Soru:
--Muhterem Hocam! Sizi daha yakından tanımak için, biraz gençliğinizden, tahsilinizden, Mehmed Efendi Hazretleri ile tanışmanız gibi hususlardan bahsedebilir misiniz?
--Bir garib kul işte... Hocamız'ın "Benden sonra bu vazifeyi sen yap evlâdım!" dediği bir hizmetçi bendeniz... Yoksa, hakkımız, haddimiz filân değil böyle şeyhlik, tarikat başkanlığı... Müridlerin yetiştirilmesi... Emrolunduğumuz için, "El'emru fevkal edeb" diye, bu vazifeyi yapıyoruz. Hocamız uygun gördüğü için ayrılıp da gidemiyoruz da... Reddetmek de mümkün değil... Zâten teklif ettiği zamanların birisinde red de etmiştim, "Bizim hakkımız, haddimiz, liyakatımız, kâ'bımız değildir." diye... "O zaman yardım ederler!" buyurmuştu. Çok yardım görüyoruz.
1938 yılında Çanakkale'nin Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde doğdum. Ailemiz Çanakkale'ye Buhara'dan gelmiş. Annem ve babam birbiriyle akraba çocuklarıdır. Dolayısıyla kökenimiz Buhara olmuş oluyor. Buhara'dan kafile, Arap halayıklarla beraber gelmiş bizim o taraflara... Bizim ailemiz Peygamber SAS Hazretleri'nin soyundan imiş. Buhara'ya Hicaz'dan gitmişler demek ki... Oradan da Osmanlıların devleti esnasında Çanakkale'ye gelmişler. Böyle bir ailedeniz biz...
Babam evlâtlarını okutmaya çok istekliydi. Dedem zâten, Süleymaniye Medreselerinde okumuş. O zamandan Gümüşhaneli Efndimiz'den ders almış. Babamlar da daha memlekette iken Gümüşhaneli koluna orada vekâlet eden Çırpılarlı Hacı Ali Efendi'den dersli imişler. Ben üç yaşında iken babam Hafız Necati, bizi okutmayı çok istediği için, Çanakkale'den aldı, İstanbul'a getirdi ve ben bütün tahsilimi İstanbul'da yaptım. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite... Orta ve liseyi Vefâ Lisesi'nde okudum.
Üniversite tahsilimiz İstanbul Edebiyat Fakültesi, Arap Dili ve Edebiyatı - İran Dili ve Edebiyatı bölümüdür. Arap Filolojisi ve Fars Filolojisi bölümünde ana kaydım vardı. Ortaçağ Tarihi, Türk-İslâm Sanatları sertifikalarını da alarak mezun olmuştum. Yâni Sanat Tarihi, İslâm Tarihi, Arap Dili ve Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı tahsili gördüm.
Ondan sonra Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde Hocamız'ın emri ile asistanlık yaptım. Dönerin ateşin karşısında dönerek yavaş yavaş pişirilmesine benzetiyorum kendi halimi... Hocamız bizi savurdu Ankara'ya... Ankara'ya gittik. Orda İlâhiyat Fakültesi'nde bu dînî ilimleri öğrenme fırsatı çıkmış oldu bize, onların himmetiyle... Sonra zorla bizi çeşitli müesseselerde hocalık yapmağa çektiler yaka paça...
Bir tanesi Yükseliş Mimarlık Mühendislik Özel Yüksek Okulu'dur. Mimarlara, mühendislere Türkçe ve Hümaniter Bilgiler dersi hocalığı... Ben reddettim. Geldiler, müdürler ve sâireler: "Biz senin reddini filân kabul etmiyoruz, sen bu vazifeyi yapacaksın! Bunun sebebi var..." filân dediler. Anlıyorum ki, sebebin arkasındaki sebep de Hocamız'ın himmeti imiş. Demek ki, biz bu vazifeyi yapacağız diye, "Biraz kompozisyon öğren, hitabet öğren!" diye, başkasına öğretmek bahanesiyle öğrenelim diye, o tarafa sevketmiş Hocamız... Ben öyle hissediyorum, işin aslı öyle gibi geliyor bana...
Sonra, Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde aynı konularda Türk Dili ve Kültürü hocalığı yaptık senelerce... Doktora, doçentlik, profesörlük çalışmalarımız oldu. Fars Dili ve Edebiyatı derslerine girdiğim oldu. Arap Dili ve Edebiyatı'yla ilgili dersleri, Türkçe ve kompozisyon derslerini yaptığım oldu. 27 senelik bir üniversite hizmetinden sonra, emekliliğimizi isteyerek İstanbul'a, vazifemizin başına geldik.
Hocamızla tanışmamız ortaokul talebesi iken oldu. Hocamız Abdül'aziz Efendi'nin ahirete irtihalinden sonra makama oturmuştu. Zâten Abdül'aziz Efendi'yi tekkeye getirip onu derviş yapan kimse Hocamız'dır. Bir kimse bir kimseyi tekkeye getirirse, onun tarikatte ağabeyidir. Doğu Anadolu'da sünnet merasiminde kirve filân diyorlar, onun gibi bir durum olur. Hem Hasib Efendi'yi, hem Aziz Efendi'yi Gümüşhaneli Dergâhı'na Hocamız getirmiş.
Ama, çok mütevâzi bir insandı Hocamız... Çok büyük mânevî makamı olduğunu, bu işin erbabı olan herkes söylüyor. Tevâzûyu böyle lafla değil, ömründeki jestleriyle de bize öğretmiş bir kimsedir. Örnek alınacak halleri vardır. Kendisinin tekkeye getirdiği insanları öne sürmüştür, onlara vazife yaptırtmıştır. Onlar gittikten sonra tekkenin başında vazife yapmıştır. Aslında onlardan kıdemlidir.
Hocasına bağlılığı hakkında çok sitâyişkâr sözler söylerler. Hocasının meclisine girip bir diz çöktüğü zaman kıpırdamazmış, çivi çakılmış gibi dururmuş. Ben kendim bu fıkrayı bildiğim için, öyle yapmağa çalışırdım; mümkün değil dizlerim dayanamazdı. O kılıktan o kılığa döner dururdum, yapamazdım. Dervişliğinde böyle çivi gibi sağlam halleri vardır Rahmetullahi Aleyh Hocamız'ın...
Ben ortaokulda iken kendisinin meclislerine babamın peşinden, babamın elini tutup, eteğini tutup onun yanında giderdim. O zaman Ümmü Gülsüm Camii'nde imamlık yapmaktaydı. Cumartesi günleri, caminin arkasındaki yüksek odada sohbetler olurdu. "Sen hazırlan!.. Sen konuş!.." filan diye söylerdi Hocamız... Bize de arada iltifat buyururdu, "Sen de hadi bakalım, filânca hadisteki mânâ nedir, ona hazırlan!" gibi işaretleri olurdu.
Hakkını ödememiz mümkün değil... Bizi kendisine dâmâd olarak seçmiş. Evliliğimin ilk yıllarından itibaren bana, "Benden sonra evlâdım, bu vazifeyi sen yaparsın!" derdi. Ordan biliyorum ki, bizi böyle küçükten alıp terbiye etmeğe çalıştı, hazırlamak istedi, hazırladı.
Ben yanına gelmek isterdim:
"--Baba müsaade edersen, fakülteden ayrılayım artık!.. Doktora bitti, yanınızda hizmet edeyim artık!.." derdim.
"--Yok, kal orda!.." derdi.
"--İşte doçentlik bitti, artık geleyim!.."
"--Yok kal orda!.. Profesörlük ne zaman?.." derdi.
Beni profesör yapmazlar ki fakültede, benim halim belli... Mimli, sabıkalı bir insanım diye düşünürdüm.
"--Profesörlük ne zaman?.."
"--Doçentlikten dört yıl, beş yıl sonra..."
"--Profesör ol da öyle!.." derdi.
