MUKADDİME

Tarikat-ı Nakşıbendiyye'nin akreb-i turûk ilallah olduğu beyanındadır:

Mâlûm ola ki, sâliki Cenâb-ı Vâhid-i Hakîkî'ye îsâl eden yollar, (Etturûku illalàhi biadedi enfâsil-halâik) [Allah'a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.] mazmununca pek çoktur. Kendisinde nefse muhalefet fazla olmayana nisbetle akreb-i turuk, en kestirme ve en kısa yol, âşikâr ve şüphesiz ki Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'dir. Her işte muhalefeti iltizâm ile nefse hakim olmak, onu yok etmek ve zararsız hale getirmek usülleri, bütün tarikatlardan ziyade Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşıbendiyye'de mevcud olduğu cümlece mâlûmdur. Zîrâ sâdât-ı Nakşıbendiyye KS hazerâtı, azîmetle ameli ihtiyar edip, ruhsattan son derece kaçınmışlardır. Bu sebeple Tarîkat-ı Nakşıbendiyye, müridin derecât-ı tevhîde vusûlü için, diğer tarikatların akreb ve esheli, yâni hem kolayı hem de kestirmesidir.

Bu tarîkatın sâdâtının şanları âlî olması ve kendilerine mahsus eltàf-ı ilâhiyyenin zuhur etmesi, zâhiren ve bâtınen, kalben ve kàliben kitap ve sünnete ittibâ ve âsâr-ı selef-i sàlihîne itktidâları ve bid'atlardan ictinab edip kaçınmaları sebebiyledir. İşte bu yol sahabe-i güzînin yollarıdır. Bu tarîk-ı âlîde matlab, reîsüt-tarîka ve gavsül-halîka Nakşıbend Muhammed Bahâeddin KS Hazretleri'nin, "Bizim kısmet-i mâneviyyemiz mâsivallàhı nefiydir." diye buyurdukları vech üzere cemî harekât, âdât, ibâdât ve muàmelâtta yokluk tarîkı üzere huzur billâh ve ubûdiyyete devamdan ibarettir.

Allâme Şehâbeddîn ibn-i Hacer el-Mekkî (Rh.A) dahi, Hàtime-i Fetvâ'sında, (Ettarîkatül âliyyetüs-sâlimetü min kudûrâti ceheletis-sûfiyyeti hiye tarîkatün-nakşıbendiyyeh) diye, bid'atçı ve cahil s™fîlerin çirkin ve bozucu hareketlerinden sâlim ve mahfuz kalan tarîkatın, hemen yalnız Tarîkat-ı Nakşıbendiyye olduğunu beyan etmiştir.

Abdurrahmân-ı Câmî Hazretleri de, Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'nin akreb-i turûk olup, sâlikîni kâbe-i maksuduna bilâ mânî vâsıl eder olduğunu, şu ebyât-ı meşhûreleriyle beyan buyurmuşlardır ki, teberrüken iki beyti yazılmıştır:

Nakşıbendiyye aceb kàfile sâlârânend,
Ki bered ez reh-i pinhân be-Harem kàfile-râ.

"Tarîkat-ı Nakşıbendiyye meşâyih-ı kirâmı, hûb ve aceb kafile reisleri ve serdarlarıdır ki, kafile-i ehl-i sülûku yâr ve ağyârdan gizli bir yoldan kâbe-i maksûda eriştirirler."

Ez dil-i sâlik-i reh câzibe-i sohbetişân,
Mî-bered vesvese-i halvet ü fikr-i çile-râ.

"Bu zâtların câzibe-i sohbetlerinin tesiri, sâlikin kalbinden halvet vesvesesini ve çile çekmek fikrini kesip atar ve bir nazarla kalb-i sâliki, huzur billâh derecesine vâsıl eder."

Turûk-u sâirede muhalefet-i nefs riyâzâta ve açlığa maksurdur, yâni açlıkla olur. Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'de ise;

(Race'nâ minel-cihâdil-asgari ilel-cihâdil-ekber) hadis-i şerifi mûcebince, mücâhede ile hàsıl olur. Mücâhede lügatte, muharebe demektir. Sûfiyye dilinde, nefs-i emmâre ile muharebeye denir ki, nefse hoş gelmeyen ve meşakkatli görünen işleri o nefse yüklemektir. Bu tarîkatta mücâhede olup riyâzât olmamasından, yemede içmede ortayı ve îtidali tecâvüzün câiz olduğu anlaşılmasın! Mâlûmdur ki, taamda îtidali tecâvüz, şerîatte ve tarîkatta mezmumdur, kötüdür. Nakşıbendî kitaplarında taamın nev'inin bir veya iki, nihayet üçten fazla olmaması tenbih olunmuştur Üçün ise, ancak ya misafir, veya bir ihtiyaç anına hasredilmesi muvâfıktır.

Dikkat edilmesi lâzımdır ki, fazla açlık da ya ibadette tenbellik ve atâleti mûcib olur, veyahut bir takım hayâlât-ı fâside ve evhamı celb eder. Onun için Peygamber SAS'ın meddâhı olan İmam Busîrî (Rh.A) Hazretleri Kasîdei Bür'e'de:

Vahşed-desâise min cûin ve min şibain,
Ferubbe mahmesatin, şerrün minet-tühemi.

"Açlığın ve tokluğun hilelerinden haşyet ile kork; çünkü ekseriya çok şiddetli açlık, tokluktan daha şerlidir." diyerek açlık perhizinden men etmiştir.

