AMELLER NİYETLERE GÖREDİR

Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm.

Bismillâhir rahmânir rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Hamden kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultânih... Ves salâtü ves selâmü alâ hayra halkıhî eşrefil enbiyâi vel mürselîn, seyyidinâ muhammedin ve âlihî ecmaînet tayyibînet tâhirîn...

Aziz ve muhterem kardeşlerim!..

Allah-u Teâlâ Hazretleri yaptığımız hacları, umreleri, ibâdetleri, tâatleri makbul ibâdetlerden eylesin... Dergâh-ı mecd-i ulûhiyyetinde lütfuyla, keremiyle hatalarımıza, eksiklerimize, kusurlarımıza rağmen, hatasız gibi ahsen ve etem gibi kabul eylesin...

Nice nice kereler haclar ve umreler yapmayı, bu mübârek beldeleri ziyâret etmeyi nasîb eylesin... Çünkü hac, bir önceki hacla aradaki günahları siler, kefâret olur ve insanı annesinden doğduğu gündeki gibi günahlardan arınmış, mâsûm, pak hale getirir.

Bayramlarımız da mübârek olsun... Ve nice nice bayramlara Allah dünyada bizi eriştirdiği gibi, ahirette de rıdvân-ı ekberine eriştirip en büyük bayramı da göstersin...

Çok muazzam ve çok muhteşem, çok ibretlerle dolu bir ibâdeti, bazı kardeşlerimiz ilk defa, daha önceden gelmiş olanlar da kaçıncı kereyse burada müşâhade etmiş oldular.

Son derece büyük hikmetleri ihtivâ ediyor. Son derece muazzam fâideler sağlıyor müslümanlara, bu hac ibâdeti... Hem dünya hem ahiretleri için bir çok menfaatler temin ediyor.

Peygamber SAS Hazretleri buyurdu ki:

(İnnemel a'mâlü binniyyât.) Ameller, kalbin o ameli işlerken beslediği niyete göre değer kazanır veya kazanmaz. Kâr veya zarar kalbdendir, niyettendir. Allah-u Teâlâ fadl ü kereminden, cömertliğinden, niyeti iyi olduğu zaman yapamadığı bir haseneyi bile, iyi işi bile, ibâdeti bile yapmış gibi sevap verir. Niyeti kötü olduğu zaman da, yapmış olduğu ibâdeti bile riyâ ve süm'aya yazıp, ihlâssız olduğundan reddedip, kabul etmeyip hebâen mensûrâ olacağı Kur'an-ı Kerim'de sabit bulunmuştur.

O halde en mühim olan mesele, insanın kalbini tanzim edebilmesi, gönlüne sahib olabilmesidir.

(Len yenâlallahe lühûmühâ velâ dimâühâ velâkin yenâlühüt takvâ minküm.) buyuruluyor. "Kestiğiniz kurbanların etleri, kanları Allah'a ulaşacak değildir." Zaten o hayvanı da yaratan Allah'tır, bizi de yaratan Allah'tır. Hayatımız Allah'tandır, sıhhatimiz Allah'tandır. Yediğimiz içtiğimiz nimetler, âlemlerin rabbi olan Allah-u Teâlâ Hazretleri'ndendir. Kimin malını kime ne yapıyoruz?.. (velâkin yenâlühüt takvâ) "Sizden Allah'a makbul gelen, dergâhına çıkacak olan ve kabule şâyan görülecek olan takvâdır, takvânızdır."

O bakımdan bütün mesele insanın zî-şuur ve bâ-edeb bir kul olmasına bağlı oluyor. Yâni şuuru yüksekse, edebe sahib sâlih bir kul ise, anlayışı ve sevgisi kuvvetli ise; o kul iyi bir müslümandır. Bunlardan mahrumsa, zarfın büyük önemi yoktur, zahirin çok büyük kıymeti yoktur. Dış görünüşü yaldızlı olsa bile, o zaman kabul olmayabiliyor.

Allah-u Teâlâ Hazretleri, çok küçük davranışlara büyük mükâfatlar veriyor. Meselâ:

(Semenül cenneti lâ ilâhe illallah.) "O cennet denilen muhteşem mükâfat yurdunun kazanılması 'Lâ ilâhe illallah' demekle..." Muhlisan... İhlâslı ve hakîkî bir kanaat ile 'Lâ ilâhe illallah' diyorsa insan; "Allah var, şerîki nazîri yok; alemlerin rabbi sadece odur, yaradıcımız odur. Ben onun varlığını, birliğini ikrâr ettim." zihniyetinde oluyorsa, bu "semenül cenneh" oluyor, cennete girmenin duhûliye bedeli oluyor. "Lâ ilâhe illallah" diyen cennete giriyor.

O bakımdan Allah-u Teâlâ Hazretleri, bu hac ibâdetine de çok çok büyük mükâfatlar ihsân ve ikrâm eylemiş.

Biliyorsunuz ramazanda da çok büyük hayr ü bereket vardı. Fakat mü'mine, gayretli müslümana, hâlis muhlis insana bu faydası var... Yâni, kahvede oturan, İslâm'la yakından ilgisi olmayana; ramazan mevsimi gelmiş, geçmiş, o rahmet yağmurundan bir damla bile yok... Ramazanın hayrından mahrum olan, çok büyük bir mahrumiyet içinde olmuş olur. Böyle olabiliyor birçok kimse... Ramazan geliyor, geçiyor; istifade etmemiş oluyor.

Hacca gitmek de böyle... Ameller niyetlere göre olduğundan, bu muazzam masraf, bu muazzam zahmet ve meşakkat, Allah'tan dileyelim ki hebâen mensûrâ olmasın... Yâni boşa gitmesin. Çünkü, Peygamber SAS Hazretleri bir hadis-i şerifinde buyurdular ki:

(Ye'tî alen nâsi zemânün) "Benim ümmetimin üzerine asırlar geçecek öyle bir zaman gelecek ki, o zaman, (yehuccü ağniyâü ümmetî linnüzheti) ümmetimin zenginleri tenezzüh için, safâ için, rahatlamak için, dinlenmek için, keyif için haccedecekler." "Ben şöyle birazcık işten güçten ayrılayım da, keyfime, rahatıma bakayım... Değişik yerler görmüş olayım... Turistik bir seyahat gibi, dinlenme seyahati gibi, tatil gibi..." Bu maksatla haccediyor.