Anladım ki, profesör olacağım. Profesör olmam mümkün değil gibi... O günkü şartlarda, hocalarımızın himmeti olmasa benim gibi mimli bir insanın profesör olması mümkün değildi. Benim gibilere doçentlik bile vermezlerdi. Hattâ kaç senedir dergileri çıkartıyoruz, basın kartı vermiyorlar. Biliyorum, anlayışla karşılıyorum; vermezler bizim gibilere... Basın-yayın yüksekokulu bile açsak vermezler yâni...
Ama Hocamız bizi orda profesör etti. O gönderdi. Ankara'daki asistanlık imtihanlarına giderken, cebime harçlığımı koyan Hocamız'dır. Ankara Özelif'teki dairemizin ortaklığının hissesini veren odur. Alın bakalım yazın diye, bin lira veren odur. Ben buraya gelmek istedikçe, "Profesör ol, öyle gel!" demiştir. Tabii, ben Hocamız'ın sağlığında profesör olmadım, Hocamız vefat ettikten sonra 1982'de profesör oldum. Ondan sonra İstanbul'a geldim.
Evliliğimin ilk yıllarından itibaren söylerdi. Ankara'ya gelirdi yazın, "Hadi bakalım!" derdi... Çocuklarımız var, yaramaz, ağlar, hasta olur vs. "Rahatsız etmeyelim baba!" derdik. "Yok!" derdi bizi alırdı, Konya'ya giderdik, muhtelif illeri, kasabaları ziyaret ederdik. Yanında dolaştırırdı bizi; "İlerde böyle yaparsın!" diye herhalde, yetişmemiz için olsa gerek... Camide veyahut herhangi bir toplantıda, "Biraz da sen konuş!" diyecek diye ödüm patlardı, kaçardım. Öyle der şimdi, gözümün içine bakar diye, arka taraflarda safların arkasında direğin arkasına filân saklanırdım. Çok çekingen bir insandım, konuşmak bana çok zor gelirdi. O çekingenliğimizi himmetleriyle, şimdiki şu halimize döndürecek çalışmaları yaptılar. Onu hissediyorum, öyle oldu.
Köyde bir ev alır da tenhada kalır mıyım diye birkaç defa teşebbüs etmiştim. "Tavşancıl'da bir ev mi alsak, oraya mı yerleşsek..." filân diye... Her seferinde Hocamız mânî olmuştur. Bir seferinde demiştir ki: "Evlâdım, küçük yerlerde insanın kadrini, kıymetini bilmezler!" Mücevherci bilir mücevherin kıymetini... Büyük yerlerde bilinir, küçük yerlerde bilmezler, ezâ cefâ ederler. "Olmaz, o köye gidemezsin!" dedi.
Bizim arkadaşlar bir kooperatif kurmuşlar, "Seni de ortak edelim, sen de filânca yere gelir misin?" dediler. "Sorun Hocamız'a, ben soramam!" dedim. Ben Hocamız'ın damadıyım o zaman, henüz böyle bir görevle yükümlü değilim. O arkadaş da gitti, Hocamız'a dedi ki: "İşte filânca yerde bir arsa alacağız, bu da ortak olsun mu?" filân diye benim namıma da sorunca; ona çok sert bir çıkış yaptı. O da dudağını ısırarak geri döndü, "Hocamız hiç müsaade etmiyor." dedi. Ben biliyordum zâten müsaade etmeyeceğini... Yâni, bir köşeye kaçıp da, hizmetten uzak durmamı istemezlerdi.
Sonra, vefatından iki sene kadar önce olabilir; bir gün bizim İskenderpaşa'daki kapıya yakın köşe odada, somyada yatıyordu. Güneşli bir gündü. Daha önce bize böyle, "Evlâdım, benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın!" deyince, ben utanırdım, cevap veremezdim, kaçardım biraz da... O gün Vâlide Hanım yoktu. Yatmış, uzanmıştı. Hasta değildi ama, öğle dinlenmesi gibi uzanmıştı. Odanın kapısı açıktı. Biz de "Bir emriniz var mı?" gibi karşı tarafında durunca, şöyle bize baktı:
"--Evlâdım, benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın, sen yaparsın!" dedi.
Bu sözü birden söyleyince, ben de kapı dışarı kaçamadım. Biraz kızardım, bozardım:
"--Baba! Bu bizim kâ'bımız, takatimiz, hakkımız, haddimiz olan bir şey değil ki! Nasıl yapalım bu vazifeyi, yapamayız..." dedim.
Kızı da bana destekçi oldu:
"--Baba, bu çok zor bir iş; biz yapamayız..." dedi.
O da şeyi düşünüyor: Tekkeye müridler gelecek, kalabalık... Tekkenin idaresi, gelene gidene hizmet ve sâire... Vâlide Hanım mutfakta yemek hazırlarken kollarını tezgâha dayar, yaslanır, patatesi filân öyle soyardı. Ayakları şişerdi. Sabahtan akşama, geceden gündüze, devamlı içeriye tepsi hazırla, çay hazırla, meyva gönder... Bulaşıkları yıka ve sâire... Bizim Hacı Hanım da o tarafını düşündüğü için işin, "Baba biz bu yükün altından kalkamayız..." diye, o da o tarafından tutturdu.
Biz böyle deyince:
"--O zaman size yardım ederler!" buyurdu.
Ben o hava içinde, bunun bir mânevî yardım, evliyâullah tarafından himmet yoluyla, Allah'ın lütfuyla bazı yardımlar olacak diye anladım. "Her ne kadar liyâkatsız da olsam, büyüklerin himmetiyle bu işler olur." gibi bir şey düşündüm. Hakîkaten de öyle oldu. Bizim bu görevin altına, hizmetçiliğine başlamamızdan itibaren çok büyük gelişmeler oldu. Elhamdü lillâh kardeşlerimizin arasında tekkemizin faaliyeti olarak çok atılımlar oldu.
Yâni, Hocamız bizi kendisi seçti, aldı, terbiye etti, yetiştirdi. Ondan sonra, "Otur buraya, bu işi yap!" dedi. Sorumluluk omuzlarımızda; ama, yardım hem ihvânımız olarak, kardeşlerimiz olarak sizlerden, hem de himmet olarak, mânevî yardım olarak onlardan oldu. Allah yardımcımız olsun, dua edin!..
............
Daha sonra, "Alimler politikacılara tabî olurlarsa, dinin temeline dinamit konulmuş olur. Öyle şey olmaz; alimlere onlar tâbî olacak, ilme onlar tâbî olacak, dîne onlar tâbî olacak!.. Onun emrinde olacaklar, hatâlarını düzeltecekler. 'Hatâmız var mı hocam?' diyecekler, 'Düzeltelim!' diyecekler; emrolunduğu zaman da düzeltecekler. Din adamı camide para toplama, ondan sonra filâncanın istediği tarzda sipariş konuşma yapma durumuna düşürülemez!" diye bizim ihtilâfımız olunca, çok kavgalar gürültüler çıktı bu işten... Çok aleyhimize konuşmalar oldu, ithamlar, suçlamalar oldu. Cezâ düşünceleri geçirmişler zihinlerinden, söylemişler... O arada yıpratma çalışmaları olarak:
"--Bu ne biçim hoca ki, babası dururken kendisi makama geçiyor?" demişler.
Ben babamı herhalde sizden daha az sevmem, daha fazla severim! Vazifeyi Hocamız babama verseydi, elbette herkesten daha fazla sevinerek elini ayağını öper, ben onun hizmetinde olurdum. Ama Hocamız vazifeyi ona vermedi. Bunu o da biliyor, ben de biliyorum, herkes de biliyor... Onun için, babamız başımızın tacıdır ama, babamız bu tekkenin mürididir, biz de hizmetçisiyiz. Bu böyle babalık, evlâtlık meselesi değildir.
Daha başka iftiralar oldu, daha başka şeyler oldu. Biz bu işi kendi kendimize muvazzafmışız filân gibi sözler oldu. O zaman tabii, bazı kimseler şehadetleriyle:
"--Hayır öyle değil! Hocamız bizzat bunu söylemiştir, biz de biliyoruz." dediler.