Açlığa alışmak mümkündür. Vücut alıştığı şekilde hareket edebilir. Hattâ bazı hristiyan doktorların ve Hint fakirlerinin 40-50 gün kadar yalnız su ile iktifa ederek, açlık perhizine bazı sebeplerden nâşi devam edegeldikleri görülmüştür.

Hüner hiçbir zaman açlıkta değildir. Kemâl derecesinin Hakk'ın rızasına muvafık amel, ilim ve hareketlerle ve nefsin gayr-i meşrû arzularına tam muhalefetle elde edilebileceği şüphesizdir. Nefsi açlıkla değil, belki tam bir mücahede ile ıslah mümkündür. İstilâya uğramış memleketlerin kurtarılabilmesi nasıl açlıkla mümkün değilse, nefsi yenmek de ancak tam mânâsıyla mücâhedelere ve bu mücâhedelerdeki azim ve gayrete bağlıdır. Azimsiz mücâhedenin de tam muvaffakıyet sağlamayacağı cümlenin ma'lûmudur.

Onun için sâdât-ı Nakşıbendiyye hazarâtı açlığı değil mücâhedeyi iltizâm etmişlerdir. Fakat bu, çok yensin mânâsına değildir. Bil'akis, îtidali elden bırakmamak esastır.

Efendimiz SAS Hazretleri'nin buyurdukları gibi, bir gün aç olup tazarru ve niyaz, bir gün de tok olup Hakk'a şükretmek en evlâ ve güzel bir yoldur.

Yiyecek, içecek ve giyeceklerde nefse muhalefet ve onun arzusunun hilâfına hareket ve amel ile beraber;

(Nefsüke matıyyetüke ferfak bihâ) "Nefsin senin yolculukta üzerine bindiğin bineğin gibidir; ona yumuşak davran!" muktezâsınca îtidâle, muhafaza-i nisbete devâma, sünnet-i şerîfelere riâyete, gece ibadetlerini ihyâya, sükût ve uzlete, yalnızlığa da riâyet etmelisin.

Sâdât-ı kirâm hazarâtı;

RE. 243/8 (Bihasebil-mer'i mineş-şerri en yüşâra ileyhi bil-esàbii fî dînin ev dünyâ illâ men asamehullàh.) [Kişiye gerek dünya cihetinden, gerek ahiret cihetinden parmakla işaret edilmesi şer olarak kâfîdir; meğer ki Allah koruya.] hadis-i şerif mûcebince avam nazarında büyük ve kıymetli görünen ve halkın kabulünü ve beynen-nâs şöhreti mûcib olan riyâzât ve uzletlerden, âfâtı mutazammın olmasından nâşi ziyâde ihtiraz etmişler ve sakınmışlardır.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, "Ziyâde açlık, yemekteki hadd-i îtidâle riayetten daha kolaydır." demişlerdir.

"Çok şiddetli açlıklarla olan riyâzâttan, orta hale riayetle olan riyâzât daha ekmeldir." denilmiştir.

Bundan anlaşılan, Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'de nefse muhalefetin daha ziyade bulunduğu ile, akreb-i turuk olduğudur. Bu beyan, umum ve ekseriyet üzerinedir. Nitekim sâir tarikatlarda da nâdiren bazı zevât zuhur eder ki, ekmel olur. Ve yine Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'nin efradı arasında bazı kimseler bulunur ki, kabiliyet ve istîdâdı gayet az olduğundan, derece-i kemâle vâsıl olamaz.

Kaldı ki Nakşîliğe nisbet iddia edip, mücahede olduğunu bilmeyen, veya bilip de yapmayan ve hilâf-ı usülde bulunan, yâni tarikatın usül ve âdâbına riayet etmeyen ve tarîkat-ı âliyyeyi şeriatın gayrı sayan, cahil sofîlerin bir kaç sözüyle vakitlerini geçirip zâyî eden ve şeriata da uymayan kimseler bahsimizden hariçtirler.

Şimdiki zamanda ise şeyhlik, sülûk ile mürşid-i kâmilden me'zuniyete münhasır olmayıp, ekseriya babadan miras kalıyor, veya bazı açıkgözler, tasavvuf kitaplarından öğrendikleri bir miktar zâhirî mâlûmatla ve merasimlerde icrâ edilegen usülleri bilmekle, işi oldu bittiye getiriyor. Çenesinin sayesinde ve gösterişli giyiniş, sakal, sarık ve sâire kıyafetlerle ortaya çıkan bu misillü eşhas ki, bunlara müteşeyyih denir; yâni yalancı şeyh, uydurma şeyh demektir. Her ne kadar salâh-ı hal sahibi gibi görünürlerse de, öyle değillerdir.

Kemâl-i insâniyyet ve ahlâkan olgunluk, öyle elbise ve bilgi ile olsaydı, ne âlâ! O zaman her bilen kemâl sahibi olabilirdi. Fakat hiç de öyle değildir. Bunlar hep erbâbına hizmete, hizmetteki muvaffakıyetlere ve Hakk'ın ihsân ve ikrâmına bağlıdır. Öyle bilgi sahipleri vardır ki, nefislerinin esiri oldukları için çok çirkin, çok fenâ ve çok fesad işleri ya bilfiil kendileri işler, veya bu fenâ ve fesad işlere alet olurlar. Bunlar her zaman ve her yerde görülmektedir. Ehl-i sünnet mezhebinin dışındaki mezheb alimlerini de bunlara katabilirsiniz. O zaman iş daha açıkça anlaşılır.

Allah Celle ve A'lâ cümlemizi kötü ve fenâ yollara sapmaktan, kötü arkadaş ve refîklerden muhafaza buyursun, âmîn...