(ve evsatuhüm litticâreti) "Aradaki orta kısım insanlar da ticâret için gidecek." "İşte burdan şu kadar mal götürürüm, orda da şu kadara satarım... Ordan şu şu câzib malları alırım, buraya getiririm, bu kadara satarım... Haccı bedavaya getiririm, para da kazanmış olurum." filân diye gidecek demek ki...

(ve kurrâühüm) "Ümmetimin alimleri, (lirriyâi ves süm'ah) hacca gelmese 'Niye hacca gitmedi bu hoca, bu hafız?' diyecekler diye, gösteriş için, mecbur kaldığı için gidecek."

(ve fukarâühüm lilmes'eleti) "Ümmetimin fakirleri dilenmek için haccedecekler." Adam geliyor şu diyardan veya bu diyardan... Bir çok sakat getiriyor ve yolumuza diziyor, üçer metre arayla... Ve hiç birinden kurtulma imkânı olmayacak bir şekilde barikat yaparak... Kolu kopmuş, bacağı dönmüş sakat insanları önümüze saçıyor, "Bunlara para verin!" diye... Belli bir şirket getirmiş, onları oraya yaymış. Bunların buraya gelişi de, (lilmes'eleti) --Peygamber Efendimiz'in söylediği gibi-- dilenmek için...

Bunlar makbul hac mı?.. Hayır!..

Peygamber SAS Hazretleri'ne sordular ki, "Hangi cihad Allah yolundadır?.." Buyurdu ki: (İn tekün kelimetullah hiyel ulyâ) "Allah imanı, tebliği, İslâm'ın hakîkatleri yayılsın, kabul edrilsin ve yücelsin diye cihad eden Allah yolundadır!" Ötekiler?.. Değil...

Meselâ, bir insan rûz-i mahşerde, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin huzuruna gelip muhakeme olunduğu sırada, "Yâ Rabbi, ben bir savaşta şehid oldum." diyecekmiş. Allah-u Teâlâ Hazretleri ona, (kezebte) "Yalan söyledin, yalancı, alçak!.." diye cevap verecekmiş. Ve bütün mahşeri çevreleyen melekler de, (kezebte) "Yalan söyledin!.. Sen, 'Ne kahraman adam!' desinler diye savaştın!.. 'Korkak!' demesinler, 'Kahraman!' desinler diye savaştın" diyeceklermiş. (ve emerahû licehennem) Cehenneme gitmesini emredecek ve cehenneme atılacakmış. Halbuki, bir savaşta öldü. Müslümanlarla kâfirler arasında yapılan bir savaşta öldüğü halde...

Demek ki, muhterem kardeşlerim!.. Amel-i kalbî, kalbin durumu ve davranışları son derece önemli... Ve bütün ibâdetlerin rûhu ve özü, insanın kalbindeki, gönlündeki, kafasındaki, aklındaki duygulara ve niyetlere dayanır. Ve bu sahih olduğu zaman, Allah için makbul olduğu zaman, kabul edilebilecek bir niyet olduğu zaman ibadetler kabul ediliyor. Aksi takdirde kabul olunmuyor.

Allah-u Teâlâ Hazretleri, her yaptığımız işi kendisinin rızası için yapmaya cümlemizi muvaffak eylesin...

Bize büyüklerimiz hangi prensibi öğretmişler:

(İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî.) "Yâ Rabbi, benim muradım, maksûdum sensin!.. Ben senin rızânı kazanmak istiyorum. Seni bilmek, seni bulmak, sana dayanmak, sana ermek istiyorum. Yaptığım her şeyi, sırf senin rızânı kazanmak düşüncesiyle yapıyorum." Böyle olursa; bu hâlis, katıksız bir niyet oluyor. Allah, böyle bir ameli kabul ediyor.

Ama, işin içine ticâret girdiği zaman, menfaat girdiği zaman, gösteriş girdiği zaman, zevk ve keyf girdiği zaman; o zaman kıymeti olmuyor.

Tasavvufu tarif etmiş evliyâullahın büyüklerinden birisi, diyor ki: "Allah'ın emirlerinin ve yasaklarının ağırlığı altında --hoşuna gitse de, gitmese de-- sabretmek..." Tasavvuf bu!.. Zevk alsa da, almasa da... Zevki için değil yâni, Allah emretmiş olduğu için yapmak...

O bakımdan, burada haccettik; Allah kabul eylesin... Mutlaka nice nice noksanlıklarımız vardır. İlmimiz az, gayretimiz az, etrafımızdaki imtihanlar fazla... Sabrımız az, dayanamıyoruz. Önümüze geçerlerse kızıyoruz, iterlerse kızıyoruz... Arabaya çarparlarsa kızıyoruz, önünü keserlerse kızıyoruz, yolda fazla kalırsak kızıyoruz, güneşte beklersek kızıyoruz... Vaad edilen şey anında olmadı diye kızıyoruz. Eksiklerimiz, kusurlarımız çok fazla; bunu itiraf ediyoruz.

(Sübhâneke mâ abednâke hakka ibâdetike yâ ma'bûd!) "Yâ Rabbi, sana lâyık ibâdeti yapamadık!" bunu biliyoruz.

Şeyh Sâdî'nin güzel bir mâzereti var, diyor ki Farsça bir şiirinde, tavsiye ediyor okuyucularına:

Bende hemân liki zi taksiri hiş
Özür bedergâh-ı hudâ âverest
Verne sezâvân-ı hudâvendiest
Seste tevân ehl-i recâ âverest.

