ASIL GÖREVİMİZ

Halil Necatioğlu

Bu dünya hayatında asıl amacımız Allah-u Taâlâ CC Hazretleri'nin rızasına nâil olabilmektir. En büyük gàye, hedef, çalışmalarımızın kaynağı, sebebi budur. Allah-u Taâlâ CC Hazretleri'nin rızasını kazanmanın, resûl-i edîbi Muhammed-i Mustafâ SAS'in şefaatine nâil olmanın, sevgisini, teveccühünü kazanmanın yolunun, dîn-i mübîn-i İslâm'a ve onun müntesibi olan müslüman kardeşlerimize hizmet etmek olduğunu biliyoruz; hizmeti kendimize şeref addediyoruz. Hizmeti nasıl yapabiliriz diye, çeşitleri üzerinde gücümüzün yettiğince, aklımızın erdiğince, kültürümüzün, tecrübemizin, müktesebatımızın bize gösterdiği istikamette --belki karınca kararınca-- bir şeyler yapmağa gayret ediyoruz.

Allah-u Taâlâ CC Hazretleri, dinine hizmet etmeyi bize en büyük görev olarak vermiştir, yeryüzünde bu hizmeti görmek üzere görevlendirilmiş bir ümmetiz. "Bu kâinatın nizamı bizden sorulur." diye düşünüyoruz, sorumluluk hissediyoruz. Düzene sokmağa çalışıyoruz, düzensizliğin de karşısında var gücümüzle mücadele vermek istiyoruz.

Ama diğer insanlar, başka dinlerin mensubları, bu idrake erememiş insanlar, cahilliklerinden ve kâfirliklerinden Allah'ın razı olduğu din olan İslâm'la mücadele ediyorlar, Allah'ın hükmüne karşı geliyorlar, asî oluyorlar ve işin acı tarafı, maddî imkân, alet-edevat yönünden de bizden ileride bulunuyorlar. Hem Allah'ın düşmanı, dolayısıyla Allah'ın kulluğunu yapmağa çalışmak durumunda olan bizlerin amansız can düşmanı, hasmı oluyorlar, o pozisyondalar; fakat biz onlardan alet-edevat ve imkân ve müktesebat, disiplinli çalışma bakımından maalesef daha geriyiz. Biz görevimizin şerefiyle mütenâsib şekilde İslâm'a sarılamamışız, görevimize sarılamamışız.

Dünyanın bir çok yerinde müslüman kardeşlerimiz var; kardeşimiz olduğu için onları seviyoruz. Mü'min olduğu için mutlaka kâfirden daha öndedir, daha kıymetlidir, imandan dolayı bir meziyeti ve şerefi vardır. Ama cahillik, gerikalmışlık, sonuçta İslâmî mânâda da onların istenilen seviyeden aşağıda kalmasına sebep oluyor. Acı olan taraf budur. Hem Allah'ın dostu, hem de bir sürü kusuru var... Hem Allah ordusunu mensubu, hem de bir sürü tenkid edilecek tarafı var... Hem böyle çok şerefli bir görevli, hem de kendi şahsî kusurları ve tenbellikleri, kabahatleri dolayısıyla alçalmış bir kadro... Bizim bundan çok rahatsız olmamız lâzım, üzülmemiz lâzım, mensub olduğumuz kapıya gölge düşürmememiz lâzım; mükemmel çalışmalıyız.

Müslüman deyince, Allah'ın eri, Allah'ın askeri, Allah'ın sevdiği zümrenin mensubu deyince parmakla gösterilen, her yönden beğenilen insanlar olmamız gerekirdi. Ama bu durumda değiliz. Belki Türkiye'deki müslümanlar başka yerlerdeki müslümanlardan bazı bakımlardan daha ileridir. Ama çalışmalarımızı kifayetli görmüyorum, gayretlerimizi kifayetli görmüyorum, zahmetlerimizi, masraflarımızı kifayetli görmüyorum.

