İkinci Fasıl
ÂDÂB-I BÂTINE
Yirmi âdâbın ikinci yedisine de âdâb-ı bâtıne derler. Bunlar:
1. Tezekkür-ü mevt,
2. Râbıta,
3. Huzur,
4. Vukf-u kalbî,
5. Vukf-u zikrî,
6. Vukf-u adedî,
7. Bâz geşt.
1. Tezekkür-ü Mevt
Ölümü hatırlamaktır. Sâlik olan kimsenin, güyâ sekerât-ı mevti, yâni canın bedenden çıkma zamanını ve yıkayıcının gasil ve tekfin hizmetini, tabuta konup namazının kılınmasını, götürüp kabre bırakmalarını; yalnız başına orda kalıp Münker ve Nekir denilen iki meleğin gelip sorgu sormalarını ve bu sûretle ehvâl-i kıyametten kurtulamyacağını tefekkür ve teyakkun ile;
(Udde nefseke min ehlil-kubûr) [Nefsini kabir ehlinden, ölülerden say!] hadis-i şerifince, kendisinin ölülerden olduğunu ve bulunduğu yerin kabir olduğunu düşünmesidir. İşte bu tefekkür ve tahayyül, lâyıkıyla icrâ eden sâlikin nefsinin kırılması ve hevâ vü hevesinin kesilmesine en iyi bir yoldur.
Peygamberimiz SAS Hazretleri de:
(Eksirû zikra hâzımil-lezzâti) buyurmuşlardır ki, "Lezzetleri sizden kesip alan ölümü çok düşünün!" demektir.
2. Râbıta
Mürşidi şahsen tahayyül etmektir. Yâni hayalinde zabt ve muhafaza etmektir. Bunun yolu, tevâzu ve meskenetle mürşidin şemâilini tahattur edip, gûyâ alnını alnına mukabil olarak hazine-i feyz olan iki kaşı arasına nazar ile ondan feyz taleb etmektir. İki kaş arası nûr-u Muhammedî'nin (SAS) durduğu yerdir. Orası mevzi-i feyz ve mehbıt-ı nurdur. Bu râbıta ve tahayyül sebebiyle, kalb zikre istidat kesbeder. Râbıtanın şer'an câiz ve lâzım olduğuna dair birçok edille olduğu gibi, Hazret-i Hàlid-i Bağdâdî Rahimehullah'ın bu hususta ayrıca bir eseri de vardır. Burada bu delillerden birkaçını zikr ile iktifa edeceğiz.
Mâlûm ola ki, kemâl-i şühûda vusûlün husûlü, nûr-u telkîn ve keynûnet-i maas-sàdıkîn iledir. Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Keriminde, estaîzü billâh:
(Ve kûnû maas-sàdıkîn) [Sàdıklarla beraber olun!] buyurmuştur. Bu ise iki türlü olur; yâ sûrî, veya mânevî... Sûrî olan, ehl-i sıdk ile beraber ve onların meclisine devamla olur. Mânevî ise, münâsebet-i mâneviyye ile olur. Bundan kasd, kemâl-i muhabbettir. Muhabbet ise, kişinin sevdiği mahbubunu dâimâ gözünün önünde tahayyül etmesini, hatırında tutmasını iktizâ eder.
(El-mer'ü mea men ehabbe) buna işarettir. Yâni, "Kişi dâimâ sevdiği kimse ile beraberdir." Feyz alma ve bereketlerin husûlü muhabbet miktarıncadır.
Râbıta tarikatta şeyhine refik olmaktır. Çünkü,
(Er-refîk sümmet-tarîk) [Önce arkadaş, sonra yol.] denilmiştir. Meşâyih-ı kirâmın da dedikleri gibi, sâlikteki sevgi bütün güç ve kuvvetiyle ve tam bir meyil ile olmalıdır. O şeyhini nefsi, ehl ü iyâli, mal ve mülkü ve her şeyi üzerine tercih ve ihtiyar ile, gizli ve âşikâr her hususta bütün emirlerine bilâ itiraz itaat edip ve yine de lâyıkıyla sevemedim diye af ve özür dilemelidir denilmiştir. (Meylüke ileş-şey'i bikülliyyetike sümme îsâruke alâ nefsike ve ehlike ve mâlike sümme müvâfakatüke fis-sirri vel-cehri sümme i'tizâruke bitaksîrike) İhyâ-i Ulûm ve Tercüme-i Mevâhib-i Ledünniyye kitaplarının muhabbetle ilgili bahislerinde târif budur.