"Kul hatasını itiraf etsin, boynunu büksün, Allah'tan af dilesin, acizliğinin farkında olsun. Çünkü Allah'ın dergâhına lâyık ameli kimse yapamaz!" Cenneti kazanmaya gerçekten, zorunlulukla sebep olacak bir ameli kimse yapamaz. Kimse ameliyle cenneti girecek değil...

Amellerin fâidesi vardır; çünkü, yapamadığı zaman vebâli vardır. Hac üzerine farz olur da bir insan, hacca gelmezse, vebal altında kalır. Haccı yaptığı zaman, bu vebalden kurtulmuş oluyor.

Fakat amellerin bir tehlikesi daha vardır: Ameli yaptıktan sonra, "Ben şu ameli yaptım!" diye insanın kendine güvenmesi ve ibâdetine mağrur olması... Bu da bir hatâ, bu da bir kusurdur. Bu da Allah'ın sevmediği bir şeydir.

Onun için, Allah-u Teâlâ Hazretleri şu dâr-ı imtihanda, şu dünyada bizi, bir hatâdan kurtulup öteki hatâya düşen kullardan etmesin... Her türlü hatalara karşı uyanık olup, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin dâimâ rızasını düşünüp, dâimâ kendisinin hakîkî halini, aczini, eksikliğini, kusurluluğunu bilip tevâzu üzere olanlardan eylesin...

Hacı oldum diye fahretmeye lüzum yoktur, övünmeye lüzum yoktur. Halvete girdim diye, şeyh oldum diye, tarikat vazifelerini bitirdim diye böbürlenmeye lüzum yoktur. Ramazanda teravihleri kıldım, oruçları tuttum filân diye böbürlenmeye lüzum yoktur.

Büyüklerimizden bir tanesi, berat gecesinde sapsarı bir benizle çıkmış. Demişler ki, "Hayr ola, hasta mısın, niye böyle allak bullak olmuş yüzün?.. Betin benzin atmış, sararmış solmuşsun." Demiş ki: "Günahlarımı biliyorum, işledim. Hafızamda var, hatıramda var, biliyorum ki işledim. Ama, o günahların Allah tarafından affedilip edilmediğini bilmiyorum. Evet, iyilikler, ibadetler de yaptım ama; onların da, Allah tarafından kabul edilip edilmediğini bilmiyorum. Ne ibadetlerimin kabul edildiğini biliyorum, ne de günahlarımın affedildiğine dair bir garantim var!.. Ben sararıp solmayayım da kim sararsın solsun? Ben üzülmeyeyim de kim üzülsün?.." demiş.

Demek ki insan emrolunduğu vazifeleri yapacak, amma ibadetine de mağrur olmayacak. Haddini bilecek, hakîkî tevâzuu elinde tutacak.

(Men tevâdaa lillâh, refeahullah.) "Kim tevâzû ederse, Allah onu yükseltir." Mütevâzî olacak ve Allah'tan rahmetini isteyecek.

Bâyezid-i Bistâmî Efendimiz (Kaddesallahu Sirrahul Azîz)'in bir davranışı beni çok etkilemiştir. Okumuştum bir kitapta... Otuz sene yaya hacceylemiş Bâyezid-i Bistâmî... Yaya hac etmek, çok büyük bir mükâfat kazandırıyor insana...

Bu sene de Kafkasya'nın Çeçenistan'ından yaya hacca gelen kardeşlerimiz var... Tebük emiri bunları karşılamış bir yerde... "Bu mübareklerin gönlünü alayım, duasını alayım." diye ziyâfet filân hazırlatmış. Yemekten sonra demişler ki Tebük emirine: "Bizi arabayla aldığın yere götür! Bu kadar yeri beleş araba ile gelmiş olmayalım. Aldığın yere götür, ordan yürüyeceğiz." demişler. Araba tahsis etmek istemiş, kabul etmemişler. Niye?.. Her adımı için yetmiş Mekke hasenesi var. Diyorlar ki: "Yâ Rasûlallah, Mekke hasenesi nedir?" "Mekke hasenesi, başka yerlerdekilere göre yüzbin mislidir." buyuruyor.

Mekke'nin şânındandır, Kâbe-i Müşerrefe'nin şânındandır ki, burada kılınan bir namaz yüzbin misli oluyor. Adımda Mekke hasenesi... İstanbul hasenesi, Konya hasenesi değil, Mekke hasenesi olunca, o da yüzbin misli oluyor. Yetmiş Mekke hasenesi var bir adımına; yâni yedi milyon İstanbul, Konya hasenesi bir adımına... O adımların ne kadar çok olduğunu düşünün ve sevabın ne kadar büyük olacağını düşünün.

Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri'nin de otuz sene böyle Bistam'dan, Horasan'dan yaya haccettiğini düşünün; ne muazzam sevap!.. Hem de kendisi kuvvetli hafızmış, her gün bir defa hatim indirirmiş. Arafat'a çıkmışlar, vakfeye durmuşlar. İçinden gönlüne gelmiş ki, "Yâ Bâyezid, ne mutlu sana! Otuz sene yaya haccettin ve her gün de Kur'an-ı Kerîm'i hatmeyledin. Öf be, ne sevaplar kazandın!.." gibi içinden böyle bir duygu, bir söz, bir ses...

Hemen toparlamış kendisini... Arkasından ameline güvenmek tehlikesi var... Yaptığı ibadetine güvenmek tehlikesi görülüyor bu sözün, bu duygunun, bu düşüncenin içinden... Nefsinden veya şeytandan bir vesvese bu, içerden... Anlamış onu... Etrafındaki hacılara demiş ki: "Ey cemaat! Otuz yıl yaya haccettim, her gün Kur'an-ı kerim hatmederek... Bunları satıyorum, var mı alan?.."

