RAHMAN'IN MİSAFİRLERİ
Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidil evvelîne vel âhirîn... Senedinâ ve mededinâ muhammedinil mustafâ ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin zevis sıdkı vel vefâ...Emmâ ba'd:
Aziz ve muhterem kardeşlerim!.. Evvelâ, her zaman, her yerde ve her hal üzere Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne hamd ederim. Hamd ü senâlar olsun... Çünkü,
(Elhamdü lillâhi alâ külli hâl.) "Her hâl ü kârda kadir-i mutlak, mâlikül mülk, rabbül âlemîn o olduğu için, hamd onadır."
Ama bizim ayrıca, ne kadar Rabbimize hamd ü senâ ile beraber şükreylesek, şükr ü senâ eylesek, ne kadar şükretsek azdır. Çünkü, Allah CC bizi nice bâdirelerden geçirdi, nice vartalardan atlattı, nice sıkıntılardan kurtardı, nice geçilmez surlardan aşırdı... Uzak diyarlardan, denizlerin üstünden uçurdu. Karlı dağların tepesinden geçirdi. Habîb-i Edîb'inin şehrine getirdi, kondurdu bizi... Kerâmet bu!.. Allah'ın büyük ikrâmı bu... Eskiden bir insan böyle bir şey yaptığı zaman, dillere destan olurdu. Büyük kerâmet!..
Herkese, hepimize Allah-u Teâlâ Hazretleri nasib eyledi de böyle, şu kâinâtı yaratan âlemlerin Rabbinin elçisinin ve habîbinin şehrine, yanıbaşına, dizi dibine bizi getirdi. En sevdiği kul, peygamberlerin serveri ve mahlûkatın eşrefi ve kâinâtın sebeb-i hilkati olan bir mübârek zâtın dizinin dibine, kabrinin yanına, şehrinin içine, Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi nasîb eyledi, getirdi.
İbrâhim ibn-i Edhem Hazretleri diyor ki:
(İlâhî, abdükel âsî etâkâ) "Yâ Rabbi, şu âsî kulun kalktı, işte senin huzuruna geldi. (Mukırran bizzenbi fekad deâkâ) Evet, hatasını biliyor, suçlu, günahlı... Onun için boynu bükük, mahcub ama, sana duâ eder bir vaziyette geldi yâ Rabbî!.." diyor. Ve bir yerinde de diyor ki:
(Fein tağfir, feente ehli lizâkâ) "Evet, kusurlu kulum, günahlı kulum, huzuruna geldim..." Hatasını da biliyor. Aczini, hatasını, kusurunu da mu'terif... Suçlu olduğunu da biliyor. Gözü yerde, boynu bükük... Gözü yaşlı... "Eğer affedersen, sen affedicisin, gaffârüz zünûbsün yâ Rabbî; affedersin. (Ve in tatrud, ve men yerham sivâkâ) Yâ Rabbî, kapından kovarsan ben nereye gideyim?.. Artık bana kim merhamet eder yâ Rabbî?.."
Yâni, bu ne demek?.. "Yâ Rabbî, gitmem başka kapıya... Başka gidecek yerim yok ki yâ Rabbî!... Ne kadar suçlu olsam, ne kadar günahkâr olsam, başka bir kapı yok ki!.. Yapışırım buraya yâ Rabbî, gitmem! Affedinceye kadar bu kapıda dururum, kapıyı bırakmam, eşikten ayrılmam; sana yalvarmaya devam ederim."
Muhterem kardeşlerim! Allah, dua edilmeyi seviyor ve dua etmeyene gazab ediyor. Yâni suçlu olmak mühim değil, günahkâr olmak mühim değil, kabahatli olmak mühim değil... Mâzîsinin karanlık olması mühim değil... Affediyor Allah!..
(İnnallahe yağfirüz zünûbe cemîâ.) Günahların hepsini birden, toptan affedebiliyor, affeder. Ve bir de buyurmuş ki:
(Lâ taknetû min rahmetillâh.) "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" Ümid kesmeyi de yasaklamış. "Benim ümidim yok, beni Allah affetmez! Çünkü, benim suçum çok... Benim hiç ümidim kalmadı artık... Benim Allah'ın rahmetine ermeye ümidim yok!" demek haram, yasak, memnû... Yok öyle şey... Çünkü Allah-u Teâlâ Hazretleri, Kur'ân-ı Kerîm'inde (Lâ taknetû min rahmetillâh.) "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" diyerek bunu yasaklamış.
Şimdi Allah nasib ederse, o Beytullah'a da gideceğiz. Ben şöyle başımı kaldırır da ordaki ayetleri okuyarak tavaf ederken, tutamam kendimi... Kalbim katı ama, gözlerimin yaşına dayanamam. Çünkü orda, o Kâbe'nin Hacerül Esved'inin ordan, altın kapısının önünden dönüp de, --ordaki yazılar çok karışık; işte o örtüyü yaptıran hükümdarın ismi vesâiresi var-- şöyle Altınoluk tarafına döndünüz mü, orda yazıyor ki:
(Nebbi' ibâdî, ennî enel gafûrur rahîm.) "Ey kulum! Kullarıma haber ver ki, gafûr ve rahîm olan benim!.. Çok affededen, çok mağfiret eden, çok merhametli olan benim!.. Kullarıma bunu bildir!" Ona dayanamıyorum yâni... "Yâ Rabbî! Senin ayetini yazmışlar buraya, bu Kâbe'nin örtüsüne ki, ne büyük müjde... Sen gafûr ve rahîm olduğunu, senin beytini tavaf edenlerin böylece gözünün önüne yazdırmışsın! Müjdeliyorsun ki, affedicisin, mağfiret edicisin!.."