Bu tarîkatta râbıtasız sülûk çok müşkildir. Hak Sübhànehû ve Teàlâ;
(Vebteğ ileyhil-vesîlete) [Allah'a yaklaşmaya vesîle arayın!] (Mâide: 35) buyurmuştur. Padişahlar huzuruna bile vasıtasız girmek müşkül olunca, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna girmek için vesîle biz-zarûre lâzımdır.
Makàm-ı müşâhedeye varmış, sıfât-ı zâtiyye ile tahallûk eylemiş olan şeyhi kâmile mürîdin kalbindeki râbıta, zikre istîdat peyda eder.
İhyâ-i Ulûm'un namaz bahsinde, namaz kılan kimse "Esselâmü aleyke eyyühen-nebiyyü ve rahmetullàhi ve berekâtühû" derken, kalbine Efendimiz SAS Hazretleri'nin şemâilini getirip, ona hitâben huşû ile demek lâzım olduğu bildirilmiştir ki, bu da Nebî AS'a râbıta demektir.
Hazret-i İbn-i Abbas RA'ın, Peygamberimiz SAS'in aynasına baktığı zaman, aynada kendini değil de Rasûlüllah SAS Efendimiz'i görmesi de bir rabıtadır ki, buna da râbıta-i fenâ denir. Her hal ve zamanda onun gözünün önünden Rasûl-ü Ekrem'in şemâilinin ayrılmaması, onda kendini yok (fânî) etmesiyle olur. Bu halin hepimizde de böyle olması iktizâ eder. Heyhat!..
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri de: "Râbıta, şeyhin sûretini Tarîkat-ı Aliyye'ce ma'lûm ve muayyen vech üzere hıfz etmekten ibarettir." demişlerdir.
Zikir her ne kadar zâtında şerâfet ve fazl sahibi ise de, râbıta yolu mübtedîye zikirden ziyâde nâfîdir, faydalıdır. Zîrâ, mübtedî mürid alem-i süflîye mübtelâdır. Alem-i ulvî ile münasebeti yoktur. Feyz ve berekâtı vasıtasız olamaz. Onun için vasıtaya, vesîleye muhtaçtır. O vasıta öyle bir kâmil zâttır ki, alem-i ulvîden hisseyâb olmuş ve dâvet-i halk ve irşad için alem-i süflîye gönderilmiş ve indirilmiş ola. Bu münasebetle, alem-i gaybdan füyûzât alarak, alem-i süflî ile münasebeti dolayısıyla o füyûzâtı müsteid olan kimselere ve müridlerine îsâl eyleye...
Seyyid Şerif KS, Şerh-i Mevâkıf'ında, evliyânın sûretlerinin müridlerine zuhur ve onlar da ol sûretten feyz ve nur aldıklarını beyan ile râbıtaya işaret buyurmuşlardır.
Hàdimî Hazretleri de, Risâle-i Nakşıbendiyye'de, "Sâlik ya şemâil-i Nebî SAS'i veya şeyhinin sûretini tahayyül eylemelidir." diye tasrih eylemiştir.
Sâlik-i mübtedî için bir mürşide taallûk mühimdir. Zîrâ mürşid Allah'ın emirlerini ve hakîkatleri bildirdiği için ve bu sıfatlarla muttasıf olduğundan, ona teveccüh etmek fenâ ve ve cezbeyi celb eder. Tasavvufta ise hakîkat-ı terk cezbesiz olmaz. Onun için mübtedî olan, mürşide taallûku nefyedip cezbe peşine düşer ve mürşidine muhabbet ve teveccühü terk eylerse, sülûkundan düşüp ifnâ ve terk zevkine vâsıl olamaz.
Râbıtanın evveli tekellüfle elde edilir. Muhabbetteki aşkı ile, sonra da kendisinde fenâ fiş-şeyh hàsıl olur ki, bu fenâ fir-rasûl ve nihâyet fenâ fillâh'ın başlangıcıdır. Fenâ fillâhın zuhuru mümkün değildir ve olsa da çok müşküldür Bu sebeple müride lâzımdır ki, kendi iradesini şeyhinin iradesine tâbî kılıp, kendisini tamâmiyle ona ısmarlayıp, onun sohbetinde gassâlin elindeki ölü gibi ola... Bu hal her tarikatta lâzımdır. Bâhusus Nakşıbendiyye Tarikatı'nda ifâza ve istifâza, yâni feyz vermek ve feyz almak, aynanın yaptığı akis gibidir ve esası sohbet üzeredir. Binâen aleyh, şeyhle münasebet ne kadar çok olursa, te'sîr-i sohbet ve fâide de o kadardır.