Herkes birbirlerine bakmış. "Bu şeyh delirdi mi, aklını mı oynattı?.. Sıcak başına mı vurdu, güneş mi çarptı?.." filân. Bir şey dememişler. Çörekçinin biri demiş: "Tamam, ben alıyorum!" Üç tane çörek almış, "Verdim sana haccın sevaplarını!.." demiş. Aldığı çörekleri de, orda bir zayıf köpek varmış, kenarda kuyruğunu oynatıp duruyormuş. Atmış, o köpeğe yedirmiş.

Elinde ne sevap kaldı, ne çörek kaldı; hepsi gitti. O zaman kendi içine dönmüş, demiş ki: "Söyle bakalım, ey benim zâlim nefsim, şimdi nereye güveneceksin?.. Ne haccın kaldı, ne hatmin kaldı; hadi bakalım şimdi nereye güveneceksen güven! Allah'ın rahmetinden başka güveneceğin yer mi var?" demiş.

Büyüklerin dikkat ettiği şeylere bakın!..

Bir büyüğümüz, otuz sene imamın arkasında namaz kılmış camide... --Sevap önce imama iner, ondan sonra onun arkasına gelir. Sonra sağına, soluna, sağına, soluna giderek birinci saf tamam olur. İkinci safın ortasına gelir, sağa sola tamam olur... Sevap böyle tevzî edilir.-- İmamın hemen arkasında otuz sene namaz kılmış.

Bir gün hastalanmış, abdest almak uzun sürmüş; tâ pabuçların bırakıldığı arka safta kalmış. Çok utanmış, kendisine ar olmuş bu... "Eyvah! Şimdi benim otuz senedir imamın arkasında namaz kıldığımı bilen insanlar, beni böyle en arkada; haylazların, kaytarıcıların namaz kıldığı yerde, en sonda gelip yetişenlerin namaz kıldığı yerde beni görürlerse ne olur?" diye utanmış böyle...

Sonradan aklını bir toparlamış: "Yâ, ben bundan ne diye utanıyorum?.. Haa, demek ki benim otuz yıldır imamın arkasında namaz kılmam, halktan utandığım içinmiş, ayıplamasınlar diyeymiş... Otuz yıldır benim bu amelimi Allah kabul etmemiştir; çünkü, ben halk için kılmışım!" demiş, otuz yıllık namazı ödemeye başlamış.

İşte kalbin duygularına dikkat, nefsi terbiye ve şeytanın vesveselerine karşı tedbir... Büyükler böyle çalışmışlar, böyle yapmışlar.

Birisi dörtbin altın mirasa konmuş. Dörtbin altını kesenin içinde getirmiş, şeyhine teslim etmiş. "Yâ şeyh buyur! Nereye sarfedersen sarfet! Bu bana helâldir, babamdan miras kalmıştır." demiş.

Şeyhi çok memnun olmuş. Etrafında fukara dervişler var, yapılacak hizmetler var... Cami yapılacak, medrese yapılacak, aş pişecek, açlar doyurulacak, işler yapılacak... Çok sevinmiş. Vaazında demiş ki, "Ey cemaat! Ne cömert insanlar var!.. İçinizden filânca kardeşiniz kendisinin mirastan gelen helâl dörtbin altınını çıkarttı, bağış olarak işte tekkemize verdi." demiş.

Bu delikanlı ayağa kalkmış, demiş ki: "Hocam bir dakika! Ben vermiştim bunu ama, sonra annem bir kızdı bir kızdı, hiç razı olmadı. Çok mahcubum, özür diliyorum. Sen o paraları bana geri ver!" demiş. "Olur. Madem annenin gönlü râzı değil, al!" demiş, keseleri vermiş adama...

Cemaat gittikten sonra, delikanlı gitmiş hocaya demiş ki: "Hocam, beni affeyle, kusuruma bakma! Ben bu paraları Allah rızası için verdim. Sen ise, 'Şu kadar para verdi, şu kadar cömert, bu kadar cömert!' diye beni cemaate ifşâ ettin. Şöhret olmasın böbürlenme olmasın diye öyle dedim. Al, keseler senin; sözüm söz!.. Nerede kullanırsan kullan ama, ne olur beni başka yerde ifşâ etme!.."

Bazısı da hayır yapıyor, adını söylemiyor. İşte tasavvuf bu... Her amelin, her ibâdetin, her işin böyle yapılması lâzım!.. Bir insan bir işi Allah için (lillah, fillah) yaparsa, fî sebîlillah yaparsa, hasbeten lillah yaparsa, o zaman sevabı olur. Allah'tan gayrisi için yaparsa, sevabı olmaz.

Hazret-i Ali Efendimiz yatırdığı müşriki kesmedi, yüzüne tükürdü diye... "Niye kesmedin beni?.. Yatırdın işte, öldürecektin, niye öldürmedin?" "Ben seni Allah için öldürecektim ama, en son anda yüzüme tükürdün, sinirlendirdin beni... Şimdi öldürsem, hıncım için öldüreceğim seni... Onun için kalk, nereye gidersen git, defol karşımdan!" dedi. Öyle deyince, adam, "Bu ne mazzam ihlâs, bu ne güzel duygu!.." diye müslüman olmuş.

Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri'ni yine anayım burda... Her zaman anıyorum ve çok seviyorum. Allah şefaatlerine erdirsin... Türk asıllı, Horasanlı... İmâm-ı A'zam'la filân görüşmüş, eski devrin insanı... "Kitâbüz Zühdü ver Rekaik" adlı eserini de biz bastırdık, mecmuamızın abonelerine hediye veriyoruz.

Şimdi, bu mübârek zât bir sene hacca gidermiş, bir sene cihada gidermiş, bir sene ticâret yaparmış. Hacca gidiyor; çünkü, haccetmek çok sevap... Ertesi sene cihada gidiyor; çünkü, cihad da bazan hacdan sevap, bazan haccın arkasından ona yakın sevabı olan bir şey... Hiç hac etmemiş bir insanın haccetmesi, yirmi gazâdan daha efdal... --Bir rivâyette on, bir rivâyette yirmi; aşren veya ışrîn.-- Yirmi defa gazâya gitmekten daha efdal, hacca gitmemiş insanın hac vazifesi yapmak için gelmesi... Ama hac vazifesini yapmış bir insanın gazâya gitmesi, hacca gitmesinden efdaldir.