O iftiralar, o şeyler biraz silindi ama, bunların söylenmesi de gerekiyordu. Bu bir mânevî mezhebdir. İnsan bağlandığı kapının halinin ne olduğunu, bağlandığı kimsenin de statüsünün ne olduğunu bilmek zorundadır. Onun için, bu sual haklı bir sualdi. Ben de onun için bu cevapları verdim.
Hocamız halvete girmiş kimselere halvetten çıkarken kendisi hakkında bilgi vermiş, halvet defterlerine de yazdırmıştır. "Bizim aslımız şuradandır, buradandır. Peygamber Efendimiz'in de evlâtlarındanız." diye seyyidlerden olduğunu da belirtmiş. Ama halvettekilere söylemiş. Bunu bir öğünme meselesi filân değil de, halvete girmiş çıkmış, artık sır saklayabilecek hale gelmiş insanlara bu işin aslı budur diye sessizce söylemiş oluyor. Gerekiyor demek ki!..
1. Soru:
--İnsanın her zaman düşüncesinin, hatıralarının, aklının, fikrinin Allah olması için ne yapmak gerekir?
--Bu, zikirle elde edilen bir haldir. Derviş zikreder, zikreder, zikreder, zikreder... Sonra zikir, zikr-i müdâm hâline gelir. Müdâm demek, devamlı demek, dâimî demek... Zikr-i dâimî hâline gelir, kalbi Allah demeye devam eder. O zaman, dâimâ Allah'ı düşünen bir insan olur. O halde ticaretle meşgul olsa, halkın içinde bulunsa bile, Allah'la olmasına engel teşkil etmez.
Buna bizim Nakşîbendîlik'te "Halk içinde Hak'la olmak: Halvet der encümen" prensibi derler. Dervişlikte ilerleyen insanların o ilerlemesi sonunda, Allah'ın lütfettiği yüksek bir makamdır o... Dünya, böyle bir duruma gelmiş insanların hürmetine ayakta duruyor. İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri öyle diyor: "Bunlar var oldukça kıyamet kopmayacak!" Onun için, bunlar dünyanın direkleri gibidir.
2. Soru:
--(Zikrullahi devâün) "Allah'ı zikretmek şifadır, devâdır, insan şifa bulur. (zikrün nâsi dâün) İnsanları zikretmek hastalıktır." Bu durumda, Peygamber Efendimiz'i anmanın hükmü nedir?
--Peygamber Efendimiz'in anılması, insanları anmak grubundan sayılmaz, Allah'ı anmak grubundan sayılır. Neden anıyoruz biz Peygamber Efendimiz'i?.. Allah'ın rasûlü olduğu için anıyoruz. Allah'ın elçisi olduğu için seviyoruz. O Allah'ın zikrine girer.
Kur'an'ı niye seviyoruz; kâğıt, cilt, mürekkep, meşin... Allah'ın kelâmı diye seviyoruz, Allah'ın kelâmı olduğundan seviyoruz. Rasûlüllah'ı da Allah'ın rasûlü olduğu için seviyoruz. Ve Rasûlüllah Efendimiz hakkında Kur'an-ı Kerim'de ayrıca emir var:
(İnnallàhe ve melâiketehû yusallûne alen nebiyy, yâ eyyühellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ) "Ey iman edenler, ona salât ü selâm getirin! Siz değil Allah ve melekler bile salât ü selâm getiriyor ona..." diye, ona salât ü selâm getirmeyi, onu zikretmeyi, anmayı; onun anıldığı yerde ona salât ü selâm getirmeyi emrettiğinden, onu anmak insanları anmak grubundan sayılmaz, ilâhî gruptan sayılır.
Burdaki insanları anmaktan maksat, Allah'a ibadet etmek, Allah'ı zikretmek varken; dünya kelamı konuşmak, insanların gıybetini dedikodusunu yapmak gibi şeylerle meşgul olmak, insanı günaha sokar demek... Bir yerde oturmuşun "Sübhânallah" diyorsun, "Lâ ilâhe illallah" diyorsun, Kur'an okuyorsun, hadis okuyorsun... Bunların hepsi zikrullaha girer.
Fıkıh kitabı okuyorsun. Kuyuların ahkâmı bahsi geldi. "Havuzun eni şu kadar olursa, havz-ı kebir sayılır; şu kadar olursa havz-ı sağîr sayılır..." Hiç Allah adı geçmiyor. Yine Allah'ın zikridir. Neden?.. Allah'ın hükmü, ahkâmı öğretiliyor. Allah adı o esnada, o satırların arasında geçmese bile, Allah'ın zikridir.
Ötekisi: "Hacı Ahmed Ağa şöyle etmiş, böyle etmiş... Ticarette şu kadar zarar etmiş, bu kadar kâr etmiş... Bir ev yaptırmış, boyu şu kadarmış, eni bu kadarmış... Bilmem ne..." İşte bu boş, mâlâyâni... Bunlardan hastalık arız olur. Çünkü, gıybet olur, dedikodu olur, kalb kırıcı şeyler olur; o bakımdan... Hadis-i şerifte, "İnsanların anılması insana zarar verir, hastalıktır." denilmesindeki maksat odur.
Biz de meclis kurduğumuz zaman, mümkün olduğu kadar ilâhi işlerle, ahirete yarayacak işlerle, din ilimleriyle ilgili sohbetler yapalım! Dünya kelamıyla, dünya insanlarının halleriyle, dedikodularıyla uğraşmayalım!..
Bir şey daha hatırlatayım: Kitaplarımızda deniliyor ki, "Salihlerin anıldığı yere Allah'ın rahmeti iner." Demek ki, salihleri anmak da sevapmış, o da yasak değilmiş. (Zikrün nâsi dâün) "İnsanların anılması hastalıktır." hükmüne salihler bile girmiyor. Çünkü, salihler de Allah'ın has kulları olduğundan, onların anılması da sevap oluyor.
Demek ki, bu hadis-i şeriften ve ötekilerden anladığımıza göre, insanların anılmasının hastalık olması; gıybet ve dedikodu, mâlâyâni ve dünyâlık olduğu zamanmış. Ahirete müteallik olunca, zararı olmadığı anlaşılıyor.
3. Soru:
--Zikir esnasında def çalanlar var, ney çalanlar var; ne dersiniz?
--Bazı tarikatlarda uygun görmüşlerdir. Zikrin temposunu ayarlamakta kullanmışlardır.
4. Soru:
--Zikir esnasında kendinden geçip bağırmak makbul müdür?
--Hazımsızlıktan olur. Hazmeden insan, ses çıkartmaz. Hazmedemeyen insan, heyecanı taştığı için, heyecanına hakim olamadığı için bağırır. Çok makbul değildir. Sessiz olmak lâzım! Deryaları yutmak lâzım ama sesini çıkartmamak lâzım!..
5. Soru:
--Sesli zikirde zikrin şevkinden elleri birbirine vurmanın, sesi yükseltmenin, baş ve vücut ile çeşitli hareketler yapmanın mahzuru var mıdır?
--Hocamız tavsiye etmezdi. Mümkün olduğu kadar sakin yapmağa çalışmak lâzım!.
6. Soru:
--Bazıları İslâm'da cehrî zikrin olmadığını söylüyorlar; ne dersiniz?
--Cehrî zikir vardır. Peygamber Efendimiz zamanında da vardır. Bazı sahabeye kendisi cehrî zikri de tavsiye etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin âşikâre veya gizli zikredilebileceğine dair ayet vardır.
7. Soru:
--Ayakta zikir yapmanın dinimizde bir sakıncası var mıdır?
--Bir sakıncası yoktur. Çünkü:
(Ellezîne yezkürûnallàhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cünûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti velÊard,) Ayakta da, oturarak da, hattâ yanına yaslanmış olarak da zikretmenin câiz olduğunu bu ayet-i kerime ve başka ayet-i kerimeler gösteriyor. Câizdir, olabilir.
