolosluğuna uğradım olmadı. İşte yazılarım, dilekçelerim var... Bon büyükelçiliğine gönderdim, olmadı... Siz bari anlayış gösterin!" dedim.

"--Peki, ne kadar uzatmak istiyorsun?" dedi.

"--Üç ay..."

"--Ben sana altı ay vereyim!" dedi.

Daktilonun başına geçti, tıkır tıkır, tıkır tıkır yazdı; bana ve eşime altı ay uzatma verdi. Bon büyükelçiliğinin yapmadığı, Münih konsolosluğunun yapmadığı işi, Almanya'nın bir polis dairesindeki bir memur yaptı. Beni sandalyeye karşısına oturttu, yarım saatte işimi bitirdi, kağıtları verdi, pasaportuma ekledi. Yâni, artık Almanya'da benim pasaportumun müddeti geçti diye bir derdim olmama durumuna geldim. Ama, sâlim kafayla adam benim derdimi rahatça dinledi, benim derdimin ilacını da orda hazırladı, çaresini elime verdi, gittim.

Şimdi Almanya ondan ileri gidiyor, Türkiye bundan geri kalıyor. Ben Türkiye'den problemimi söylüyorum hallolmuyor, Münih'de konsolosluğa söylüyorum hallolmuyor, Bon'a gönderiyorum hallolmuyor; orda bir tane adam benim müşkilimi hallediyor. Onlar hızlı gider, bizler tökezleriz. Biz hızlı gidemeyiz.

Dünya işi böyle olduğu gibi, ahiret işi de böyledir. Namazda aklımıza binbir türlü fikir hücum etmiş, telâş, bilmem ne; gûya namaz kılıyoruz. Oruç, hac... vs. hepsi bizim konsolosluklarımızın çalışması gibi... Böyle olmaz. İbadeti özene bezene, yerinde, zamanında, düşüne taşına, huşû ile, dağları bile parça parça edecek o Allah korkusu, o Allah sevgisi içinde canlı olacak; ibadeti öyle yapacaksın. Çünkü, ibadetin kabul olmama tehlikesi var. Yâni yapıp da boşa gitme tehlikesi var, hebâen mensûrâ olma tehlikesi var. O bakımdan yaptığımız ibadetlerin halisâne güzel olmasına dikkat edelim.

e. Hac ve Umre Sevabı

Dün, bugün bir şey söyleyeceğimi anlatmıştım: "Sabah namazından sonra oturup ilimle, irfanla, Kur'an'la, zikirle meşgul olup da, kerahet vakti çıkınca iki rekat namaz kılan bir insan, o gün tam bir hac ve umre yapmış gibi sevap alır." diye Peygamber Efendimiz bildiriyor, İmam Tirmizi'nin, Enes RA'den rivayet ettiği sahih bir hadis-i şerifte... Hazreti Ömer'den rivayet var, İmam Ebu Davud'un sahih hadis kitabında rivayetler var, başka rivayetler var... Bu böyle, sevabı çok.

Yâni şurda oturup sabah namazından sonra zikirle, Kur'an'la, ilimle, irfanla meşgul olup iki rekat namaz kılmak, bir hac ve umre sevabı kadar sevap kazandırıyor. Onun için bu vakitte mescidde oturuyoruz. Bunun sevabı var. Yâni ibadetlerin yapılış zamanları önemli. Bazı zamanlar kıymetli, değerli çok.

O kıymetli zamanlardan birisi, günün evvel vaktidir. Böyle güneşin doğduğu bu vakit çok sevaplıdır. İkincisi: Akşam güneşin battığı, ikindiyle akşam arasındaki zaman çok sevaplıdır. Bir de geceleyin seher vakti, yâni sahura kalktığımız zaman çok sevaplıdır; göğün kapılarının açıldığı zamandır, duaların kabul olduğu zamandır. Bu zamanlarda niyazla, dua ile, Allah'a münacaat ile böyle zamanları değerlendirmesi lâzım mü'minin...

Sabah namazından sonra, kerahet vakti çıkıncaya kadarki zamanda, Peygamber Efendimiz camide oturup zikirle, Kur'an'la, ilimle, irfanla meşgul olmayı tavsiye ediyor bize ve bunun sevabı hakkında çok büyük mükâfatlar olduğunu bildiriyor.