Bu efdaliyet yakınlığından dolayı, bir sene hacca gidiyor mübârek Abdullah ibn-i Mübârek, bir sene gazâya gidiyormuş. Bir sene de ticâret yapıyormuş, o da sevap olduğu için... Çünkü, Peygamber SAS Hazretleri bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:

(Ettâcirüs sadûkul emîn) "Doğru sözlü, güvenilen vasıflı, doğru özlü bir tüccar, (mean nebiyyîne ves sıddîkîne veş şühedâi yevmel kıyâmeh.) Peygamberlerle, sıddîklarla ve şehidlerle beraber olacak kıyamet gününde..." Yâni, arşın gölgesinde gölgelenecek; halkın arasında sıkıntı, izdiham içinde olmayacak; başı kabak, tepesinde güneş, ter dökmeyecek. Arşın gölgesinde nurdan minberde oturacak.

Ticareti de, sevap olduğundan yapıyor, dünya için yapmıyor. Hac sevap olduğu için, bir sene hacca geliyor... Cihad sevap olduğundan bir sene cihada gidiyor... Ticaret de sevap olduğundan, başkasına yük olmayıp, kazanıp sarfetmek iyi olduğundan, bir sene de ticaret yapıyor.

Bir sene niyet etmiş Horasan'dan haccetmeye... Tabii, (Errefîk, kablet tarîk.) yoldan evvel yol arkadaşı lâzım!.. (Elcâr kabled dâr.) Ev almadan evvel komşu lâzım insana... Onun için, Abdullah ibn-i Mübârek'in hacca gideceğini duyan yakınları, açıkgözler demişler ki:

"--Hocam, biz de bu hacca gelmek istiyoruz. Biz de katılabilir miyiz senin kafilene?.."

"--Olur." demiş. "Bir şartım var yalnız: Herkes hac masrafının kesesini bana verecek, bütün masrafları ben yapacağım! Yolda öyle el tutmak, bilmem ne yapmak, ben vereceğim diye kavga gürültü bir şey yok; bir merkezden bütün masraflar görülecek." demiş.

"--Tamam hocam, olur!" demişler.

Herkes hac masraflarını kesenin içine koymuş. Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri, "Ahmed'in, Mehmed'in... bilmem kimin kesesidir." diye üzerine yazıp, hepsini herkesin gözü önünde bir sandığa koyup yerleştirmiş.

Yola çıkmışlar. Yolda kaldıkları şehirlerde kervansaray parası, develerinin otları, atlarının yiyecekleri, arpaları... Bağdad'a gelmişler. "Burdan ne hediyeler alacaksanız, listeler verin!" demiş. Listelerin, eşyaların alınması... Medine'ye gelmişler; hurmalar, vesâireler... Mekke'ye gelmişler, ordaki şeyler... Haccı yapıp dönmüşler. Tek elden masrafların hepsi bitmiş.

Abdullah ibn-i Mübârek, hacdan döndüğü zaman bir ziyâfet çekmiş; bütün hacı arkadaşlarını çağırmış konağına... O bölgenin en namlı yemeklerini yaptırmış. Yâni pek çok kimsenin tadını bilmediği, tadamadığı kıymetli yemeklerle bir ziyâfet çekmiş hacı arkadaşlarına... Tamam; hacdan sonra ziyâfet de bitti. Ondan sonra sandığı getirmiş ortaya... Herkesin ismi yazılı kesesini eline iâde etmiş.

Kimsenin parasını almadı. Kendisiyle haccetmek isteyen insanların hepsinin parasını kendisi çekti. Dırdır da yaptırtmadı kimseye...

Kendisi çok büyük bir silâhşör, önüne geleni deviren usta bir savaşçı... Çok kahraman bir adam, efsânevî bir adam... Hayatını okusanız, seveceğiniz bir insan...

Bir kâfir mübâriz silâhşörle mücadeleye tutuşmuşlar. Görmüşler birbirlerini yolda veya çayırda, teke tek... Uğraşmışlar, uğraşmışlar, birbirlerini yenememişler. Ne Abdullah ibn-i Mübârek onu yenebiliyor; ne de kâfir, Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri'ni alt edebiliyor.

Bakmış, öğlenin vakti geçecek; demiş ki kâfire: "Ben ibâdet edeceğim, namazımın vakti geçiyor. Mola verelim savaşa!.." demiş. Kâfir, "Olur. Senin ibâdetin varsa, benim de ibâdetim var. Tamam!" demiş.

Çekilmişler birbirlerinden... Bu, derede abdestini almış, namazını kılmış. Kâfir de öbür tarafta, kendisinden uzakta... O da kendisine göre ibâdetini yapıyor.

Abdullah ibn-i Mübârek namazdayken, kendi kendine: "Bunu ben atının üstünde iken, bir tarafa kıstırıp öldüremedim. Şimdi aşağıda buna ben saldırayım... At yok, bir şey yok; nasıl olsa haklarım, elimden kaçırtmam bu sefer!" diye düşünmüş. Fakat gönlüne:

Bismillâhir rahmânir rahîm. (İnnel ahde kâne mes'ûlâ) ayet-i kerîmesi doğuvermiş. "Allah, bir insanın yaptığı akid, söz ve anlaşmaya riâyet edilmesini ister, vefâ gösterilmesini ister. Vefâ gösterilmediği zaman, mes'ul tutar o kimseyi!.." mânâsına bu ayet-i kerîme gelince, "Niye bu ayet benim hatırıma getirildi?" diye bir düşünmüş. "Allah demek istiyor ki: Sen onunla ibâdet için mola verdin. Böyle bir niyet değiştirip de ona saldırman doğru olmaz!" demek istiyor. --Gönlüne o ayetin gelmesi, Allah tarafından kendisine bir ikaz.-- Başlamış ağlamaya...

