HAZRET-İ ALİ
Muhterem kardeşlerim, değerli misafirlerimiz!..
Hepinize en iyi dileklerimi, kalbî dualarımı arz ederim. Bu toplantıyı hazırlamış olan Rasim Şekerden Hocaefendi'ye, bu nazik ve tatlı davetinden dolayı teşekkür ederim. Burada Allah nasib ederse, hiç olmazsa ayda bir olmak üzere periyodik olarak Hazret-i Ali Efendimiz'le ilgili sohbetler yapmayı istiyorum.
Bunun için, böyle bir konuda burada konuşma yapmağa karar verişimiz için sebepler var... Sebeplerin birisi, Rasim Hocaefendi'nin gerçekten nezâket ve tatlılığıdır. Bakırköy'ün siz değerli sakinlerinin bizim yanımızdaki kıymetidir, izzet ve itibarıdır. Ve Alevîlik konusunun --Aleviliği ben aktüelite ifadesi olarak almıyorum, Hazret-i Ali Efendimiz'e mensûbiyet olarak değerlendiriyorum-- bizim için büyük sosyal önemi olmasıdır. Yâni önemli bir konudur. Bu konuda ilme dayalı, araştırmaya dayalı, selâhiyetli, sağlam bilgiler konuşulmaya başlanmalıdır diye düşünüyoruz. Ve bunun memleketimize, halkımıza fayda sağlayacağını, mutluluk getireceğini düşündüğümüz için yapıyoruz.
Bendeniz kardeşiniz, Hazret-i Ali Efendimiz'le ırken ilgisi olan bir kimseyim. Ecdadımızın onun soyundan geldiği ifade edilir. Binâen aleyh onun evlâdından oluyoruz. O bakımdan Hazret-i Ali ile ilgili, ona muhabbet duyan insanlar bizim hürmetimizi çekiyor, dikkatimizi çekiyor. Onlarla ilgilenmemiz tabii oluyor.
Ayrıca tasavvuf yönünden de bizim Nakşî tarikatının ilk ismi bir rivayete göre --zikr-i hafiyi tercih etmiş bir yol olarak-- Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'dir; ama silsilemizin bir ucu da, bir kolu da Hazret-i Ali Efendimiz'e, oradan Peygamber Efendimiz'e bağlanır.
Binâen aleyh, Peygamber Efendimiz'in evlâdı olan, Hazret-i Ali Efendimiz'in, Fâtıma Validemiz'in --rıdvânullahi aleyhim ecmaîn-- evlâdı olan bütün imamlar, tasavvuf yönünden de bizim samîmî olarak bağlandığımız kimselerdir.
Ülkemizde bu ismi alan hatırlı önemli bir zümre var, kalabalık bir grup var... Alevî demek, aslında Hazret-i Ali Efendimiz'e mensûb olan demektir. Yâni, bir kelimenin sonuna böyle "-î" getirilince Arapça'da, mensûbiyet ifade eder. İstanbul'a mensûb, İstanbulî dediğimiz gibi... Buna ism-i nisbe derler ama, anlam çok açık: Hazret-i Ali Efendimiz'e mensûb olan... Bu mensubiyet, yâni gönül bağı, sevgi bağı, inanç bağı olarak mensûb olan demek... Bu güzel bir şey; çünkü, Hazret-i Ali Efendimiz çok mübarek, çok muhterem bir kimse...
Bu söz bazı kimseler için bir iftihar vesilesidir, bazı kimseler için de bir kuşku vesilesidir. "Ha, bu Alevî mi?.." filân diye, bir tereddüt vesilesidir. Hattâ bazen, bir soğukluk vesilesidir. Bunların çözülmesi lâzım, konuşulması lâzım, birilerinin konuşması lâzım!.. Ama, zaten konuşuluyor, gazetelerde de tefrikalar, resimler neşrediliyor. Basında bu konuyla ilgili çok eserler var... Ama, meseleyi iki bakımdan ele almak mümkün:
1. Sosyolojik bir hadise olarak, Alevî diye anılan bir zümre var... İster Alevî diyelim, ister başka bir isimle adlandıralım bir zümre var... Bunun örfünü, adetini, halini inceleyelim; tasvir edelim, ta'rif edelim, beyan edelim diye düşünülebilir. Bu herhangi bir sosyal vakıanın göz önüne alınması, incelenmesi demektir.
2. Bir de, meseleyi ideal yönünden, hakîkat yönünden, doğruluk yönünden ele almak gerekebilir. Yâni tenkitçi bir bakışla meseleye eğilmek, kaynakları araştırmak, kaynakların sıhhatini araştırmak, yol hakkında bir puan vermek, doğruluğu hakkında söz söylemek...
Ben şahsen, "Türkiye'de bir vakıa olarak Alevîlik var, Bektâşîler var... Onların ayinleri şudur vs." diye bir şey anlatmayacağım. Madem ki bazı insanlar Hazret-i Ali Efendimiz'e muhabbet duyuyorlar ve ona bağlı bulunuyorlar, seviyorlar; ben de seviyorum, onlar da seviyorlar. Binâen aleyh, ben onlara yardımcı olmak istiyorum: Alevîlik nedir?.. Hazret-i Ali'ye bağlılık nasıl olmalıdır?.. Hazret-i Ali Efendimiz nasıl bir insandır?.. Yâni ben biraz Alevîlik konusunda köktenciyim galibâ, yeni tabirle... Kökünden, temelinden işi yeniden tanzim etmek istiyor ve bunun da faydalı olduğuna inanıyorum.
Çünkü, canlı bir konudur. Bazan, ihtilâf ve çekişme konusudur. Bir sosyal problem halindedir. "Türkiye de bizim vatanımız olduğu için, bu toprakların problemleri üzerinde düşünmek, konuşmak ve çözüm aramak, doğru çözümleri bulmağa çalışmak, güzel sonuçlara ulaşmağa çalışmak bizim aynı zamanda bir vatan borcumuz olduğundan da bu meselelerle ilgilenmemiz gerekiyor." diye eğiliyorum.
Kendim şahsen ilâhiyatçıyım. Benim doktoram ilâhiyat doktorudur. Doçentliğim ilâhiyat sahasındadır. Profesörlük ünvanım da ilâhiyat profesörlüğüdür. Yirmiyedi sene Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde hocalık yaptım.