Bir mükafat: bugün bir hac ve umre yapmış gibi sevap kazanıyor insan; hac ve umre büyük bir sevaptır, çok büyük bir sevaptır. Bir insan bir haccı ancak bir ayda, bir buçuk ayda yapıyor; şu kadar dolar harcayarak yapıyor. Ümre de hàkezâ öyle... Bir hac ve ümre sevabı kazanıyor sabahleyin bu vakitte böyle yapmakla...

Şimdi bu, hadis-i şeriflerde böyle yazdığı için, büyüklerimizin günlük programlarında uyguladıkları bir adettir. Büyüklerimizden gördük, hadis-i şeriflerde okuduk, biz de uygulamağa çalışıyoruz; camide de çalışılıyor, burada da çalışılıyor. Tabii, ne olabilir? İnsanın işi olabilir. Burda iş bahis konusu değil, burda tatildeyiz. Burda işimiz yok...

Eğer işi bile olsa insanın, işini bu ibadetine göre ayarlıyacak. Akıllı insan, "Bu sevabı kaçırmayayım, ondan sonra işime gideyim!" diyecek. Çünkü, "Böyle ibadet eden, âfâkı dolaşıp rızık arayandan daha fazla rızka mazhar olur, kazanır." diye maddî bakımdan da kazançlı olduğunu Peygamber Efendimiz müjdeliyor.

Binâen aleyh, dükkancı işini ona göre ayarlasın. Sabah namazını kılsın, bu vakte kadar ibadetle meşgul olsun, işrak namazını kılsın, dükkâna öyle gitsin. İşini ayarlasın, hayatını ibadetlerine göre ayarlasın. Ramazanda nasıl bazı lokantalar tatil yapıyor, hacca nasıl gidiyoruz yılımızın tatil zamanı arayıp bulup; onun gibi yâni. Şimdi hac ve umre sevabı var, köle azad etme sevabı var, rızkın bol olacağına dair müjde var, günün hayırlı geçeceğine dair müjde var; ölürse, imanla göçeceğine dair müjde var; bunu yapmağa çalışmamız lâzım!..

Ne manisi var?.. Uykumuz az gelebilir.

--Gece zaten namazı onikiye doğru bitirdik, evimize gittigimiz zaman onikiyi geçti, beşte buraya geldik; efendim uyku tam yetmedi.

Uykuyu uyu. Peygamber Efendimiz öğleyin uyku uyurdu, öğle uykusu sünnettir. Neden? Öğle uykusunu uyuduğu zaman insan, gece ibadetine kalkabilir. Teheccüde de kalkar, sabah namazına da gelir. Öğle uyumadığı zaman zor geliyor tabii, az geliyor.

--Bize de ikiüç gündür yolda olduğumuz için, gece uykusu az gelmişti filân...

Doğru fakat, bu ibadeti kaçırmamak lâzım. Hayatımızı niçin yaşıyoruz?.. Sevap kazanmak için, Allah'ın rızasını kazanmak için yaşıyoruz. Bu ibadet anında ibadeti yapalım, uyku zamanında gidelim uyuyalım. Şimdi önümüzde bak onbirbuçuğa kadar geniş zaman var. Uyuruz uyanırız, traş oluruz, taranırız, donanırız, giyiniriz, kuşanırız, geliriz. Ne olacak; yeter ki bu sevabı kaçırmayalım!..

E, tabii bundan sonra, bu tatil bittikten sonra, bu kamp programı bittikten sonra gittiğimizde de mümkünse; işimizi böyle ayarlıyabilirsek iyi olur.

--Efendim, memuruz işçiyiz, yapamıyoruz.

Tabii bizim temennimiz ve duamız, Allah hepinizi işçi olmaktan kurtarsın, patron eylesin... Anahtarınız elinizde olsun, dükkanınızı istediğiniz gibi açın, gününüzü istediğiniz gibi programlayın. Peygamber SAS Efendimiz ne diyor: "Âfâkı dolaşıp rızık aramaktan daha fazla rızık verir." diyor; bol kazançlara da sahip eylesin...

Peki buyurun namazı kılalım, dağılalım.

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!

El-fâtihah!..

27. 12. 1994 Sabah Namazı
Warrnambool - AVUSTRALYA