Muhterem kardeşlerim! Bir çok insana nasib olmuyor buraya gelmek... Ne bakımdan nasîb olmuyor?.. Kimisi, buraların gelinecek kıymetli bir yer olduğunu idrak etmekten gafil olduğu için gelmiyor buralara... "Allaaah... Arab'ının yanına mı gidilir?.. Amaaan, çöllere mi gideceğim?.. Amaaan, ne Arab'ın yüzü, ne Şam'ın şekeri!.. Eksik olsun, bilmem ne..." filân. Laflar böyle... Boğazda, Emirgân'da gezecek, Tarabya'da eğlenecek... Çamlıca'da içecek... vs. O burayı sevmiyor, buranın güzelliğini anlamıyor. Tamam... Allah anlattırmazsa, kimse anlayamaz. Allah çağırmazsa kimse gelemez. Yırtsa ortalığı, yeri göğü yıksa, Allah nasib etmeyince de gelinmez.
Şimdi, muhterem kardeşlerim, sizin her birinizin bir adı var, bir kartviziti var... Bir yerdesiniz, hatırlı bir insansınız, itibarlı bir kimsesiniz. Burda en büyük sıfatınız ne biliyor musunuz?.. Şöyle size bir kartvizit verseler burda, sıfatınız ne biliyor musunuz?.. (Duyûfur rahmân) Siz "Rahmân'ın Misâfirleri"siniz.
(Merhaben biduyûfur rahmân!) "Ey Rahmân'ın misafirleri, merhabâ! Hoş geldiniz!.." diye yazmışlar yollarda...
Bugün bir mübârek zâtın ziyâretine gittik burda... Yaşlı, 87 yaşında adam... Mübârek nur olmuş artık... Burda böyle, Peygamber Efendimiz'in şehrinde senelerce kalmış... Sofra çok çeşitliydi. Dedim ki, "Dilenciye bir kap yemek verirler, küflü ekmek verirler, 'Kapının önünde ye bunu!' derler. Bir kap yemek karnını doyurur, yeter. Biz fakiriz, dervişiz. Siz bize çok yemek çıkarttınız!" dedim. O da dedi ki: "Siz Duyûfur Rahmân'sınız, biz de hâdimleriniziz, hademeyiz!" dedi.
Kıymetinizi bilin muhterem kardeşlerim!.. Duyufur Rahmân'sınız, yâni Rahmân'ın misafirlerisiniz. Allah size dâvet çıkarmış, nasib etmiş.
Din kitaplarımız rivâyet eder ve Kur'ân-ı Kerim'de ayet-i kerîme var ki, Allah-u Teâlâ İbrâhim AS'a:
(Ve ezzin finnâsi bilhacci ye'tûker ricâlen ve alâ külli dâmirin ye'tîne min külli feccin amîk.) "Ey İbrâhim! İnsanlar arasında elini kulağına koy seslen!.. Bu mübârek beyti ziyaret etmelerini onlara bildirmek için, onları buraya davet etmek için sen seslen!" Demiş ki, "Yâ Rabbi, benim sesim nereye kadar gider ki?.. Ben nasıl duyuracağım bu insanlara?.. Burası ekin bitmez bir vadi...
(Rabbenâ innî eskentü min zürriyetî bivâdin gayri zî zer'in) Ekinsiz bir vâdiye, taşlık bir vâdiye bu İsmâil AS'ı, Hâcer valideyi bırakmış. İnsan yok...
"--Burada ben insanlara nasıl duyuracağım?" deyince, Allah-u Teâlâ Hazretleri:
"--Yâ İbrâhim, sen seslen bakalım! Seslenmek senden, duyurmak benden..." buyurmuş.
Şimdi biz, nasib olmuş, kalkmışız gelmişiz. Bilseniz ki, sizin buraya gelmeniz için, bu bizim İskender Paşa Turizm firmasının yetkilileri öldüler hepsi... Cenâze namazlarını kaç defa kıldık. Ondan sonra dirildiler, ayağa kalktılar, buraya geldiler. Bunların hepsi birkaç defa öldüler öldüler, dirildiler.
Bunlar Azerbaycan'a gittiler... Bunlar Almanya'ya gittiler... Bunlar başka yerlere gittiler. Maksad neydi?.. Sizleri Türkiye'de bırakmamak... "Mâdem söz verilmiş, bunları getirelim!" diye... Öldüler öldüler, dirildiler ama, Allah nasib etti. Demek ki nasibiniz varmış, buraya geldiniz; Peygamber Efendimiz'in şehrine...
Şimdi burda, Peygamber Efendimiz'in şehrinin mescidinin duvarına, dedelerimiz Peygamber Efendimizin bir hadis-i şerifini yazmışlar. Buyuruyorlar ki:
(Salâtün fî mescidî hâzâ) "Şu gördüğünüz benim mescidimde kılınan bir namaz, (hayrun elfe salâtin fî mâ sivâhü) başka yerde kılınan bin namazdan daha hayırlıdır."
"--Ama hocam, Peygamber Efendimiz'in kurduğu mescid buraları mı?.."