Bu arada, biliyorsunuz asistan olarak giriyor üniversiteye bir mezun kimse... Sonra doktora yapıyor, sonra doçent oluyor, sonra profesör oluyor. Tabii arada şimdi yardımcı doçentlik kademesi var ve bu kademeden aşılmasındaki usüller, bizim zamanımızdan biraz farklı...
Benim zamanımdaki ilerlemeye göre, ben doçentlik tezimi yaparken konu olarak Hacı Bektâş-ı Velî'yi almıştım. Kendim dinî edebiyat sahasında çalışan bir kimse idim. Yâni, Türk edebiyatının dinî mahsulleri, bu dinî mahsulleri ortaya koyan yazarlar, şairler ve bu ortaya konulmuş olan dinî eserlerin kendileri, metinleri, bunların açıklanması... Benim tatlı bir konumdu, güzel bir konuydu, severek çalıştığım bir konuydu. Mevlîd-i şerifler, kasîdeler, nât-ı şerifler, dinî eserler...
Ben Hacı Bektâş-ı Velî KS Hazretleri'nin hayatı ve eserleri üzerinde çalışma yapmıştım. Çünkü, o da çok sevilen bir insan... Taraftarları var, Bektâşî deniliyor kendilerine... Ve bizimle de ilgisi var; Nakşî Tarikatı'ndan feyz almış, o da Nakşî hulefâsından... Hâcegâniyye'ye bağlı, Abdülhâlik-i Gücdevânî Efendimiz'in yetiştirdiği bir derviş...
Hacı Bektâş-ı Velî üzerinde çalıştım. Hacı Bektâş-ı Velî üzerinde herkes çalışmış. Avrupalılar da çalışmış, Türkiye'den de çalışanlar olmuş. Ama ben meseleyi bir edebiyat tarihçisi olarak aldım. Hacı Bektâş-ı Velî'nin eserlerini kütüphanelerde aradım. Elyazması eserler üzerinde çalıştım. Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin türbesine, dergâhına gittim, kitâbeler üzerinde çalıştım, araştırmalar yaptım. Anadolu'nun kütüphanelerini taradım. Yâni ne Avrupalıların, ne yerli araştırıcıların bilmediği, bulmadığı malzemeleri buldum elhamdü lillâh...
Bu konuda Ord. Prof. Fuad Köprülü yazılar yazmış, Ord. Prof. İsmâil Hikmet Ertaylan yazılar yazmış, Abdülbâki Gölpınarlı yazılar yazmış... Onların hepsini değiştirecek, çatır çatır değişterecek, vesika göstere göstere değiştirecek malzemeler buldum. Hacı Bektâş-ı Velî'nin Makalât'ının sağlam bir metnini ortaya koydum. Ve Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin anma toplantılarında bizden bahsetmek, bizim eserimizden faydalanmak, bizim doçentlik tezimizden faydalanmak vaz geçilmez bir şey oldu. Çünkü, biz o konuda araştırma yapmıştık. O araştırmaların sonuçları herkesi ister istemez ilgilendiriyordu ve bağlıyordu.
Bu Alevî-Sünnî meselesi bu aylarda, bu yıllarda ayrıca bizim Türkiye için bir önem arzetti. Memleketimizi gözümüz gibi korumağa, kollamağa çalışıyoruz. Ecdadımızın bize bıraktığı bir emanet diye, camdan bir fanusun içindeki kıymetli bir kırılıp dökülecek malzeme gibi el üstünde tutmağa çalışıyoruz. Birliğini ve bütünlüğünü bozdurmamağa çalışıyoruz. Bu arzular içindeyken, bir de ayrıca halkımızın arasına böyle bir takım yaralar açıldı.
Avustralya'ya gitmiştim geçtiğimiz 1993 senesinin sonlarında... Orada, o kadar uzak bir kıtada baktım ki, bu mesele --tabii kardeşlerimiz var, Türkiye'den gitmiş insanlar var-- çok büyük bir ihtilâf meselesi olmuş, çok büyük kavgalara yol açmış, üzüntülere sebep olmuş. Bana anlattılar, ben de çok üzüldüm. Dedim ki: "Burda bize vazife düşüyor. Bir taraftan soyca ilişkimiz varmış, ecdadımızdan aldığımız bilgilere göre... Bir taraftan tasavvufî yönden ilişkimiz var... Bir taraftan ilmî yönden ilişkimiz var... Bir taraftan millî yönden ilişkimiz var..."
E biz kalktık, bu kardeşlerimizin derneklerine gittik, Viccura şehrinde... Kıtasının ortasında büyük bir tarım şehri var. Orada çok fazla miktarda bulunuyorlar. Onlarla oturduk böyle... Dedik ki: "Sizi ziyarete geldik. Sizin bir takım aşırı davranışlarda bulunduğunuzu duyduk. Radyoda İslâm'a çatmışsınız, İslâm'a karşı sözler söylemişsiniz. İş, Sünnî ve Alevîlerin rekabeti veya karşıtlığından, sanki Alevîler dindar değilmiş de, gayrimüslimlermiş de, İslâm'a çatıyorlarmış. İslâm'a hücum etmek tarzına dökülmüş. Bunun yanlışlığını size anlatmağa geldim!" dedim. Yâni, "Siz alevî misiniz? Hazret-i Ali Efendimiz'e bağlı mısınız?.. Gerçekten bağlıysanız, böyle bir şey olmaması lâzım geldiği için, sizinle konuşmağa, dertleşmeğe geldim." dedim. Üç saat kadar konuştum.
Onlar her meselelerini söylediler, biz de her meseleyi cevaplandırdık. Tatmin oldular. Ama bizim de bir arzu belirdi içimizde; dedik ki, "Biz Hazret-i Ali Efendimiz'i tanıtmaya devam edelim!.. Alevî kardeşlerimize hizmet edelim!.. Çünkü bu meseleyi, bilen insanların konuşması ve kaynaklara dayalı konuşmalar yapılması güzel... Bunun bir politikaya alet edilmesi veyahut bir çeşit düşmanlık istihsaline, üretimine alet edilmesi doğru değil... Hazret-i Ali Efendimiz buna razı gelmez... Allah razı gelmez... Bizim vicdanımız sızlıyor. Bu problemin çözülmesi lâzım!..
