1. Soru:
--Bir kimsenin insanlar tarafından sevilmemesi, Allah tarafından da sevilmemesi midir?
--Hayır!.. İyi insanlar tarafından sevilmemek tehlikelidir. Yoksa, peygamberleri bile sevmeyen insanlar çıkmıştır. İnsanlar tarafından sevilmemek bir ölçü değildir. Firavun ve avanesi Mûsâ AS'ı sevmediler. Mühim değil... İyi insanlar sevmezse, o zaman fenâ...
İbrâhim AS'ı kavminden kimse sevmedi. Üvey babası bile sevmedi. Herkes düşman oldu, ateşe atmağa kalktılar. İnsanların sevgisi önemli değil, Allah'ın sevgisi önemli!.. Sen Kur'an yolunda yürü, Rasûlüllah'ın yolunda yürü; isterlerse sevsinler, istemezlerse sevmesinler! İnsanların sevmesi önemli değil...
2. Soru:
--Bir insanın çok mizah yapması, çok gülmesi, insanları hafife alarak konuşması, Allah tarafından sevilmediğinin bir belirtisi olabilir mi?
--Bunlar gaflet alâmetidir. Gaflet tehlikeli bir şeydir. Mizah yapmayı tavsiye etmiyor Peygamber Efendimiz... Çok gülmeyi de tavsiye etmiyor. Hümeze Sûresinde, insanlarla alay etmemekle emrolunuyoruz. Alay etmek, hafife almak iyi huylar değildir. Bunları bırakmak lâzım!..
Tabii, bunları yapıyorsa, şeytanın eline tutulmuş demektir. Şeytan'dan yakayı kurtarması lâzım! Bu haliyle, Allah sevmiyor sayılabilir. Devamlı sevmeyecek demek değil ama, bunlar iyi huylar değil...
3. Soru:
--Bizim oturduğumuz binada bir aile var; İslâm'dan habersiz, kötü huylu... Bu aile ile ilişkilerimiz nasıl olmalı?..
--Selâmlaşırsınız. Kötülüğe karşı iyilikle mukabele edersiniz. Hediyeleşme, tebrik ve sâir fırsatlardan istifade ederek, yavaş yavaş ölçülü bir tarzda ona kendinizi sevdirmeğe, saydırmağa çalışırsınız.
4. Soru:
--Hangi durumlarda selâm vermemek daha uygundur?
--Günah işleyen bir insana selâm verilmez. Bunun dışında Kur'an okuyan, vaaz veren, namaz kılan, abdest alan, yemek yiyen insana selâm verilmez. Çünkü meşguldür. O zamanlar selâm alma mecburiyeti de yoktur.
Diğer zamanlarda, müslümanın bildiğine bilmediğine selâm vermesi sevaptır. Konya'da Hacı Veyiszâde'nin (Allah mekânını cennet eylesin) bir menkabesini duymuştum: Çarşıya gidermiş; sağa, sola, önüne, yanına, bildiğine, bilmediğine "Esselâmü aleyküm!.. Esselâmü aleyküm!.. Esselâmü aleyküm!.." diye selâm vere vere gidermiş. Bu, Abdullah ibn-i Ömer RA gibi hareket etmek oluyor.
Abdullah ibn-i Ömer bir keresinde diyor ki, sahabeden bir arkadaşına:
"--Kalk çarşıya gidelim!.."
O da kuşkulu kuşkulu bakıyor, diyor ki:
"--Ey Ömer'in oğlu! Ben senin huyunu, hâlini bilirim. Sen çarşı pazarı pek sevmezsin. Orda yalan yere yemin edilir, eksik tartılır, aldatmaca filân olur... Çarşı pazar şeytanın çok dolaştığı yerdir. Sen niye çarşıya, pazara gitmek istiyorsun; anlat bakalım!.." diyor.
Abdullah ibn-i Ömer RA diyor ki:
"--İnsan çoktur; selâm veririz, sevap kazanırız." diyor.
Bilmediğine de selâm vermek ve böylece sevap kazanmak lâzım!.. Ama günah işliyorsa veya müslüman değilse; o zaman selâm verilmez.
5. Soru:
--Akrabamız bize dargın... Barıştığımız zaman zararı dokunuyor; ne yapmalıyız?
--Barışacak, çünkü dargın durmak haram!.. Ama, ölçülü duracak. Mü'minin mü'mine üç günden ziyade dargın durması yasaktır. Günaha düşmemek için dargın durmayacak ama; mâdem muzır adam, barıştığı zaman zararı oluyor, dikkat edecek, ihtiyatlı davranacak!..
6. Soru:
--Bir seyyidin kötü yolda olması mümkün mü? Hakkı tavsiye etmeyen seyyide nasıl davranılır?
--Hak söylenir, hakkı tavsiye et denilir. Çünkü, bu devirde kimin seyyid olduğunu çok iyi bilmemiz mümkün değildir. Herkes çıkıyor, ben seyyidim diyor. Mümkündür, seyyid olabilir; olmayabilir de... Kimin ne olduğunu bilmiyoruz. Yanlış yolda ise doğru yola gelmesi için nasihat edilir. Yanlış söz söylüyorsa, dinlemeye gerek olmaz.
7. Soru:
--Babamın kötü huylarını bırakması için dua eder misiniz?
--Tabii, biz kötü insanların, günahkârların iyi insan olmasını, hidayete ermesini isteriz daimâ... Ama, asıl o kötü insanın kendisinin işi bu... Yâni, o insan eğer Allah'ın sevdiği bir duruma kendisi gelmezse, başkasının ona dua etmesi tesir etmez. Kendisinin zihniyetinde değişiklik olması lâzım!..
Onun için biz dua ederiz, onun iyiliğini temenni ediyoruz, Allah hidâyet versin... Allah şaşıranları doğru yola hidâyet eylesin... Şu vatanın evlâtları hepsi müslüman çocuklarıydı ama, şaşırdılar. Memleket sanki gayrimüslim memleketi gibi... Giyim, kuşam, yeme, içme, içki, kumar, eğlence vs. bakımından bir gâvur diyarından farkı kalmadı. Bütün haramlar yapılabiliyor, Allah'ın farzlarında ihmal edilebiliyor, kimse de bir şey demiyor.
Bunların söylenmesi lâzım!.. Günahkârlara yapmayın diye ikaz etmek lâzım!.. Devamlı bir çalışma içinde olmak lâzım!.. O kişilere bunları söyleyen olmazsa, kendilerinin de bu işi anlaması zor olur.
Birisi birisine misafirliğe gitmiş. Alış-veriş ediyorlar. Seyyar pazarlamacıymış. Akşam olmuş gittiği köyde... Otel filân da yok... O müşterisi demiş ki:
"--Bizim evde yat!"
"--Peki, kabul ettim, yatayım!" demiş.
Hazırlanmış, abdest almış. Sormuş:
"--Seccadeniz var mı?.."
"--Yok..."
"--Kıble ne tarafta?.."
"--Bilmiyorum..."
"--Vallàhi kıblenin ne tarafta olduğunu bile bilmeyen bir insanın evinde kalmam!.. Sokakta yatarım, kalmam!.." demiş.
"--Yâhu etme, eyleme..."
"--Yok!.." demiş. Almış çantasını, yemin de ettiği için evden çıkmış gitmiş.
Bu ev sahibine öyle tesir etmiş ki!.. "Yâhu, bu adam haklı... Hakîkaten ben ne biçim insanım?.. Evde seccâde yok, kıblenin tarafını bile bilmiyorum." demiş, tevbekâr olmuş, doğru yola gelmiş.
Tabii, biraz da böyle müslüman, yanlışların karşısında aktivite gösterecek, söz söyleyecek, ikaz edecek ki, kötüler de hatâsını anlasın, düzeltsin. O çalışmayı yapmak lâzım!..
1. Soru:
--Tevbenin şekli ve şartları nelerdir? Küfre düşenin tevbesi nasıl olacak?
--Küfre düşenin tevbesi, gözyaşı döküp tekrar kelime-i şehâdet getirmektir. Allah'tan afvü mağfiret istemektir. "Bir hatâ işledim yâ Rabbi! Ben senin varlığını, birliğini ikrar ediyorum." demektir.
Tevbenin şartları için, meselâ Tenbihül Gàfilîn, Riyâzüs Salihîn veya İhyâu Ulûm'a bakarak şartlarını öğrenebilirsiniz. Günahına pişman olmak, bir daha işlememeğe kesin kararlı olmak, günahta ısrar etmemek... filân gibi şartları vardır. Detayını oralardan öğrenirsiniz.
2. Soru:
--Nefsimden şikâyetim var; ne tavsiye edersiniz?
--Burda herkesin nefsinden şikâyeti var... Allah nefislerimizi ıslah eylesin... Tabii, nefsin ikmâlini yapıp yapıp da, ondan sonra ıslah etmek zordur. Yâni, bir taraftan nefse silahı vereceksin; bazukayı, kaleşinkofu, dinamiti ve sâireyi vereceksin, ondan sonra da nefisten şikâyet edeceksin... Nefsin bir kere arpasını kesmek lâzım! Nefsi riyâzetle yere düşürmek lâzım!.. Bir de nefisle mücadele edecek olan insanın ruhunu kuvvetlendirmek lâzım!..
Ruhu kuvvetlendirmek de zikirle olur. O yolla nefsin karşısında ruhu kuvvetlendirip, ona galip gelecek hale getirmek; öbür taraftan nefsin ikmal yollarını, can damarlarını kesip kuvvetlenmesini engellemek lâzım!..
3. Soru:
--Şeytanı yenebilmem, mânen güçlü ve iradeli olmam için ne tavsiye edersiniz?
--Bu tasavvufî bir çalışmaya bağlıdır. İnsan riyâzet yapacak, nefsinin emirlerine, arzularına karşı çıkmağa devam edecek... Ramazan orucu gibi çalışmalar olacak, nafile oruçlar olacak... Böyle çalışmalarla yavaş yavaş kendi nefsini yenmeyi öğrenecek, şeytanı yenmeyi öğrenecek. Tasavvufî vazifelerini güzel yapmağa çalışsın!..
4. Soru:
--Nefse ibadetleri sevdirebilir miyiz, bunu nasıl yaparız?
--Evet, bir zaman gelir, nefis ibadetleri sever. O zaman ona nefs-i râdıye derler. O makama yükseldiği zaman, ibadetleri seve seve yapar. Her şeyinden hoşnud olarak Rabbini sever, ibadetlerini yapar.
Onun için, tasavvufî eğitime devam etmek lazım!.. Nefs-i emmâre'yi geçip, nefs-i levvâme'yi geçip nefs-i mütmainne'ye ulaşmak, nefs-i radıye makamına gelmek lâzım!..
5. Soru:
--Nefsime uyarak bazı günahları işliyorum, arkasından pişman olarak tevbe ediyorum. Daha sonra tekrar işliyorum. Bazı günahlardan kendimi kurtaramıyorum. Acaba günahta ısrar etmiş oluyor muyum, ettiğim tevbeler kabul olur mu?
--İnsanoğlunun nefsi olduğundan, şeytan olduğundan, bu tarif edilen durumu sıkça yaşar insanlar... Buna benzer hastalıklar maalesef yaygındır. Peygamber Efendimiz SAS Efendimiz buyuruyor ki:
(Mâ esarra men istağfera) "Tevbe ve istiğfar eden günahta ısrar etmiş sayılmaz." Pişman oluyor, tevbe ediyor; ama yine nefse uyuyor, günah işliyor. Tabii, ısrar sayılmaz. Yalnız tevbe ederken, "Ben bunu yine yaparım." diye düşünmeyecek, yapmamaya azmedecek. Yaparsa, yine Allah tevbesini kabul ediyor.
Bu durumun devam etmemesi insanın bir takım koruyucu tedbirler alması lâzım!.. Bu koruyucu tedbirler de tasavvuf ilminin içine giriyor.
İnsanın günahlara düşmemesi, kendisine hâkim olması için ne yapması lâzım?.. Az uyuması lâzım, az yemek yemesi lâzım!.. İnsanlarla az oturup konuşması lâzım!.. Günah muhitlerinden uzak durması lâzım!.. İbadetini tâatini yapması lâzım, abdestli olması lâzım!.. İşte bunlara dikkat ederse insan, inşaallah günahlardan korunabilir.
6. Soru:
--İhlâsımı kaybediyorum, acaba ne yapmam gerekir?
--İhlâsın başı helâl lokma yemektir. Tevbeye, estağfirullah demeye, zikre devam ederse, Allah yardım eder.
7. Soru:
--Vukf-u kalbî'yi açıklar mısınz?
--Allah'ın her yerde hàzır ve nâzır olduğunu bilip, ona göre edebini takınıp, ihsân makamı dediğimiz:
(El'ihsânü en ta'büdallahe keenneke terâhü fein lemtekün terâhü ve innehû yerâke) "Allah'a görüyormuş gibi ibadet etmendir. Çünkü, sen onu görmüyorsan da, o seni görüyor." dediği gibi edebi takınmak çalışmasıdır. Ona gayret etmeli!..
Tabii, bu her yerde vardır. İnsanın, banyoda ve yüznumarada bile şeriatın tarif ettiği şeylere dikkat etmesi gerekiyor. Oturmasına, yönüne, temizlenmesine vs. ihtimama etmesi, tamâmen her yerde Allah'ın rızâsını gözetmesi gerekiyor.
8. Soru:
--Nefsi terbiye eden müslümanlar, tüm tasavvufî kurallara uyarak keşfe ve yakîn ilmine ulaşabilir mi?.. Bazıları, "Keşif ve yakîn için kabiliyet gerekir. Nefsini terbiye eden herkes yüksek iltifatlara nâil olup, ilhama mazhar olamaz!" diyorlar; ne buyurursunuz?
--"Bu keşif ve kerâmet evliyâlığın şartından değildir." der kitaplarımız... Gerçekten de öyledir. İnsanın bir keramet göstermemesine rağmen Allah'ın çok sevgili kulu olması vâkîdir ve böye olabilir. Kerâmet gösterdiği halde, sû-i hâtime ile ahirete göçenlerin olduğu da vâkîdir, böyle de olabilir.
Keşif ve kerâmet bu yolun esası değildir. Bu yolun esası istikamettir, müstakîm olmaktır. Sırat-ı müstakîmde yürümektir. Şeriatin çizgisinde, Kur'an-ı Kerim'in yolunda, Rasûlüllah'ın yolunda yürümektir. En büyük kerâmet istikamettir. Yâni, bu yolda yürümektir, velevki başka kerâmeti görülmese bile... Ama Allah gösterir. Bazan gösterir, bazan göstermez. Göstermek şart değildir.
9. Soru:
--Tevâznun ölçüsü nedir?
--Tevâz, kibirlenmemek, alçak gönüllü olmak demek... Tevâzyu Allah sever, tevâz göstereni yükseltir.
Tevâznun ölçüsü, tezellüle düşmemektir. Yâni, kendisini alçaltacak bir şey yapmamaktır. Mütevâzi olur ama, vakarlı, ölçülü, efendice bir tevâz içinde olur. Böbürlenmez ama, kendisini ayaklar altına aldıracak, horlayacak bir tarzda da tevâz olmaz.