Haaa, Efendimiz onu da söylemiş: "Bu mescid, kalabalık arttıkça genişletilse, duvarları Yemen'e kadar genişlese, yine benim mescidimdir." Onda şek şüphe yok!.. İster Suud yapsın, ister Osmanlı yapsın... İster şu veya bu yapsın.
Bugün gittiğimiz zat diyor ki, hani ayet-i kerime inmişti ya:
(Len tenâlül birre hattâ tünfiku mimmâ tuhibbûne) "Sevdiğiniz malları, paracıkları; o biriktirdiğiniz altınları, gümüşleri, elmasları, zînetleri Allah yolunda infak etmedikçe müttakî kul, birr ü takvâ sahibi kul sıfatına sahib olamayacaksınız. Kesenin ağzını açmadıkça, cömert olmadıkça Allah'ın sevgili bir kulu olamayacaksınız." Yâni, cömert olmak lâzım... Yâni, hayırsever olmak lâzım...
Canı gibi sevdiği, göz bebeği malı vermek zor... "Mal canın yongası..." derler. Canın yongası ne demek, bir parçası demek... Yonga, parça demek. Yâni insanın malından biraz alacak olsan, canından can kopartmış gibi olur. Çimdiklesen, insanın eti kopmaz, sadece acır, sıkışır. Malından bir parça koparıp aldın mı, canından bir parça almış gibi olur. Zor... Ama, Allah rızası için verirse, o zaman Allah'ın sevgili kulu oluyor.
Bunun üzerine, Ebû Talhâ RA gelmiş, demiş ki: "Yâ Rasûlallah, ben bu ayeti duydum ya; şu içinde hurma ağaçlarının olduğu, cıvıl cıvıl kuşların öttüğü, kuyusu olan, sevdiğim bir bahçem var... Şu kadar hurma ağacı var içinde... Verdim Allah rızası için... Bu ayetin aşkına verdim bunu yâ Rasûlallah!.." demiş.
Ebû Talhâ Hazretleri'nin bostanı bu... Şimdi mescidin içinde... Şu mescidin direklerinin arasında, arka taraflarda bir yerde... Kadınlar kısmında kalıyor galibâ... Yâni, ölçüsünü de tam ölçemiyoruz; çünkü, çok büyüdü mescid, elhamdü lillâh...
Bir de üst katı var... Yan taraflarda çıkmak için yürüyen merdivenler var... Üst kata bir çıkın, bayılırsınız. Mutlaka bayılırsınız orda... Yukarıda yıldızlar... Püfür püfür rüzgâr esiyor. Geceleri, akşam ve yatsıda açıyorlar. Çok güzel...
O zaman mescidden ne kadar uzaktaymış bahçe; şimdi Peygamber Efendimiz'in mescidinin içine katılmış oldu...
Bizim Hocamız cennetmekânla, gelince misâfir kaldığımız evler vardı; şimdi mescidin içi oldu. Büyüdü mescid, elhamdü lillâh...
Muhterem kardeşlerim! Buraya insan her zaman gelemez. Belki bu gelen kardeşlerimizden bazısının ilk ve son gelişi olacak. Herkes her zaman gelemez ki!.. Ya para bulamaz, veya vakit olmayabilir, ya da müsaade de çıkmayabilir. Veyahut da harp darp olur, istese de insan gelemeyebilir.
Ben askere gitmiştim. Askerdeyken maaşlara zam gelmiş; bizim zamsız aldığımız zamanların parasını biriktirmişler. Ben askerden geldim. Üniversiteden dediler ki, --Allahu a'lem, ondörtbin lira mı, onyedibin lira mı bir para-- "Eksik aldığınız maaşların tamamı bu!" dediler.
O zamana kadar, o kadar para görmemiştim ben... Dedim ki, "Şimdi ben zengin oldum. Ne yapayım, ne yapayım?" dedim. Zengin ne yapar?.. Hacca gider. Tamam... Bir dilekçe yazdım, üniversite rektörlüğüne: "Hacca gideceğim için, şu tarihler arasında bana müsaade verilmesini arz ederim." dedim.
Niye böyle dobra dobra söyledim?.. Hac o zaman kışa geliyordu. Karda, kışta öksürükten, biz yirmi gün, yirmibeş gün hasta yatıyorduk. Titriyorduk buralarda... O kadar soğuktu o seneler... Şimdi güzel, lâtif havası... Niye böyle dedim?.. İzin vermezler ya, üniversitede mektep, medrese tahsil devam ediyorken, talebelere ders veriliyorken hocayı gönderirler mi?.. Göndermezler ama, ben de kurnazlık yapıyorum. Eğer haccedemeden ölürsem, --o sene öldüm meselâ, hac yapamadım, öldüm-- diyeceğim ki: "Yâ Rabbi, ben dilekçe vermiştim, onlar müsaade etmemişlerdi." Niyetim bu, maksadım bu... Dobra dobra onun için yazdım.
Rektör dekana demiş ki, "Yâ söyleyin şu mübareğe, dilekçesini değiştirsin." Böyle dobra dobra, hacca gideceğiz denilir mi o devirde?.." Değiştirdik. "Peki, nasıl istiyorsa öyle yazalım!" dedik. Yazdık işte inceleme, araştırma vs. Biz de Allah'ın rahmetini araştırıyoruz buralarda, onun için dedik. Dilekçeyi değiştirdik, çıktık geldik. Neden?.. Ya gelirim, ya gelemem! Ya ölürüm, ya kalırım!..