Çözüm yolu da, Alevî kardeşlerimizin büyük gördükleri, hürmet ettikleri bütün şahısları onlara güzelce tanıtalım!.. Kaynaklarıyla tanıtalım, vesikalarıyla tanıtalım!.. Söz ilmin olsun... Herkes hakikate râm olsun, hakîkate teslim olsun... Çünkü Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:
(Zül meal hakkı haysü zâle) "Hak nereye giderse, hakla beraber ol! Belli bir cephede, belli bir yerde durup da inad etme; hak nereye giderse, onunla beraber ol!.. Hakkın yanında ol!.. Hakikatın, gerçeğin, doğru olan şeyin yanında ol!.." buyuruyor.
Onun için, bu konunun Türkiye'de de devam etmesini arzu ediyordum. Fatih'te bizim İskenderpaşa Camii'mizde pazar günleri hadis dersimiz vardır. Hadis-i şerifleri okuyoruz. Yıllar önceden başlamış an'anevî bir olay bu... Bir hadis kitabını başından başlıyoruz, bitirdiğimiz zaman yine başına dönüp tekrar okuyoruz. Yâni, dinleyicilerimiz Peygamber Efendimiz'i sözlerinden tanısınlar, kendi hadis-i şeriflerinden tanısınlar, İslâm'ın ana kaynaklarından birisi olan sünnet-i seniyye kaynağından öğrensinler diye pazar günleri ders yapıyoruz. Dedik ki, "Bir de Hazret-i Ali Efendimiz'i anlatan bir çalışma yapalım!.."
Zâten bir edebiyat tarihçisi olarak beni edebiyat tarihi çalışmalarından ilgilendiriyor idi. Türk edebiyatından çeşitli örnekleri, önümüzdeki haftalarda inşallah çeşni olsun diye, sıkıcı olmasın, kültürümüzün çeşitli sahneleri, konuları anlaşılsın diye buraya getirip sizlere anlatmayı düşünüyorum.
Türk Edebiyatında Hazret-i Ali Efendimiz'in sözleriyle ilgili bazı eserler vardır; onların neşrini düşünüyordum ben... Meselâ, "Sad Kelime-i Hazret-i Ali" isimli bir eser... Sad, yüz demek... "Sad Kelime-i Hazret-i Ali", yâni Hazret-i Ali Efendimiz'in yüz sözünü almış bir müellif... Bunu yazmış, Türkçeye tercüme etmiş, açıklamış. Güzel bir konu... Yâni Hazret-i Ali Efendimiz'in sözlerini açıklamış oluyor ve sevenlere bu bir malzeme teşkil eder.
Ben bunu düşünüp dururken, Ankara'da çok sevdiğimiz bir asker emeklisi talebemiz vardı. Askerde de başarılıydı ama, emekli olduktan sonra bizim fakülteye geldi, üstün başarıyla mezun oldu. Kitaplar edindi, kütüphanesini zenginleştirdi. Kaynak eserleri aldı. Onun kütüphanesinde bir eser gördüm, Necef'te basılmış... Irak'ta Şia'nın önemli merkezlerinden biri olan En-Necefül Eşref'te basılmış, Hazret-i Ali Efendimiz'in bin tane vecizesini, sözünü ihtiva eden bir eser elime geçmişti. Onun fotokopisini alıp böyle güzel bir cilt haline getirmiştim.
İşte, "Pazar günü hadis-i şeriflerle ilgili ders yaptığımız gibi, İstanbul'un bir yerinde de Hazret-i Ali Efendimiz'in sözleriyle ilgili ders yapalım!.. Hazret-i Ali Efendimiz'in sözleri ve fikirleri anlaşılsın, bilinsin ve yayılsın... Onunla ilgili bir sağlam malzeme terâküm etsin, biriksin." diye düşündük. Bu esnada Rasim Bey hoca kardeşimiz bizi Bakırköy'e davet edince, burada başlatmış olduk. İnşaallah burda devam etmek istiyoruz. Hiç olmazsa ayda bir böyle bir sohbet yaparak... Çünkü seyahatlerim oluyor. Seyahatlerim olmasa, haftada bir periyodik olarak yapmak isterim. Ama, seyahatim olursa aksar diye korktuğumdan, ayda bir yapmayı düşünüyorum.
Şimdi Hazret-i Ali Efendimiz hakkında kısa bir özetleme yapmamız gerekirse:
Hazret-i Ali Efendimiz milâdî 598 yılında doğmuş. Babası Ebû Tâlib, Peygamber Efendimiz'in amcası ve Peygamber Efendimiz'e çok yardım etmiş olan bir kimse... Onu himayesine almış bir kimse... Başkaları ona düşmanlık yaptığı zaman, onu korumuş ve kollamış olan bir kimse...
Ebû Tâlib Hazretleri'nin pek çok çocuğu varmış; Hazret-i Ali Efendimiz de onlardan birisi... Peygamber Efendimiz de çok vefalı olduğu için, çok ince düşünen bir insan olduğu için, çok merhametli bir insan olduğundan, çok sâdık bir insan olduğundan...
Tabii her şeyi güzel de, her şeyi örnek de akrabalarıyla ilişkisi, kendisine yardımı olan insanlarla ilişkisi ömrünün sonuna kadar çok muntazam bir şekilde devam etmiş olan bir insan...
Meselâ, Medine'ye geldiği zaman, doğrudan doğruya Medine'ye girmemiş, Kubâ Mescidi'nin olduğu mıntıkada, Kubâ köyünde konaklamış. Sonra, hayatının sonuna kadar her cumartesi günü Kuba'yı ziyaret etmek adetiydi Peygamber Efendimiz'in... Yâni o kadar vefası var ki, insanlara da vefası var, mekâna da vefası var... Kubâ köyünü ziyaret itiyadında imiş Peygamber Efendimiz... Neden?.. Medineliler kendisini davet ettiler, kucak açtılar, yardımcı oldular, ensar oldular. İlk önce Kubâ'ya geldi, ilk karşılanması orda oldu. Hattâ biraz ilerisinde cuma namazı farz oldu, cuma namazı kıldılar, orda cuma mescidi var... Oraya her cumartesi gittiğinden, hadis-i şerif var:
"Kim cumartesi günü evinde sıkı bir şekilde temizlenir, gusl abdesti alırsa ve gider Kubâ Mescidi'nde iki rekât namaz kılarsa, umre sevabı alır." diye ashabını da teşvik ediyor.