"Eyvah, hata ettim ben!.. O düşüncemle hata ettim ben; Allah da beni ikaz ediyor. Çok berbat ettim işi... Ben buraya Allah'ın ecrini, sevabını, rızasını kazanmaya gelmiştim. Şimdi Allah'tan azar işittim. 'Vefâlı ol! Niye vefâlı değilsin?' diye azar işittim. Yazık ettim, tüh... Bilemedim, yanlış düşündüm." diye başlamış ağlamaya...

Kâfir de uzaktan öyle bakıyor, kolluyor. Emin olur mu, savaştığı adam...

"--Ne yapıyorsun be?" demiş ona...

O da demiş ki:

"--Senin yüzünden Allah beni azarladı."

"--Nasıl azarladı?.."

"--Ben, 'Sana saldırayım!' diye düşündüm. Allah da, 'Ahdine sadık ol!' mânâsına bir ayet-i kerîmeyi bana hatırlattı." demiş.

Bu sefer adam heyecanlanmış, duygulanmış; "Bu bir hak dindir." demiş. "Siz niçin çarpışıyorsunuz, ben anladım." demiş. Kelime-i şehâdet getirmiş, müslüman olmuş.

İşte muhterem kardeşlerim, bu misallerle şunu anlatmak istiyorum ki:

(İnnallahe lâ yenzuru ilâ suveriküm ve emvâliküm) "Allah sizin paranıza bakmaz, elbisenize bakmaz; boyunuzun posunuzun güzelliğine, endâmınızın mütenâsib olmasına, maddî mevkiinizin, makamınızın yüksek olmasına bakmaz. (velâkin innemâ yenzuru ilâ kulûbiküm) Gönüllerinize bakar Allah...

Gönül Çalab'ın tahtı,
Çalab gönüle bahtı.

Yunus Emre de böyle diyor, Türkçe ifade ediyor.

Allah insanın elbisesine, üniformasına bakar mı?.. General diye itibar eder mi? Paşa diye itibar eder mi?.. Padişah diye itibar eder mi?.. Çok zengin diye itibar eder mi?.. Vali diye itibar eder mi?.. Çok güzel diye itibar eder mi?.. Şampiyon, reis, dünya güzellik birincisi... diye itibar eder mi?.. Etmez. Nesine bakar?.. İnsanın gönlüne bakar, duygularına bakar, düşüncelerine bakar.

Onun için, büyüklerimiz duygularını murakabe altında, kontrol altında, dâimâ böyle teftiş altında tutmuşlar ve ona riâyet etmeğe gayret etmişler.

Onun için, Nakşî tarikatımızın prensipleri arasında, "Hûş der dem." prensibi vardır. Her nefes alışta uyanık olmak, gafil olmamak, şuurlu olmak... Birinci prensibimiz budur bizim... Hiç bir nefesi gafil alıp vermemek, her nefeste Allah'ın kendisini gördüğünü, kendisinin Allah'ın karşısında bir kul olarak davranmakta ve yaşamakta olduğunu, söylediği sözü Allah'ın duyduğunu, içindeki niyetini Allah'ın bildiğini düşünmesi... Allah'tan ve kendisinin kontrol altında olduğundan gafil olmaması... Nakşî tarikatının prensibi budur.

O bakımdan biz de Allah'ın nazargâhı olan gönlümüzü, aklımızı, müfekkiremizi, düşünme mekanizmamızı, niyet mekanizmamızı kontrol etmeye --bu büyüklerimiz gibi-- alışmalıyız.

Amellerimizin zâhirî evsafını ve şartlarını güzel yapmak zorundayız. Haccı ve umreyi farzlarına, vaciplerine, sünnetlerine, âdâbına uygun yapmağa çalışıyoruz. Tavaf yedi defa olacak, şu taraftan olacak, şöyle olacak... Şu dualar edilecek...

Açıyor, kekeleye kekeleye dua okuyor bizim hacı baba, tavaf yaparken... Yanından geçerken duyuyorum; okuduğunu da yanlış söylüyor. Mânâsını da bilmiyor. Yâhu bırak şu kitabı... Göz yaşı dök!..

Adam Kâbe'nin karşısına geçmiş, başlamış ağlamaya... "Niye ağlıyorsun?" demişler. "Beytullah karşımda, Allah nerde?.. Beytullah, Allah'ın evi... Onu görüyorum da, niye ben Allah'a eremedim; ona ağlıyorum." demiş.

Yunus Emre'nin bir ilâhisini okuyor kardeşlerimiz:

İhram bezini belime,
Saram ağlayu ağlayu...
Medine'de Muhammed'i,
Görem ağlayu ağlayu...

"Biz ihrama girerken ağladık mı?" diye düşündüm de, Yunus Emre nerde, biz nerde?.. Adam heyecandan, adam zevkten, adam sevinçten, adam hürmetten, adam şevkten, kâbe yollarında kumlara bata çıka gitmek aşkından, ihram bezini beline bağlarken ağlıyor... Biz ağladık mı?.. Nerde onların duyguları, iç alemlerinin zenginliği, nerde bizim halimiz?..

Evet, dış şartlar önemli ama, bu zahir... Bir de bunun iç şartları var; iç şartı da bâtın... Bir kalıp, beden; bir kalb, yâni gönül... Tasavvuf, gönlü ele alan bilim dalı... Fıkh-ı zâhir; ilmihal kitaplarında yazılan abdestin âdâbı, namazın âdâbı, haccın âdâbı, zekâtın âdâbı, ahkâmı, erkânı... vs. Bunların hepsi lâzım; çünkü, Efendimiz emretmiş.

Abdest alırken yüzünü yıkıyor; sonra, eline suyu alıyor sakallarını da hilalliyor. Yâni, arasına parmaklarını sokuşturuyor, oraya gitmesini de sağlıyor. Sonra diyor ki: (Hâkezâ emeranî rabbî.) "Rabbim bana böyle yapmamı emretti." O da önemli...