Her anda zikir yapmak uygundur. Yolda yürürken, otururken, ticaret yaparken, kasasında otururken, otobüste giderken, gece yatınca uyku uyuyuncaya kadar kalbinin, dilinin Allah demesi, "Lâ ilâhe illalah" demesi, salât ü selâm getirmesi, zikir yapması her hâl ü kârda câizdir.
Gâliba bu kardeşimizin sormak istediği; böyle dalga oluyorlar, el ele tutuşuyorlar, öyle zikir yapıyorlar. Bizim yolumuzda böyle yapılmıyor ama, câiz değildir demek değil... Biz zikri oturarak yapıyoruz. Kendimiz olduğumuz zaman hafif sesle veya kalbî olarak yapıyoruz; kalbî zikrin sevabı çok olduğu için...
Fakat fazla yüksek sesle, kan ter içinde kalarak, devrilerek yıkılarak yapılan zikir câiz değildir. Bir arkadaşımız anlattı. Almanya'da bir caminin birkaç katı var... "Biz alt katta bulunuyoruz. Üst katta seminer odaları ve sâireler var... Orada kıyamet kopuyor, yer yerinden oynuyor, binâ sallanıyor. Çıktım; meğer zikir yapıyorlarmış. Devrilmişler, birbirlerinin üstlerine yıkılmışlar, hurda haş olmuşlar." diyor. "Yâhu zikrin de tadını kaçırdınız, cıvıttınız işi!.." demiş, azarlamış onları, kızmış, bağırmış. Böyle zikir olmaz.
Böyle maskaralık olmaz! Edebi, âdâbı vardır zikrin... Terbiyesi vardır, huzurda olmanın ciddiyeti vardır. Çok fazla bağırmağa lüzum yok... Birisi bağırarak dua ediyordu da, Peygamber Efendimiz'in hac ettiği zaman... Dedi ki: "Ey insanlar! Kendinize gelin!.. Siz, sizi duymayan bir kimseye hitab etmiyorsunuz ki, bu kadar fazla bağırmağa lüzum yok!.." buyurdu Peygamber Efendimiz...
Onun için, zikrin nezâketle, zerâfetle, nezâfetle yapılması; öyle fazla gürültüye patırtıya işin boğulmaması lâzım geliyor.
8. Soru:
--Farkında olmadan zikir etmenin, ayet, sûre ve benzerlerini okumanın sakıncası var mıdır?
--Sakıncası yoktur, makbuldür, iyidir. Farkına varmadan içi otomatik olarak zikrediyor, güzel bir şey bu... Allah yolunda dâim etsin, zikrinde dâim etsin...
9. Soru:
--Zikrederken nasıl bir tefekkür hali içinde olmak gerekir? Aklımıza çok çeşitli şeyler geliyor, bunlardan nasıl kurtulabiliriz.
--Bu hatıra gelen şeylere havâtır derler. Hatırına geliyor insanın, meşgul ediyor. Onlardan korunmak için iç tedbirler vardır, dış tedbirler vardır. Abdestli olduğu zaman korunur, bu bir dış tedbirdir. Lokma helâl olduğu zaman korunur. Lokmada karışıklık olduğu zaman, işler karışmaya başlar. Kendisini tam verememe durumuna düşer.
Demek ki lokmasına dikkat edecek! Abdestini güzel alacak, usûlüne uygun olarak kusursuz almağa çalışacak, oturacak! Ondan sonra da, söylediği sözlerin mânâsını tefekkür edecek!.. "Allahu ekber" mi diyor, "Lâ ilâhe illallah" mı diyor; bunun mânâsı üzerinde durarak kendisini konsantre edecek!.. Arada böyle bir hal arız olursa kendisine;
(İlâhi ente maksûdî ve rıdâke matlûbî) "Yâ Rabbi, benim maksûdum sensin, ben senin rızânı istiyorum!" diye niyetini bir tashih edecek, yeniden başlayacak. Yine bir şey gelirse, yine böyle söyleyecek... Böyle böyle, düşe kalka bu işi karıştırmamayı öğrenecek.
10. Soru:
--Vasıta ile gelip giderken, araba içinde açık zikir yapılabilir mi?
--Yapılabilir. Kimse bir şey demiyorsa, yapabilir. Ama ibadetin gizlisi daha makbuldür., Hele zikrin kalbden olanı, dille yapılanından yetmiş kat daha sevaplıdır.
Ama, bütün arabadaki arkadaşlar sizin arkadaşınız, şöfor de sizden... Bir yerden bir yere gidiyorsunuz. Bazan böyle aşikâre zikretmenin insana şevk ve kalbine kuvvet verme durumu vardır. O zaman olabilir, yapılabilir.
11. Soru:
--Bazı kimseler, evli olmayan müridlerin Allah ismini çekmeleriyle akıllarını yitirebileceklerini söylüyorlar; bu doğru mu?..
--Doğru değildir. Bundan bir şey olmaz! Günde yüz defa, ikiyüz defa Allah deyince aklı bozulacaksa, demek ki çok çürük bir aklı varmış zâten...
Zikrin sevap olduğunu biliyoruz.
Bir kez Allah dese aşk ile lisân,
Dökülür cümle günah misl-i hazân!
Allah demek sevaptır. Ölçülü, normal bir şekilde söylendiği zaman, bir şey olmaz!..
Yalnız, ilaçların dozajları vardır. Meselâ, şu ilâçtan 15 damla, sabahleyin yemekten önce alacaksın diye söyler doktorlar... Eğer dozajına dikkat edilmezse, fazla alındığı zaman zarar verebilir. Onun için, zikri veren kimsenin, zikri alan kimsenin halini bilmesi ve ona göre zikir tavsiyesini yapması lâzım geliyor.
12. Soru:
--"Lâ mevcûde illallah" diye zikredenler küfre girmezler mi? Bu zikri yapanlar, mahlûkatı reddedip, Allah'ın mahlûkatı yoktan var ettiğini reddedip, mahlûkatı Allah'tan bir parça olarak mı kabul ediyorlar. Bu durum ehl-i sünnet itikadına ters değil mi? Yoksa bunu diyenler başka bir mânâ mı kasdediyorlar? Şüpheye düştüm, açıklar mısınız?
--Bu tasavvufta derin bir sorudur. (Lâ ilâhe illallah) Allah'tan başka ilâh yoktur, başkasına ibadet edilmez. (İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn) Ancak Allah'a ibadet ederiz, ancak ondan yardım isteriz. (Kulhüvallahu ehad) Allah tekdir. (Allahus samed) Kulların bütün ihtiyaçlarını görendir, sameddir. Kendisinin anası, babası olmadığı gibi, kendisinden sonra da evlat vs. edinmekten münezzehtir. Kendisine denk de yoktur diye İhlâs Sûresi'nde de bildiriliyor.
Bu Lâ ilâhe illallah'ın mânâsının derinlikleri vardır. İnsan tasavvufta zikir yaptıkça, zihninin, gönlünün ve şuurunun ulaştığı mânâlar vardır. Bu mânâlardan birisi de "Lâ mevcûde illallah" mânâsıdır. Yâni, bütün varlıklar netice itibariyle fânidir.
(Küllü men aleyhâ fân) buyruluyor Kur'an-ı Kerim'de... Her şey fânîdir. Allah Allah-u Teâlâ Hazretleri kalacak, başka hiç bir şey yok... Bu mânâda:
(Kânallah ve lem yekün şey'ün gayrehû) "Allah vardı, başka hiç bir şey yoktu." Mahlûkatı yarattı. Sonra da yine Allah olacak, başka hiç bir şey olmayacak. Evveli ahiri yok olan fânî varlıklar da aslında var sayılamaz. Gölge gibi, hayal gibi, bir varmış bir yokmuş, masal gibi bir şey yâni...