Ebû Tâlib Hazretleri'nin yanına gitmişler. Demişler ki: "Evlâd ü iyâliniz çok, ev kalabalık... Yardımcı olalım; bir tanesini ben alayım, bir tanesini de Ca'fer-i Tayyâr Hazretleri alsın!"
Neticede, Hazret-i Ali Efendimiz küçük bir çocukken, Peygamber Efendimiz alıyor. Yâni, bir taraftan vefa borcunu ödüyor amcasına... Amcası ona bakmıştı, o da amcasının çocuğuna bakıyor. Ama bir taraftan da bu Hazret-i Ali Efendimiz için çok büyük bir şeref... Peygamber SAS Efendimiz'in erkek evlâdı yok ama, âdetâ evlât gibi Peygamber Efendimiz'in yanında büyümüş bir insan Hazret-i Ali Efendimiz (RA ve kerremallahu vecheh)...
Tabii Peygamber Efendimiz'in aslında yeğeni, ama evlât gibi yanında büyümüş ve sonradan da Medine-i Münevvere'ye hicret ettikten bir sene sonra, kızı Fâtımatüz Zehrâ ile evlenmek şerefine ererek Peygamberimiz'in damadı olmuş. Peygamber SAS Efendimiz'in sülâlesinin bu günlere kadar dallanıp, şecere-i nesl-i pâk-i Muhammedînin buraya kadar ve ilâ âhiril eyyâm devam etmesine vesile olmuş bir menba' oluyor Hazret-i Ali Efendimiz...
Kendisi esmerce, sağlam vücutlu bir zât-ı muhterem olup, son derece cesur olduğu, kahraman olduğu ve Bedir, Uhud, Hendek harpleri dahil hemen hemen --eğer Peygamber Efendimiz başka görevle görevlendirmemiş ise-- bütün savaşlarda bulunmuş ve çok üstün başarılar sağlamış bir insan olduğu ortada olan bir kimsedir.
Hayber Gazâsı sırasında, Hayber kalesi kuşatıldığı zaman, Peygamber Efendimiz SAS buyurmuşlar ki: "Ben bu sancağ-ı şerifi yarın öyle bir kişiye teslim edeceğim ki, Hayber kalesine hücum etsin ve onu fethetsin diye öyle bir şahsın eline vereceğim ki, o Allah'ı sever, Allah onu sever." buyuruyor. Gece vakti bu sözü söylüyor. Herkeste bir merak: "Acabâ yârın Peygamber Efendimiz bu mübarek sancağını kime verecek?.." Allah'ı seven --tabii hepsi seviyor, sahabe-i kiram-- ama, Allah tarafından da sevildiği Peygamber Efendimiz tarafından tasdik edilen kimse... Kim acaba bu?..
Hazret-i Ömer diyor ki: "Ömrümde hiç bir şeyi bu kadar arzu etmemiştim. Yarın bu sancağı Peygamber Efendimiz bana verse diye o kadar arzu ettim ki..." diyor.
Sonra ertesi gün olunca, Peygamber Efendimiz ashabına şöyle nazar eylemiş. Herkes, "Ben daha iyi görüneyim de beni seçsin!" diye biraz doğrulmuş. Bakınmış, bakınmış Peygamber Efendimiz, içlerinden birisini seçmemiş.
Diyor ki:
"--Ali nerde?.."
Diyorlar ki:
"--Yâ Rasûlallah! Gözünde muazzam bir ağrı çıktı. Gözü ağrıyor, çadırda yatıyor, hasta..."
"--Çağırın onu bana!" diyor.
Çağırıyorlar. Mübarek gözlerini meshediyor. Ağrısı geçiyor. Sancağı ona teslim ediyor. Peygamber SAS Efendimiz'in tasdiki ile Allah tarafından sevilmiş bir insan olduğu böylece görülmüş oluyor. Yâni, Allah'ı seven ve Allah tarafından sevilen bir mübârek zât Hazret-i Ali Efendimiz...
Tabii, Aşere-i Mübeşşere'den... Peygamber SAS Efendimiz, bir keresinde hurmalık bir bahçede otururken, yanındakilere bazı isimleri sayarak, "Şu cennettedir... Şu cennettedir... Şu cennettedir..." diye on kişinin isimini saydı. Bunlara (El'aşeretül mübeşşereti bilcenneti fî hayatihî.) "Sağlıklarında cennetle müjdelenmiş on kişi" denilir. Aşere-i Mübeşşere diyoruz biz kısaca... Bu Aşere-i Mübeşşere'den birisi de Hazret-i Ali Efendimiz'dir. Ordan da Peygamber Efendimiz'in tasdikine mazhar olmuş bir kimsedir.
Hani nasıl Peygamber Efendimiz, "İstanbul'u fetheden komutan ne iyi komutandır, İstanbul'u fetheden ordu ne iyi bir ordudur." buyurdu diye Emevîler kaç sefer yapmışlar buraya!.. İslâm orduları kaç defa İstanbul'u fethetmeğe çalışmışlar, çalışmışlar, çalışmışlar da, sonunda Fatih Sultan Muhammed Han Cennetmekân'a nasîb olmuş burayı fethetmek... Onun gibi bir şey... Aşere-i Mübeşşere'den, hayatında cennetle müjdelenmiş bir kimse...
İslâm'ı ilk kabul eden şahısların dördüncüsü... Çocuk olduğu halde İslâm'ı kabul eden, namaz kılmağa başlayan... O hususta da çok hadis-i şerifler var... Çocukluğundan beri İslâm'a bağlı olarak yetişmiş insan (Şâbbün neşee fî ibâdetillâhi teâlâ), çok büyük bir sevaba nâil oluyor ve Arş-ı A'lâ'nın gölgesinde gölgelenip cennete giriyor. Çocukluğundan beri İslâm içinde yetişip, neş'et edip, gelişip hayatını böyle tamamlayan bir insan olduğu için, Hazret-i Ali Efendimiz bu bakımdan da böyle bir zât-ı muhterem...
Halifelerin de dördüncüsü... İlk müslüman olanların dördüncüsü, râşid olan halifelerin de dördüncüsü... 654 Hicrî tarihinde halife oldu ve 661 yılında İbn-i Mülcem adında bir Haricî tarafından şehid edildi. Şehid edilmek de sıradan bir ölüm değil, o da cennetlik olma alâmeti... Onun için, şehâdet şerbetini de içmiş bir mübârek zât Hazret-i Ali Efendimiz...