Eğer bir kimse Uveysî olup da, pîr-i zâhire muhtaç olmayarak inâyet-i ilâhiyye ile ehl-i kemâl olur ve bir şeyhte fenâ olmadan Hak'ta fânî olması mümkünse de, bunlar kibrît-i ahmer gibi pek nâdirattandır. (En-nâdiru kel-ma'dûm) dedikleri gibi yok hükmündedir.
Nisbet-i râbıta ki, hıfz-ı sûret-i şeyhtir; mürîde zikirden ziyâre nâfîdir. Bunun galebe ve devamı, mürîde nîmet-i uzmâdır ki, gûyâ dâimâ huzurdadır ve şeyhinden kolaylıkla feyz alabilir. Bu da mürşid ile münâsebet-i tâmmeyi temin eder. Bununla beraber mürşidin huzuru başka şekillerde de olabilir. Kemâle ulaşamayan müridlere râbıta ve huzur-u mürşid lâzım ve muteberdir ve çaresiz sohbet lâzımdır, terk olunmaz. Müridin yalnız râbıta ile iktifâ etmesi hatâdır.
Ashàb-ı güzîn --rıdvânullàhi aleyhim ecmaîn-- hazerâtı, muhabbet ve huzur-u Rasûlüllah'ta bulunmaları devleti ile ashab oldular ve derecât-ı âliyyeye eriştiler. Uveys-i Karânî Hazretleri, her ne kadar mânen Rasûlüllah'tan ahz-ı feyz eyledi ise de, şeref-i sohbet ile müşerref olamadığı için, ashab zümresine dahil olamayıp zümre-i tabiînden oldu.
Sûret-i şeyh ayn-ı şeyh değildir ve şeyhten müstağni eylemez. Sohbet-i şeyhte olan feyz, sûretinde yoktur. Her ne kadar şeyhten uzaklık mânevî yakınlığa mânî değilse de, imdi zâkir olan sâlikin kötü ve fenâ hatıralardan ve tabiatı iktizası çirkin huylardan halâs olmasının en kolay tarafı ve faydalısı, şeyhinin himmet-i bâtınesinden istimdâd edip, onu teveccühüne kıble kılmasıdır. Zîrâ kendisini Hak Sübhànehû ve Teàlâ'ya teveccühten aciz bilip, mürşidini vesîle-i teveccüh eylemek, netice husûlüne daha yakındır. Eğer şeyhin sûreti esnâ-yı zikirde tekellüfsüz zâhir olursa, onu da kalbinde hıfzettiği halde zikre devam edilmesi, hale münasib olur. Eğer râbıta esnasında mürîde bir sekir ve gaybûbet, yâni kendinden geçme gibi bir hal olursa, o zaman sûrete iltifatı terkedip, bütün kuvvetiyle ve varlığıyla o hale müteveccih ola. Bu gibi mâsivâdan gaybûbet zamanına, vüsûl ve şühûd tâbir ederler.
Sâlikin şeyhine olan râbıtasına münasebet peydâ etmesi, şeyhine muhabbet ve hizmetle, zâhiren ve bâtınen onun âdâbına riâyetle olur. Nisbet-i râbıta galebe eylediğinde, kendini şeyhin aynı ve onun libâs ve sıfatı ile mevsuf bulur. Her neye baksa, sûret-i şeyhi görür. Bu hususta en büyük ve en mühim şart, şeyhinin kâmil ve mükemmil olmasıdır.
Sâlikteki fütur, tenbellik ve gevşekliğin en ziyâdesi, sülûk ve cezbeyi tamam etmeden şeyhlik makamına oturan şeyh-i nâkıstan izin almaktır ki, tàlibine onun sohbeti semm,i katildir. Bu vücudu değil ruhu öldüren bir zehirdir. Ruhsuz vücudun ne demek olduğu herkesçe mâlûmdur ve tàlibin istîdadını söndüren bir maraz-ı mühliktir.