Tabiî biz gücümüz, tâkatimizle sınırlıyız; tâkatimizden daha yüksek bir şeyi Mevlâmız bizden taleb etmiyor; ama kapasitemizin altında çalıştığımız için utanmalıyız. Çünkü bizim kapasitemiz şu mevcut durum değildir, bizim kapasitemiz çok daha yüksektir. Biz kâinata nizam vermeye, potansiyel olarak gücü yetecek bir toplumuz. Dünya üzerindeki her beş kişiden bir tanesi müslüman ve dünyanın en güzel yerlerine sahip, dünyanın en stratejik mallarına, madenlerine, petrollerine sahip; jeopolitik yönden fevkalâde güzel bir konumda, tarih yönünden fevkalâde iyi örnekler sergilemiş bir mâzisi var, ve bu bir kişinin beş kişiye yön göstermesi de mümkün...

Öteki beş kişiden bir tanesi de zâten ehl-i kitaptır. Hristiyanlara bizim, "Ey ehl-i kitap, gelin aramızdaki müşterek inanca, aynı kelimeye, aynı ilâna, aynı söze; Allah'tan gayrıya tapınmamak, Allah'ı bırakıp da aramızdaki beşer olan, bizim gibi olan birisini tanrı edinmemek konusunda karara bağlanıp sonuca ulaşalım, yanlışı bırakalım, aynı noktaya gelelim!" diye bir iman teklifi yapmamız gerektiği emrediliyor ayet-i kerimede.

Fakat biz bu çalışmaları yapmamışız. İslâm'a dâvetin, Allah'ın dinine hizmetin hiç aksamadan hayatımızın en önemli işi olarak devam etmesi gerekirdi; bizden önceki nesillerde de bu aksama olduğu için ve hedefler şaşırıldığı için, idealler bırakıldığı için, ideallere bağlılıklar gevşediği için biz bu duruma düşmüşüzdür. Yâni, bizim kusurumuzun cezâsıdır bugünkü durumumuz.

Bu zamanın müslümanları, herkes yaşamayı gàye edinmiş, yaşamanın içinde İslâm'a da bağlılığı var. Yâni hayatın hayatın gàyesi ve ana hedefi İslâm'a hizmet değil, yaşamak esas ve o yaşamının, mesleğinin, işinin gerektirdiği işleri yapmak esas... Onun arasında da, "Mesâi dışında olduğu kadarıyla İslâm'la bağlantısı olabilir bir insanın; ancak İslâm oralarda uygulanabilir." gibi bir sakat zihniyet içinde müslümanlar. Yâni İslâm'ı bir garnitür gibi, bir aksesuar gibi düşünüyorlar, ana mesele olarak düşünmüyor müslümanlar. Hayatları, geceleri gündüzleri, akılları fikirleri İslâm'a hizmet yönünde değil...

Bu büyük bir kusurdur, yanlıştır. Sahâbe-i Kiram'ın hayatıyla taban tabana zıttır. Sahâbe-i Kiram'ın hiçbirisinin zihniyeti böyle değildir. Onların mesleklerinin bazısını biliyorsak da, bazısının ne yaptığını bilmiyoruz bile... Ne mesleği olduğunu, ne meziyeti olduğunu bilmiyoruz. Ama biliyoruz ki, hepsi Allah'ın dinini yaymak için dünyanın her tarafına yayılmışlardır. Kimisinin Semerkant'ta kabri vardır, kimisinin Mısır'da, Tunus'ta kabri vardır, kimisinin Kıbrıs'ta, Anadolu'da kabri vardır, Kafkaslar'da kabri vardır. Dünyanın her yerine yayılmış ve vazifelerini yapmışlardır.

Devir gelmiş geçmiş, bizim üzerimize nöbet geçmiştir. Bizim şimdi Allah'ın dinine en güzel hizmet etme görevimiz vardır omuzumuzda... Allah'ın huzuruna, yüzümüz ak, alnımızın açık olduğu bir şekilde, vicdânen müsterih olarak elinden geleni yapmış, tâkati kadar, tâkatinin sonunu, azamîsini, kapasitesinin tamamını kullanmış olarak gitmemiz lâzım; "Yâ Rabbi, elimden geldiğince çalıştım!" diyebilmemiz lâzım!..

İslâm, Temmuz 1994