Son derece edîb bir insan... Önümüzdeki toplantılarda onun, Mısır'daki komutanı Mâlik ibn-i Eşter'e gönderdiği bir muhteşem mektubu var, onu da bahis konusu ederiz. Onun da edebî değerinin, fikrî değerinin ne kadar yüksek olduğunu o zaman görecektir daha önce okumamış olan kardeşlerim...
Son derece fasîh ve beliğ bir insan... Onun için bu kitabın başındaki kitap başlığında şöyle zikredilmiş: "Emîrül mü'minîn ve seyyidül büleğa..." Yâni, beliğ insanların da önderi, efendisi... Gerçekten de nüktesi var, zerafeti var, belâğati var, fesâhati var; öyle bir insan... Allah şefaatine erdirsin...
Kendisinin en çok sevdiği künyesi Ebû Türâb... Yâni, toprak babası demek... Çünkü, bir keresinde evde biraz toz pembe, şeker renkli bir şeyler olmuş. Evden kalkmış, mescide gelmiş. Yatmış, uzanmış orda... Peygamber Efendimiz SAS de eve gittiği zaman kızı Fâtımatüz Zehrâ'ya... Onun da cennetlik olduğu Peygamber Efendimiz tarafından müjdelenmiştir. Bellidir, cennet hatunlarındandır Fâtımatüz Zehrâ...
"--Kızım, Ali nerde?.." deyince;
"--Baba, biraz aramızda konuşmalar oldu, kalktı gitti." demiş.
Mescide yatmış. Yâni uzanmış, uyumuş orda... Peygamber Efendimiz yanına gittiği zaman:
"--Kalk yâ Ebâ Turâb!.." demiş. Biraz böyle yatıp topraklandığı için, "Ey toprak babası, kalk!" demiş. Artık o lâtife yollu bir iltifat olduğu için, Hazret-i Ali Efendimiz'in en çok sevdiği lakablardan biridir.
Bir lakabı da Esedullah'tır. --Bendenizin adı Es'ad, yâni ayın ile, es'ten sonra bir kesme işareti ile yazılır. Es'ad, en mutlu demek Arapça olarak...-- Esed, arslan demek Arapça'da... Esedullah, yâni Allah'ın arslanı...
Yine Arapların arslana verdikleri bir başka isim var: Haydar... Onun için Hazret-i Ali Efendimiz'in bir sıfatı da Haydar'dır. Hattâ bazen Haydar-ı Kerrâr derler ki; kerrâr demek, düşmana tekrar tekrar hamle yapan demek... Yâni, öyle bir arslan ki, tekrar tekrar, üs üste ileriye doğru hücum ediyor. Yâni, savaşta kerrârlık önemli...
Bir firar var... Kerre ve ferre var... Ker, öne doğru hücum etmek; fer, geriye doğru kaçmak demek... Fer iyi değil...
(Elfirâri yevmez zahf, minel kebâir.) Firar, savaştan kaçmak büyük günahtır.
Savaşta düşmandan geri kaçması, ancak bir askerî hile için olabilir. Yoksa, öleceğim diye düşmandan kaçılmaz. Onun için, savaşı kazanmıştır bizimkiler... Düşmandan kaçmak büyük günah olduğu için direnmiştir, savaşmıştır.
O bizim ordunun, yeniçerilerin, Osmanlı ordusunun mensuplarının hepsi Hazret-i Ali Efendimiz'in dervişanıdır, onun hayranıdır. Onlar, savaştan kaçmak büyük günah olduğundan, bir taraftan da Hazret-i Ali Efendimiz Haydar-ı Kerrâr olduğundan, firar edici değil de öne doğru saldıran, kükreyen bir arslan gibi olduğundan direnmişler ve savaşmışlardır.
Tabii, Şâh-ı Merdân'dır. Bu Farsça bir tabirdir. Merd, Farsça adam demek; merdân da, adamlar demek... --Farsça'da çoğul takısı -ân oluyor.-- Şâh-ı Merdân, mert insanların şâhı, mertlerin şâhı, mertlerin en önde geleni, mertlerin en üstünü mânâsına geliyor.
Bir de bununla müseccâ' Şîr-i Yezdân tabiri vardır. Şîr, arslan demek Farsça'da... Yezdân da, Allah yerine kullanılan bir kelime... Şîr-i Yezdân, Esedullah'ın Farsça'sıdır; yâni, Allah'ın arslanı demektir.
Şîr-i Yezdân, Şâh-ı Merdân, Haydar-ı Kerrâr, Ebû Turâb Aliyyül Mürtezâ... İşte böyle sıfatları...
Şâh-ı Velâyet'tir; çünkü, evliyalık mertebelerinin yüksek noktalarındadır Hazret-i Ali RA Efendimiz...
Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki:
"Salih insanların anıldığı yere Allah'ın rahmeti iner."
Onun için sanıyorum, böyle bir cennetlik, mübarek, salih büyüğümüzün böyle hayatının; mübârek fasih, beliğ sözlerinin anlatıldığı yere de Allah'ın rahmeti inecektir. Üstümüze, gönlümüze, kalbimize, içimize, dışımıza... Allah-u Teâlâ Hazretleri şefaatine nâil eylesin...
İşte böyle bir niyetle, böyle bir çerçeve içinde, Alevî kardeşlerimizi sevdiğimizden, Hazret-i Ali'yi sevdiğimizden; "Herkes de Hazret-i Ali ne buyurmuş onu bilsin, sözlerine baksın, ayağını onun ayağına, izine uydursun!" diye Hazret-i Ali Efendimiz'in sözlerine besmeleyle başlıyoruz.
Buyurmuş ki, Hazret-i Ali Efendimiz:
Arapçasını da söyleyeceğim. Hattâ istiyordum ki ben... --Affedersiniz kuzeyden geliyorum, karların yağdığı yerlerden geliyorum; İsveç'ten, Danimarka'dan... Şu güne yetişeyim diye zorladım kendimi... Öyle karlar yağan yerlerden kalktım geldim, "Bakırköy'deki Rasim Hocaefendiye vaad ettiğim toplantı kaçmasın; o ilân etmiştir, mahcub olmasın!" diye geldim.-- Ben istiyordum ki, sözlerini de yazayım, size teksir olarak vereyim, elinizde bulunsun. Sözlerinin Arapça aslı elinizde bulunursa, kaynağını da gösterilirse, daha rahat konuşursunuz, anlatırsınız diye, size vesika olsun diye istiyordum. Allah nasib ederse bundan sonra inşaallah yaparız.