3. Huzur
Mâsivâyı terktir. Husûsiyle mâsivâ cümlesinden olan dünya muhabbeti, efrâd-ı mü'minînden her birinin kalbinden çıkmış olmalıdır. Zîrâ,
(Hubbüd-dünyâ re'sü külli hatîetin) [Dünya sevgisi bütün hataların başıdır.] vârid olmuştur. Sülûke gelince, bütün mâsivâyı terk etmek iktizâ eder. Tâ ki, kendisinde fenâ-yı kalb hàsıl ola...
Fenâ-yı kalb tâbir ettikleri şol şeydir ki, Hak Celle ve A'lâ'dan gayrisini dil ve gönülden selb ede, öyle ki eğer tekellüf ile Hak'dan gayrisini hatırlatmağa çalışsa, kat'iyyen hatırına gelmeye... Bu hal etvâr-ı velâyette ilk adımdır ve bu huzur ihsân ile mûteberdir. İhsân kelimesini;
(El-ihsânü en ta'büdallàhe keenneke terâhü, fein lem tekin terâhü feinnehû yerâke) hadis-i şerifi açıklamaktadır. Mânâsı: "İhsân, Allah-u Teàlâ'yı görür gibi ibadet etmendir. Sen her ne kadar Cenâb-ı Hakk'ı görmezsen de, Allah-u Teàlâ seni görür." demek olur. İşte Cenâb-ı Hakk'ın gördüğünü tefekkürle huşû ve hud üzere bulunmalıdır ki, huzur odur.
Mâlûm ola ki, din ile dünyanın cem'i, zıtların cem'i kàbilindendir. Yâni birbirine zıttır. İki zıddın ictimâı ise mümkün değildir. Ateşle su, ateşle barut gibi. Bu sebepten ahirete tàlib olana dünyayı terk muhakkak lâzımdır. Lâkin zamanımızda, dünyayı terk pek de kolay değildir. Bizzarûre hükmen terk iktizâ etmektedir.
Hükmen terk demek, dünya işlerinde şeriat-i garrânın hükmü muktezâsınca hareket edip, yeme, içme, giyme ve meskende hudûd-u şer'iyyeye riâyet etmek demektir. O hududu tecâvüze tecviz ve müsaade edilmeye... Malının zekâtına ve sâir hukkullah ve hukk-u nâsa riayet edile... Ahkâm-ı şer'iyye ile amel olundukta, mazarrat-ı dünyadan kurtulunur, ahiret nimetleriyle cem olunur. Ahkâm-ı şer'iyyeye riayet edilmezse, bahsimizden hariçtir, münafık hükmündedir. Sûretâ iman ahirette ona faydalı olmaz.
Nakşıbend Muhammed Bahâeddîn Hazretleri'nin, "Bizim kısmetimiz mâsivâyı nefy etmektir." buyurmaları, mâsivâ ile taallûku ve onun maksudiyetini, ve belki mâsivâya olan şuhûd ve şuuru nefiydir. Tarîk-ı Nakşıbendiyye'de şart olan fenâ ve tevhîd-i şuhûdînin hàsılı budur. Mâsivâ hakîkaten gerek mevcut olsun veya olmasın, nefy-i vücûd-u mâsivha eylemek için tevhîd-i vücûdî, yâni vahdet-i vücud hiç lâzım değildir. Zîrâ bu tarîk ekâbîrinin nefy,i vücud ile işi yoktur. Tevhîd-i şuhûdî lâzımdır ki, menâzil-i kurbe vâsıl olmak ona kâfîdir. Gerektir ki, sâlikin basîretinde mâsivâdan nam ve nişan kalmaya ve mâsivâya olan taallûk-u ilmî ve hubbî yok olup, Bârîgâh-ı Kudse, Hakk'a yol bula...