Bu mânâ ile Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin ehadiyetini, birliğini daha başka bir derinlemesine idrak zihniyetidir bu... Bu bir tasavvufî neş'edir. Ondan sonra da daha ileri merhalelere geçilir.
13. Soru:
--Zikrin faziletli olduğu vakitler ve akşamdan önce zikir yapılması hakkında bilgi verir misiniz?
--Zikir için uygun zamanlardan birisi akşam namazından evvelki zamandır. İkindiden sonra, güneş batıncaya kadar olan vakit çok kıymetli bir zamandır. Abdül'aziz Hocamız (Rh.A) buyurmuş ki: "Herhalde duaların en çok kabul olduğu zamanlardan birisi bu zaman olduğu kanatindeyim." Tecrübeleriyle, tecellîlerle, vâridat ile ölçmüş demek ki... Bu ikindiden sonraki zaman çok kıymetlidir.
Sabah namazından sonraki bizim evradı okuduğumuz zaman da kıymetli ama, bu ikindi namazından sonraki zaman daha kıymetlidir buyurmuş Abdül'aziz Hocamız... Hadis-i şerifler var bu konuda... Çünkü, güneşin batışı zamanı, bir günün bitme zamanı... Bir işin bitişinde güzel bir bitirişle bitirmek, sevaplı bir bitirişle bitirmek önemli olduğundan, o vakitteki zikirler kıymetli oluyor.
Kıymetli vakitlerden birisi de, geceleyin teheccüd vaktidir. Yâni, imsaktan önceki zaman... Geriye doğru, gecenin yarısına kadar, üçtebirine kadar... Biraz uyuyup kalktıktan sonraki o gece vakti de çok kıymetlidir. Göğün kapılarının açıldığı, duaların kabul olduğu zamanlardır.
Bundan başka her zaman için özel ibadetler, zikirler olabilir.
1. Soru:
--Eskiden mürşidler, bir müride ders vermeden onun kabiliyetlerine ve sâiresine bakarlarmış; olmazsa, başka dergâha gönderirlermiş. Şimdi de böyle mi?
--Şimdi de öyle olabilir. Bizim Hocamız'dan gördüğümüz, merhametinin çokluğundan, herkesi kabul etmekti. Ama Gümüşhâneli Hocamız'dan görülen; benim dedem Gümüşhâneli Hocamız'a amcamla beraber gelmiş, dedeme vermiş, amcama vermemiş. Aynı köyden iki kardeş geliyor, birisine veriyor, birisine vermiyor. Böyle şeyler olabilir.
Bizim Hocamız herkese toptan ders verirdi. Meselâ Konya'da, Yüksek İslâm Enstitüsü'nün kubbeli camiinde, şöyle bir üslubla söyledi hattâ: "Herkes gittiği yere hediye götürür. Bu da benim size hediyem olsun, bu zikirleri yapın!" dedi, dersi öyle tarif etti.
Bu zamana göre değişiyor. Şu sözünü de hatırlıyorum Hocamız'ın: "Biz size hakîkî şeyh gibi davransak ve sizden gerçek bir dervişlik istesek, hepinizi savurup atarız, bir taneniz kalmaz!" Acıdığı için kabul ediyor, kusurunu görmüyor. Yavaş yavaş, zaman içinde belki adam olur diye, beş sene, on sene, yirmi sene sesini çıkartmıyor... İşareten hatâsını söylüyor...
Gördüğü hatâyı yüzüne söylemez mürşid insanın... "Sen şunu yapıyorsun!" demez. Başka türlü söyler. Remiz yoluyla, işaret yoluyla söyler. Başka şeyi anlatıyor gibi söyler. O da hissesini alacak. Herkes vaazı dinlerken, konuşmasını dinlerken hocasının, "Bu bana söyleniyor!" derse, o zaman anlar işin nereye geldiğini...
2. Soru:
--Müridin dergâha kabul edildiğini anlaması neyle mümkün olur?
--Hoca efendi kabul ettim deyince, kabul edildiği anlaşılır. Mühim olan müridliğin hakîkî müridlik olmasıdır. Allah tarafından sevilen bir mürid haline gelip gelememek durumudur. O da insanın zuhuratından, hallerinden belli olur. İkaz eder Allah... Veyahut taltif eder. Ordan anlaşılır müridin gerçekten mürid olup olmadığı...
Bazısı kabul edilmiştir, çabuk terakkî eder; bazısı etmez. Kabulde bir şey yok da, mühim olan kabul değil... Kabul kapımız açık, herkes girer. Başkalarının da öyle olabilir. Ama mühim olan kapıdan girmek değil, terbiyeyi alıp Allah'ın sevgili kulu olmaktır.
Tasavvufun gayesi nedir?.. Allah'ın sevdiği bir insan olmaktır. Allah'ı bilen, ârif; Allah tarafından sevilen, mahbûb bir kul olmaktır. İki tarafı var: Kendisi ma'rifetullaha erecek, Allah'ın rızâsını ve sevgisini de kazanmış olacak!.. Bunu yapamamışsa, maksad hasıl olmamış demektir. Bunu yapmak için çalışması lâzım!.. Yoksa, kırk dergâha kayıtlansa, gitse gelse, o olmadıktan sonra, Allah sevmedikten sonra kıymeti yok!..
3. Soru:
--Birisi cemaatimizi, tasavvufu takdir ediyor, seviyor; fakat bağlı değil... Böyle birisini acele edip hemen bağlanmaya mı teşvik edelim, yoksa biraz bekletelim mi?..
--Peygamber SAS buyuruyor ki:
(Accilû bis salâti kablel fevt ve accilû bit tevbeti kablel mevt) "Namazı kaçırıveririsiniz, namazı vaktinde hemen kılın! Tevbeyi çabuk yapın; çünkü ölüm geliverir, tevbe edemeden göçüverirsiniz." buyuruyor.
Hayırlı işlerde çabuk davranılır. "Kızınızı evlendirmekte acele edin!" diyor Peygamber Efendimiz... "Cenâzenizi kaldırmakta acele edin!" diyor Peygamber Efendimiz... Acele etmek iyi değil ama, bazı yerlerde acele etmek iyidir. Hayırlı bir işi yapmakta acele edilir.
Ben, "Birisi falan şehirde, sizden ders almak istiyor." denilince, "Aman şu kâğıdı gönder, kabul ettim; bunları yapadursun, sonra da görüşürüz." diyorum.
--Neden?..
--Ertesi gün ben ölürsem, korkuyorum vebal altında kalırım diye... O bir istekte bulunmuş, "Biz bir ay sonra, iki ay sonra geleceğiz!" diyerek, geciktirmiş oluruz diye korkuyorum.
Onun için, hayırlı bir iş mi bu?.. Hayırlı bir iş!.. Hemen yap!.. Bir dakika geçirirse, bir gün eksik kalırsa, uygun olmaz!.. Mâdem seviyor, gelsin hemen başlasın!..
4. Soru:
--Kitabınızda intisabın el tutularak, musafaha yapılarak yapılacağını buyurmuşsunuz; şimdi bu kalabalıkta ben ne yapayım?
--Bir hatırayla cevap vereyim: Muhterem kardeşlerim! Hocamız Konya'ya gitmişti. Konya'da ricâ etmişler, iki minareli, koca kubbeli büyük bir camide Hocamız konuşma yaptı. Yüksek İslâm Enstitüsü'ydü o zaman... Oranın talebeleri ve cemaat gelmişti, çok kalabalıktı. Onların hepsine orda ders tarifi yaptı. Yâni, müridlik vazifesini onlara verdi. Ders tarifi yaptı ama, böyle uzaktan tarif etti. Neden?.. Kalabalık olduğundan... Kalabalık olunca, mâzeret oluyor kalabalık... Peygamber Efendimiz de, Vedâ Hutbesi'nde bütün Arafat meydanı doluydu. Hepsiyle musafaha etse, vakit kalır mıydı?..
Onun için sakin zamanda, tek başına olsa, protokol olur. Ama tek başına olmayıp kalabalık olduğu zamanda olunca, bunlar mühim değil... Mühim olan müridin mürşidini sevmesi, ona bağlılığı hissetmesi...