Onun için insan, eline fırsat geçti mi gelecek. Tamam, iyi yapmışsınız, gelmişsiniz. Bir daha ya geliriz, ya gelemeyiz. Tekrar tekrar gelmeyi Allah nasîb eylesin, müyesser eylesin... Bu Peygamber efendimiz'in kabrini ziyaretler nasîb eylesin... Mescidinde namaz kılmayı nasîb etsin...
Muhterem kardeşlerim, burada namaz bin misli... Amma, Kâbe'nin etrafındaki Mescid-i Haram denilen Mekke'deki mescidde, yüzbin misli... Yâni, orda bir namaz kıldın mı yüzbin misli oluyor.
Bir şey var, onu ayrıca söylemek lâzım, bastıra bastıra söylemek lâzım: Sevaplar çok olduğu gibi, günahlar da çok!.. Burda bir günah işlerse insan, başka yerde işlediği günahtan bin misli fazla günah yazılır. Yakışmaz burda günah... Harama bakmak yakışmaz, haramı düşünmek yakışmaz... Kavga yakışmaz, gürültü yakışmaz... Gıybet yakışmaz, dedikodu yakışmaz... Haram lokma yemek yakışmaz. Burda insan cezâsını pattadak bulur.
Avustralya'dan bir arkadaşımız gelmiş. Geldiği gün otelin yanındaki bakkaldan alışveriş yapmış. Süt almış, ayran almış, ekmek almış, vs. almış; parasını çıkartmış vermiş. Gelmiş; otelde yemiş içmişler. Bir hafta sonra el çantasını aramış, yok... Aramış, yok... "Uçakta yanıma almıştım, uçaktan çıkarken dikkat etmiştim. Paraları, pasaportu içine koymuştum; banka cüzdanı içindeydi. Buraya kadar geldim. Acaba alışveriş yaptığım bakkalda mıdır?.."
İbretli bir hadise, olmuş bir hadise muhterem kardeşlerim!.. Kalkmış, bakkala gitmiş. Demiş ki:
"--Ben yedi gün önce buraya geldiğim zaman, alışveriş yapmıştım. Burada çantamı unutmuş olabilir miyim diye hatırıma geldi. Böyle bir şey kalmış mı burda?.." --Yâni ya burda, ya Mekke'de oluyor; ikisi de mübârek, Allah'ın sevdiği mukaddes araziler bunlar...-- Adam demiş ki:
"--Hayır hayır!.. Zaten biz bu dükkânı yeni devraldık, bir iki gün oldu. Geçen hafta biz yoktuk!" demiş.
"Baktım hocam," diyor, "geçen hafta alışveriş yaptığım adam... Tanıdım. Yalan söylüyor. Yalan söyleyince içime bir şüphe düştü. Ben şöyle dükkâna göz gezdirmeğe, dükkânın içinde yürümeğe başladım. Ben tezgâhın dışından dükkânın içine doğru yürüyorum, o da tezgâhın arkasından benim yürüdüğüm yöne doğru yürüyor. Tâ içeriye kadar böyle bakına bakına gittim. Tâ dip köşede, o kadar kalabalığın arasında, seccâdelerin, eşyaların altından, çantamın ucunu Allah bana gösterdi." diyor.
"Balıklama atladım, çantamı almak için... Adam da benim üstüme atladı. Al alta, üst üste kalıp polislik olduk... Dedim ki, çanta benim; işte böyle olunca böyle oldu..." Tabii açmışlar. İçindeki eşya bu şahsın, dükkâncı yalan söylüyor. İncelemişler ki, adam o çantayı almış, Riyad'a kadar gitmiş. Riyad'dan Avustralya'daki banka hesabını çekmeye çalışmış. Bilmem kaç bin dolar; kırk mı, elli mi, seksen mi neyse o kadar dolar parayı çekmeye çalışmış. Onlar da çıkmış ortaya... Yakalanmış, hapse tıkılmış.
Buraya ticaret için gelmiş adam... Yemen'den mi, başka bir yerden mi?.. Suud'lu değil, ticaret için gelmiş. Bakın, Allah burada hainliğe müsaade etmiyor, görün ki nasıl cezalandırıyor. Yakalanmış ve hırsızlık suçundan eli kesilecekmiş.
Onun için, burda sevaplar fazla, sevaplı yerdir; sevap işlemeye gayret edelim!.. Günahlar da büyük yazılır; günah işlememeğe çalışalım!.. Gönlümüzü de pak eyleyelim, temiz tutalım, kötü şeyi düşünmeyelim!.. Hayır işleyelim, ibâdet edelim!.. Namazları Mescid-i Nebevî'de kılmağa çalışalım!.. Çarşı pazarda vakti harcamayalım, zamanımızı değerlendirmeye çalışalım!..
Şimdi biz tabii evvelâ Medine'ye geldik. İstanbul'dan uçtuk, Medine'ye indik. Daha evvel hac yapmayanlar bunun mânâsının hiç farkında değildir, hiç bilmez. Mekke'ye inse ne olurdu, Cidde'ye inseydi ne olurdu?.. "Şimdi ben Medine'nin havaalanına inmişim, ne olmuş yâni?.." hiç bilmez. Ama ben size söyleyeyim ki, Cidde havaalanına böyle hacca yakın zamanlarda indiğimiz zamanlar, ondört saat beklediğimizi bilirim. Bekle Allah'ım bekle... İnsanın sabrı taşar, sigortası atar. Gözü döner, ağzı bozulur. Allah korusun, şeytan aldatır insanı... "Hay bu Arab'ın bilmem nesi de!" filân diye başlar, çeşitli günahlara girer. Ondört saat beklersiniz, şu mühürler vurulacak, şu pasaport elimize verilecek de, şu sevdiğimiz yere gideceğiz diye... Orda bekleme, burda bekleme; dışarlarda perişan olursunuz.