Diyor ki, Hazret-i Ali Efendimiz:
1. (İlâhî kefânî fahren en tekûnelî rabben ve kefânî izzen en ekûne leke abdâ. Ente kemâ üridü fec'alnî kemâ türîd.)
(İlâhî) "Ey benim tanrım, ey benim rabbim!" Tanrı kelimesini kullanmak yasak değildir muhterem kardeşlerim!.. Bazı kimseler var, "Allah de, tanrı deme!" diyorlar. Tanrı kelimesinin Arapça'sı ilâhtır. İlâhî, tanrım demek... İlâh kelimesi de var Kur'an-ı Kerim'de, Allah kelimesi de var...
Tabii ilâh tanrı demek olduğundan, başka şeylere de yönelmişse insanlar, onlara da ilâh deniliyor. Meselâ:
(Eferaeyte menittehaze ilâhehû hevâhü?) "Tanrı olarak kendisine, nefsinin arzularını tanrı edinmiş insanı görmedin mi?.." Demek ki, hevâ-yı nefsini tanrı edinmek, putlaştırmak diye böyle geçebiliyor. Yâni, tapılan her şeye ilâh denilebilir. Binâen aleyh, bunun Türkçe'si olan tanrı kelimesini kullanırsak, "Hocam, sen de mi tanrı kelimesini kullanıyorsun?" filân diye bana sitem etmeyin! Normaldir, bir mahzuru yoktur.
Zâten bizim ecdâdımız da Osmanlı Edebiyatı'nda 14. 15. Yüzyıl'da ve daha sonralarda Tanrı Teâlâ filân diye bayağı kullanmışlardır. Daha eski devirlerde "Tengri" diye de kâfî nunu bastıra bastıra kullanmışlardır. Mahzuru yoktur. İlâhî, tanrım demek; rabbim diyelim biz...
Rab, sahip demek... Bir de insanı sıfırdan alıp, büyütüp beslediği için rabdır. Bir tohumu alıyorsunuz, toplu iğne başı kadar ince bir tohumdan kocaman incir ağacı çıkıyor. Bunu yapan kimdir?.. Allah'tır. Rab, yâni mürebbî, yâni terbiye ediyor, arttırıyor --ribâ--; küçücük çekirdeği koca bir varlık yapıyor. Onun mânâsı başka olduğundan "Rabbim" denmemesi lâzım, "Tanrım" denmesi lâzım!.. Ama siz darılmayın diye ben "Rabbim" de diyebilirim; yeter ki, sizin gönlünüz hoş olsun.
Diyor ki:
(İlâhî) "Rabbim, (kefânî fahren en tekûnelî rabben) senin bana rab olman, bana övünç olarak yeter yâ Rabbi!.. Sen benim rabbimsin ya, övünç olarak bana yeter yâ Rabbi!.. (ve kefâni izzen en ekûne leke abden) Ve sana kul olmak, bana şeref olarak yeter yâ Rabbi!.. Senin benim rabbim olman, benim için övünç olarak, medâr-ı iftihar olarak yeter; benim sana kul olmam da, benim için şeref ve itibar olarak yeter."
Ne güzel söylemiş. Nasıl güzel duygularla söylemiş. Sonra buyuruyor ki:
(İlâhî ente kemâ ürîdü) "Yâ Rabbi, sen tam benim istediğim gibisin! Cömertsin, erhamür rahimînsin, ekremül ekremînsin, ahsenül halikînsin, kadir-i mutlaksın!.. Sen benim tam idealimdeki gibisin.
(fec'alnî kemâ türîdü) Beni de senin istediğin gibi yap yâ Rabbi!.. Sen tam benim istediğim gibi bir rabsin; tam benim hayalimdeki, idealimdeki şekildesin... Beni de senin istediğin gibi bir kul eyle yâ Rabbi!.."
Ne güzel duâ... Ne edîbâne söz, ne kadar yüksek söz... Ne kadar hoş... Belağati, fesahati bir cümlesinden çıkıyor ortaya... O efendimizin, büyüğümüzün, ecdâdımızın...
Diğer bir sözü:
2. (Mâ hâbemrüün adele fî hükmihî ve et'ame min kutihî ve zahare min dünyâhu liâhiretihî) Bu sözlerin Arapçalarını da okuyorum ki, belâğati anlaşılsın diye... Çünkü bir dilin başka bir dile çevrilmesinde belâğati gider, fesâhati gider. Edebî sanatların çoğu söner, ölür. Onun için bir bir dile kolay tercüme edilemez. Ancak tanzir edilebilir, benzeri bir ifade kullanılabilir. Edebî eserler de kolay kolay tanzir edilemez, naziresi ortaya konulamaz.
(Mâ hâbemrüün) "Şu kişi hiç hâib ve hâsir olmaz, hiç pişman olmaz, hiç ziyana düşmez. Çok iyi bir durumda olur şu kişi..." Kim?.. Üç vasfını sayıyor: (adele fî hükmihî ve et'ame min kutihî ve zahare min dünyâhu liâhiretihî) Emin olun, şu cümlesi Hazret-i Ali Efendimiz'i sevenleri kurtarmağa yeter.
(adele fî hükmihî) "Hükmünde adalet eden..." Yâni hiç ziyana uğramayıp, dâimâ iyi bir hal üzere olup bahtiyar olacak kimse kimdir?.. Hükmünde adalet eden, (ve et'ame min kutihî) azığından başkasına ikramda bulunan, (ve zahare min dünyâhu liâhiretihî) dünyasından ahiretine hayır ve sevap depo eden... Bu adam pişman olmaz.
Üç vasfa işaret ediyor. Bu sözler niçin söyleniyor? Bir insan bir sözü niçin söyler?.. Karşısındakine nasihat olsun diye... Karşısındaki bir gerçeği görsün diye, sözüne uysun diye söyler. Hele emîrül mü'minîn ise, mü'minlerin komutanıysa, başkanıysa, önderiyse, lideriyse, elbette sözü tutulsun diye söylüyor. Ne yapmamız lâzım?.. Hükmümüzde adil olmamız lâzım!..