4. Vukf-u Kalbî
Meşâyih-ı kirâm bunu, her biri bir türlü tâbir etmişlerdir ki, ekseri sâlik-i müntehî kârıdır. Mübtedîye göre vukf-u kalbî; sâlik cemî havvasıyla müteveccih olup, her türlü eşya mülâhazasından ve hatırından çıkmış olduğu halde, nazar-i ilâhî kendisini her cihetten muhit olduğunu düşünerek, kendini de nazar-ı ilâhîde muhât kılmak ve bu mülâhaza üzerine müstemir olmaktır. Zîrâ bu mülâhazada devam, nazar-ı ilâhî tahtında kendini o derece ufaltır ki, tedricen vücudundan eser kalmaz. O halde;
(Küllü şey'in hâlikün illâ vecheh) [O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır.] (Kasas: 88) ayet-i kerimesinin sırrı zuhur eder. Bu surette vücud-u imkânîsi fenâ bularak, gerek vücudunda ve gerek sâir eşyada vücûd-u Hak'tan gayriyi, yâni Hak'tan başkasını müşâhede edemeyip, maksad-ı aksâ ve matlab-ı a'lâya; yâni:
(Mûtû kable en temûtû) "Ölmezden evvel ölünüz!" sırrına vâsıl olur. Böylece nefsini kırma, hevâsını yok etme sûretiyle cihad-ı ekber ederek, yâni nefsiyle büyük mücâdele ederek, Ölmezden evvel ölünüz!" sırrına vâsıl olanlar, estaizü billâh:
(Ve lâ tahsebennellezîne kutilû fî sebîlillâhi emvâtâ, bel ahyâün inde rabbihim yürzekn.) [Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar diridirler, Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar.] (Âl-i İmran: 169) ayet-i kerimesi mûcebince, erzâk-ı mâneviyye --ki, maarif ve hakàyık nurlarının parlayışı ve ind-i ilâhîdeki yakınlık ve keramettir-- ile merzuk ve ferah içerisinde oldukları halde, ebedî hayata nâil olurlar.
Tarîkat-ı Aliyye'de vukf-u kalbî böyle büyük bir esas olduğu için, sâdât-ı kiramdan bazıları, eğer sâlik, yânı zâkir Hakk'ı zikirden müteessir olmazsa, onu mücerred ve yalnız vukf-u kalbî ile memur ederlerdi. Çünkü gönül sahibi kendi kalbine müteveccih oldukta, gûyâ kalbinin etrafına o teveccühten gayet kuvvetli bir kale peydâ olup, alemin haberlerinin ve vesveselerinin kalbe vusûlüne mânî olur. Bu sırada gönül maksad-ı aksâya, yâni asıl maksad olan Hakk'a bağlanır. Zîrâ kalb, hiçbir vakitte meşguliyetsiz kalmaz. Ne zaman ki meşguliyettenmen oluna, ozaman maksada, yâni Hakk'a teveccühten başka çaresi yoktur.
Kalb gerçi şurette bir et parçası ise de, lâkin bu et parçası nâçiz, itibarsız ve kıymetsiz maddî bir uzuv olduğundan, hayalinde sûret,i kalbe yer verilmeye ki, maksud olan kalble teveccühtür, kalbin sûretini tasvir değildir. kalb bir cevher-i nefîstir ki, alem-i halkın esrar hazineleri ve alem-i emrin incelik ve gizlilikleri onda saklıdır. Alem-i halk, bulunduğumuz alemdir. Alem-i emr ise, melekût ve ceberût alemleridir.
Bu vukf-u kalbîde hiç olmazsa 15 dakika miktarı durulmalıdır. Bu müddet ne kadar uzatılırsa, o kadar yakınlık ve istidat hasıl olur.
Tarikat-ı Aliyye-i Nakşıbendiyye'de bu vukuf her taatte lâzımdır. belki her bir halde iktizâ eder. Ayakta, otururken, yatarken, hattâ helâya gittikte ve hattâ münâsebet-i cinsiyyede dahi terk edilmemelidir.
(Ellezîne yezkürûnallàhe kıyâmen ve kuden ve alâ cünûbihim) [Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken (her vakit) Allah'ı zikrederler.] (Âl-i İmran: 191) ayet-i kerimesi buna işarettir.
Vukf-u kalbînin asıl Türkçesi, gönül Hak Sübhànehû ve Teàlâ'dan âgâh ve uyanık olmaktan ibarettir. Esnâ-i zikirde mezkûrdan, yâni zikrolunandan âgâh olup, gönlü mezkûra bağlamak şarttır. Zîrâ, zâhirde vücudun kıblesi Kâbe olduğu gibi, can ve gönlün kıblesi de kalbdir.