Hattâ ben size bir şey daha anlatayım: Hocamız'ı Adapazarı'na çağırmışlar. Temiz hava alsın biraz, manzaralı yerdir diye Esentepe'ye götürmüşler. Tam o sırada Esentepe mezarlığına bir cenâze gelmiş. Hocamız gitmiş cenazenin başına... Cenaze namazını Hocamız kıldırmış.
İstanbul'dan Adapazarı'na misafir gidiyor... Adapazarı'nda evsahibi arabasıyla onu Esentepe'ye götürüyor... Esentepe'de bir cenâze geliyor... Namazı kılınmamış daha, mezarlığın orda namazı kılınacak... Hocamız imam oluyor, namaz kılınıyor...
--Ne var bunda?..
--Öyle bir şey var ki!.. Bu adam Hocamız'a intisab etmek isteyen bir kimseymiş meğerse... Üç defa gelmiş buraya, Hocamız seyahatte imiş. Üç defa İskenderpaşa'ya gelmiş, Hocamız'ı bulamamış, boynu bükük dönmüş. Ölüm gelmiş, ölmüş.
--Kim kıldırdı cenâze namazını?..
--Hocamız!..
Anladınız mı şimdi işin esrârını?.. Bak Allah'ın işine!..
Peygamber SAS Efendimiz hadis-i şerifinde buyuruyor ki:
(İnnemel a'mâlü bin niyyât) "Ameller niyetlere göredir." Sen kalbinden öyle istedin mi, Allah nasib ediyor. Senin kalbin bozuk olsa, el tutmak fayda etmez!..
Münafıklar, Allah'ın sevmediği kimseler, Kur'an'da aleyhinde ayet indirilmiş kimseler, Peygamber Efendimiz'i yalanladılar. Musafaha ettiler mi?.. Ettiler. Ne oldu, musafaha etmeleri bir fayda verir mi?.. Vermez!.. Münafık olduğundan, kalbi fâsit, kalbi fâsık, kalbi bozuk olduğundan vermez. Kalbi temiz oldu mu, Allah cenâze namazında nasib eder.
Bir gün ben buraya geldim, pazar günü hadis dersini yapmaya... Evden çıktım ben, şurda bir cenâzecik var dışarda... "Allah rahmet eylesin! Bu kimin cenâzesi, kimmiş bu zavallı?" dedim ben... Kimse bilemedi. İkindi namazını kıldık, cenâze namazını kılacağız. Burası dolu, avlu dolu... Elhamdü lillâh, tıklım tıklım her taraf dolu...
Şimdi aşağıdan kâğıt geliyor: "Hocam! Kadınlar kısmı rutubetli, havasız bir yer... Daha geniş bir yer yapamaz mısınız?" Allah râzı olsun, teveccüh çok, geliyorsunuz ondan... Tenhâ olsa bu hava yeter ama, kalabalık... Bu rutubetin de bereketi var, bu terin de bereketi var...
Hocamız zikir yaptıktan sonra camları açmak isteyenlere açtırtmazdı, bereket kaçmasın diye... Kızardı hem de, "Açmayın!" derdi.
Zikir olmuş Hocamız'ın salonunda, ter kokuyor... Ter ceketimizin üstüne çıkmış, sırılsıklam... Cemaat gitti, Hocamız kaldı orda... Evdekiler camları açıp havalandırmak istedikleri zaman, "Açma, havayı değiştirme!" derdi.
Şimdi içerisi dolu, dışarısı dolu, avlu dolu... Cenâze namazı kılacağız, çâre ne?.. "Ey cemaat-i müslimîn, buyurun cenâze namazı kılacağız, dışarı çıkın!" desek, dışarısı dolu... Çare?.. Cenâzeyi getirdik ön tarafa...
Cenâzenin caminin içinde namazının kılınması mekruh... Burada mecburiyet var... Cemaate dışarı çık desek, çıkamaz; zâten dışarısı dolu... Olmayacak bir şey... Cenâzeyi caminin içine, ön tarafa getirdik, namazını kıldık.
Sonradan içerde öğrendim ki, bizim ihvânımızdan, bir boynu bükük has derviş... İyi dervişti hâ... Cömertti, evinde hep ziyafet verirdi. Râmuz dersleri olurdu evinde... Mücâhiddi, mühendisti, kimsenin sakalı olmadığı zamandan sakallıydı. Şeceresi vardı, Peygamber Efendimiz'in soyundandı, sülâle-i tâhiredendi, seyyid idi. Şeceresi vardı ama, boynu büküktü. Benden yaşı iki kat fazla idi, elimi öpmek isterdi; ben elimi öptürmeğe utanırdım. Mütevâzi idi, dervişliği tamdı.
Ankara'daydı, İstanbul'a gelmiş, vefat etmiş. Cenâzesi aşık olduğu cemaatin camiinde nasib oluyor, içinde nasib oluyor. Kimseye nasib olmaz yâni... Kimseye öyle caminin içinde kıldırmazlar. Ancak Mekke-i Mükerreme'de, Medine-i Münevvere'de kılınır caminin içinde... Burda caminin içinde kıldık. Nasıl yaşarsa insan, ona uygun ölüm oluyor. Soylu insanın hali başka oluyor.
Şekil hiç önemsiz değil, şeklin de önemi var!.. Şeklin önemi olmasa, Peygamber Efendimiz safları düzeltmezdi. Kimisini yakasından öne çekip, kimisini göğsünden geriye itip, "Safları muntazam yapın!" diye meşgul olmazdı.
Şekil önemli ama, öz, iç çok daha önemli!.. İnsanın kalbi önemli!.. Allah insanın dışına bakmaz, kalbine bakar. Kalbi temiz oldu mu, cenâze namazını hocasına kıldırtır. İntisab edemediği hocasına cenâze namazını kıldırtır.
Ne diyor Peygamber Efendimiz SAS: "Bir insan candan, içten, samîmiyetle şehid olmayı arzu ederse, yatağında bile ölse Allah onu şehidler makamına çıkartır. (Velev mâte alâ firâşihî) Yatağında bile ölse, Allah onu şehid makamına ulaştırır. Çünkü, niyeti güzel...
Onun için, niyetinizi güzel yapmağa bakın, kalbinize bakın!.. Şekil de önemli ama, öz, kalb çok önemli!..
5. Soru:
--Bizim cemaatte niye ders alırken istihare yaptırılmıyor?
--Ben istihare yapılmaz diye söylemedim. İstihare yapılabilir ama, gel de şimdi sen şu cami cemaatine istihare yaptır da, istiharelerini dinle!.. Beşyüz kişi ders alıyor. Hadi bakalım hocaefendi geç, bunların istiharelerini dinle; olacak şey değil!..
Bu neden?.. Bu berekettir. Bu tekkenin bereketi var... Siz başındaki kimseye bakmayın, mübarek bir yer burası... Belki dünyanın etkin merkezlerinden birisi burası... Büyüklerin himmeti var burda, ruhâniyeti var...
Hocamız evliyâullahın çok büyüklerinden... Zamanında bilen bildi, bilmeyen bilmedi. Aleyhinde bile konuşan oldu ama, kerametleri silindir gibi ezip geçti. Herkese sorsan, nelerini biliyorlar, nelerini görmüşler!..
Kerametlerinden bir tanesini söyleyeceğim: Şu anda belki aramızdadır.İhvânımızdan Dr. Sedat Bey lisede okurken, rüyasında üç defa bir zatı görmüş. Sedat Bey'e demiş ki, o mübârek zat:
"--Evlâdım bana gel, yanıma gel!.."
Allah Allah!.. Üç defa bir şahıs rüyasına girdi, "Gel yanıma!" diyor ama, nereye gidecek?.. Kim bu?.. Adres yok, telefon yok... Rüyada "Bana gel!" deniliyor sadece...