10. Soru:
--Kardeşin kardeşe ufak şeyler için kızması doğru mudur?
--Kızmak doğru değildir. Peygamber Efendimiz'e birisi geldi, "Bana nasihat et yâ Rasûlalah!" dedi. Peygamber Efendimiz dedi ki:
(Lâ tağdab) "Kızma!" dedi. "Başka bir nasihat et!" dedi. (Lâ tağdab) "Kızma!" dedi. "Başka bir nasihat et!" dedi. (Lâ tağdab) "Kızma!" dedi.
Kızmamak için nasıl tutar insan kendisini?.. Araplarda bir adet var, (Sallü alen nebiyyi) "Peygamber Efendimiz'e salevat getir!" diyor. Karşı taraf da mecbûren "Allahümme salli alâ seyyedinâ muhammed" diyor. Şeytan gidiyor, kızgınlık biraz geçiyor.
Bizim köyde birisi vardı, kızdığı zaman "Lâ ilâhe illalah" derdi. O da stresi, gerginliği atıyor. Yâni zikredersiniz, salevat getirirsiniz, kızgınlık geçer. "Hasbunallah" dersiniz, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" dersiniz.
Bizim rahmetli fakülte sekreteri çok iyi bir insandı. Allah cümle geçmişlerimize rahmet eylesin, ona da... Bir Arap elçiliğinden telefon açmışlar. Arapça bir şeyler söylemişler ama, bizim sekreter çok iyi Arapça bilmiyor. Birazcık biliyor, çat pat... Kırık dökük bir şeyler söylemeye çalışmış. Arap da hızlı konuşuyor. Anlayamamış sözlerini... Biraz daha uğraşmış, terlemeye başlamış. "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" demiş, medet istiyor Allah'tan... "Bir kızdı diyor karşı taraftaki... 'Ne diye Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh diyorsun, ben sana ne yaptım da, bilmem ne...' diye bir yığın laf söyledi Arap" diyor. Meğer hakaretmiş, "Sen ne laf anlamaz adamsın!" mânâsına kullanılıyormuş Araplarda... Böyle şeyler oluyor.
Ama, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" demek, "Estağfirullah" demek, "Allahümme salli alâ seyyedinâ muhammed" demek, "Eûzü billâhi mineş şeytànir racîm" demek gibi tedbirler, şeytanı uzaklaştırır, kızgınlığı uzaklaştırır. Ayakta ise oturmak, abdest almak gibi şeyler vardır.
11. Soru:
--Kul hakkını affettirmek için ne yapmak lâzım?
--Helâlleşmek lâzım!.. Gidip, "Ben senin hakkını yemiştim, al!" demek lâzım!.. Mânevî hakkı ise; "Ben sana şöyle yapmıştım, böyle yapmıştım; senin haberin yok! Beni affet kardeşim!" demek lâzım!.. Helâlleşmezse, ahirette gelip yakana yapışacak. O bilmiyorsa bile Allah bildirecek. Onun için, dünyada iken halletmek lâzım!..
12. Soru:
--Bir müridin feyz almasına neler mânî olur?
--Mânîler çoktur. Bir kere haram lokmalar, günahlar, harama bakmalar... vs. Bunlar çeşitli şekillerde müridi yükseldiği yerden aşağıya düşürür. Yâni, biraz terakkî etmiş ise, geri götürür.
Onun için, bizim kaidelerimizden birisi nazar ber kadem'dir. Yâni, bakışı pabucunun ucunda olacak; etrafa bakmayacak, harama bakmayacak... Televizyonun karşısına geçer, şarkıcıyı dinler, filmi seyreder... Açık saçık kadınlar gelir geçer. Meyhane sahnesi gelir, başka kötü sahneler gelir... O zaman insanın içi allak bullak olur, feyzi kaçar, yükseldiği yerden aşağı düşer.
Haramlardan, günahlardan kaçınmağa çok dikkat edecek!.. İnsanın feyzinin çok olması ve ilerlemesi için, mutlaka günahlardan titizlikle kaçınması lâzım!..
13. Soru:
--Sabah namazına kalkamıyorum; çaresi nedir?
--Sabah namazına kalkamamak bir cezadır muhterem kardeşlerim!.. Allah'ın cezâsıdır, Allah affetsin... Bir cezâa müstehak oluyor da, Allah huzuruna almıyor yâni... İşin aslı böyledir mânevî bakımdan... Onun için edebe dikkat edecek; bir... Akşamleyin abdestli yatacak; iki...
Abdestli yatmadığı zaman şeytan gelir, âzâlarına düğüm vurur. Hadis-i şerifte böyle bildiriliyor. Yâni gözünü bağlar, kulağını bağlar, her âzâsını düğümler... Ezanı duymaz, gözünü açamaz, ibadete kalkamaz! Onun için, abdestli yatmağa dikkat edin!..
Bir de nefsi çok kuvvetlendirdiğiniz zaman, yemek yiyerek vs.; o zaman nefis gàlib gelir. Uykuyu sevdiği sevdirttiği için kaldırtmaz. Akşam yemeklerini hafif yeyin, erken yatın!.. O zaman, sabah vaktinde nefis kuvvetini kaybetmeye başlar. Nefsin tâkati kalmaz, yat desen yatmaz duruma gelir. Karnı acıktığı için, bir mutfağa gideyim diye kendisi kalkar. Bakalım akşamdan neler kalmış diye dolabın başına gider.
Onun için bir çaredir bu da... Akşam az yedirirsiniz. Sabahleyin o mutfağa gideyim derken, siz de onun yolunu çevirttirirsiniz, lavaboda abdest aldırırsınız, camiye götürtürsünüz.
1. Soru:
--Tasavvuf mutlaka gerekli midir?
--Evet, gereklidir. Çünkü:
(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ) buyruluyor ayet-i kerimede... "Nefsini terbiye eden felâh bulacak; terbiye etmeyen mahvolacak, perişan olacak!" O zaman terbiye etmek mutlaka gerekli!..
Terbiye nerde oluyor?.. Torna tezgâhına mı sokacağız, marangoz hızarına mı vereceğiz?.. Hayır!.. Tekkeye gelecek, kötü huyları atacak, iyi huyları alacak, iyi insan olacak!.. O halde tasavvuf gerekli...
2. Soru:
--Tasavvufu, "Nafile ibadetlerin organize edilmiş bir şeklidir." diye tanımlayabilir miyiz?
--Hayır! Tasavvuf, nafile ibadetlerin organize edilmiş bir şekli değildir. Bazan nafile ibadeti bile bırakır mutasavvıf... Bizim büyüklerimiz diyor ki: "İnsana hizmet bahis konusu olduğu zaman, nafile ibadeti terkederiz. Çünkü, nafile ibadet insanın ferdî kazancıdır. Ama, başkasına hizmet topluma kazançtır; bunun sevabı çoktur."
İbrâhim AS Kâbe'yi binâ ettiği zaman, dört köşesinde biner rekât namaz kılmış. Demiş ki:
"--İbadet ettim. Bunu beğendin mi yâ Rabbi?.. Sana yapabileceğim bundan daha sevgili bir ibadet var mı?.."
"--Evet yâ İbrâhim! Bir fakirin kursağında bir lokma ekmek..." buyurmuş.
Demek ki, şahsen sen ibadet ediyorsun, faydası sana... Ama başkasına faydalı bir şey yaptığın zaman, onun kıymeti daha yüksek oluyor, nafile ibadetten önce geliyor.
Onun için, tasavvufta hizmet esas olduğundan, hürmet esas olduğundan, böyle bir nafile ibadetlerin organize edilmiş şekli diyemeyiz. Aksine, gece gündüz çok nafile ibadet eden insanlar vardır, onlara âbid diyor mutasavvıflar... Ama âbidlik, tasavvufun aşağı mertebesidir. En aşağı mertebesi âbidlik mertebesi... Ondan sonra, zâhidlik mertebesi geliyor, ondan sonra âriflik mertebesi geliyor, ondan sonra aşık-ı sâdıkların mertebesi geliyor. Allah'ı seven, Allah tarafından sevilenlerin mertebesi... Yüksek mertebe bu oluyor.
3. Soru:
--Tasavvufta tebliğe bakış açısı nedir; misallerle açıklar mısınız?
--Tebliğ demek; İslâmiyet'i birisine anlatmak, onun müslüman olmasını sağlamak... Tasavvufun en mühim faaliyetlerinden birisi budur. İrşâd ve tebliğ... Zâten tasavvufun büyüğü olan şeyhe, mürşid derler. Yâni, irşâd eden kimse...
Misâl istiyorsanız Yesevî dervişleridir, Horasan erenleridir. Horasan'ı bırakmışlar, bu diyarları müslüman etmişler. İslâm'ı bu diyarlara yaymışlar. Savaşmak gerektiği zaman savaşmışlar, anlatmak gerektiği zaman anlatmışlar, öğretmek gerektiği zaman öğretmişler.
Bizimkilerin prensibi şudur: Gündüz çalışmak, kazanmak, hizmet vs. Gece ibadet... Bu tarzda gayret göstermişlerdir. Biliyorsunuz İmam-ı Gazâlî tasavvufun meşhurlarından birisidir. Bir medresesi vardı; orada profesörlük yapıyordu, talebe yetiştiriyordu. Medresesinin karşısında da tekke vardı; orda da tasavvufî eğitim yapıyordu. Böyle olmuştur.
Bizim tasavvuf büyüklerinin çoğu, aynı zamanda büyük müderristir, profesördür. Meselâ, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî müderristi. İmam-ı Gazâlî müderristi. Sonra, Ankara'lı Hacı Bayrâm-ı Velî müderristi; şimdi müze olarak kullanılan medresede müderrislik yapıyordu. Ondan sonra tasavvufa intisab etti. Hepsi aynı zamanda öğretmendir, profesördür, ilimle meşgul olan insandır. Kur'an tefsiri yazmıştır, hadis kitabı yazmıştır, fıkıh kitabı yazmıştır. Dinde bilgili insanlardır, üstad insanlardır. Gerçekten deryâ gibi bilgisi olan insanlardır.
Yusuf-u Hemedânî Hazretleri --rivâyet ediliyor ki-- doksanbin mecûsîyi müslüman etmiş. Kapı kapı gidermiş, İslâm'ı anlatırmış; mecûsîyi, ateşperesti İslâm'a çekermiş. Fuat Köprülü'nün İlk Mutasavvıflar isimli eserinde vardır Yusuf-u Hemedânî... Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin hocası oluyor.
Ahmed-i Yesevî Hazretleri de tarikatı ondan aldıktan sonra bütün Türkistan ve Sibirya bozkırlarındaki göçebelere, Türkçe konuşan kavimlere İslâm'ı yaymıştır.
Sonra, Çeştî Tarikatı Hindistan'a yaymıştır İslâmiyeti... Hinduların müslüman olmasına sebep olmuştur. Sunûsî Tarikatı Afrika'da, Sudan'da yaymıştır. Bir çok gayrimüslimin İslâm'a gelmesinde en büyük emeği olan, en büyük katkıyı sağlayan mutasavvıflardır.
4. Soru:
--Bir kişinin imanına vesîle olmak, binlerce feyz ve zevke göre daha üstün müdür?
--Bir kimse, bir insanın imana gelmesine sebep oldu mu, onun yaptığı sevapların misli kendi defterine yazılıyor. O bakımdan iyidir. Şahsen, ferdî olarak çalışmak yerine, başka insanların doğru yola gelmesine çalışmak, büyüklerimizin bize emridir. Hizmet diyoruz biz buna... Müslümanlara her yönden hizmet etmek; onların imana gelmesine, İslâm'ı öğrenmesine, maddî mânevî sıkıntılarının çözümlenmesine koşmak çok sevaptır. Bunu, tasavvuf olarak biz söylüyoruz.
Amma, bunu tasavvufa karşı bir tez olarak ortaya koymak çok yanlıştır, şeytânî bir şeydir. Yâni:
--Sen mutasavvıf olma!..
--E, ne olacak?..
--Başkasının imana gelmesine çalış!..
Yok öyle şey!.. Oldu mu şimdi?.. İnsan neden mutasavvıf oluyor?.. İyi müslüman olmak için... Niye tasavvuf yoluna giriyor?.. Takvâ sahibi olup, kalbini nurlandırıp iyi müslüman olmak için... İyi müslüman, müslümanlara daha faydalı işler yapıyor. Tarih boyunca böyle olmuş. Kendisi iyi olmadığı zaman başkasına da faydalı olmuyor, zararlı oluyor.
Tasavvufî bir eğitim görmedi mi; insanın cihadı da cihad olmuyor, irşâdı da irşad olmuyor. Kendisi sağlam olmuyor çünkü...
--Briketten gökdelen yapıldığını duydunuz mu?.. Var mı bir bilen?..
--Yok!..
--Var mı bir gören?..
--Yok!..
--Neden?..
--Briket yük taşımaz hocam!..
--Pek gökdeleni neyle yapıyorlar?..
--Çelik konsrüksiyonla yapıyorlar. Çelikleri birbirlerine bağlıyorlar; yukarıya doğru ölçülü, hesaplı, sağlam çelik kontrenlerle gökdeleni yapıyorlar 115, 120 katlı... Beton bile yapmıyor.
Onun için, sağlam müslüman olmadan faydalı iş yapmak mümkün olmuyor.
Pakistan'ın alimlerinden Mevdûdî vardı. O bir kitabında yazmış diyor ki: "Biz bu ülkede iyi yetişmemiş müslümanlardan çok zarar gördük." diyor. Çünkü, yarım yamalak yetiştiği için, abuk sabuk olur. Bizim Türkiye'de de böyle... Dergilerde, gazetelerde lise tahsilli, Arapça bilmez, İslâmî bilgisi derin değil... Herkes çıkmış, İslâm hakkında bir şey yazıyor. Yalan yanlış şeyler yazıyor, kendisi de sapıtıyor, halkı da saptırıyor.
Onun için sağlam müslüman olmak lâzım!.. "Ben halkı irşad edeceğim!" diye, tasavvuftan kaçmak olmaz; kendisi adam olmayınca, başkasını adam etmek mümkün olmadığından...
Böylece asıl kendisini kurtaracak ilaçlardan kaçmış oluyor.
5. Soru:
--Said-i Nursî (Rh.A), devrin tasavvuf devri değil de imanı muhafaza ve kurtarma devri olduğunu müteaddit defalar zikretmiş; bunu yorumlar mısınız?
--Said-i Nursî merhûmun, bizim Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn Hazretleri'ne üstadım dediğinin şahitleri var... Sağ şahitleri var: Samsun'da Mustafa Bağışlayıcı, Eskişehir'de Abdülvahabın babası... Bizzat Said-i Nursî'yle görüşüp anlattıkları şeyler var...
Meselâ, Gümüşhâne'lidir söylediğim şahıs... "Nerelisin evlât?" demiş Said-i Nursî merhum kendisine... "Gümüşhâne'liyim!" deyince, "Hocamın memleketindensin..." diyerek açıkça Gümüşhâneli Hocamız'a bağlı olduğunu söylemiş.