Muhterem kardeşlerim! Adâlet bir müslümanın vaz geçilmez, mecbûrî vasfıdır. Hepimiz müslüman olduğumuz için âdil almağa mecburuz. (Velev alâ enfüsiküm evil vâlideyni vel akrabîn) Kendimizin aleyhine bile olsa, anne ve babamız tehlikeye girecek bile olsa, akrabalarımız zarara uğrayacak bile olsa, adalet etmek zorundayız. Allah bize bunu emrediyor. Adâlet müslümanın vaz geçilmez vasfıdır. Kendisi hapse girecek olsa, doğru söyleyecek. Hükmünde âdil olacak insan; bir...
İkincisi, (ve et'ame min kutihî) kendi azığından it'am edecek, verecek. Biliyorsunuz bugün, bidonlar dolusu artıklarımız var... Şimdi biraz tasarruf devresine giriyoruz, belki o kadar olmaz ama, çok israf ediyoruz. Ama o devirde, öyle bir kıtlık vardı ki... Biliyorsunuz, üretim sanayi devrimiyle arttı. Eskiden insanlar böyle herşeyi çok üretemiyorlardı. Tarlalar makinelerle sürülemiyordu, insan gücüne bağlıydı. Değirmende öğütülüyordu unlar... İnsanlar elleriyle çalışarak, toprağı kazarak bir şeyler elde ediyorlardı. Yazın biriktirip, kışın yiyorlardı. Yazın biriktirmeyen, kışın aç kalıyordu. Yahut, ülkenin şartları dolayısıyla kıtlık oluyordu.
Sahabe-i Kiram'dan anlatılan rivayetler var... Bazan öyle kıtlıklar oluyordu ki, sahabe-i Kiram açlıktan karınlarına taş bağlıyorlardı.
.......
Başkasının ağzından çıkan şeyden insan iğrenir ama, aç kaldı mı insan neler yapıyor. Hani uçak düşmüş de, ölü kardeşlerinin bile etini yemişler; gazeteler yazdı, televizyonlar söyledi.
O devirde yeme problemi çok mühim, gıda yok... Kendi azığından biraz ayırıp vermesi lâzım insanın... Onun için diyor ki Hazret-i Ali Efendimiz, "Azığından başkasına ikrâm eden..." Kut, azık demek... Bu da cömertlik alâmetidir, merhamet alâmetidir. Senin var, yiyorsun, karnın tok; ötekisi aç, açlıktan ölüyor. Böyle değil... İslâm toplumu böyle değil, herkes paylaşıyor. Ya yarısını bölüşüyor, "Al yarısı senin, yarısı benim!.. Elmanın yarısı senin, yarısı benim!" diyor. Buna müsâvât ve müvâsaat deniliyor. İşte malıyla yardımcı oluyor, yarı yarıya...
Bir de îsâr denilen bir şekil var --elif, peltek se, elif, re-- kardeşini kendisine tercih ediyor. Kendisi yemiyor, karşısındakine yediriyor. Giymiyor, giydiriyor.
İmam Gazâlî anlatır: Çok fakir bir aile, günlerce aç kalmışlar. Çocuk inliyor, çoluk çocuk ağlaşıyorlar: "Anne, baba, yiyecek isteriz!" Yok bir şey... --İşte görüyorsunuz Somali'nin halini, Afrika'nın halini!.. Zamanımızda da var böyle şeyler...-- Bir hayvan kesilmiş; onun kellesini bir hayır sahibi getiriyor, buna veriyor.
Adam kelleyi alıyor. Tamam; ütüleyecek ateşte, çoluk çocuk yiyecekler. "Yiyecektik ama, benim falanca yerde bir arkadaşım var; o daha muhtaç... Ben biraz daha sabredeyim. Allah başka yerden bana verir, başka bir şey bulurum belki... O daha aç kardeşime göndereyim!" diye kelleyi ikinciye gönderiyor. İkinci şahıs, daha başka birisini hatırlıyor, ona gönderiyor. O ona, o ona... Altıncı şahıs aldığı zaman kelleyi diyor ki: "Benden daha muhtaç falanca aile var!" diyor, ona gönderiyor. O da ilk şahısmış meğerse... Yâni yedi kişiyi dönüyor kelle...
Bu nedir?.. Îsâr... Yâni, kendisi muhtaç olduğu halde,
(Ve yü'sirûne alâ enfüsihim velev kâne bihim hasâsah) "Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, onları kendilerinden önde tutarlar." Böyle idiler.
Hazret-i Ali Efendimiz'in ayet-i kerime ile sabit böyle bir menkabesi vardır, kahramanlığı vardır: Akşam yemek yiyecekler...
(Ve yut'imûnet taâme alâ hubbihî miskînen ve yetîmen ve esîrâ) "Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, öksüze ve esire yedirirler."
Bir akşam bir miskin geliyor, kapıyı çalıyor. "Açım, bi şeyler verin Allah için!.." diyor. Allah için deyince durulur mu, sofrayı alıyorlar veriyorlar. Gündüz oruç tutmuşlardı. Yiyeceklerini miskine veriyorlar, aç kalıyorlar.
Ertesi güne aç kalıyorlar, yine oruç tutuyorlar. Ertesi akşam bir şeyler hazırlıyorlar. Bir esir geliyor. Köle... Kendisinin mülkiyeti yok, birisinin mülkü altında... Parası pulu yok... O kapıyı çalıyor. "Allah rızası için, açım bir şey verin!" diyor. Sofrayı bu sefer ona veriyorlar. Üçüncü gün... İkinci gün yetim geliyor, üçüncü gün esir geliyor.
Hazret-i Ali Efendimiz, söylediği şeyi hayatında kendisi zâten yapmış; ayet-i kerime ile sâbit...
Hükmünde adâlet eden, azığından başkasına yediren ve üçüncüsü: (ve zahara min dünyâhu liâhiretihî) "Dünyasından ahiretine zahîre gönderen, hazırlık yapan, birikim yapan..." Bu neyle olur?.. İyilik yaparak, amel-i sâlih işleyerek, hayır hasenât yaparak... "İşte böyle bir insan ebediyyen dünyada ahirette mahrum, pişman ve perişan olmaz." diyor Hazret-i Ali Efendimiz...