Tabii, liseyi bitirmiş, tıbbiyeyi kazanmış, üniversiteye İstanbul'a gelmiş. Kumkapı yakınında, Kadırga Yurdu diye bir yurt var; orda kalıyorlarmış. Yurdun mescidi var... Muhtelif fakültelere giden arkadaşlar da orda namaz kılıyorlar; akşamları, yatsıları, sabahları... Fakat bazı akşamlar, yurttaki dindar arkadaşlar bir yere kaybolup gidiyorlarmış. Bir gün dayanamamış, demiş ki:
"--Siz nereye gidiyorsunuz bazı akşamlar?.. Kayboluyorsunuz. Aranızda fıs fıs bir şeyler konuşuyorsunuz, topluca bir yere gidiyorsunuz. Nereye gidiyorsunuz?.."
Demişler ki:
"--Bir hoca var, Mehmed Zâhid Hoca diye... Zeyrek'te Ümmü Gülsüm Camii'nde sohbetler yapıyor. Çok mübarek bir insan... Onun sohbetlerine gidiyoruz. Yâni gizli değil, istersen sen de gel!.." demişler.
O da "Peki!.." demiş, o da dindar... İlk defa o da kalkmış, o arkadaşlarıyla beraber bizim Zeyrek Ümmü Gülsüm Camii'ne gelmiş. Kendisi birkaç defa anlattı da, ben ondan şu kulaklarımla duydum. "Bir de baktım ki, beni rüyada üç defa çağıran şahıs, o şahıs!.." diyor. "Namazdan sonra caminin ortasında oturdum. Cemaat biraz dışarı çıktıktan sonra ben hâlâ oturuyordum. Bana işaret etti, 'Yanıma gel!' dedi. Yanına gittim." diyor. "Beni biraz beklettin be evlâdım!" demiş. Yâni, "Gel dedim de, çabuk gelmedin!" demiş. "Otur!" demiş, ders vermiş. Hocamız öyle bir insan...
Bak ben çok aciz bir kardeşinizim... Hiç beni tanımadan, hiç İskenderpaşa'yı bilmeden, rüyada "İskenderpaşa Camii'ne gideceksin, ordaki filânca hocadan ders alacaksın!" denilen ve elinde adresle gelip benden ders alan kardeşlerimiz var...
Onun için kalbinizi temiz bir kalb yapmağa gayret edin! Şekil, merasim önemli değil...
6. Soru:
--Bazı hanımlara beyleri derse gelmelerine izin vermiyormuş. "Video-kasetten ders tarifini seyretsek dersli sayılır mıyız?" diyorlar.
--Gümüşhaneli Hocamız diyor ki: "Bizi seven, bizim kitaplarımızı okuyan bizdendir." Bu bir gönül bağıdır, esas itibariyle böyledir. Fakat aynı zamanda, Peygamber Efendimiz'e bağlılık gibi bir bağlılık olduğu için, biraz daha yakın bir tanışma halinde olması temenni edilir. Gelemiyorsa, birisiyle haber gönderir; vekâleten konuşur, ders veririz. Böylece özel olarak, belirli olarak irtibat kurmak faydalıdır.
7. Soru:
--Sizden ders almayıp da, sizin tayin ettiğiniz bir kimseden ders almakla tarikata girmiş olur muyuz?
--Girmiş olursunuz. O bizim vekilimizdir. Biz vekil tayin etmişiz, bazı kardeşlerimize vekâlet vermişiz. Tamamdır, bu gibi meselelerde vekâlet caizdir. Nikâhta bile câizdir. Kız gelmiyor karşınıza, birisini vekil tayin ediyor. Onun namına nikâhı kıyıyoruz. Vekâleti sahih olduktan sonra, kıyılıyor. O bakımdan normaldir, tereddüt etmeyin!..
1. Soru:
--Lise öğrencisiyim, tarikat dersi alabilir miyim?
--Alabilir. Demin söylediğim: Yüz estağfirullah, yüz lâ ilâhe illalah, bin defa Allah der... Yüz salevât-ı şerife, yüz de İhlâs-ı Şerif okur. Herkese umûmî yaptığım tarife göre çalışsın!..
2. Soru:
--Ders almak istiyorum ama muntazam yapamamaktan korkuyorum; ne yapayım?
--O istikbale ait şeytani bir şüphedir, ona itibar etmemek lâzım! Hayırlı işe girişmek lâzım!..
3. Soru:
--Zikir dersinde tavsiye edilen tesbihleri ne zaman çekmemiz makbuldür?
--Tesbihler için büyük bir serbestlik vardır, günün her zamanında çekilir. Ama, en feyizli zamanı gecenin seher vaktidir. O zaman çekilirse çok sevaplıdır, çok feyizlidir.
4. Soru:
--Verilen virdlerin hepsi birden mi yapılmalı; birazı sabah, birazı akşam yapılabilir mi?..
--Hepsi birden yapılırsa, tesiri iyi olur. Mâzeret olur da yapamazsa, o zaman böle böle de yapabilir.
5. Soru:
--Zikir dersine bir veya bir kaç gün ara verilirse, ne yapmak lâzım?
--Bir insanın derse ara vermesi günahtır. Çünkü günlüktür dersler; günlük olarak vazifelerini yapması lâzım!.. Yâni, bir kaç vakit namaz kılmamak gibi bir günahtır. Dersini muntazam yapması lâzım!..
Ama, bir insan bir günah işlerse, ne yapacak?.. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
(Ve etbiis seyyietel hasenete temhuhâ) "Bir kötülük yaptığın zaman, arkasından bir iyilik yap ki, bir sevaplı bir şey yap ki, o onu silsin, götürsün!.."
Demek ki, böyle bir hata işlemişse tevbe edecek; açacak bir cüz Kur'an okuyacak... Daha fazla tesbih çekecek, gidip birisine bir sadaka verecek, bir hayır yapacak... Yâni, onu silecek bir şey yapacak.
6. Soru:
--Ben sizden ders almıştım, hakkını veremedim. Hattâ iki yıldır sohbetinize gelemedim. Bugün nasib etti Allah... Vazifelerimi bundan sonra yapabilmem için duanızı bekliyorum.
--Mesafeler uzak olabilir, gönüller bir olsun derler. Biz hakîkaten her yere yetişemiyoruz. Bizim Almanya'da ihvânımız var, Avustralya'da ihvânımız var, Suud'da ihvânımız var, Orta Asya'da ihvânımız var... Her tarafa yetişilmiyor, her ülkeye gidilmiyor. Türkiye'de de her şehre gidilmiyor. Gönüller bir olunca, vazifeler yapılınca mahzuru yoktur. Allah feyzinizi çok etsin...
7. Soru:
--Ders aldık, yapamadık; durumumuz nedir?
--Verdiği sözü tutmamış, ahdine vefa etmemiş insan durumundasınız. Bundan sonra vefa gösterin, vefasızlıklarınız için tevbe ve istiğfar eyleyin!.. Kardeşlikten silinmez de insan, kusurlu müslüman olur. Vazifelerinizi niçin yapmadınız diye Allah sorgu sual sorar. Yapın; çünkü o vazifelerden sevap alacaksınız, sonunda mükâfatlara ereceksiniz, faydasını göreceksiniz.
Hasta doktorun verdiği ilâçları almazsa ne olur?.. Tedâviyi uygulamadığı için hastalık devam eder.
8. Soru:
--Ders aldıktan bir müddet sonra vazgeçen bir zavallı arkadaşımız için ne yapabiliriz? Onun dersini ben çekebilir miyim?
--Allah râzı olsun, çok iyi niyetli bir kardeş... Kimse kimsenin ibadetini yapmaz. Herkesin ibadetinin faydası kendisinedir. Öyle şey olmaz!.. O kardeşe nasihat edip, bu yolun Peygamber Efendimiz'in yolu olduğunu anlatmak, izah etmek, yanlıştan döndürmek, hak yola getirmek lâzım!..
9. Soru:
--Müridin dersini yapmaması halinde şeyhi sorumlu olur mu?..