Benim hocam Mehmed Zâhid-i Bursevî'ye de, bir muhakemesi olduğu zaman gelmiş olduğunu hocam bana nakletmişti. "Hocam, ben de Evrâd-ı Bahâiyye'yi --Bahâeddîn-i Nakşıbend Hazretleri'nin evradını-- okuyorum." dediğini; "Bana dua edin, bugün mahkememiz var!" dediğini söylüyorlar.
Ayrıca Mustafa Bağışlayıcı'nın da, bağlı olduğuna dair hatıraları var... Kendisinin tasavvufa bağlılığı vardır; bir... İkincisi imanı kurtarma ve muhafaza, ma'rifetullah'a ermek, mü'min-i kâmil olmak, zâten tasavvufun işidir.
O bakımdan ya bu sözü söylemedi üstâd; ya da söylediyse, "Şu sırada böyle bir şeyhe bağlanmayın da, benim tavsiyelerimi tutun! Çok acil bir durum içindeyiz. Şu risâleleri okuyun, yazın; böyle bir çalışma yapalım!" demiş olabilir.
6. Soru:
--Tasavvufun modernizasyondan etkilenmesi ne derecededir? Sizin tasavvufu modern dünyaya adapte ettiğiniz söyleniyor; bu ne derecede doğrudur?
--Tasavvufta modernizasyon diye bir şey sezmiyorum ben, tasavvufun içinde... Tasavvufun kendisi ter ü tâzedir, bayatlamamıştır, bozuk değildir ki, modernizasyonu olsun.
Yalnız, biz daha ziyâde Nakşî, Kadirî, Çeştî, Sühreverdî, Kübrevî Tarikatları yoluyla gelmiş bir an'aneye bağlıyız. Bizim yolumuzda, Kur'an-ı Kerim'e ve sünnet-i seniyyeye bağlılık çok önemlidir. Biz tasavvuf içinde sünnet-i seniyyeye bağlılığı etkili hale getirmeye çalışıyoruz. Bid'atlere karşı, sünnet-i seniyye'ye gelmeye yönelik çalışmalara önem veriyoruz.
Bazıları da bizi bu yönden suçluyor. Meselâ, Hürriyet Gazetesi'nin çıkardığı tarikatlar ve tasavvufla ilgili küçük bir kitap var; herhalde Yaşar Nûrî Öztürk yazmış. Orda Bektâşîliği medhediyor: "Güzeldir, kadın erkek bir aradadır. İçki hususunda ve sâirede de müsamahası vardır... Mevlevîlik güzeldir, mûsikîye müsaade etmiştir. Dönüyorlar, bir çeşit dans yapıyorlar. Raks vs. câiz gibi oluyor. Ney var, çalgı var..." filân diye. Ama bizim Nakşîliğe filân biraz çatmış: "Bunlar yobazdır, gericidir. İnkılaplara karşı çıkan falan şahıs, filânca şahıs bunlardandır." gibi sözler söyler söylüyor.
Onların da bir çeşit şahitliğidir bu sözleri ki, biz sünnet-i seniyyeye uygun hareket etmek istiyoruz. Yapmak istediğimiz budur. Yoksa, İslâm'dan gayri bir tesiri tasavvufun içine getirmekten, modernizasyon veya reform adı altında böyle bir şey yapmaktan Allah'a sığınırız. Biz Rasûlüllah SAS'in hayatının ana esaslarına göre yaşamayı istiyoruz, onu uygun görüyoruz. Kur'an'a göre yaşamayı uygun görüyoruz.
7. Soru:
--Tasavvufta Yunan ve Hint etkisi hakkında ne dersiniz?
--Felsefî tasavvufta, işin sözünün edilmesinde, kitaplarda yazılmasında bunlardan bahsediliyor. Olabilir. Hindistan'daki bazı tarikatler, Türkistan'daki bazı tarikatlar şamanizmden, brahmanizmden, budizmden etkilenmiş olabilirler. Başka yerlerdeki bazı tarikatlar hristiyanlardan filân bazı etkiler almış olabilirler, mümkündür. Ama bunlar mevziîdir, münferit olaylar tarzındadır.
Almışsa bile mahzuru olmayan şeyleri almıştır. Çünkü o da tepeden tırnağa batıl değildir. Belki hristiyanlığın aslî tarafındandır, veya yahudiliğin aslî tarafındandır. İnsanlara şefkattir veya nefsi terbiye etmek için bir metoddur. Metod kullanılabilir. İlim Çin'de bile olsa alınacağı için, nefsin terbiyesi için bir metod belki kullanılmış olabilir. Bizde yoktur. Bizim yürüdüğümüz yolda, biz hadis-i şerife uygun, Kur'an-ı Kerim'e uygun olan şeyi yapmağa, onun dışındaki şeyleri yapmamağa ve böyle bir etki varsa onu ayıklamağa çalışıyoruz.
Bu Hint etkisi meselâ Kalenderîlik'te vardır. Kalenderîler dört şeyi kesiyor: Saçı kesiyor, cascavlak kalıyor... Kaşı kesiyor, bıyığı kesiyor, sakalı kesiyor. "İşte bu Kalenderîler Hindistan'dan etkilenmiş, ordan gelmiş." diyorlar. Olabilir. Peygamber Efendimiz'in böyle bir şey yapması yok... O halde bir etkilenme olabilir.
Alevî-Bektâşî gruplarının içinde tırnak uzatmak, saçı, bıyığı uzatmak görülüyor. Adetâ bir tasavvufî bir şey verilmiş ona... İlle kâsenin içine girecek, içerken yüzecek filân diye... Bunlar tabii İslâmî görünmüyor. Belki, şamanizmden gelmiş bazı şeyler...
Veya giyim kıyafette boynuna bağladığı bir takım şangur şungur malzeme ve sâire bazı şamanist etkileri anlatır. Ama bunlar küçük, mevziî olaylar...
8. Soru:
--İslâm tasavvufunda yeniden doğuş, reenkarnasyon düşüncesine yer var mıdır?
--Yoktur. Bu Hindistan'dan gelmedir. İslâm'a aykırıdır. İnanan kâfir olur, İslâmî inanç bakımından... Çünkü, her insanın şahsî sorumluluğu vardır. Bu dünyadaki hayatından, rûhen ve bedenen ahirette mükâfat veya mücâzât görecektir. Bu fikir, Hinduların nirvana'ya ulaşma yolunda bir düşünce tarzıdır. Batıl bir düşüncedir. Böyle bir şeye ihtiyaç yoktur.
Ben lâtife ediyorum, diyorum ki: Allah-u Teâlâ Hazretleri ruh sıkıntısı mı çekiyor da kullanılmış ruhları tekrar tekrar kullanıyor?.. Böyle şey olur mu yâni?.. Kullanılmış bir ruh, öbür tarafa göçmüş; onu tekrar bu tarafta kullan... Ancak böyle şaka ederek reddediyorum.
9. Soru:
--Tasavvufu Osmanlı İmparatorluğu'nun resmî ideolojisi olarak kabul edebilir miyiz?..
--Osmanlı İmparatorluğu'nun resmî ideolojisi yoktu. Serbestti esas itibariyle, demokratikti. Hürriyete önem veren bir yapısı vardı. Osmanlı kültürünün yapısı öyleydi. Ama, ekseriyet mutasavvıftı. Padişahlar, vezirler, münevverler ekseriyet tasavvuf erbâbıydı. Başkalarına da hayat hakkı, yaşama hakkı vardı.
10. Soru:
--Dervişlerin Kurtuluş Savaşı'ndaki etkileri hakkında ne söyleyebilirsiniz?
--Hem Kurtuluş Savaşı'nda, hem başka bütün cihadlarda, işi canı fedâ etmeğe, malı vermeğe kadar gelmiş gördüğünüz zaman, ortada dâimâ mutasavvıfları görürsünüz. Çünkü fedâkârdır, Allah için ölmeğe râzıdır.
Bugün Bosna-Hersek'te de öyledir. Benim temas halinde olduğum gruplar Kadirîdir, Nakşîdir, tekke erbabıdır. Orda ayrı bir müslüman tugay kurmuşlardır. Geçen gün gazete yazıyordu; Sıplar'ın da en çok kortuğu insanlar onlardır. Çünkü, ölümden korkmazlar.
Şeyh Şâmil Kafkasya'da çok meşhur; mücadelesini biliyorsunuz. İdris Sunûsî Hazretleri'nin Libya'da İtalyanlarla mücadelesini biliyorsunuz. Sudan'daki o erbâb-ı tarikatın mücadelesini biliyorsunuz. Sonra kitaplara geçti, "Sûfi ve Komiser" diye; Orta Asya'da İslâm'ın korunmasında, benliğin korunmasında ve Rus tesirlerinin azaltılmasında tarikatların rolünü biliyorsunuz.
Afrika'ya İslâm'ın yayılışındaki etkisini biliyorsunuz. Bugün Amerika'ya Avrupa'ya İslâm'ın yayılmasındaki tesirini görüyorsunuz. Yâni, çok büyük etkisi var...
11. Soru:
--Türkiye Cumhuriyeti, Türk cumhuriyetleriyle ilişkilerinde tasavvufu birleştirici unsur olarak kullanabilir mi?..
--Zâten mecbur... Kültürün bir unsuru olduğu için mecburdur. İster istemez öyle oluyor. Onların Orta Asya'da bildikleri bir tek şey var, Ahmed Yesevî Hazretleri var... Muazzam bir muhabbet besliyorlar. Biz de besliyoruz. Onun için Ahmed Yesevî Yılı ilân etmişiz.
Yunus Emre günleri dolayısıyla, dün Eskişehir'e Özbekistan'dan yetkili bazı şahıslar gelip, Yunus Emre'nin ordaki etkilerini kendi dilleriyle anlatacaklardı.
Mutlaka büyük faydası vardır.
12. Soru:
--"Tasavvuf insanın rûhî ihtiyacını karşılıyor." dediniz. Bu ihtiyaç nereden kaynaklanıyor? Nasıl bir ihtiyaçtır, neye karşı bir ihtiyaçtır; açıklar mısınız?
--İnsan maddî bakımdan ne kadar tatmin olsa, rûhî bir takım şüpheleri, endişeleri, düşünceleri, fikirleri, korkuları kalıyor ortada... Acaba benim ahiretim ne olacak?.. Acaba Allah beni seviyor mu?.. Acaba Allah benden râzı mı, hoşnut mu?.. İşte bu rûhî soruların cevaplarının verilmesi, insanı tatmin edecek bir takım çalışmaların yapılması gerekiyor.
13. Soru:
--Tasavvufta Hakk'a yakınlaşma çizgisi ne olmalıdır? Hallâc-ı Mansur gibi "Enel hak" demek ölçüyü zorlamak mıdır?
--Hallâc-ı Mansur'un ölçüyü zorladığı mutasavvıfların çoğu tarafından kabul edilir. Enel hak sözü üzerinde de çeşitli yorumlar yapılmıştır. Birisi şöyle cevap veriyor: "Enel hak demeseydi de, enel bâtıl mı deseydi? Yâni, ben hak değilim, ben bâtılım mı deseydi?.."
Tabii, Allah tarafından yaratılmış, müstesnâ, eşref-i mahlûkat olmak dolayısıyla insanda ilâhî bir yön vardır. Sonra insan zikirle kendi varlığından geçtiği zaman, kendi varlığı kalmıyor ortada... O bir vasıl hâli, Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne vuslat hâli, fenâ fillâh hâli oluyor. O zaman, kendisini görmediği zaman böyle bir söz söylenmiş olabiliyor. Bunu yaşamayan insanlar anlayamıyorlar, onlara anlatmak da biraz zor oluyor.
Yâni, "Enellah" demiyor, "Ben Allah'ım, ben tanrıyım" demiyor, "Enel hak" diyor, "Ben hakkım" diyor. Bu söz yorum kaldıran bir sözdür. Ama söylediği söz dolayısıyla, biraz yanlış anlaşılmalara sebep olacak bir söz söylediği için, şer'î bakımdan cezâlandırılmıştır. Mutasavvıfların bazıları savunuyorlar, "O bu sözü şu maksatla söylemiştir." diyorlar, yorumlama yapıyorlar.
14. Soru:
--Tasavvufa intisab için olgunluk şart mıdır? "İyi müslüman olmak için, zeki olmak şarttır." dediniz; açıklar mısınız?
--Zeki insan inceliklerini anlar, sevapları işleri bulur, Allah'ın rızâsını kazanır. Aptal oldu mu, bilemez bunları, ilerleyemez. İyi müslüman olmak, olgunlaşmak, kemâle ermek için bayağı bir zekâ gerekiyor.
Tasavvufa herkes girer. Kapımız herkese açıktır. Girer ama, kimisi kırk yıl olduğu yerde durur, yerinde sayar; kimisi de kısa zamanda ilerler. Bu, kitaplarda da böyle yazılıyor, sadece benim söylediğim bir söz değildir. Kimisi gelir tarfetül aynde, bir anda irşad olur, gönül gözü açılır, gider. Kimisi de bir türlü anlamaz. Çünkü, teslimiyeti yoktur, muhakemesi eksiktir, itirazları vardır vs. kusurları vardır.
Tasavvufa intisab için, olgunluk şart değildir. İnsan olgunlaşmak için tasavvufa giriyor. Herkes gelsin!.. Onun için ne diyor şiirde:
Bâzâ bâzâ her an çi hestî bâzâ
"Gel, dön, geriye gel! Gittiğin yanlış yolu bırak, buraya gel!.. Ne olursan ol, bin defa tevbeni bozmuş olsan yine gel!.." Zâten, tasavvufun ilk adımı tevbe etmektir. Adam günahkârdır; olgun değildir, üstelik günahkârdır. Tevbe edecek de ordan vaz geçecek.
O bakımdan, tasavvufa giriş için olgunluk şartı yoktur. Olgun olduktan sonra ne diye girsin?.. Diploması varsa, niye bir daha okulda okusun?.. Olgun olmak için, ham gelecek ki, olgunlaşacak.
15. Soru:
--Tasavvuf hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. Tasavvufu her şeyiyle gönlümüze sindirmek, öğrenmek ve yaşamak istiyoruz. Bize hangi kitapları okumamızı ve ne yapmamızı tavsiye edersiniz.
--Risâle-i Kuşeyriyye'yi okuyun! İmam Kuşeyrî, tasavvufta imamdır. İmam, önder demek... Ondan sonra bizimle görüşün!
16. Soru:
--Tasavvufu reddenlerin durumu ve fıkhî hükmü nedir?
--Tasavvufu reddeden Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin, dinin emirlerinin bazılarını reddetmiş olur. Çünkü, Allah'ı zikretmek ayetlerde geçiyor. Nefsi terbiye etmek, ayetlerde geçiyor. Ma'rifetullahı tahsil eylemek, irfanı elde etmek, tavsiye ediliyor.
Onun için tasavvufu reddedenin sözüne bakılır. Hangi tasavvufu reddiyor?.. Ne biliyor tasavvuf hakkında?.. Hani böyle batıl mezhebler görmüş de, batıl tarikatler görmüş de, haram işler işleyen kimseler görmüş de, ondan mı reddiyor; yoksa, işi kökünden mi reddediyor?..