Dış şartlar, zâhir hiç önemsiz değil, zâhir bâtınla ilişkili... Ama, bâtın çok daha önemli... Çünkü, Allah insanın dışına bakmıyor, gönlüne bakıyor. Mühim olan o...

Keşke insan bunları İstanbul'da iken, Türkiye'de iken otursa, öğrense, düşünse, çalışsa da, ihram bezini beline ağlaya ağlaya bağlasa... Kâbe yollarına öyle aşk ile, şevk ile düşse de; hiç bir anını, hiç bir zamanını mâlâyâni ile geçirmese... Yalan yanlış bir tarzda, kavga ile, gürültü ile, cedelle, vesâireyle geçirmese...

Allah-u Teâlâ Hazretleri, tevfikini bizlere refîk eylesin... Ömrümüzü rızâsı yolunda, sevdiği amelleri işleyerek geçirmeğe muvaffak eylesin... Ümmet-i Muhammed için fâideli işler yapmamızı, fâideli olmamızı nasîb eylesin...

Vefâtımızdan sonra da defter-i a'mâlimizin kapanmamasına sebep olan, hayr ü hasenât ve sadaka-i câriyeleri te'sis ederek, öldükten sonra da sevap kazanmamıza sebep olacak eserler bırakarak ahirete göçmemizi nasîb eylesin...

Bir hacc-ı mebrûr yaptıktan sonra, makbul güzel bir hac yaptıktan sonra, insan günahlardan pak oluyor. O zaman, iş yeniden başlıyor; yâni, yeni bir defter açılıyor. Eski defterler kapanıyor, affediliyor. Bu yeni defter-i a'mâlimizi; tertemiz, pırıl pırıl, kirlenmemiş, karalanmamış, rezil olmamış, yırtılmamış, bozulmamış sayfayı bundan sonra, bu hacda kazandığımız güzel tecrübeler ve mânevî derslerle, ibretlerle rızâsına uygun geçirmeyi nasîb etsin...

Siz biliyor musunuz, Hacerül Esved'e istilâmın mânâsı nedir?.. Kalabalıkta ona uzaktan selâm vermek, tenha ise gidip elini onun üstüne koymak ve öpmek; bunun mânâsı nedir?.. Hacerül Esved'i istilâmın mânâsı, Allah-u Teâlâ Hazretleri'yle musafaha yapmak demektir.

Onun için, millet orda birbirini kırıp geçiriyor. Ama, uzaktan da olur o... Halka ezâ vermemek daha güzel...

(Felâ refese velâ fusûka velâ cidâle fil hac) "Hacda cidâl yok!" bu ayetin emri... Uzaktan istilâm da câiz... Efendimiz SAS, devede iken deyneğini işaret ederek istilâm ederdi. Selâm uzaktan da olur.

Ama, şunu iyi bilelim ki, biz Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin sanki böyle, elini tutup musafaha yapmış insanlarız. Tüylerimizin diken diken olması lâzım.

Secde ne demek?.. "Secde, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin ayaklarına kapanmaktır." diyor hadis-i şerifte... Bunlar beni çok duygulandırıyor. İnsan bildiği şeylerden bir takım şeyleri anlar. Hiç bir kimsenin ayaklarına kapandık mı biz?..

O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar!

Evelallah, müslümanın başı kimsenin önünde eğilmez!.. Kimseye eyvallahımız yoktur. Ölsek bile öyle şey yapmayız. Kimsenin ayağına kapanmamışız. Ama secde, Rahman'ın huzurunda öyle bir mânâ taşıyor. Ne kadar güzel... Ne kadar, insanın tüylerini diken diken eden bir şey... Allah bizi secdeden, namazdan, niyazdan, ibâdetten ayırmasın...

O Hacerül Esved'i istilâm ne kadar güzel bir şey... O "Lebbeyk, allahümme lebbeyk" demek ne kadar güzel bir şey... "Şu cihete, şu cihete, şu cihete..." diye Efendimiz elleriyle işaret ederek buyurmuş, "O hacı lebbeyk çektikçe, her yerden her varlık ona lebbeyk der." diyor. "Lebbeyki niye az yaptık, niye çok yapmadık?" diye pişman oluyor insan, bu hadis-i şerifleri gördükçe... Mânâsı o kadar derin, o kadar yüksek...

Muhterem kardeşlerim! Hac muazzam, sembollerle dolu bir ibâdet... Sembolik tarafını çok iyi anlamak lâzım. Zahire takılıp kalmamak lâzım, şekilde boğulmamak lâzım... Şeklin arkasında gönlü çalıştırmak, haccın esrarını tatmak lâzım. Esrarındaki lezzetleri kavramak lâzım... Kâbe'yi dönerken, öyle dönmek lâzım. Hacerül Esved'i istilâm ederken, öyle istilâm etmek lâzım... Şeytanı taşlarken, öyle taşlamak lâzım... "Makbul taşlar, cennete yükseltilir." diyor Peygamber Efendimiz... "Kabul olmayan taşlar aşağıda kalır." diyor.

Sormuşlar Peygamber SAS'e:

"--Yâ Rasûlallah! Hazret-i İbrahim zamanından beri, bu şeytan burda taşlanıyor. Burda birikmiş taş göremiyoruz. Niye böyle?.." demişler.

Buyurmuş ki:

"--Kabul olan taşlar yukarıya ref olunur, cennete kaldırılır."

"--Bunun faydası ne, yâ Rasûlallah?.."

"--Cennette o taşların faydasını göreceksiniz." buyurmuş.

Aşağıda yığınla taş var... Demek ki, çoğu kabul olmuyor; Allah saklasın... İtişe kakışa, kavga gürültü, yalan dolan... Demek ki, bir çok taş kabul olmuyor ki, orda yığın var.