--Hayır, sorumlu olmaz! Söz veren mürid olduğu için, müridin kendisi sorumlu olur. Çünkü, Kur'an-ı Kerim'de:
(Velâ teziru vâziretün vizre uhrâ) "Kimsenin vebali kimseye yükletilmez!" buyruluyor. Allah'ın adaleti öyledir. Kimsenin suçu kimseye yükletilmez. O söz vermiş, "Allah yolunda gideceğim, sevaplı olan şu vazifeleri yapacağım!" diye; yapmıyor. Yapmayınca vebal kendisine gelir.
1. Soru:
--Rabıta-i mürşidin müridi yetiştirme ve olgunlaştırmadaki rolü nedir?
--Çok büyüktür. Hadis-i şeriften alınmadır. Peygamber Efendimiz'le sahabesi arasında rabıta vardı. Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in gözünden Peygamber Efendimiz'in hayali gitmediği için, yalnız olduğu zaman bile rahat olamıyordu. Ayağını uzatamıyordu, serbest olamıyordu.
Yâni, rabıta sevmekten kaynaklanır. Ayrıca, bu rabıta dolayısıyla hakîkaten mânevî bir yakınlık ve bağlılık hâsıl olur. Bu bağlılık, mürşide rabıtadan, Rasûlüllah'a rabıtaya götürür insanı... Sonunda insan, Rasûlüllah'la rabıta etme haline gelir. Onun için, bir yetiştirme merhalesidir bu... Bilinenden bilinmeyene doğru yükselmedir. Kolaydan zora doğru ilerlemedir. Bir merhaledir ve şarttır.
Peygamber Efendimiz diyor ki: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz beni annenizden, babanızdan, evlâdınızdan ve bütün insanlardan bile daha çok sevmedikçe, hakîkî müslüman olamazsınız."
Rabıta aslında sevgiden kaynaklanıyor. O sevgi ile, onu düşünmesiyle, onunla mânevî beraberliğini kuruyor. Bu beraberlik kuruluyor.
İnsan rûhî merhalelerde ilerlediği zaman, bu bedene bağlı kalmıyor ruhu... Yusuf AS, Yâkub AS'ı görüvermiş karşısında... Zeliha Hatun kapıyı kapatıp, "Hadi, ikimiz kaldık!" dediği zaman, Yâkub AS'ı görüveriyor karşısında... "Ne yapıyorsun evlâdım, bu ne durumdur?.." gibilerden, Yâkub AS'ın böyle parmağını ısıraraktan göründüğünü naklederler. Evliyâullahın da böyle görünmesi vardır.
Evliyâullahın ruhları bedenlerinden çıkıp böyle dolaşabilir. Bizim şeyh efendilerimizden birisine demişler ki, "Efendim sizi filânca yerde gördük..." "Evet evlâdım! Demin oraları düşünüvermiştim." demiş. Burdan düşünür gibi bir şeyle, o tarafta onun şeyi görünür. Böyle şeyler olur. Bunlar hep rabıtanın inceliklerinden, detaylarındandır.
Kişinin gözünü kapatıp annesini babasını düşünmesi nasıl tatlı bir şeyse, normal bir şeyse...
--Ne yapıyorsun?..
--Ah, ak sakallı babacığım hatırıma geldi. Nur yüzlü, başörtülü annem hatırıma geldi. Gözümü kapattım, onu hayal ediyorum.
Bunun şirkle bir ilgisi olmadığı gibi, insanın da şeyhini böyle düşünmesi, sevgi bağı olarak lâzımdır ve gereklidir. Sevmesi, sayması, dinlemesi ve böyle düşünmesi feyzinin çok olması için de gereklidir. Bu bir alıştırmadır. Sonunda Rasûlüllah'la görüşme haline gelebilmesi için alıştırmadır, başlangıçtır, birinci bölümüdür işin... Daha ötedeki bölümlerine bir gidiştir. Onun için gereklidir.
2. Soru:
--Rabıtada Peygamber Efendimiz'i düşünsek, daha iyi olmaz mı?..
--Zâten oraya getirecek. Yâni, Peygamber Efendimiz'i düşünmeye müridin ilk başta kabiliyeti yetmez ve o tecellîye kendisi tahammül edemez. Hocasını düşünmekten başlar. O eğitime alıştıktan sonra, Rasûlüllah'a gelir zâten...
Merdivenin altındaki iki basamağa ne lüzum var?.. Bunlar olmasa üst kata çıkamaz mıyız?.. Çıkamazsın; çünkü, buraya basacaksın, oraya öyle çıkacaksın! Alt merdiven olmadan üst merdivene çıkılmıyor.
3. Soru:
--Rabıtaya delil olarak Peygamber SAS'in zamanından bir örnek verir misiniz?
--Peygamber SAS Efendimiz, Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in gözünden hiç gitmezmiş. Evde yalnız olduğu zamanda bile... Hattâ onun hayalinin gözünün önünde devamlı olmasından dolayı, ayağını uzatmaya utanırmış, helâya gitmeye utanırmış. Bu bağlılığın bir misâlidir, fenâ fir rasul olmanın alâmetidir. Rabıta da zâten, o olsun diye yapılan bir çalışmadır.
4. Soru:
--Rabıta-i mürşid yaparken mürşid Allah ile kulu arasına girmiyor mu?
--Olmuyor. Ne demek Allah ile kul arasına girmek; nerden çıkmış? İlgisi yok!..
İnsan namaza duracağı zaman, "Allahu ekber" derken Kâbe'yi karşısında hayal edecek. Kâbe'ye doğru dönüyor ya... Tasavvur edecek: Mültezem şurada, Hacer-i Esved şurada, Hatîm şurasında, Makàm-ı İbrâhim şurada... Bu Allah'la kulun arasına Kâbe'nin girmesi midir?.. Değil... Böyle bir şey tasavvur edebilir.
İnsan askerdeyken gözünü kapattı, annesini babasını düşündü. "Ah evim, barkım, annem, babam..." diye hayal etti. Bu Allah'la kulu arasına girmek değildir, onunla bir ilgisi yoktur.
Şimdi biz karşı karşıya konuşuyoruz. Mürid de tesbih çekerken şeyhimle beraber çekiyoruz diye düşünüyor; ne var yâni?..
Allah mekândan münezzehtir. Öyle aradan, aralıktan filân da münezzehtir. Araya girmek diye bir şey bahis konusu değildir.
1. Soru:
--Hanımlar kendi aralarında hatm-i hâcegân yapabilirler mi? Başka tarikatlardan, hattâ dersli olmayan hanımlar orda olursa, ne olacak?
--Orda olmaları, bizi sevdiklerini gösteriyor. Büyük mürşidimiz Gümüşhâneli Hocamız buyurmuş ki: "Bizi seven bizdendir." Kişi sevdiği ile beraber haşrolacak ya!.. Mâdem sevmiş, toplantımıza gelmiş; bizdendir. O halde, hatm-i hâcegân'a alınır. Kapı dışarı edilmez.
Bazı tarikatlarda duyuyorum ben, dışarı çıkartıyorlarmış.
--Çık dışarı!..
--Niye?..
--Sen bizim tarikatımızdan değilsin!
--E, ben kâfir miyim, müşrik miyim?..
Ağlıyormuş kadın veya erkek... Kalbi çok kırılıyormuş. Kalb kırmak daha fenâ... Ne olacak yâni; o da senin gibi gelecek, senin halkanda Allah diyecek!.. Daha ne istiyorsun yâni; sevaplı bir iş yapmasına vesîle oluyorsun.
2. Soru:
--Hatm-i Hâcegân'da İnşirah Sûresi'ni okumamızın sebebi nedir?
--İnşirah Sûresi, insanın gönlünün genişlemesini anlatan bir sûre olduğundan, "Mânevî bakımdan iç âlemimiz genişlesin, feyizlerle dolsun, mânevî neş'eye, zevke ulaşalım!" diye okuyoruz.