Kökünden reddeden, ayetlerde olan şeyleri reddettiği için kâfir olur. Bir ayeti bile inkâr etse, kâfir olur. Kökünden reddetmeyip, "Aslı vardır ama, ehli azdır. Şu adamlar kötüdür, bu adamlar kötüdür..." diyorsa; eğer isabet etmişse, ne alâ, doğruyu söylemiş olur. İsabet etmemişse, iftira etmenin cezâsı olur.
İbn-i Teymiye gibi pek çok kimsenin, gerçek tasavvufun Kur'an'ın bir olgusu olduğunu, bir emri olduğunu, dinin bir esası olduğunu ifade ettiklerini biliyoruz. Suudluların, başka kimselerin, selefiyecilerin itibar ettikleri bir kimse olduğu halde, "Gerçek tasavvuf vardır." diyorlar.
Dini bilip de, gerçek tasavvufu inkâr etmek mümkün değildir. Ya cahillikten inkâr ediyordur, ya da gördüğü misaller kötüdür. Meselâ, kadın erkek bir arada olan veya içki içip de, "Biz bunu şu maksatla içiyoruz." diyenlerden dolayıdır.
1. Soru:
--Müslümanların mutlaka bir tarikata bağlanması zarûret midir?..
--Müslümanın Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine uyması farzdır. Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ) "Nefsini terbiye etmen lâzım! Terbiye edersen felâh bulursun; terbiye etmezsen helâk olursun, mahvolursun!"
Nefsini de insan kendi kendine terbiye edemez. İnsan kendi kendisini traş bile edemiyor.
--Hadi yap bakalım enseni traş!..
Yapamaz!.. Onun için bir başkası onun ayıplarını görecek, terbiye edecek, eğitecek...
Bunca mektepler niçin kurulmuş, bunca Millî Eğitim Bakanlığı müesseseleri niçin var?.. Eğitim için eğiticiler lâzım geldiğinden vardır.
Eğitimin en kıymetlisi, en güzeli de ma'rifetullahın öğretilmesidir. İnsanın nefsinin terbiye edilmesidir. Ahlâkının güzelleşmesidir, kötü ahlâktan insanın kurtulmasıdır. O halde herkesin buna ihtiyacı vardır. Herkesin en başta boynuna borç olan budur.
2. Soru:
--Bir alimimiz, "Bu zaman tarikat zamanı değil, hakîkat zamanıdır." demiş; ne dersiniz.
--Tarikat, bir eğitim sonunda hakîkate ulaştırıyor insanı... İnsan nefsini yeniyor, iradesini kontrol ediyor, Allah'ın sevdiği işleri yapıyor; Allah'ın sevgili kulu oluyor, hakîkate ulaşıyor, ermiş kimse oluyor. Tarikattir yolu onun, başka türlü olmuyor o...
Kitap okumakla olsaydı, Allah gökten kitabı indirirdi, "Okuyun bunu!" derdi. Böyle olmuyor, sohbet yoluyla oluyor.
Peygamber Efendimiz gelmiş, 23 senede insanları İslâm'ın hakîkatlerine alıştırmış ve eğitmiştir. Eğitim yoluyla olduğu için kitap yoluyla, okumak yoluyla olmaz! Eğitimin içinde kitap olabilir ama, mutlaka bir eğiticinin olması şarttır ve öyle olmuştur.
Sonra bazı insanları öğretebilirsiniz, şunu oku, şunu ezberle filân diyebilirsiniz ama; fiilen göstererek şunu şöyle yap demek, çok yaygın bir eğitim tarzıdır. Usta-çırak yetiştirme usûlüdür. Gayet kolaydır. Görerek ve uygulamalıdır. Tasavvuf bunu yapıyor. Onun için, böyle olması şarttır.
3. Soru:
--Tarikata girmek istiyorum ama, mürşidler kul ile Allah arasına girmiş olmuyor mu?.. Şirke düşmekten korkuyorum.
--Mürşidler Peygamber Efendimiz'in varisleridir. Peygamber Efendimiz'in sahabesiyle durumu nasılsa, sahabenin Peygamber Efendimiz'e karşı durumu nasılsa, mürşidlerle müridler arasındaki durum da aynıdır. Peygamber Efendimiz sahabesinin Allah'la arasına girmiş denilebilir mi?.. Öyle şey olur mu?.. Allah'a götürüyor. Allah'a götüren yolda rehber ve klavuz oluyor. Onun için, araya girmek diye bir yorum yanlıştır.
Şirk, Allah'ın varlığını yanında bir başka varlık tasavvur etmektir. Bir insanın hocasını sevmesi Kur'an'ın emridir, dinimizin gereğidir. Hadis-i şeriflerin gereğidir. Hocasına bağlanması da ondandır. Bütün mesele, ciddî bir hocaya, gerçek bir mürşide bağlanmaktır. Ona bağlandığı zaman zâten, onun mâni olmadığını, bil'akis rehber ve klavuz olup, elinden tutup hayra ve hakka götürdüğünü görecektir.
4. Soru:
--"Günümüz toplumu tarikata uygun değildir. Bir yere kapanıp zikir yapmaktansa, dışarda insanlara İslâm için hizmet yapmak gereklidir. Bunun için tarikat gereksizdir." deniliyor. Bu söze bağlı olarak günümüzdeki tarikat anlayışı konusundaki düşünceniz?..
--"Günümüz toplumu tarikata uygun değildir." diyemiyoruz. Olaylar da öyle göstermiyor. Amerika'lı bile, yahudi bile, Fransız, İngiliz, Alman bile müslüman olup tarikata girebiliyor. Hattâ Abdülkadir Es-Sûfî'nin Londra yakınında ayrı bir yer aldığı, ayrı okullar açtığı, helâl gıda satılan ayrı bir süpermarket açtığı, İslâmî bir topluluk meydana getirmeğe çalıştığını biliyoruz.
Toplum tarikata uygun değilse, İslâm'a uygun değilse; o zaman, müslüman olan insan topluma uymuyor, toplum içinde kendi varlığını sürdürmeğe çalışıyor. Biz de öyle yapıyoruz. Biz de Türkiye'deki çevre içinde, ortam içinde, çeşitli gayr-i İslâmî tesirlerin karşısında hanımlar giyim bakımından; erkekler sakal, namaz vs. konularda herkes, "Öz inancıma uygun yaşayayım!" diye bir direnç gösteriyor. İnsan ille topluma tâbî olmuyor, bazan da topluma karşı çıkarak, direnç göstererek bazı haksızlıkları engellemeğe çalışıyor.
O bakımdan, toplum tarikata uygun değilse, tarikat da gerekli bir eğitimi --iç eğitimi, ahlâk eğitimi-- veriyorsa; o zaman, toplumun ihtiyacı var buna... Toplumun değişmesi lâzım!.. Bu inadından vazgeçsin, şu ahlâk eğitimi yapılsın da, hayâlî ihracatlar, arsızlıklar, yüzsüzlükler vs. bitsin!.. Ahlâk toplum için gerekli olduğu için, ahlâk eğitiminin yapılması gerekli olduğuna göre, bu taraftan da bakabiliriz bu konuya...
"Bir yere kapanıp zikir yapmak" sözüyle tarikata bir sataşma oluyor. Bir iddia, bir kötüleme oluyor. Tarikat sanıldığı gibi böyle değildir. Belki, böyle yapanlar hristiyan rahiblerdir. İslâm'dan önceki mistikler böyle yapmışlar. Uludağ'a çekilmiş, --onun için keşiş dağı denmiş-- orda ibadet etmiş. Mağaraya çekilmişler veya Niğde Aksaray'daki peribacalarının olduğu yerlerde, vs. böyle dünyayı terkederek, târik-i dünya olarak, ruhbanlıkla evlenmeyerek, ibadetle meşgul olmuşlar.
İslâm böyle değildir. İslâm'da mutasavvıfların hepsi bir meslek sahibidir. Meselâ, okuyun Tezkiretül Evliyâ'yı: Ya attârdır, ya kassâbdır, ya nessâcdır, dokumacıdır... Çünkü, elinin emeğiyle kazanmak sevap olduğundan çalışmışlardır. İbadetini çalışırken yapmışlardır. Çalışıp da sevap kazanmayı düşünmüşlerdir. Çalışıp kazandıklarıyla hayır yapmayı düşünmüşlerdir.
İslâm tasavvufunda böyle bir kenara çekilip de, toplumdan kaçmak yoktur. Bazı zamanlar yapılan bir halvet var; o da eğitim içindir. Hiç bir kimse üniversitenin son sınıfına gelmiş bir öğrenci, tam proje devresinde evinden üç gün dışarı çıkmadı, projeyi yetiştirmek için gece gündüz çalıştı diye onu suçlayamaz. Çünkü, nihâyet bir proje hazırlayacak, imtihanlara hazırlanıyor. Bu normal bir şey...
Tarikatta da eğitim için bazı eğitim şekilleri vardır. Kırk gün halvete girecek, zikir yapacak; gönül gözü açılacak, ma'rifetullaha erecek, Allah'ın sevgili kulu olacak. Kırk gün orda bir ibadet vardır amma, ondan sonra da çıkıp hizmet vardır.
Meselâ: Eşrefoğlu Rûmî Hama'ya gitmiş. Hama'daki Saâdeddîn-i Hamevî Hazretleri'nden üç defa halvet, erbaîn, çile çekmiş. Yüzyirmi gün, dört ay yâni... Dört ay devamlı ibadetle meşgul olmuş ama, ondan sonra gelmiş İznik'te, halkın eğitimiyle, irşadıyla, dervişlerin yetiştirilmesiyle, dînî ilimlerin öğretilmesiyle meşgul olmuş.
Ayrıca, kendileri de yine kazançlarını kendileri sağlamaya dikkat etmişler. Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin nasıl geçindiğini biliyorsunuz. Kaşık yontarmış, kaşıklarını pazara gönderir, sattırırmış. Hattâ kendisi gitmezmiş. Hayvanın iki tarafındaki küfeye koyarmış, dehlermiş hayvanı... Hayvan gider orda pazarda dolaşırken, herkes kaşıkları alırmış parayı içine bırakırmış. Eğer adam parayı vermezse, parayı verinceye kadar hayvan onun önünden ayrılmazmış.
Böyle şeyler anlatılıyor ama, şunu çok net olarak biliyoruz ki, çalışıyorlar. Kimseye yük olmadan, alnının teriyle geçiniyorlar. Cihad ederek geçiniyorlar. Ticaret var, cihad var, hizmet var... Zikir de var ama, müsaade et de geceleyin saat iki ile üç arasında yarım saat zikretsin, Allah Allah desin, gözyaşı döksün!.. O da var çünkü hadis-i şerifte...
Eve ekmeği, peyniri götürmeyi unutmak, Orhan Veli'de var... "Böyle güzel havalarda ekmek peynir getirip götürmeyi unuttum." diye o söylüyor. Bizimkilerde yok...
5. Soru:
--İmam-ı Rabbânî Hazretleri, Nakşî Tarikatı için, "Bu tarikatın bidâyeti nihâyetinde mündemicdir." demiş; bunun mânâsı ne?..
--Bunun mânâsı: "'Başındayım bu işin; Allah'ın sevgili kulu olamadım!' gibi bir duyguya düşmeye lüzum yoktur. Çünkü, çok kestirme bir yoldur. İşin içine girdiği anda, duygularının ve kabiliyetinin nisbetinde çok yüksek mertebeye çıkabilir." demektir. Yâni, uzun bir zaman gerektirmez, bir göz yumup açıncaya kadar, güzel bir noktaya gelmesi mümkün olabilir.
6. Soru:
--İhvanlık nedir?
--İhvanlık, kardeşlik demektir. Özel mânâsıyla; bir kimsenin bir tarikata girip derviş olması, şeyhine bağlı öteki kimselerle tarikat kardeşi olmasıdır. Usulü, erkânı tasavvuf ve âdâb kitaplarında yazılmıştır.
7. Soru:
--Tarikatta yaşanılan olayları, yorumlatmak üzere daha tecrübeli birisine anlatmak uygun olur mu?
--Olabilir. Bu yakın tarikat arkadaşı, dert arkadaşı, tecrübeli bir kimse olabilir. Doğrudan doğruya şeyhin kendisi olabilir.
8. Soru:
--Bir cemaat bırakılıp başka bir tarikata gidilebilir mi, mes'ûliyeti var mı?
--Bırakılacak cemaatte bir uygunsuzluk görülmüşse, o zaman bırakılır. Mübarek bir cemaatse, o zaman bırakılmaz. Eğer bozuk bir yerse, bırakmak mecburiyeti vardır.
9. Soru:
--Mürid ne zaman tarikattan çıkar?
--Mürid esas itibariyle, şeyhine olan bağlılığı zedelendiği zaman, tarikattan çıkar. Hatâsından döner tevbe ederse, o zaman durumu düzelebilir ama, zedelenen şey de kolay kolay eskisi kadar sıhhatli olmaz. Yamalı şey, aslı gibi olmaz.
Onun için insan vazifelerine dikkat etmeli, günahlardan uzak durmağa dikkat etmeli!.. Diline sahib olamlı, gıybet dedikodu yapmamalı; hele hocasının, pirlerinin, din büyüklerinin hakkında bir şey düşünmek; bunlar çok perişan eder insanı... Onlara dikkat etmek gerekiyor.
10. Soru:
--Tarikattan koğulmak nasıl, ne şekilde olur. Bu hale düşen kişinin kurtuluş çareleri nelerdir?
--İnsanın Allah yolunda yürümesi lâzım, ahdine vefâ göstermesi lâzım, sözünde durması lâzım!.. Sözünde durmayınca, vefâsız olur, onun cezâsını çeker. Eğer edepsizliği varsa, tarikattan koğulur, mânevî hayatta cezâya uğrar. O zaman çok büyük bir felâket olur.
Nitekim, bir ilde bir kardeşimizle tanıştık. Bir başka şehirde bulunan bir hocaya bağlıymış eskiden... Sözünü dinliyormuş, tavsiye ettiği tesbihleri yapıyormuş. Fakat bir kaç defa meclisine gittiği zaman bakmış ki, sünnet-i seniyyeye, hadislere, şeriate uymayan acaib sözler söylüyor, işler yapıyor... Yanlış tavsiyelerde bulunuyor.
Kendisinin az çok okumuşluğu filân var... "O zaman uyanmadım. Hep sevdiğim için; seven kimse sevdiğinin kusurunu pek görmez, uyanmadım." diyor. "Bir gece rüya gördüm. Rüyada Peygamber Efendimiz'i gördüm. Bizim tekkede yangın çıkmış..." diyor, kendi bağlandığı tekkeyi anlatıyor. "Geliyorum telâşla, 'Yâ Rasûlallah, tekkemizde yangın çıktı!' diyorum. Peygamber Efendimiz de, 'Bizim öyle bir tekkemiz yok!' dedi." diyor. Demek ki, Rasûlüllah Efendimiz nazarında, mâneviyat aleminde makbul olmayan bir yol olduğu böylece anlaşılıyor.