Burda şimdi biz iki saatte çıktık. A'zâmî iki saatte her işimiz bitti, otobüse atladık geldik. En aşağı beş misli büyük ikrâm Medine'ye gelmek... Herkese nasîb olmuyor. Cidde'ye inenleri buraya göndermiyorlar. Şimdi biz buradan Peygamber Efendimiz'i ziyaretle işe başladık; güzel... Lütufla başladık, rahatla başladık.
Şimdi, bu motellerin de kıymetini bilmezsiniz siz!.. Düşünürsünüz kendi evinizi... Ne kadar geniş olduğunu, her türlü konforun olduğunu düşünürsünüz, beğenmezsiniz ama, bunlar saray gibidir. Bunu bu hac mevsiminde dışardaki insanlardan anlayabilirsiniz. Kimisi dışarda yatar... Yiyecek bulamaz, içecek bulamaz, yatacak yer bulamaz... Su bulamaz. Eskiden bulunmazdı. Şimdi sular hiç kesilmiyor, şakır şakır akıyor.
Su kıtlığı vardı eskiden... Bir gusül abdesti abdesti alıp, Peygamber Efendimiz'i ziyaret etmek bir meseleydi. Mekke'de apartmanlarda hacılar guslederlerken sular kesilirdi. Kamyon gelecek, depoya su dolduracak... "Aman suyu çok harcamayın!" derlerdi. Şimdi su ganî...
Sonra bu soğutma cihazları yoktu eskiden... Serçe kuşunun, kanarya kuşunun veya muhabbet kuşunun kafesin içinde çırpındığı gibi hacılar çırpınırdı. Sıcak, çare yok, ter akardı. Yani, sizin farkında olmadığınız çok nimetler var bu işin içinde...
Siz yumuşaktan yumuşaktan sertliğe doğru gidiyorsunuz. Allah hep yumuşaklık, hep lütuf, hep ikram, hep in'am içinde, nîmet içinde yüzdürsün sizi ama; aslında hac biraz daha sıkıntılı bir ibâdettir, bunu da bilin!..
Hac çok sıkıntılı bir ibadettir. Hattâ cihad gibidir. Bir insan hac yapmışsa, cihada gitmesi efdal... Ama hac yapmamış bir insanın, önce hac yapması efdal... Çünkü, bu da cihad gibidir.
Eskiden, şu bizim geldiğimiz yoldan buraya gelenler, üç ayda gelirlerdi buraya... Biz üç saatte geldik. Üç ayda gelirlerdi ve yürüyerek gelirlerdi. Zengin olan babayiğitlerin develeri vardı. Onlar develerin üstünde gelirlerdi. Ötekiler yürürdü, kumlara bata çıka gelirdi.
Bazı menziller arasında --ben eski bir tarih kitabında okudum-- 18 saat cebrî yürüyüş mecburiyeti vardı. Çünkü çöl, su yok ve eşkiya tehlikesi var... Ancak böyle, muhafızlar nezaretinde 18 saat cebren yürüyecek, karşı kaleye varacak, orada emniyet içinde olacak. Yoksa geceye kaldı mı veya tehlikeye kaldı mı, geçemedi mi; orda talan olabilirmiş.
Onsekiz saat yürümeyi düşünebiliyor musunuz?.. Burda biz bir namaz kılıyoruz; ben şahsen kızıyorum kendime... Namaz kılıyorum, buraya geliyorum; bakıyorum, dermanım kesilmiş, şurdan şuraya sıcakta gelinceye kadar... Onsekiz saat yürürlermiş ve çoğu telef olurmuş hacıların... Çoğu böyle helâk olurmuş hac yollarında...
Elhamdü lillâh işte, burdan şimdi tabii Mekke-i Mükerreme'ye gideceğiz. Burda ihrama girmek lâzım! Çünkü, az ilerde Ebyâr-ı Ali veya Zül-Huleyfe denilen bir yer vardır. Ordan öteye böyle dikişli elbiseyle filân geçilmez, mukaddes arazi başlıyor. Hac için ihrama girme arazisi başlıyor. Burdan ihrama gireceğiz.
Muhterem kardeşlerim! Üç çeşit hac yapılabilir. Bilenlere tekrar olur; bilmeyenlere de şöyle mühim olan noktalarını, hatırıma geldikçe hatırlatmaya çalışayım:
1. Hacc-ı ifrad yapılabilir. Hacc-ı ifrad demek, tek başına hac demek, sadece hac yapmak demek...
2. Hacc-ı temettû, umreli hac demektir. Ama, umreyi yapacak, ihramdan çıkacak, serbest olacak... Temettû edecek, nimetlenecek, meta'lanacak, rahatlayacak, keyfine bakacak. Ondan sonra, tekrar hac için Mekke'de ihrama girecek. Buna hacc-ı temettû denir. Bunun içinde hem umre var, hem hac yapılmış olacak. Umre + hac demek...