İbrahim AS zamanından, Peygamber Efendimiz'in zamanına kadar o taşları toplamamışlar, başka yere taşımamışlar ki; sahabe-i kirâm o soruyu soruyor. Taşıma olayı adet değil ki, "Yâ Rasûlallah! Burayı bunca yıldır, asırlardır insanlar taş taşlarlar; niye burda bir birikme yok?" diye soruyorlar. "Çünkü, kabul olanlar cennete kaldırılır da ondan..." diyor Peygamber Efendimiz...

Çok muhteşem bir mevsim yaşadık. Çok büyük hazine gibi kıymetli zamanları geçirdik. Kadrini bilemedik doğrusu... Ben şahsen doyamadım ve bilemedim diye üzülüyorum. Siz de Yunus Emre gibi, vedâ tavafını yapıp Medine'ye doğru ağlayu ağlayu gideceksiniz.

Allah tekrarını nasib etsin... Son ziyaret eylemesin... Bundan sonra da nice nice defalar gönülle, duyguyla, tasavvufla, edeple, zerâfetle, kemâl ile haclar yapmayı nasîb eylesin...

(Elhaccül mebrûr, leyse lehû cezâün illel cenneh.) "Makbul, mebrûr bir hac oldu mu, mükâfatı cennettten başka bir şey değildir." Mutlaka cennet ama, "Hacc-ı mebrûr nedir, nasıl olacak?" diye soruyorlar. Diyor ki:

(İt'amüt taaâm) "Yemek yedireceksin!" Yâni kesenin ağzını açacaksın...

Millet burada kuruşun hesabını yapıyor. "İki riyal borcun var!" diyor arkadaşına... Fesübhânallah!.. Başına çalınsın iki riyal... Ne olacak yâni, iki riyalin lafı mı olur?.. Fırsatı yakaladın mı, çek ziyafeti!.. Doyur!.. Fakire ver, arkadaşına ikram et!..

İkincisi, (ve tıybül kelâm) "Hoş bir şekilde konuşacak." Nasıl konuşacak?.. Tatlı olacak, zarif olacak, edib olacak; gönül alıcı, gönül okşayıcı olacak... Hac, bu...

Bir yerde de, (ifşâüs selâm) "Selâmı çok etsin!" diye buyurulmuş. Sen, "Selâmün aleyküm!" diyeceksin hacıya; o da sana, "Ve aleyküm selâm" diyecek. Duasını almış oluyorsun. Selâm, garantili dua almak demektir. Karşı taraf sana dua ediyor.

Bizim Almanya'daki bir işçi kardeşimiz, izin istemiş patronundan, buraya gelmiş ziyarete... Patronu demiş ki hacca gelirken:

"--Muhammed'e benden selâm söyle!.."

O da, Medine'de Peygamber Efendimiz'in türbesini ziyâret ederken, gözünü kapamış:

"--Yâ Rasûlallah! Bilmiyorum bir gayrimüslimin selâmını sana tebliğ etmem doğru mu ama, selâm emanettir derler. Bizim Alman Hans, sana benimle selâm gönderdi Yâ Rasûlallah!" diye söylemiş.

"Vallahi hocam, Almanya'ya geri dönmeden, daha Türkiye'de iken Hans'ın müslüman olduğunu duydum." diyor.

Rasûlüllah'ın "Ve aleykes selâm!" dediği insan küfürde kalır mı?.. Selâmın kuvvetine bakın!.. Allah gönüllerimize yumuşaklık versin... İrfan versin... İnsanı hakîkî insan yapan irfandır.

(Ülâike kel enâmü belhüm edal.) Yoksa insan, hayvanlardan daha sapıktır. Daha aşağıya, esfel-i sâfilîne düşer insan... İnsanı yükselten irfanıdır, imanıdır, âdâbıdır. Edebe riâyet eden makbul olur. Edebe riâyet etmeyen mahrum olur.

(Etturûku küllühâ âdâbün.) Tarîkatlerin hepsi, edepler kolleksiyonu demek...Yoksa, tac ile hırka olsaydı; yâni, giydiği kavuk, sardığı sarık, büründüğü cübbe olsaydı...

Dervişlik olaydı tâc ile hırka,
Alırdık biz dahi otuza kırka!..

Böyle demiş birisi alaylı bir tarzda... Kırk riyal verirdik, bir cübbe-harmaniye alırdık, Arap gibi olurduk... Bir de başına ager alırsın, sararsın... Tanıyamazsın bizim hacı babayı... Ne olmuş bu böyle?.. Bedevî şeyhi gibi olmuş. Parayla olur bunlar... Dış şekli kurtarmak mümkün; ama, dervişlik o değil...

Dervişlik; şeriatin emirleri, tarikatin incelikleri, kalbin amelleri, irfanın kaideleri üzere bir yaşam tarzıdır. Allah bize o güzellikleri nasîb etsin... Onları tattırsın, onları öğretsin... Öyle kullar eylesin...

Allah hepinizden râzı olsun... Haclarınız makbul olsun... Bayramlarınız mübârek olsun... Duadan unutmayın!.. Yolunuz açık olsun... Peygamber Efendimiz'e bizden selâm söyleyin!..

El-fâtiha!..

.......................

(Rasûl Derinpınar ilâhi söyledi:)

Ganî mevlâm nasîb etse,
Varsam ağlayu ağlayu...
Medîne'de Muhammed'i,
Görsem ağlayu ağlayu...

Delil yapışsa elime,
Lebbeyk öğretse dilime,
İhram bezini belime,
Sarsam ağlayu ağlayu...

Çevre yanı kesme kaya,
El kaldırıp âmin diye,
Arafat'daki vakfeye,
Dursam ağlayu ağlayu...

Hüccâc döner yana yana,
Ciğerim döndürdü kana,
Şol zemzemden kana kana,
İçsem ağlayu ağlayu...

Derviş Yunus der can ile,
Kul olmuşum iman ile,
Dilim zikr ü Kur'an ile,
Varsam ağlayu ağlayu...


3 Haziran 1993 - MEKKE