Daha başka bir iki rüya daha görmüş. Ordan anlamış ki, hocası selâhiyetsiz bir kimse... Asıl hocası yaşlı bir zat imiş; ona bir vazife vermiş ama, o vazifeden sonra o biraz bu yolu istismar edince, tard olunmuş. Artık böyle yanlış işler yapmağa başlamış.
İnsan haram yememeğe çok dikkat etmeli, vazifelerini güzel yapmağa çok dikkat etmeli, şeriatin emirlerini iyice tutmaya, haramlardan uzak olmaya, yasak olan şeylerden uzak durmağa dikkat etmeli; aksi takdirde, böyle bir mânevî tokat yedi mi, çok fenâ olur. Allah korusun...
--Eğer bir insan böyle bir mânevî tokat yese, rüyada da sen böyle bir insansın diye gösterseler, ne olur?..
--Çaresi tevbedir kardeşlerim!.. Her çâresiz işin çâresi vardır. Tevbe edecek, gözyaşı dökecek, pişman olacak... Diyecek ki: "Yâ Rabbi! Ben bu işimi anladım. Rüyada da bana gösterdiğin gibi, yanlış yolda olduğumu anladım, hatamı da biliyorum. Tevbe ettim, hatamı bıraktım. İyi yola giriyorum, iyi şeyler yapacağım. Ne emredersen yapmaya hazırım!" diye tevbe eder de yolunu düzeltirse, Allah kabul eder.
Bir insan ne kadar çok günah işlerse işlesin, candan tevbe edince, Allah bağışlar; bunu bilin!.. Allah'ın rahmetinden ümit kesmek yoktur. Allah ümitsizliği yasaklamıştır:
(Lâ taknetû min rahmetillâh) "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" buyurmuştur.
Tevbe edince, Allah her suçu affeder. İnsan eğer kendisinin bâriz bir hatasını biliyorsa, o hatayı bırakacak, bir daha yapmamaya niyet edecek, azmedecek; "Yâ Rabbi, ben bu hatâyı yaptım, çok edepsizim. Biliyorum büyük günah... Bir daha yapmamağa azmettim, beni affet!" diyecek, pişmanlık duyacak, gözyaşı dökecek; Allah affeder. Ondan sonra da doğru yoldan yürüyecek, iyi şeyler yapacak.
Bu tarikatten koğulma denilen şeyler olur. Adam edepsizse, edepsizliğini de anlamıyorsa, istismar ediyorsa, veyahut vazifelerini yapmıyorsa; o zaman, böyle mânevî tokatlar yer. Kendisi görmez belki, başkasına gösterirler. Veyâhut kendisi görse de, aldırmaz. Rüyada gösterirler, aklını başına toplamaz, yanlış yolundan vaz geçmez.
Birisi böyle milletten para topluyormuş. "Cami yapacağım, bilmem ne yapacağım!" filân diye toplayıp, kendi hanını hamamını yapmakta kullanıyormuş, kendi işine harcıyormuş. Bir başkası rüyada görmüş ki, yaptığı hanın hamamın her tarafında yılanlar çıyanlar kıvranıyor. Yâni, haramla yapıldığının sembolü oluyor. O kendisi görmüyor ama, başkasına Allah gösteriyor.
O bakımdan, haramdan kaçınmağa, Allah'ın emirlerini tutmağa gayret edelim!..
11. Soru:
--Bulunduğumuz yerde başka bir cemaate bağlı arkadaşlar var... Onlar her akşam hatme yapıyorlar. Arada bir katılıyoruz, mahzuru var mı?..
--Mahzuru olmaz esas itibariyle ama, bazı cemaatlerin liderleri bizimkilerin yakasına yapışıyorlar... Bu bizimkilerin de bir imtihanı oluyor; onun için pek ses çıkartmamayı da düşünüyorum. Yakasına yapışıyorlar:
"--İlle bizim tarikata gel!" diyorlar.
"--Yâhu, ben bir yere bağlıyım!.." diyor.
"--Yok bize gel!.." diyorlar.
Meselâ filân efendi filânca şehirde gitmiş, bir hocaefendiye:
"--Sen bizim tarikata gel!"
"--E, ben bir yere bağlıyım!.."
"--Nereye bağlısın?"
"--İskenderpaşa'ya..."
"--E, İskenderpaşa'nın hocası vefat etti."
"--Vefat etti ama, yerine başka hoca var. Makam duruyor. Filanca reisicumhur öldü; ondan sonra bitiyor mu?.. Vazife devam ediyor. İnsanlar yaşadığı müddetçe, irşad vazifesi kıyamete kadar devam edecek!.."
"--Yok, sen bize gel!.."
"--Yok, ben yerimden memnunum, gelmem!" demiş.
Bizim bir genç çocuk, filânca hocaya gitmiş; ona:
"--Ben sizin kurslarınızda kalabilir miyim?" demiş.
"--Kal ama, bizim tarikata gir!"
"--Ben İskenderpaşa'ya bağlıyım!.."
"--Sünnet-i seniyyeye daha bağlı bir dergâh olduğumuz için bize bağlan!.." demiş.
Gelmiş bir hocaya sormuş. Hoca da demiş ki:
"--O da halifedir, o da halifedir; kime gitsen olur." demiş.
Ahid ne oldu?.. Hani ey zâlim bizimle ahd ü peymân ettiğin?.. Müşteri çalmak, talebe ayartmak ne oluyor?.. Bir insanın etbâı çoğalırsa, (kesüret şeyâtînihî) şeytanları çoğalırmış. Çünkü, her birisi bir dert, her birinin derdiyle uğraşacak! Her birisi bir dert, bir yük yâni...
Teklif eden kimsenin teklif etmesi, soru soran kimsenin soru sorması, cevap veren kimsenin cevap vermesi tasavvuf değildir. Bu üç olaydaki üç şahıs tasavvufa uygun bir iş yapmıyor. Yaptıkları tasavvuf değildir, dîvâneliktir.
Şimdi insanlar çeşitli şekillerde imtihan olurlar. Müridin imtihanı da çok çeşitli olur. Bizim imtihanımız ........
.......
Böyle bir şeye bizim ihtiyacımız yok da, bir vazifeyi götürmeğe çalışıyoruz. İnsanlara hadis-i şerifleri, Allah'ın yolunu anlatmağa çalışıyoruz. Size de bazı şeyleri öğretmeğe, sevdirmeğe çalışıyoruz.
E tabii, millet çalgı seviyor, gösteri seviyor, başka şeyleri seviyor... Oraya gidiyor, buraya gidiyor. Falanca dergâh, gelene sigara ikram edermiş. Dergâhın başındaki şahsın düğün salonu varmış, düğün salonunda içki ikram edilirmiş. Millet bunlara aldırmıyor, ne taraf daha keyifli; o tarafa transfer oluyor. Biz de transfer olmasın diye, transfer ücretini mi arttıracağız yâni, burda...
Bir doktorun tedâvi görmekte olan bir hastası var... Öteki doktor, "Ona gitme, bana gel!" diyor. Olmaz ki, ayıptır. Hastane de bile bir doktorun meşgul olduğu hastaya, öteki doktor gelip karışmaz.
"--Kimin hastasısın sen?.."
"--Filâncanın..."
"--Ona söyleyin derdinizi!.." der, karışmaz. Bu bir normal şey...
Onun için, şimdi o hatmeye gitme demiyoruz, git ama kurtların eline düşme!..
1. Soru:
--İnâbe ve bey'at nedir, aralarındaki fark nedir? Dindeki konumları nedir?
--İnâbe, Allah'a dönmek demek... Münîb, derler, inâbe eden kimseye... Tevbe de dönmek demek... Tevbe ve inâbe, yanlış yolu bırakıp Allah'ın sevdiği yola yönelmek demektir.
İnâbe, bir insandaki iç değişikliğini sembolize ediyor, onu gösteriyor. Bey'at ise; bir mürşide, bir şeyhe gidip onun eğitimini kabul ettiğini, onun ustalığını, hocalığını kabul ettiğini bildirip, "Ben sana tâbîyim!" demektir. Bey'at bir anlaşmadır, sözleşmedir. Hattâ el tutularak yapılır.
Peygamber Efendimiz'in sahâbesi (Rıdvânullahi aleyhim ecmaîn), Peygamber Efendimiz'in yanına gitmiş, elini sıkarak sözleşmişlerdi.
--Nerede?..
Birinci Akabe Bey'ati, İkinci Akabe Bey'ati, Hudeybiye Bey'ati gibi umûmî bey'atler var... Şahsî bey'atler var, grup bey'atleri var... El tutarak söz vermek sûretiyle... Kadınların bey'ati var, erkeklerin bey'ati var...
Bey'at demek, sözleşme demek... Yâni, hukûkî bir form kazandırıyor inâbesine, dönüşüne... Ve birisine bağlandığını ifade ediyor. Fark budur aralarında...
Dindeki konumları: Peygamber Efendimiz SAS'e bey'at etmeyi ayet-i kerimeler bildiriyor:
(İnnellezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûnallah) [Muhakkak ki sana bey'at edenler gerçekte Allah-u Teala'ya bey'at etmişlerdir.]
(İzâ câekel mü'minâtü yübâyi'neke alâ en lâ yüşrikne billâhi şey'en) [Mü'min hanımlar Allah'a hiç bir ortak koşmamak üzere bey'at etmek için sana geldikleri zaman...] gibi ayet-i kerimelerde mübâyaa vardır.
(Lekad radıyallahu anil mü'minîne iz yübâyiûneke tahteş şecereti) [Allah ağaç altında baş eğerek sana bey'at eden mü'minlerden râzı olmuştur.] ayet-i kerîmesi gibi ayet-i kerimeler vardır. Yâni, Kur'an-ı Kerim'den bir hakikattir. Elbette o devrin insanının Peygamber Efendimiz'e bağlanması gerekli idi. Kur'andandır, dinin esaslarındandır.
Bu zamanın insanı ne yapacak?.. Peygamber Efendimiz var iken, bir müslümanın Peygamber Efendimiz'e bağlanması gerektiğini hepimiz kabul ediyoruz, itiraz duygusu gelmiyor içimizden... Peygamber Efendimiz'den sonra ne olacak?..
Ne olduğuna bir bakalım: Peygamber Efendimiz'den sonra Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'e bağlanılmıştır. Ondan sonra, Hulefâ-yı Râşidîn'e bağlanılmıştır. Ondan sonra, bir zorbalık devri gelmiştir. Medine-i Münevvere'nin mescidinin kapılarında silâhlı askerlerin durup, "İlle Emevî hükümdarına bey'at edeceksiniz! Etmezseniz kafanızı keseriz!.." diye zorbalıkla, zorla tâbî kılmaları olmuştur. Tabii, bu esas bey'at değildir.
Bu bakımdan, alimler ile yöneticiler arasında zaman zaman çeşitli ihtilâflar çıkmıştır. Haccâc-ı Zâlim Mekke-i Mükerreme'yi muhasara edip, Abdullah ibn-i Zübeyr'i şehid etmiştir. Yezid ibn-i Muâviye zamanında, Peygamber Efendimiz'in torunu Hazret-i Hüseyin Irak'a çağrılmışken, çoluk çocuğu ile beraber katliama uğratılmıştır.
Tabii, o zaman onlara yapılan bey'at, sağlam, hakîkî ve kalbi rahatlatan bir bey'at olmuyor. O zamandan itibâren evliyâullaha, din alimlerine bey'at etmişlerdir ve edilmesi gerekir.
2. Soru:
--İslâm ümmetinin bir tek lidere bey'at etmesinin hükmü nedir?
--Bütün ümmetin bir lidere bey'at etmesi gerekir. Buna imâmet-i kübrâ veya hilâfet makamı derler. İslâm'ın ilk zuhurunda öyle oldu. Asırlar geçtikten sonra bir ara öyle olmuş gibi idi. Sonra halifelik lağvedildi.
Bu durum şimdi fiilen öyle değil... Namaz kılmak farz olduğu halde, insanların namaz kılmadığı gibi bir durum... Böyle bir lideri müslümanların mutlaka edinmesi lâzım!..
Bu bağlanılan şahıs, alim olacak, kâmil olacak, fâzıl olacak, bilgin olacak... Bir çok vasıfları olması lâzım!..
3. Soru:
--Bey'at kimlere yapılır, intisab kimlere yapılır; açıklar mısınız?
--Kur'an-ı Kerim'de bu kelimelerin hepsi de Peygamberimiz hakkında kullanılmış olabiliyor:
(Ellezîne yettebiûner rasûlen nebiyyel ümmiyye) ayet-i kerimesinde ittibâ kelimesi geçiyor.
(İnnellezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûnallah) "Sana bey'at edenler Allah'a bey'at etmişlerdir." diye bey'at kelimesi geçiyor.
Demek ki, ittibâ olabilir, iktidâ olabilir, bey'at olabilir, mübâyaa olabilir. Kelimeler muhtelif kelimeler olabilir. Şair şöyle diyor:
Kadd-i dildâra kimisi ar'ar dedi kimisi elif,
Cümlenin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif...
Uzun boylu kimseye kimisi elif boylu der, kimisi selvi boylu der, kimisi kavak gibi der; hepsi uzun boylu olduğunu demek istiyor. Bu bey'attan, intisâbdan, ittibâdan, iktidâdan maksad, bir insanın bir başka insana bağlanmasıdır. Bu bir tane olur. Zâten bir kaç tane yere bağlılık olsa, bağlılık olmaz, arada kalır. Bir kolundan birisi çekiştirecek bu tarafa, öteki kolundan ötekisi çekiştirecek şu tarafa; olmaz böyle şey!.. İttibâ, iktidâ, bey'at, intisab hepsi bir yeredir. Tekdir, bir tanedir. Peygamber Efendimiz'in zamanında da bir taneydi.
Peygamber Efendimiz'den sonra Hulefâ-i Râşidîn geldi, insanlar onlara bey'at ettiler. Hazret-i Ali Efendimiz'den sonra ihtilâflar çıktı. Ondan sonra Emevîler geldi, ondan sonra Abbâsîler geldi. Şöyle oldu, böyle oldu, derken işler karıştı. Zalimler ve kendisine ittibâ, iktidâ, intisab ve bey'at edilmesi hakları olmayan kimseler zorla bu işi yaptırdılar.
Zalim valinin adamları Medine-i Münevvere'nin kapılarına dikilmişler, ashâb-ı kirâmı tehdit etmişler: "Emevî hükümdarına tâbî olmazsanız sizi keseriz!" diye...
Şimdi bu gibi durumlar, zorbalık durumlarıdır. Aslında Peygamber Efendimiz'in varisleri İslâm'ı en iyi bilen alimler olduğu için, bey'at da, ittibâ da, iktidâ da, ittibâ da; ne kelime ile olursa olsun bağlanmak alimlere olacak. O da Allah rızâsı için, onlar Allah'ın dinini anlattıkları için olacak.