3. Bir de hacc-ı kıran var... Kıran, kırmak kelimesiyle ilgili değil; karin olmak, yakın olmak demek... Hacla umre yapışık, beraberdir. Yâni bir ihrama girdi mi, umreyi de yapacak, haccı da yapacak, öyle çıkacak demektir.
Bu en zor, yapılması en meşakkatli olanıdır. Çünkü, hacc-ı kıran yapacak kimse, Medine-i Münevvere'den Mekke-i Mükerreme'ye gittiği zaman, ilkönce gidecek bir kudüm tavafı yapacak. Ondan sonra umresinin tavafını yapacak, sa'y yapacak. İki defa...
Orası çok izdihamlıdır. Burdaki gördüğünüz kalabalık, bitmiş olan kalabalıktır. Döküntü kalabalık... Yâni, asıl kalabalık gitmiş, siz burda rahatsınız. Öbür tarafa gittiğiniz zaman, omuz omuza, izdihamlı, sıkışık bir yere gideceksiniz. Biz, elimizden geldiği kadar, sizin sıkışık olmayan zamanlarda, rahat bir şekilde ibâdet yapmanıza gayret edeceğiz. Hocaefendilere o vakitleri buldurmağa çalışacağız.
Evvelki seneler, ben geldim baktım bizim binâya; hacı efendiler keyifli keyifli aşağı iniyorlar. Böyle öğleden sonra, ikindiye yakın...
"--Hayrola! Allah selâmet versin, siz böyle ne tarafa gidiyorsunuz?" dedim.
"--Hocam, biz şeytan taşlamaya gidiyoruz." dediler. Dedim ki:
"--Eğer şeytan taşlamanın en meşakkatli, en zor, en tehlikeli zamanı ne zaman diye sorsalardı, işte bu zamandı. Bundan daha zor zamanı yoktur. Şimdi iki gün (bayramın 2. ve 3. günleri) şeytan taşlayıp da, Mina'dan ayrılmak isteyenler vardır. Nefîr-i âm denilen müsaade vardır. İsterse, birinci günden sonra bayramın öteki iki gününde de taşlayıp ayrılabilir. İsteyen sonuncu gününe de kalabilir. Şimdi o atıp da ayrılmak isteyenlerle, vazifesini normal olarak yapmak isteyenlerin, hepsinin birden acele edip de şeytan taşladıkları zamandır. Kim söyledi size, bu vakitte şeytan taşlamayı?.. Şeytan taşlamanın geniş bir zamanı var; niye bu zamanda gidiyorsunuz? Arasaydınız, bu kadar zor zamanı bulamazdınız. Niye en zor zamanı seçtiniz?.." dedim ben...
"--Efendim, bize böyle söylediler. Otobüsler de aşağıda hazır... Hocalarımız da hazır... Taşlayacağız. " dediler. Ben:
"--Başka bir münâsib zamanda yapsanız, iyi olur." dedim.
Gitmişler, hocalarına söylemişler. Allah râzı olsun, daha geniş bir zamana bırakmışlar. Sonra haber geldi; orada bilmem kaç kişi ezilmiş, ölmüş. Orada şeytan taşlamağa çalışan başka hacı kardeşlerimiz, bunların gitmek isteyip de gitmedikleri zamanda bilmem kaç tane ezilen, vefat eden var diye söylediler.
Yâni yapılacak vazifelerin zor zamanları var, kolay zamanları var. Allah kolayları versin... Ne diyoruz:
(Allahümme innî ürîdül hacce feyessirhu lî ve tekabbelhu minnî) veya (Allahümme innî ürîdül umrete feyessirhâ lî ve tekabbelhâ minnî.) "Yâ Rabbî bu haccımı / umremi sen benden kabul eyle ve bunu bana kolaylaştır!" Allah'ın kolaylaştırması çok önemli... Kolayca yapmaya muvaffak eylesin Allah-u Teâlâ Hazretleri...
Şimdi benim âcizâne düşünceme göre, en kolayı temettû haccı yapmaktır. Temettû haccı yapacak olan bir kimse ne yapar?.. Gidince oraya önce umre yapacak. Önce gider, umresinin tavafını yapar. Umre bir tavaf, bir sa'ydir; ondan sonra, traş olmaktır.
Tavaf yaparken Kâbe sıkışık olacak, izdihamlı olacak. Biz en sakin zamanını bulmaya çalışacağız. Ama yine izdihamlı, kalabalık, hanımıyla beyiyle birbuçuk milyon insan toplanmış olacak. Hepsi o mübarek beytin etrafında ibâdet ediyor.
Umresinin tavafını yaptıktan sonra, sa'yini yapar; Safâ ile Merve arasında gidişini gelişini yapar. Traşını olur, ihramdan çıkar. Serbest hale gelir, Mekke'nin ahalisi haline gelir; umre biter.
Ondan sonra da zilhiccenin sekizinci günü yevm-i terviye olacak, Minâ'ya çıkma günü olacak. O gün gusül abdestini alırsınız, yeniden ihrama girersiniz; Minâ'ya çıkarsınız veya Arafat'a gidersiniz. Bazı gruplar öyle yapıyor, Minâ'ya uğramadan Arafat'a gidiyorlar.
Zilhiccenin dokuzuncu günü, arefe günü, Arafat'da vakfe günüdür. Arafat'da vakfe haccın farzıdır. Vakfede bulunmayanın haccı olmaz; mutlaka orda bulunulacak!..