Demek ki, nasıl bir insan olmamızı istiyor?.. Adaletli, cömert, ahireti düşünüp ibâdet ve tâat eden bir insan olmamızı istiyor. Bu sözünden onu anlıyoruz.
Bir tane daha okumağa herhalde vaktimiz olur. Üçüncü sözünü okuyalım bu günlük:
3. (Üfdul alâ men şi'te tekün emiruhû, vestağni ammen şi'te tekün nazîrehû, vahtec ilâ men şi'te tekün esîrehû) Bu müsecca' bir nesirdir. Sanatkârâne bir üslupla söylenmiş bir cümledir.
(Üfdul) "Fazilet eyle, fazleyle, iyilik yap, ikramda bulun! (alâ men şi'te) Dilediğin kimseye... Herhangi bir kimseye bir iyilik yap; (tekün emîruhû) onun emiri olursun, komutanı olursun. Birisine iyilik yaparsan, onun emiri olursun, efendisi olursun."
(vesta'ni ammen şi'te) "Bir kimseye hiç ihtiyaç arzetme, müstağni ol, aldırma; (tekün nazîruhû) dengi olursun.
(vahtec ilâ men şi'te) "Bir kimseye de muhtaç isen, (tekün esîruhû) esiri olursun."
Yâni, "İstediğine iyilik yap; komutanı olursun. İstediğine hiç aldırma; nazîri, dengi olursun. İstediğine muhtaç ol; onun esiri olursun." .
Bu bir sosyal durumu anlatıyor. İnsanoğlunun yapısını anlatıyor. İnsanoğlu birisinden bir iyilik kabul etti mi, yükü altına giriyor onun; minneti altına giriyor. Artık o iyilik yapan emir oluyor.
Peygamber Efendimiz'in bir sözünü hatırlatıyor Hazret-i Ali Efendimiz'in bu ifadesi... Bugün okumuştum. Radyoda konuşma olacak, onu seçeyim diye düşünmüştüm. Diyor ki Peygamber efendimiz:
"Şu insanlara şaşıyorum. Giderler, paralarıyla köle alırlar, azad ederler sevap kazanmak için... Paralarıyla gidip köle alıp azad ederler de, iyilik yapmak sûretiyle hürleri kendilerine köle etmezler." Niye böyle yapmıyorlar?.. Para da yok ortada... Para vermek de yok... Köleyi hür etmek için para veriyorsun, satın alıyorsun, azad ediyorsun. Burda para da yok... Bir iyilik yaptın mı, o senin kulun kölen oluyor. İşte bu mânâ...
Bir kimseye iyilik yap; sen onun emiri olursun, komutanı olursun. Bir kimseden müstağnî ol; onun nazîri olursun. Bir kimseye hele bir muhtaç ol; o zaman onun esiri olursun.
Yâni bu ne demek?.. Mümkün olduğu kadar kimseye muhtaç olma ki, yük altına girmeyesin demek...
Üç tane sözüyle bugün böyle tamamlayalım veya isterseniz, azımsadıysanız bir tane daha okuyalım. Veya iki tane daha ekleyelim de, böyle azımsama olmasın.
4. (İhmed men yağlüzu aleyke ve yaizük, lâ men yüzekkîke ve yetemellakuk) Öv, medhet o kimseyi ki, sana sert konuşup hakkı tavsiye ediyor. Sana sert konuşup da hakkı tavsiye eden kimseyi medhet, öv, beğen!.. (lâ men yüzekkîke ve yetemellakkük) Seni temize çıkarıp, sana dalkavukluk yapanı değil..." Yâni seni temiz gösterip, iyisin hoşsun deyip de sana dalkavukluk yapanı değil; sana sert tavır koyup da hakkı söyleyeni öv!.. Hoşuna gitmese bile onu öv!.. Ötekisi, dalkavuğun sözü hoşuna gider ama, o doğru değil...
5. (İhter en tekûne mağlûben ve ente munsıf, velâ tahter en tekûne gâliben ve ente zâlimen) "Sen adâletli iken mağlub olmayı, zâlim iken galip olmana tercih et!.. Zâlim durumda, zâlim sıfatında iken galip olmayı isteme; haklı o da istersen mağlub ol!.. Haklı olduktan sonra mağlub olmayı, zâlim olup galip olmaya tercih et!.."
Bu da tabii, bir fazîlet duygusudur ki, ancak Allah'a çok inanan insanlar böyle hareket edebilirler. Yâni, insan umûmiyetle nefsinin arzusu olarak galibiyet ister, üstünlük ister. İşin öbür tarafına bakmaz. Ama, galibiyeti sağlarken de çok kere zâlimlik olur, baskı olur, haksızlık olur. "Hayır! Sen zâlim olup da galip geleceğine, haklı ol da mağlub ol!.." buyurmuş.
İşte Hazret-i Ali Efendimiz böyle fazîlet prensiplerini düşünebilen, dile getirebilen, fesahat ve belâğat sahibi, böyle mübârek, muhterem bir zât...
Allah nasihatlerinden istifâde edip, bunları hayatımızda prensipler olarak değerlendirip, sevap kazanmayı nasîb eylesin... Ahirette de onun yanında, ona komşu olmayı nasîb eylesin...
Allah hepinizden razı olsun...
Soru:
Kurban bayramında alevî ile sünnîlerin ortak kurban kesmeleri olabilir mi?..
Ortak kurban kesme --biliyorsunuz-- sığırda ve devede olabilir. Sığır yedi haktır, deve de yedi haktır. Ya herkes tek tek koyun veya keçi kesecek; ya da koyun ve keçi yok, yedi kişi bir araya gelip de sığır kesebilirler. Yedi kurban kuvvetindedir sığır veya deve...
Demek ki, "Büyük baş bir hayvan kesileceği zaman, şahıslardan birisi alevî olsa kesilebilir mi?" diyor. Kesinlikle, rahatlıkla kesilebilir. Çünkü mü'min kişi, kurbanın vacip olduğuna inanmış ve o işe davranmış ve kurban kesme çaresine bakıyor. O zaman, niyet müttehid oluyor. Niyetler aynı olduğu zaman kişiler beraber kurban kesebilirler. Kesebilir.
Allah hepinizden razı olsun...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh...
14 Nisan 1994 - Bakırköy