Böyle çeşit çeşit farklar ortaya atmak yeni çıktı. "Evvel yoğ idi iş bu rivâyet yeni çıktı." Yoktu böyle bir şey, sonradan sonraya bir şeyler çıktı. Kendisi derviş, bu sefer kendisi bey'at almağa kalktı. Öyle şey olmaz ki! Şeyhi varken dervişin bey'at almaya hakkı yok ki!.. Yanlıştır.
4. Soru:
--Bey'at ve intisabı izah eder misiniz; bunlar aynı mıdır? Tarikattaki intisab bey'at midir?
--Bey'at ve intisab aynı şeydir. Peygamber Efendimiz zamanında da aynıydı, Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz zamanında da aynıydı. Öyle gidip dururken, politikacılar çıktılar, iktidarı zorla aldılar, saltanat usûlüne çevirdiler. Ama ehl-i iman ve irfan hiç onlara kulak asmadan, kıymet de vermeden çalışmalarına devam ettiler. Herkes de bildiği yere bağlandı.
Şimdi de, bazı siyâsîler bu işi ayırmaya başladılar; çünkü, işlerine gelmiyordu. Aslında bunun yanlışlığını mantığınızla siz de bulabilirsiniz: Bir insan bir şeyhe intisab etse, bir de bir siyâsîye bey'at etse; şeyhi şu işi yapma dese, siyâsî yap dese, hangisini dinleyecek?.. İki otoriteye bağlılık var mıdır?.. Hukukta böyle bir mekanizma biliyor musunuz?..
5. Soru:
--İntisab ve bey'at aynı kişiye mi yapılır?
--Evet, aynı kişiye yapılır. Bir insanın bir yere bağlılığı olur. Peygamber SAS Efendimiz'in zamanını düşünün!.. Peygamber Efendimiz'in zamanında insanlar iki kişiye mi bağlanıyordu?.. Hayır bir tek kişiye bağlanıyordu, Peygamber Efendimiz'e bağlanıyordu. Zâten bir kaç kişiye bağlandı mı insan; o başka şey söylerse, bu başka şey söylerse, ne olur?.. O zaman ya bunu dinleyecek, ya ötekisini dinleyecek. Birisini dinleyince, ötekisini dinlememiş olacak, ona bağlılık olmayacak. Dinlemediği insana bağlılık olur mu?.. Olmaz.
O bakımdan, intisab ve bey'at ayni şeydir. Bir kişiye olur ve o şekilde devam eder.
Bu intisab ve bey'atın ayrılığı hikâyesini uydurma olarak yakın zamanda particiler çıkarttılar. Şeyhe bey'ati reddetmek için ve tasavvuftan fırlayıp çıkmış olarak. "Bu ayrıdır, bu ayrıdır..." gibi hikâyeler söylediler, olmayan şeyleri söylediler.
Halbuki, Sultan Ahmed bile gelmiş, Aziz Mahmud-u Hüdâî'ye bey'at etmiş. Demiş ki:
"--Efendim, isterseniz padişahlığı da bırakayım!.."
"--Hayır evlâdım, padişahlığa devam et!" demiş.
Ama ona bağlanmış. Bu meseleyi anlayamadıkları için karıştırdılar, işi berbad ettiler. Bid'at çıkardılar, mahvettiler. Erbâb-ı tasavvufu da darılttılar kendilerine...
6. Soru:
--İntisab ile bey'atin aynı kişiye yapılması gerektiğinin fıkhî delillerini söyler misiniz?
--Peygamber SAV Efendimiz'in çağında, insanların hepsi Peygamber Efendimiz'e bağlanıyorlardı ve bu bağlanmaya bey'at deniliyordu. Meşhur bey'atlerden birisi Akabe'de olmuştur. Peygamber Efendimiz, hac için Mekke'ye gelmiş olan civar şehirlerin ahalileriyle konuşup, onlara İslâm'ı anlatıyordu. Ve bu anlatmadan sonra, onların müslüman olmasını istiyordu. Bir grup hacı bunu kabul etmişler ve Akabe denilen, Mekke'ye çok yakın bir yerde, kendisine bağlılıklarını beyan etmişlerdi. Buna I. Akabe Biatı diyoruz.
Ondan sonra, daha geniş bir grup halinde Mekke'ye gelmişlerdi; II. Akabe bey'ati olmuştu... Daha sonra Hudeybiye'de bir bey'at olmuştu. Hudeybiye'de bütün ordu mensupları tekrar Peygamber Efendimiz'e bağlanmışlardı.
Demek ki bey'at, bağlılık demektir. İntisab da bağlılık demektir. Peygamber Efendimiz zamanında böyle, bey'at ile intisab kelimeleri arasında bir ayrılık düşünülmüyordu. Bunu bir siyâsî parti çıkarmıştır bizde... Kendisi politik eğitimini yaparken; "Bey'at başkadır, intisab başkadır, imamette iktida başkadır... Camiye gelen, imamın arkasına 'Allahu ekber' diye durur; buna imamette iktida derler. Tasavvuf terbiyesi almak için bir şeyhe bağlanır; buna intisab derler. Ama bey'at, bir politikacıya olması lâzım." demişlerdir.
Bu kendilerinin görüşleridir, İslâmî görüş değildir. Çünkü, İslâm'da politikacıya tabi olmak yoktur, Allah'a tabi olmak vardır!.. Allah'a tabi olmak, Rasûlullah'a tabi olmakla olur... Bir politikacıya bağlanmak, lâik bir şeydir. Aslında İslâm, dinin esaslarına göre hareket etmeyi amaçladığı için; İslâm fıkhı, "Dinin emirlerini en iyi bilen insanlara bağlanmak, böylece Kur'an'ın emirlerine göre yaşamak mümkün olur." diye düşünmek durumundadır.
İslâm, hangi grup olursa olsun --küçük-büyük-- mutlaka birisinin başkan olmasını emrediyor, düzeni emrediyor. Namazda nasıl birisi öne geçip namazı kıldırıyorsa, onun gibi düzenli olmayı emrediyor. Meselâ, siz 10-15 kişilik bir grupsunuz, seyahat ediyorsunuz. Peygamber SAV buyuruyor ki:
(İzâ sâfertüm fel yeümmeküm akraüküm) "Sefere çıktığınız zaman, Kur'an'ı en çok bilen, Kur'an'a en çok aşina olan kimse size imamlık etsin; (ve in kâne asğaruküm sinnen) yaşça en küçüğünüz olsa da!.. (Ve izâ emmeküm fehüve emîruküm) İmamlık yaptığı zaman da, emirleri de odur."
Demek ki, imamla emir aynı kimsedir ve Kur'an-ı Kerim'i en iyi bilen kimsedir. Bu bir hadis-i şeriftir. Fıkhî delilini soruyordu soruyu soran...
İkinci bir delilim şudur ki: Peygamber SAV Efendimiz, bir kısım insanları bir sefere gönderiyordu. Gidecek insanların hepsini tek tek yanına aldı, konuştu. Kur'an-ı Kerim'den ne kadar bildiklerini sordu. "Kur'an-ı Kerim'den ne kadar biliyorsun? Ezberin ne kadardır?" diye. Nihayet bir genç geldi karşısına... Peygamber SAV Efendimiz, ona da sordu:
"--Kur'an-ı Kerim'den ne kadar bilgin var? Nereleri ezbere biliyorsun?" dedi.
O genç dedi ki:
"--Yâ Rasûlallah, şunları şunları biliyorum; bir de Bakara Sûresi'ni ezbere biliyorum!" dedi.
Bakara Sûresi --biliyorsunuz-- Kur'an-ı Kerim'in Fâtiha'dan sonra gelen, 286 ayetlik, 2,5 cüzlük, 50 sayfalık büyük bir bölümüdür. Ve umumiyetle fıkıh ahkâmını ihtiva eden bir bölümüdür. Peygamber Efendimiz ona memnunlukla sordu:
"--Bakara Sûresi'ni biliyor musun?!.."
"--Evet biliyorum!" dedi.
"--(İzheb, fe ente emîrühüm!) Madem böylesin, o halde git, onların komutanı sensin!" buyurdu. Yâni, "Genç olduğun halde, madem ki Kur'an'ı en iyi biliyorsun; emirleri sensin!" buyurdu.
Çünkü, müslümanın ana mantığı Allah'a itaat etmektir, Allah'ın emirlerine uymaktır. Allah'a isyan etmekte, kula itaat edilmez!... Babası da olsa, kocası da olsa, hocası da olsa, başbuğ da olsa, başkan da olsa... Şu da olsa, bu da olsa; yasak bir şeyi emredemez ve emrederse, ötekisi de dinlemez. Bu bizim kanunlarımızda da vardır. Amir memuruna, gayr-i kanûnî bir şeyi emredemez. Memur gayr-i kanunî bir şeyi yaparsa yine mes'ul olur diye kanunlarımızda da vardır. Yâni bu doğru bir şeydir.
O bakımdan, bir seferde Peygamber Efendimiz bir kimseyi başkan seçmişti. "Sen başkansın, bunların başkanısın!" demişti. Onun üzerine, o şahıs kapris yaptı bir yerde; kızdı yönettiği insanlara:
"--Odun toplayın!" dedi.
Herkes odun topladı, başkan emretti diye...
"--Ateş yakın!" dedi.
Ateşi yaktılar...
"--Girin içine!" dedi. "Ben emrediyorum, emirinizim; Peygamber beni emir tayin etti. Girin bunun içine!.." dedi.
Bir onun yüzüne baktılar, bir ateşe baktılar... Dediler ki:
"--Biz ne senin sözünü dinleriz, ne ateşe gireriz, ne de bu işi burada bırakırız! Biz gidip bunu Rasûlüllah'a soracağız." dediler.
Geldikleri zaman Peygamber Efendimiz'e sordular:
"--Yâ Rasûlallah, sen onu bize emir seçmiştin. O bize ateşe girmeyi emretti. Sözünü tutup ateşe girmemiz mi lâzımdı?.." dediler.
"--Hayır!" dedi Peygamber Efendimiz... "Hayır, girmeniz lâzım değildi. İtaat ancak Kur'an-ı Kerim'in, şeriatin uygun gördüğü noktadadır. Ona uygun olmayan noktada itaat bahis konusu değildir." dedi.
O halde dinini bilmeyen bir kimse başkan olur da dine uygun olmayan emirler verirse, ötekilerin ona itaat etmesi zaten gerekmez. Çünkü, hakimiyet Allah'ındır; kulun Allah'a itaat etmesi gerekir.
7. Soru:
--"Bey'at şeyhe yapılır." diyorsunuz. O halde 12 tarikat var ve başlarında şeyhler var... O zaman herkes baş olmak ister; emir nasıl seçilecek?.. Akşemseddin ile Fatih'in durumu açıklar mısınız?
--Bey'at Peygamber Efendimiz'in varislerine yapılır. Peygamber Efendimiz'in varisleri de kendi aralarında birbirleriyle irtibatlıdır. Herbiri öyle baş olmak istemez, bil'akis herkes baş olmamak ister orada... Oranın usulü, orda herkes baş olmamak ister, kenara çekilmek ister ama; (El emrü fevkal edeb) emrolunduğundan, vazife geldiğinden, irşad vazifesi kendilerine yöneltildiğinden, boyunlarını bükerek Allah'ın yoluna hizmet ettiklerinden öyle yaparlar. "Öbür kardeşim benden daha üstündür; ona ittibâ edelim!" derler.
Evliyaullahın kendi aralarında da sistemi vardır. O bakımdan, bir karışıklık olmaz. Asıl karışıklık alim olmayan şahıslara uyulduğu zaman olur. Çünkü, alim olmayan insanlar milyonlarcadır, milyarlarcadır. Hangi birine uysan, herkes bir baş olmak istiyor. Baş olduğu zaman da kurum kurum kuruluyor, çalım satıyor. O bakımdan, asıl karışıklık o zaman çıkar ve ondan çıkıyor.
Bir devletin başına filânca geçiyor, öteki devletin başına ötekisi geçiyor; harbediyorlar. "Neden harbediyorsunuz?" diyorsun, bir sebep buluyor. Bir cihangirlik arzusu, bir kavga; böyle gidiyor.
Onun için, asıl ittibâ Allah'adır. Allah'ın emrini en iyi bilen kimseye ittibâ olunur. Bir insanın imam olması için, önder olması için, emir olması için sıralama vardır. O sıralamada Arapçayı bilmek, Kur'an'ı en iyi bilmek, hadisi en iyi bilmek, ictihad yapabilecek kadar fıkıh bilgisine sahib olmak gibi hususlar vardır. Bunlara sahib olmayan kimselere ittibâ sahih değildir. Onların amacı bir makamı elde etmektir, gasbdır.
Akşemseddin'le Fatih'in durumu çok klasik bir misal oldu şimdi... Doğru bir misal değildir. Fatih de o zamanın halifesine bağlı bir kimseydi. O inceliği bilmediği için, millet yalan yanlış misaller veriyor. Halifeye bağlıydı, halifenin bir emiriydi. Halifeden ferman alıyorlardı. Osmanlı hükümdarları halifeden ferman alarak vazifeye başlamışlardır. Kendisi baş değildir, tâbîdir. Asıl baş olan halifedir.
Onun için, bu misal yanlış bir misaldir.
8. Soru:
--Cihad emirliği ile şeyhlik bir arada bulunabilir mi?
--Cihad emiri tabiri yeni çıkmıştır. Bizim siyâsîlerin uydurmasıdır. Emir emirdir her yerde... Üç kişi bir seyahate çıksa, içlerinden birini idareci seçerler; ona da emir derler. Cihad emiri, olsa olsa cihadda ordunun başına getirilmiş kişi demek olur.
Şeyhlik zâten emirlik demek!.. Şeyh, Arapçada ihtiyar, itibarlı kimse, kabilenin başkanı demek... Mürid ona geliyor, bey'at ediyor, itaat ediyor, iktidâ ediyor; sahâbenin Peygamber Efendimiz'e bağlandığı gibi...
Bağlılıkta söz dinleme olmazsa, bu itaat hokkabazlıktan öteye gitmez ki!.. Bu bağlılığın ne kıymeti kalır?.. Evvelâ itaat edecek, her şeyiyle itaat edecek, tam mânâsıyla itaat edecek... Hattâ büyüklerimiz diyor ki: (Kel meyyiti beyne yedeyil gassâl) "Ölü yıkayıcısının elindeki ölünün, ona teslim olduğu gibi teslim olacak!" Yap dediğini yapacak, dur dediği yerde duracak... "Gece uyuma!" dediği zaman, uyumayacak... "Şu tesbihi çek!" dediği zaman çekecek... "Mutfakta bulaşık yıka!" dediği zaman, yıkayacak... "Git kuşları tedavi et, köpeklerin yaralarını temizle!" dediği zaman, temizleyecek... Söz dinleyecek ki, yetişecek.
Cihad emirliği - şeyhlik ayırımı sonradan çıkmıştır. Eskiden yokken, kendilerine bir pay çıkarmak için, sonradan ortaya çıkartmışlardır.
9. Soru:
--Merhum Said Havva'nın Saddam'a bey'at ettiği söyleniyor; doğru mu?