Asıl bulunma zamanı öğleden, akşam güneş batıncaya kadar ki zamandır. Ama, gece sonuna kadar devam eder. Yâni, yapamayan bir insan, akşamdan sonra gitse de yine olur.
Akşam ezanı okunmazdan önce de, Arafat terkedilmez. Terkedilirse cezâlı duruma düşer insan; kurban kesmek zorunda kalır.
Eğer hacc-ı kıran yapmak istiyorsa bir insan, gidince kudüm tavafı yapacak, sa'yini yapacak. Ondan sonra, umresinin tavafını yapacak, sa'yini yapacak. Veya kudüm tavafından sonra, umresinin tavafını yapacak. İki defa o izdihamı yaşayacak. Ondan sonra tabii, ihramda kalacak.
Hacc-ı kıranda hacı hata işlediği zaman, cezâlar katmerli olur, iki misli olur. Şimdi ara kısa olduğu için, hacca yakın olduğundan, kıran haccı da kolay olur, hepsi kolay olur.
Hac yapanlardan temettû ve kıran haccı yapanların kurban kesmesi gerekir. Hacc-ı ifrad yapanların kurban kesme mecburiyeti yoktur.
Allah-u Teâlâ Hazretleri, makbul hac ve umre yapıp, memleketimize sâlimen, sevaplar kazanmış olarak, ganimen, nîmetlere ermiş olarak, günahlardan arınmış bir kul olarak varmayı cümlemize nasîb eylesin...
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
(Elhaccül mebrûru leyse lehû cezâün illelcenneh.) "Makbul ve mebrûr bir hac yapıldı mı, bunun mükâfatı cennetten başka bir şey değildir." Mutlaka cennetlik olur insan... Bütün mesele, haccı mebrûr bir hac yapabilmek...
Mebrûr hac nedir?.. Mebrûr bir hac; içinde füsuk, refes, cidal olmayan; şöyle âdâbına uygun, takvâ ile yapılan hacdır. Kavga etti mi insan, gürültü etti mi; mebrûr bir hac olmaz.
Bazı hacıları duyuyoruz: "Yâhu ne biçim haldir bu böyle? Allah Allah!.." Kavga, gürültü... "Ayağıma bastın da... Yer verdin de, vermedin de... Sıkıştırdın da, sıkıştırmadın da..." Yâhu, bırak sıkıştırsın, bırak ezsin! Burası başkasının kusuruna bakılacak yer değil!.. Burada Allah'ın rızasına bakacaksın!.. Ayağına basılması, basılmaması önemli değil... Sıkış!.. Hattâ, yerini ver ona!.. Yeter ki Allah sevsin, Allah'ın rızasını kazan; mühim olan o... Şimdi burda artık, "Benim yerimi daralttın, beni üzdün, beni ittin... Şöyleydi, böyleydi... Bana haksızlık yaptın!.." demenin zamanı değildir.
Nazar eyle bitürü,
Bazar eyle götürü,
Yaradılanı hoş gör,
Yaradan'dan ötürü!..
zamanıdır, yeridir burası... Kusura bakma, görme yeri değildir. Allah bizi görüyor. Biz Allah'ın misafiriyiz. Allah'ın rızasını kazanmak için gözümüzü dört açma yeridir burası... Zamanımızı boş geçirmeyeceğiz, ibâdetle geçireceğiz.
Bir şeyi yarım bıraktım, bir söze başladım, yarım kaldı; onu söyleyeyim: Burada namaz, başka yerdeki namazdan bin misli fazla... Mekke-i Mükerreme'de bir namaz, başka yerde kılınan namazdan yüzbin misli sevap... Kudüs'te kılınan namaz, başka yerde kılınan namazdan beşyüz misli sevap... Camide cemaatle kılınan namaz, evde kılınan namazdan yirmiyedi kat daha sevap... Şehir mescidinde kılınan namaz, köy mescidinde kılınan namazdan daha fazla sevaplı; elli misli sevap...
Bunu da bir hadis-i şerifte okudum; güldüm, tebessüm ettim. Bakın, Allah birlik ve beraberliğe, cemaatin büyük olmasına ne kadar ehemmiyet veriyor! Köy camisindeki namazla, şehir camisindeki namazın farkı var, muhterem kardeşlerim!.. Cuma namazı kılınan büyük yerdeki namazın sevabı elli misli; köydeki veya mahalledeki küçük mescidin sevabı biraz daha az, yirmiyedi misli... Yâni, yarısı kadar aşağı yukarı... Yirmibeş veya yirmiyedi rivâyeti vardır.
Amma:
(Nafakatüke fî sebîlillah, biseb'i mietin) Allah yolunda infak, yâni para vermek; cihada para vermek, hacca para vermek, umreye masraf etmek... Bu Allah yolu ya!.. Biz niye geldik buraya, niye bu sıkıntıları çekiyoruz?.. Bakın, aircondition da çalışıyor ama, sucuk gibi terliyiz.
Şimdi yediyüz misli, Allah yolunda verilenin karşılığı... Cihad Allah yoludur, hac Allah yoludur, umre Allah yoludur. Tamam, bunlara verilen yediyüz mislidir. Yâni, burda yaptığınız hayırları sakınmayın!