5. Vukf-u Zikrî
Zikre vâkıf olmaktır ki, mâsivâdan hâlî olduğu halde kalbine ism-i celâli, yâni "Allah" lafzını nakşedip; mânâ cihetinden zikir, zikrolunanı hatırlamaya vesîle olduğundan, isimden müsemmâya, yâni Allah'ın isminden Allah'a rücû ve intikal ederek, zâtının benzeri, nâziri ve eşi olmadığnı, noksan sıfatlardan münezzeh ve müberrâ olduğunu tefekkür ile zikretmektir.
Zîrâ kalbinde mâsivâ (Hak'tan gayri şeyler) olduğu halde zikreden zâkirin hasmı Allah'tır.
(Men kàlellàhe ve fî kalbihî allàh, femuînühû fid-dâreyni allàh; ve men kàlellàhe ve fî kalbihî gayrullàh, fehasmühû fid-dâreyni Allàh.) "Her kim diliyle Allah der de, kalbinde de Allah bulunursa, onun iki cihanda yardımcısı Allah'tır. Yine her kim lishanıyla Allah der de, kalbinde Allah'tan gayri bulunursa, iki cihanda onun hasmı Allah'tır." Yâni kalbi Allah'ın rızasından gayri şeylerle meşgul ise, onun diliyle yaptığı zikrin bir faydası olamaz.
Zikr-i kalbîye çok devam edilmelidir. Bu şartla huzur edebinde anlatıldığı gibi, zikir ve huzur gönle öyle meleke olur ki, onu gönülden zorla çıkarmak bile mümkün olmaz.
Mâsivâ denilen, Allah'tan gayri ve onun rızasına muhalif olan her şey gönülden çıkarıla ve orada Hak Sübhànehû'dan gayri hiç murad ve maksud kalmaya... Allah lafz-ı mübârekinin mânâsını mülâhazada hiçbir sıfatı ona munzam kılınmaya, yâni ona karıştırılmaya ve eklenmeye... Hiçbir sıfat denilmesinden maksad, Esmâ-i Hüsnâ'da mâlûm olan diğer sıfatları da, Allah ism-i şerifiyle birlikte bulundurmaya... Yalnız Allah diye ve ondan başka bir şeyle meşgul olmaya... Onda dura, onun hàzır ve nâzır olmasını dahi mülâhaza eylemeye ve düşünmeye...
6. Vukf-u Adedî
Esnâ-i zikirde zikrin sayısından haberdar olmaktır. bu da yalnız havâtırı toplamak içindir ki, sâlikin zâkirin tereddüdü yalnız zikrin sayısında kalıp, sâir meşguliyetlerden halâs ola... Namazdaki tesbihlerde 33 adedine riâyet bu sebepten mesnundur.
7. Bâz Geşt
Zikir esnasında,
(İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî) demek de lâzımdır. Mânâsı: "Ey benim Allahım! Maksudum sensin ve matlubum senin rızâ-yı şerifindir." demektir. Bundan maksad, tashîh-i niyyettir. Yalnız dil ile söylemek kâfî değildir; kalben ve ceseden başka talebi olmayıp, ancak rızâ-yı ilâhîye rağbetli olmaktır. Zîrâ sülûktan, tarikata girmekten ve zikirden maksad ve matlab, ancak rızâ-yı ilâhîdir.
Hazret-i Gavs-i A'zam Abdülkàdir-i Geylânî KS'nun,
Elâ fezhed anil-ekvâni feksıd,
Rıdà rabbil-verâ mevlel-mevâlî
buyurmaları buna nâzırdır ki, rızâ-yı Rabbânî ancak kevnden, yâni mâsivâdan (Hak'tan gayrisinden) i'raz ve zühd olduğunu beyandır. Zîrâ sûfîye sülûk esnasında zuhur eden haller, cezbeler, ilimler ve irfanlar maksad-ı aslîden değildir. Belki evham ve hayâlâttır ki, tarikattaki çocuklar, yâni mübtedîler bunlarla terbiye olunurlar.
Bunların hepsinden geçip, makàmât-ı sülûk ve cezbenin nihayeti olan ihlhasın tahsilinden başka bir şey değildir. Efkârı kısa olanlar ef'al, ahvâl ve mevâcidi maksaddan addederler. müşâhedeleri ve tecelliyatlarına bakıp, matlab işte budur zannederler. Şüphesiz bunlar vehim ve hayâlat zindanlarına giriftar olup, kemâl-i şeriatten mahrum olurlar.