--Böyle bir şey yaptı mı, yapmadı mı bilmiyorum. Eğer böyle bir şey yapmışsa bile, zorbalıkla yaptırılmıştır. Adam belâlı bir adam olduğundan, silahı dayamıştır, "Sen meşhur bir alimsin, böyle söyleyeceksin!" demiştir. Demediyse bile, dedi demiştir. Onun için mâzurdur. Yoksa haksız bir şeyi yapmayacağını tahmin ettiğim, sevdiğim bir alimdir. Allah mekânını cennet eylesin.
10. Soru:
--Bir zât demiş ki: "Kadının şeyhi kocasıdır, bir mürşide rabıta edemez!" Öyleyse, kadının intisabı nasıl olacak?
--Bu söz doğru değildir. Kadının şeyhi kocası değildir. Keşke her koca şeyh olacak kadar mükemmel olsa... Nerde?.. Kimisi kadını yanlış yollara bile götürmeğe uğraşıyor. Öyle bir şey yok...
Peygamber SAS Efendimiz'in zamanında kadınlar da gelip Peygamber Efendimiz'e bağlanıyorlardı. Ayet-i kerime ile sabit... Bismillâhir rahmânir rahîm:
(İzâ câekel mü'minâti yübâyi'neke) "Ey Rasûlüm, mü'min hanımlar sana bey'at etmek için geldiklerinde; (alâ en lâ yüşrikne billâhi şey'en) Allah'a hiç bir şeyi şerik koşmamak üzere; (ve lâ yüsrıkne ve lâ yeznîne ve lâ yaktulne evlâdehünne) hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek ve evlâtlarını öldürmemek üzere; başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak ve uygun olanı işlemekte sana karşı gelmemek üzere, (febâyi'hünne) onlarla bey'atlaş, onların bey'atlarını kabul et! (vestağfir lehünnellàh) Onlara Allah'tan mağfiret iste, onlar için dua et! " deniliyor.
Demek ki, Peygamber Efendimiz'in zamanının hanımları da, beyler gibi Peygamber Efendimiz'e gelip bağlanıyorlardı. O halde Peygamber makamının, irşâdın vazifesi üzerinde olan kimseye, erkeklerin bey'at ettiği gibi kadınların da bey'at etmesi lâzımdır.
Mürşidine rabıta da eder. Onun bir mahzuru yoktur. Eğer kalbinde bozukluk olan kimseler varsa, o zaman evliyâullah büyüklerimizle beraber düşünsün mürşidini karşısında... Bir cami gibi mübarek yerde düşünsün!.. Kendisi ikinci katta, kadınlar mahfilinde, kafesli yerde olsa... Hocası karşıda vaaz ediyor olsa... Evliyâullah büyüklerimiz, sahabe-i kiram, Ebûbekir Sıddîk Efendimiz, Selmân-ı Fârisî Efendimiz sıralanmış olsa; o zaman bir kötülük bahis konusu olur mu?..
O da yetmezse yanında kocasını düşünsün, çocuğunu düşünsün... Ailecek gelmişler, mürşidinin, evliyâullahın huzurunda duruyorlar diye düşünsün... Mühim olan onu düşünmek, ona bağlılık... İlle böyle bir fitne fesat bahis konusu değil... Bunları bilmedikleri için, olmaz diyorlar. Akıllarına takılıyor, takılınca da kalıyor.
Kitaplarımızda hanımların bey'atinin nasıl olacağı da belirtilmiştir. Hanımlar bey'at eder ama, musafaha yoktur. Peygamber efendimiz hanımlarla musafaha etmemiş, el tutmamış. Onun için biz de tutmuyoruz. İslâm'da hanımların elini tutmak yoktur. Bu Batı'dan gelme bir adettir. Böyle bir şey yoktur, musafaha olmadan intisab vardır.
Bu şeyhlik ve müridlik, öğretmen ve öğrenciliktir muhterem kardeşlerim!.. Cennetin yolunu öğrenecek, cennete varacak... Cehenneme düşmemenin usûlünü öğrenecek, cehennemden kurtulacak... Nefsin oyunlarını bilecek, nefsin oyunlarına tâbî olmayacak... Şeytanın oyunlarını bilecek, şeytana kanmayacak... Allah'ın yolunda yürüyecek, Allah'ın sevgili kulu olacak... Ma'rifetullaha erecek, Allah'ın rızâsını kazanacak, öyle gidecek... Bunu öğrenmesi lâzım, öğretmek lâzım!..
--Kız çocuklarımızı Kur'an kursuna gönderiyor muyuz, göndermiyor muyuz?..
Gönderiyoruz, Kur'an'ı öğrensin diye... Şartları sağlandığı zaman, şartlarına riayet ederek hanımların da yetişmesi lâzım geldiğinden, kadınların intisabı vardır. Kadınlar da rabıta ederler.
1. Soru:
--Bazıları silsilenin kesildiğini ve bu zamanda silsileden birisinin olamayacağını ileri sürüyorlar; ne diyelim?
--Onlara cevap olarak, hadis-i şerifte:
(Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî yukàtilûne alel hakk, zàhirîne ilâ yevmil kıyâmeh) "Kıyamete kadar dâimâ hakkı tutan, destekleyen bir tâife-i mardıyye ümmet arasında mevcut olacak!" diye bildirilmiştir; onu söylersiniz. Sonra, ayet-i kerimede:
(Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr) "Hiç topluluk yoktur ki, Allah oraya bir haberci, tehlikelerden haber veren bir vazifeli şahıs göndermiş olmasın!" buyruluyor; onu söylersiniz.
2. Soru:
--Bulunduğumuz yerde bazı insanlar tasavvuf dersi veriyorlar. "Tasavvufta mürşid-i kâmile gerek yoktur. Mürşidsiz yapabiliyoruz." diyorlar. Mürşidsiz olabilir mi?.. Bunların yaptığı doğru mudur?
--Hayır! Doğru değildir, veballidir, yanlıştır. Çünkü Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'de buyuruyor ki:
(Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr) "Hiç bir ümmet, topluluk yoktur ki, Allah oraya bir haberci, bir nezîr, tehlikelerden haber veren bir vazifeli şahıs göndermiş olmasın!"
Vazifeli şahıs demek, mürşid demek... Mürşidsiz olsaydı, o zaman Allah böyle demezdi. "Bazı yerler olmayabilir." derdi. Demek ki ihtiyaç var ki bir mürşide, bir yol göstericiye, bir vazifeli kimseye; onun için gönderiyor. O halde mürşidsiz olmaz!..
Mürşidsiz, üstadsız, hocasız tıp da olmaz, mühendislik de olmaz!.. Marangozluk da olmaz, terzilik de olmaz, berberlik de olmaz!.. Allah insaf versin bu zavallılara... Bu dünyevî basit meslekler hocasız olmuyor da, ahiretin yolunu gösteren, binbir türlü tehlikesi olan, binbir türlü aldatmacası olan bir yolun mürşidi olması lâzım değil mi?.. Tehlikesi var... Yalanı var, yanlışı var, sahtesi var, istismarcısı var, sömürücüsü var... Mürşidsiz olur mu?..
Hocasız, mürşidsiz hiç bir iş olmaz, hiç bir meslek olmaz! Tasavvuf da mürşid-i kâmilsiz olmaz!... Mürşid-i kâmiller ayrıca mânevî bakımdan vazifeli insanlardır. Olur demekle, olmaz demekle onların keyfine de kalmış bir şey değildir.
Yaptıkları veballi bir iştir. Bir insanı saptırırlarsa ne olacak?.. Hastalanırsa ne olacak, problemini nasıl çözecekler?.. Böyle saçma heveslerle, düşmanlıklarla, cahilliklerle milleti şaşırtıyorlar. Nedir alıp veremedikleri?.. Hürriyet var, millet her şeyi yapıyor. Plaja gidiyor, açık geziyor, içki içiyor, kumar oynuyor, meyhane açıyor... Cemiyyetteki iltimas, rüşvet ve sâire... Onları tenkid yok... Tam insanların doğru yola gelmesini sağlayacak mekanizmaya hücum ediyorlar. Kötü niyet var o zaman...
3. Soru:
--Bir şahıs daha önce bağlandığı, sonra vefat etmiş şeyhe olan bağlılığını sürdürebilir mi? Bir şeyh efendinin şeyh olması kaç yoldan, kaç şekilde belirlenebilir?
--Bir insan bir şeyhe çeşitli sebeplerden tâbî oluyor da, öncelikle terbiyesine nezâret etsin diye, tedâvisini yapsın diye tâbî oluyor. Meselâ, "Mazhar Osman çok iyi bir doktormuş... Lokman Hekim çok iyi bir doktormuş..." İyi ama yaşamıyor ki şu anda!.. Yaşayan kimseye, yaşayan doktora tedâvi olacak, yaşayan hocaya bağlanacak!..
Bir insanın bağlandığı kimse vefat etti mi, yeni bir mürşide bağlanması icab eder. Ya o mürşid, eski hocaefendisinin tayin ettiği, "Benim yerime sen makamıma kàim ol! Bu dervişleri sen terbiye eyle, sen nezâret et, hizmetlerine sen bak!" dediği kimsedir. Ya da, bazen mürşid efendiler mânevî bir işâret olmayınca, böyle bir halef bırakmazlar; o zaman orada, o muhitte uygun olan bir mübarek zâta teslim olması ve intisab etmesi lâzım!..
Tabii bu intisabda, mürşidin evsafı, "Şeriat-ı garrayı bilmesi, ahlâken müstakîm olması, bu mesleği yapacak şartları hâiz olması, sahih bir yol ile el almış, kendisine selâhiyet verilmiş olması..." diye kitaplarda belirtiliyor. Selâhiyetli bir şeyh efendiden kendisine selâhiyet verildi mi, alan kimse de o vazifeyi yapabilir. Ama verenin selâhiyeti yoksa alanın da durumu selâhiyetsiz kalır. Bir tane şeyhten aldıktan sonra da, birkaç tanesinden almasına lüzum yoktur. Bir tanesi yeter.
Bir insanın bir kimseye bağlanması vefat ettikten sonra da yetseydi, bir şeyhe filân bağlanmaya lüzum yoktu, Peygamber Efendimiz'e bağlanılırdı, biterdi. Ama, Peygamber Efendimiz vefat eder etmez, ümmet-i Muhammed'in sıhhat ve selâmeti ve kargaşanın önlenmesi bakımından, daha cenâze defnedilmeden Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'e bey'at edilmiştir. Bu ümmetin sıhhat ve selâmeti, huzuru ve karışıklık olmaması bakımındandır.
Bazan mânevî işaret olmuyor, şeyh efendiye halife bırakma izni verilmiyor. Misâl: Bana Emin Saraç Hoca anlatmıştı. Onun kayınpederi Yektâ Efendi idi. Onların bağlı olduğu şeyh efendi, yaşlı, vefat etmek üzere... Sormuşlar: "Efendim, yerinize kimi tayin ediyorsunuz?" demişler. Bir şey dememiş, "Bekliyorum." demiş. Sonra yine bir sıkıştırmışlar, falanca insan filânca insan var demişler. "Yâhu, ben bu işi düşünmüyorum mu sanıyorsunuz siz?.. Bakın, hepsinin icâzetnâmelerini yazdım. Altına bir imza atması kaldı. Bir işaret olursa, imzalayacağım. Yok daha bir işaret!.." demiş.
Birisi bu Yektâ Efendi... Ötekiler de başka şahıslar... Bana bunu anlatan Emin Saraç Hoca... Ben tabi, onların bağlı oldukları o hocaefendiyi tanımadım.
Sonra bu icâzet imzalanmadan, işaret çıkmadan o şeyh efendi vefat etmiş. Neden işaret çıkmadı?.. --Bundan sonrası benim kendi yorumum.--
--Neden?..
--Hocamız var, mürşid-i kâmil!.. Herkes kendisinden sonra ille birisini göstermek durumunda değil ki!.. Halkın, müridlerin irşadı için Mehmed Zâhid Hocamız var... Kesilmiş o taraf...
Zâten Mehmed Zâhid Hocamız'a çok hürmet edermiş o şahıs... Hattâ daha yaşlı olduğu halde; Hocamız bir seferinde babamla beraber o zâtın ziyaretine gitmişler o zâtın... Ayağı felç olduğu halde merdiven başında karşılamış. "Efendim kalkmasanız..." filân diyecek olmuş müridleri... Müridler biraz tarafgirlik yaparlar böyle şeylerde... "O gençtir, ne diye kalkıyorsunuz?" filân gibilerden düşünmüşler. "Kalkmasanız!" filân demişler. Babam anlatıyor: "Bu zâta mı kalkmayacağım?.. Bu zâta mı kalkmayacağım?.. Bu zâta mı kalkmayacağım?.." Üç defa böyle söylemiş. "Olur mu öyle şey, kalkarım!" demiş.
Ona işaret olmamış, ben ondan ne mâna çıkartıyorum şahsen: "Mânevî işaret yok, demek ki müridler Hocamız'a gelecek!.. Gelmesi lâzım!.."
Hocamız'a bir çok kimseler gelmiştir zâten... Meselâ, Abdülhay Efendi vardı. Abdülhay Efendi'nin dervişleri Hocamız'a intikal etmiştir. Sonra, Küçük Hüseyin Efendi vefat etmiş, onun dervişleri Hocamız'a gelmiştir. Hocamız hakîkaten mânevi makamı çok yüksek bir zât-ı muhterem olduğu için, zamanındaki bir çok hocaefendinin yerine halef çıkmıyor, işaret olmuyor. İşaret olmayınca, ne demek?.. "Dağılmayın, orda toplanın!" mânâsından dolayıdır diyorum ben, işaret çıkmaması...
Tabii, müridler toplanmışlar kendi aralarında... "Olmuyor böyle başsız..." filân diye, bir tanesini kendi başlarına tayin etmişler. Müridlerin kendi başlarına tayini, mânevî işaret gibi olmaz!.. Müridler kendi başlarına birisini tayin etmiş, olmuş... İyi ama, sen tek bir toplum içinde değilsin ki, etrafında başka kimseler var, yaşayan mürşid-i kâmiller var; sen öyle yapınca olmuyor. Zâten bir mürşid-i kâmil varken, ötekisinin gelip ona tâbî olması lâzım!..
Hülâsa, sorunun cevabı, bir insanın efendisi ölünce, hayatta olan bir zât-ı muhtereme bağlanması lâzım!.. Hangi sebeplerden: Tedâvisinin, terbiyesinin devam etmesi bakımından; bir... Sırr-ı bey'atte faullü duruma düşmemesi bakımından; iki... "Zamanının imamını, önderini bilmeden ölen, cahiliye ölümüyle ölür." dendiğinden, bey'atsiz gitmemesi için, cahiliye üzere ölmemesi için hemen birisine bağlanması lâzım!..
Vefat etmiş bir kimseye bağlılık olmaz! Onu bahane ederek müstakil yaşamak olmaz! Kendisi bağlanacak!..
4. Soru:
--Bir mürşide bağlanmanın ahirette ne gibi kazancı olur?