Hocamız demiş ki: "Bundan sonra bizim ihvanımız hacca gelmesin!.. --Vefat etmeden önce böyle bir sözü var.-- Ya da bir tomar parayı alsın eline, öyle gelsin!" Yâni babayiğit olsun, cömert olsun!.. Çünkü, fîsebîlillahtır. Burdaki harcadığın mîzanına konuluyor, sevâbı çok yâni...
Şimdi bu yediyüz misli... Yediyüz bir hayli fazla...
Evde kıldığın namazdan, camide kıldığın namaz yirmiyedi kat sevaplı... Büyük camide kıldığın elli misli... Kudüs'te kıldığın beşyüz misli... Medine'de kıldığın bin misli... Mekke-i Mükerreme'de kıldığın yüzbin misli...
(Zikrullahi teâlâ efdalü indallahi minen nafakati fî sebîlillah bimieti derecetin) Amma, Allah demek, Allah yolunda infak etmekten bile yüz kat fazla... Yâni yediyüzün yüz katı, yetmişbin misli sevap... Anlatabildim mi?.. Allah demek, lâ ilâhe illallah demek; bunun sevabı yetmişbin...
Bakın, burda bir namaz kılmak, bin misli sevap olduğuna göre, Allah demek, lâ ilâhe illallah demek de yetmişbin sevap olduğuna göre, --şimdi ben bunu hadiste görmedim ama, kendi kendime düşünüyorum-- zikir de bin misli sevaplı olmaz mı?.. Allahu a'lem olur. O zaman yetmişbinin bin misli ne kadar olur?.. Yetmiş milyon oluyor.
Bakın, rakamları yazın aklınıza; zamanınızı boş geçirmeyin!.. Çarşıda, "Kem yâ ahiy hâzâ?" ile vakit geçirmeyin, çarşılarda vakit öldürmeyin!.. Bir defa Allah dedi mi insan, yetmiş milyon sevap alıyor.
Bir hadis-i şerifte de buyuruyor ki Peygamber Efendimiz: "İçinden gizlice Allah demek, kalbinden Allah demek, dille Allah demekten yetmiş kat daha sevaplı... Şimdi bunu çarpın bakalım!..
Yâni bu "Allah, Allah" demeyi, aşikâre demiyorsunuz da; ağzınız kapalı, içinizden Allah diyorsanız; yetmiş milyonun yetmiş katı, dört milyar dokuzyüz milyon sevap ediyor. "Ey ahali!.. Duyduk, duymadık demeyin!.." --Ben şimdi dellal oldum, ilân ediyorum:-- "Duyduk, duymadık demeyin!.. Burda bir insan içinden, kimse duymadan bir kere Allah dese, dört milyar dokuzyüz milyon sevap alıyor!.."
Hadi ne yaparsanız yapın!.. Buyur, çarşıda gez... Buyur, tesbih fiatını sor... Buyur, oyuncak fiatını sor... Buyur, gömlek fiatını sor... Buyur, uyu... İstersen çarşıda gez, istersen dükkânda dolaş... İstersen kahve iç, istersen çay iç... İstersen mescidde hatim indir, istersen Allah de... Ne istersen yap amma, şu seyahatin kıymetini bil muhterem kardeşim!..
Bu fırsat başkasının eline geçmemiş, senin eline geçmiş! Sen bir ganîmet yakalamışsın. Allah'ın rahmeti burda coşuyor, coşuyor... Rahmet deryası taşıyor. Allah'ın rahmetinden nasibini eksik almamağa gayret et!.. Allah de, lâ ilâhe ilallah de!.. Aşikâre söylersen, âşikâre söyle... Kalbinden söylersen, kalbinden söyle... Birisi yetmiş milyon sevaplı, birisi dört milyar dokuzyüz milyon sevaplı... O da sevap, bu da sevap... Çoğunu istiyorsan çoğunu, orta hallisini istiyorsan orta hallisini yap; ama, gafil vakit geçirme!.. Hele sevap kazanmak varken, günaha hiç girme!..
Burası tenkid yeri değil... Burası sû-i zan yeri değil... Burası kavga yeri değil... Burası harama bakma yeri değil... Burası günahı işleme yeri değil... Burası sevap kazanma yeri!.. Bu yerin kıymetini bil!..
Eğer Mekke-i Mükerreme'ye varırsak rakam ne olacak?.. Yüz misli daha fazla olacak!.. Şimdi dört milyar dokuzyüz milyonun yüz misli ne eder?.. Dörtyüzdoksan milyar eder. İnsanın aklı başından gidiverecek yâni, rakamları düşünürken...
Onun için, bir insan hac yapar da, umre yapar da, evine giderken nasıl gider; anlayın yâni!.. Yeter ki Allah akıl versin, şuur versin... Yaptığı ibâdetin kadrini, kıymetini bilenlerden; zamanının ne kadar kıymetli zaman olduğunu bilenlerden eylesin...
Ben âcizâne size bunları hatırlatmak istedim. Ama, uçakta mikrofon elime geçmedi. Birkaç gün böyle sizinle konuşamadık. İşte şimdi, ancak bunları hatırlatabildim.
Siz bu hadis-i şerifleri duymuşsunuzdur veya duymamışsınızdır. Duymayanlara duyurmuş olduk.
Bilmeyen ne bilsin bizi,
Bilenlere selâm olsun!..
dediği gibi Yunus Emre'nin... Bilmeyenler bildi. Bilenlere de hatırlatmış olduk.
24 Mayıs 1993 - MEDİNE