--Hadis-i şerifte var: Şehidler cennete girecekler. Amma, alimler cennetin kapısındayken, Allah onlara diyecek ki: "Durun, bekleyin! İstediklerinize şefaat edin, içeri girsinler!"
Hadis-i şerifte alim denilen, ilmiyle amil olan alim, yâni mürşid-i kâmil demektir. Onlar şefaat edeceklerdir.
5. Soru:
--Şeyhin müridini yetiştirmesi ne gibi yollarla olur?
--Şeyhin müridi yetiştirmesi sohbet yoluyla olur, nasihat yoluyla olur, çeşitli vazifeler vermesi yoluyla olur... Halvete sokmasıyla olur... "Şu şu kitapları oku! Şu şu işleri yap!" demesiyle olur. O kişinin mizacına göre, tabiatına göre, durumuna göre, ona söyleyeceği şey değişebilir.
Hani bir kere anlatmıştım ya: Zengin ama cimri bir kimse, bir hocaefendiye 'Zikri cehrî mi, hafî mi yapayım?" diye sorunca; "Sen zikri böyle yapacaksın!" demiş. Yâni eliyle para verme işareti yapıyor, "Para vermen lâzım!" demek istiyor. Çünkü, hakîkaten cimrilikten kurtulmadan, onun dervişliği tam olmaz.
O bakımdan, cimrilik hastalığı varsa, onu giderecek bir şey verir. Tenbellik hastalığı varsa, çalışkanlığa yöneltecek bir tavsiyesi olur. Haline göre bir nasihati ve işareti olur. Onun için, kişinin şahsına göre değişir. Ama genel terbiye tarzı zikirdir, halvettir, ibadetlerdir, tâatlerdir. Turuk-u nefsâniyye ve turûk-u ruhâniyyede çeşitli şekillerde bu yetiştirmeler olur.
6. Soru:
--Beyazid-i Bestâmî Hazretleri'nin "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır." sözünü açıklar mısınız?
--Muhterem kardeşlerim! Biliyorsunuz, çocuklarımızı ilkokula veriyoruz, ortaokula veriyoruz, liseye veriyoruz, üniversiteye veriyoruz... Tarlalarımızı satıyoruz, evlerimizi satıyoruz, çocuklarımızı okutmağa çalışıyoruz. Eğitim, insanın eğitilmesi önemli... Eğitilen insan iyi insan oluyor, eğitilmeyen insan kötü insan oluyor.
Eğitimin en güzeli tasavvuf eğitimi... Tekke terbiyesi aldı mı bir insan, takvâ terbiyesi aldı mı, --ayet-i kerimenin şehâdetiyle-- felah bulacak o insan... Takvâ terbiyesi almadığı zaman da felâkete uğruyor, pişman ve perişan oluyor.
Binâen aleyh, takvâ terbiyesini herkesin alması gerekir; almadığı zaman da insan, şeytanın maskarası olur. Bir alime teslim olmadığı zaman, şeytan onu aldatır, burnuna halkayı takar, istediği yere götürür.
7. Soru:
--Mürşide teslimiyetle, ashâb-ı kirâmın teslimiyeti arasında benzerlik var mıdır?
--Mürşide bağlılık, sahabe-i kirâmın Peygamber Efendimiz'e bağlılığı gibi olacak ve bu bağlılık hâlis muhlis olacak!.. Hâlis muhlis, candan bir bağlılık, bazı meseleleri konuşmağa, müzakere etmeğe ve ikaz etmeğe mânî değildir. İnsan sevdiği babasına da, kardeşine de, oğluna da ikazda bulunabilir. "Baba arkanda şu var, araba geliyor, kenara çekil!" dediği gibi, tehlike gördüğü zaman bildiği bir şey varsa söyleyebilir. Bu söylenir, normaldir.
Peygamber Efendimiz'e Hazret-i Ömer'in bazı hususlardaki tavırları mâlûm... Ama bu onun ona bağlılığının eksikliğinden değildi. Dine bağlılığının samîmiyetinden idi. Mü'minin mü'mine hakkı, hayrı her zaman söylemesi, tavsiye etmesi lâzım geldiğinden, ihvân ve şeyh arasında da böyledir.
8. Soru:
--Uykusunda veya üveysî olarak bir kimseye şeyhlik vazifesi verilebilir mi?..
--Bir sahih el alması şartı vardır. Allah'ın hükmüne, lütfuna kimse karışamaz ama, bir çok kimse buna dayanarak palavradan ortaya çıkıyor. Ondan sonra yalan yanlış işler yapıyor. Meselâ, kadınlara elini öptürenleri duyuyoruz.
Kitaplarda yazıyor ki: Bir mürid hak bir şeyh, gerçek bir mürşid-i kâmil bulmak için uğraşacak, çalışacak, gayret edecek!.. Bir karar verdi, birisini doğru bir insan sandı, bağlandı. O ihlâsından dolayı ilerleyebilir. Ama hatâsını, şeriata aykırılığını, yanlışlığını anladığı zaman da, onu bırakıp hakîkî bir şeyhe bağlanması icab eder. Yanlışta ısrar etmemesi gerekir.
9. Soru:
--Peygamberler gibi büyük velîler de ma'sum mudur?
--Evliyâullah için mahfuz'dur denilir. Peygamberler ma'sum olduğu için, ismet sıfatı olduğu için aynı kelimeyi kullanmazlar. Mahiyette de fark vardır. Evliyâullah mahfuzdur; Allah-u Teâlâ Hazretleri, sevgili kullarını günahlardan hıfzeder.
Peygamberlerin, peygamberliğin şanına uygun olmayan bir kötü şey yapması mümkün değildir. İsmet sıfatları vardır, Allah onları mutlaka korur.
10. Soru:
--Kerâmet nedir; kerâmete inanmak câiz midir?
--Kerâmet haktır. Mevcut olan bir olaydır. Ruhsal veya reel bir olaydır. Kur'an-ı Kerim'de de vardır, hadis-i şerifte de vardır. İslâm tarihinde de vardır, günümüzde de vardır.
Kur'an-ı Kerim'den misâli, Meryem Validemiz'in kapalı hücresinde mevsim dışı meyvalarla taltif olunması ve Süleyman AS'ın vezirinin Sabâ melikesi Belkıs'ın tahtını Yemen'den Filistin'e bir anda getirmesi hadisesi gibi şeylerdir. Kur'an-ı Kerim'de vardır.
Peygamber Efendimiz'in hayatı zâten hep olağanüstü hallerle doludur ama, o peygamberdir denilebilir itiraz olarak.. . Ama, o Peygambere olan o olağanüstü ikramlar, Allah'ın sevgili kullarına da belli bir ölçü içinde oluyor. Hazret-i Ömer'in, "Yâ Sâriye! Düşman seni arkandan sarmak istiyor, dağa dikkat et!" dediği meşhurdur.
Günümüzde de, bizim şahsen hocalarımızdan gördüğümüz çok kerametler vardır. İstenirse bunları anlatabiliriz.
11. Soru:
--Evliyâ açıktan keramet gösterebilir mi?..
--Evliyâ açıktan kerâmet gösterir. Gösterdiğinin misalleri çoktur. Tabii derecelerine göre, bu keramet göstermeyi uygun görmemişler büyükler... Saklamışlar kendilerini... Halkın arasında şöhret sahibi olmak zor olduğundan, birtakım problemleri olduğundan saklamışlar. Ama bazen de göstermişler, vardır misalleri... Biz de gördük.
Yalnız büyüklerimiz, kerametin mümkün olduğu kadar saklanması gerektiğini, mümkün olduğu kadar mahviyetkârâne, mütevâziâne olunması gerektiğini bildirmişler.
12. Soru:
--Evliyaullahın ruhlarının cuma günü Mekke'ye gittiğini söylüyorlar. "Cuma günü evliyâullahı bulamazsınız, ziyaret etmeyin!" diyorlar. Bunun doğruluk derecesini açıklar mısınız?
--Bir çok insan bilmediği bir çok meseleyi konuşuyor, atıp tutuyor. İnsan bilmediği mesele hakkında konuşmasın!.. Evliyaullah böyle ziyaretler, toplantılar muhakkak yapıyorlar. Ama, "Gitseniz, bulamazsınız." gibi bir durum olmaz. Onlar kırk yerde görülebilirler, işleri esrarengizdir, herkesin aklı ermez. Bilen biliyor. Bilmeyen, bilmediği işlere karışmasın!.. "Bilmiyorum, bu benim bildiğim bir mesele değildir." desin, ortalığı karıştırmasın!..
13. Soru:
--Şeyhe intisabın keyfiyeti nedir? Allah Rasûlüne bey'atla arasında fark var mıdır?
--Fark yoktur, onun devamıdır. Peygamber Efendimiz'in zamanında olsaydık, hepimiz kalkıp Rasûlüllah'a bey'at edecektik. Ebûbekir Sıddîk Efendimiz zamanında olsaydık, hepimiz gidip Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'e bey'at edecektik. Bu zamanda olduğumuz için mürşid-i kâmile bey'at ediliyor.
14. Soru:
--Şeyhe bağlanıp da ibadette, zikirde, işte, "Benim yerime şeyhim yapar." demek doğru mu?
--Hayır, doğru değil!..
(Ve en leyse lil insâni illâ mâ saâ. Ve enne sa'yehû sevfe yürâ.) [İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.] "Herkes neyi kazanmışsa, onu görecektir." Birisinin işi ötekisine fayda vermeyecektir.
Peygamber SAS Efendimiz, kızı Fatıma'ya dedi ki: "Yâ Fâtıma, kızım! Allah'tan kork, ona güzel kulluk et!.. Benim peygamber olduğuma güvenme; çünkü ben sana, eğer sen çalışmazsan, fayda sağlayamam." dedi.
Muhterem kardeşlerim, dini çığırından çıkartmayalım!.. Her şeyi hakkıyla, yerli yerinde yapalım!.. Allah'ın ayetinde bildiriliyor:
(Felyevme lâ tuzlemü nefsün şey'en ve lâ tüczevne illâ mâ küntüm ta'melûn.) [O gün hiç bir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz.] "Ne ameli işlemişseniz, onun karşılığını göreceksiniz." diyor Allah-u Teâlâ Hazretleri...
(Fe men ya'mel miskàle zerretin hayran yerah. Ve men ya'mel miskàle zerretin şerren yerah.) [Kim zerre miktarı hayır yapmışsa, onun karşılığını görecek. Kim de zerre miktarı şer işlemişse, onun karşılığını görecek.] buyruluyor.
Binâen aleyh, bu sorumluluk varken, her şeyi şeyhe yükleyip de kaytarmak olmaz. Böyle dervişlik olmaz. Buna zındıklık derler, buna ibadetten kaytarmak derler. Bu fâsid bir itikaddır, bozuk bir itikaddır. Böyle yapan mahvolur. Koşturacak, gayret edecek.
Birisi dedi ki:
"--Yâ Rasûlallah, dua edin de ben cennetlik olayım!"
"--Ben sana cennetlik ol diye dua edeyim ama, sen de bana çok namaz kılarak, çok secde ederek yardımcı ol!" buyurdu. "Ben senin için dua edeceğim ama, sen de Allah yolunda yürü!" dedi.
Peygamber Efendimiz'in hadislerini bilirsek, insanın zihninde hiç soru kalmaz.
15. Soru:
--Bazı kitaplarda, "Müridin mürşidinin yüzüne direkt bakması doğru değildir." deniliyor; ne dersiniz?
--O da bizim edeb babında düşündüğümüz şeylerden birisi... Sahabe-i kirâm hakkında rivâyet ediliyor ki, onlar hürmetlerinden, saygılarından, Rasûlüllah'ın heybetinden, Rasûlüllah SAS Efendimiz'in yüzüne bakamamışlar, bakmamışlar. O bakımdan, kitaplara da öyle yazmışlar. Aslında severek olduktan sonra, bakılabilir.
16. Soru:
--Bir insanın şeyhinin resmini evinde saklaması caiz midir?
--Caiz değildir. Resim bid'attir. Yoktur böyle bir şey... Ne cüzdanında, ne evinde saklaması uygun olmaz. Ancak resim, pasaport gibi, nüfus kâğıdı gibi, tapu kaydı gibi yerlerde istendiği için kullanılıyor. Yoksa, buna pek müsaade etmemişlerdir büyükler... Hele hele, resme bakıp rabıta yapmak gibi şeyler tasavvufta yoktur, bid'attir.
17. Soru:
--Mürid kendisinden ayrıldığı zaman, mürşid ondan haberdar olur mu?
--Allah haberdar ederse haberdar olur, etmezse olmaz. Çünkü, Allah-u Teâlâ Hazretleri bazan bir hikmete mebni olarak haber verir, bazan bir hikmete mebni olarak haber vermez.
Peygamber Efendimiz'e de böyle olmuştur. Bazı kereler bir şeyi haber vermemiştir Allah-u Teâlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz'e, bazı kereler haber vermiştir. Her şey Allah'ın kudretindedir.
18. Soru:
--Bir şeyhe bağlı iken, o şeyh bırakılıp bir başka şeyhe bağlanılabilir mi?..
--Bir insan bir şeyhe bağlanmış, mâneviyatında ilerlesin, tahsil görsün diye... Sonra onda şeriata uygun olmayan, maksadını kendisine veremiyecek olduğunu gösteren haller zuhur etmişse; o zaman ayrılabilir. Çünkü, mühim olan insanın Allah'ın rızâsını kazanmasıdır, hak yolda yürümesidir. Böyle bir durumu yoksa, insanın söz verdiği kimseye vefâ göstermesi, ona bağlı olması icab eder.
Demek ki, bağlanılan kimse istenilen evsafta, salih bir kimse ise; o zaman, bırakmak uygun olmaz!.. O zaman, bırakan kimse bir daha iflâh olmaz!.. Ama, bağlanılan kişinin bir kusuru varsa; o zaman onu bırakıp, olgun bir şeyhe bağlanabilir.
19. Soru:
--Müceddid nedir, özellikleri nelerdir?
--"Allah-u Teâlâ Hazretleri her asrın başında bu ümmetin işlerini, bilgilerini yenileyen, ona çeki düzen veren bir müceddid gönderir." diye hadis-i şerif vardır. Onun için, o hadis-i şerifi okuyanlar bilirler bu meseleyi...
Bazı kimselerin o müceddidlerden olduğu hüsnüzan edilmiştir. Meselâ, İmâm-ı Rabbânî Efendimiz müceddid-i elf-i sânî'dir. Yâni, ikinci binin müceddidi diye bu lakabla tanınmıştır. Her asrın müceddidi vardır.
Tabii, onun alâmeti, sünnet-i seniyyeyi bilmesi, Kur'an-ı Kerim'i tam bilmesi ve sapıtmaları, hurafeleri, sapmaları, dinin özünden uzaklaşmaları tesbit edip, onları engellemesi, işi tekrar rayına oturtmasıdır. Müceddidliğin aslı odur. Yâni, sahabe müslümanlığına doğru işi tekrar yörüngeye oturtmak, raydan çıkmış olan vagonu tekrar raya oturtma çalışmasıdır. Bu şekilde anlatabiliriz.