Soru:
--Tasavvufa girmenin hükmü nedir, günümüzün müslümanlarına gerekli midir?
--Tasavvuf, bütün müslümanların mecbûrî öğrenmesi gereken bir ilim dalıdır. Çünkü tasavvuf, nefsi terbiye konusunu işler. Nefs-i emmâre dediğimiz nefsi terbiye etmenin yollarını gösterir.
(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ.) "Nefsini terbiye terbiye eden kimse kurtulmuş, onu fenâlıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." diye, ahlâkı güzelleştirmek Kur'an-ı Kerim'de emrediliyor; bunun için şart...
Ondan sonra, bir yolda giden insanların birisine bey'at etmesi, imam seçmesi lâzım gelir. Camide namaz kılan insanların, bir tanesini imam yapıp da arkasında ona uymaları gibi... O bakımdan şart...
Sonra:
(El'ulemâü veresetül enbiyâ') "Alim-i muhakkikler, peygamberlerin varisleridir." Onlar halkın irşâdıyla meşgul oluyorlar. Peygamber Efendimiz'e bey'at gerekli olduğu gibi, zamanındaki bey'at edilmesi gereken kimseyi de bulup, bey'at etmek herkese gerekiyor.
Daha başka şeyler de sayılabilir. O bakımdan bu ilmi mutlaka herkes öğrenmeli, herkes bu yola girip, nefsini terbiye edip, güzel huylu olup, insan-ı kâmil olup, salih bir kimse olup, Allah'ın rızasının yolunca yürümeli!..
Soru:
--Bazı kimseler, "Zamanımızda tasavvuf olur mu? Tasavvuf Yunus Emre zamanındaydı." diyorlar; bu konuyu açıklar mısınız?
--Bu söz kâfirliğe kadar gider. Neden kâfirliğe gider?.. Çünkü tasavvufta nefis terbiyesi var; Kur'an-ı Kerim'den... Zikir var; Kur'an-ı Kerim'den... Ahlâkı güzelleştirmek var; Kur'an-ı Kerim'den... Yunus Emre'nin mutasavvıf olması dindarlığından... Yâni, o zaman dindarlık var da şimdi dindarlık yok mu?.. O zaman Allah'ın emrine, Kur'an'a uymak var da şu devirde yok mu?.. Şu devirde daha fazla muhtacız.
Bu edepsizlikler, bu şuursuzluklar, bu terbiyesizlikler ondan oluyor. Hattâ müslümanlar camileri dolduruyor gibi görünüyor; tam müslüman olmamaları tasavvuf eksikliğinden... Eksik olan o malzeme... Tasavvuf olmadığından edepsiz... Tasavvuf olmadığından küstah... Tasavvuf olmadığından böyle...
Onun için, tasavvuf sadece bizim ümmetimiz zamanında da değil, tâ Hazret-i Adem zamanından beri ilm-i ahvâlil kulûbdür; yâni, gönlün ahvalinin ilmidir. "Allah insanların şekline, şemâiline, dışına bakmıyor; kalbine nazar ediyor." diye hadis-i şerif var... Nazargâh-ı ilâhî olan kalbi ıslah etme ve tanzim etme ilmidir. O bakımdan, farzlardan önce farzdır. Biz bunu dergilerimizde açıkladık.
Ben üniversite profesörüyüm, dinî edebiyat prefesörüyüm. İstesem üniversitede kalabilirdim, orda devam edebilirdim. Bu yol en önemli yol olduğu için, bu yola geldim. Bu yol işin aslı, özü olduğu için, dinin temeli, ruhu bu olduğu için bu yola geldim. Bu olmadan, tasavvuf olmadan olmaz. Yunus Emre de, Mevlânâ da, Sahabe-i Kiram da, tabiin de, tebe-i tabiin de, bu asrın insanı da, bundan sonraki kıyamete kadar insanlar da buna muhtaçtır.
Bu iş zahirle bitmez, ille iç terbiyesi de olacak!.. İç terbiyesi de tasavvuf demek olduğuna göre, ilm-i tasavvuf olduğuna göre, bu farzdır. Bunun bu şekilde olduğunu bildiği halde inkâr eden, kâfir olur.
Ama çok cahil, bilmeden, yanlış bir kanaatten dolayı tasavvuf yok sanıyorsa, o zaman cahilliğinden dolayı cezayı yer ama, belki kâfir olmaz. Ama bile bile, yok böyle bir şey derse kâfir olur.
Biz bunu kendimiz söylemeyelim de dedik, kim fıkıhta yüksek bilgi sahibi, kim müftü, kim âlim, onlara sordurttuk. Tasavvuf erbabı olarak tanınmış değil de, fakih olarak, fıkıh alimi olarak tanınmış kimselere sordurttuk. Seneler önce dergilerimizde dergilerimizde neşrettik. Bu sayıda da --İslâm Mecmuası'nda-- yine gitmişler, sormuşlar; ki, bu hususta bizim dışımızdaki insanların, fakihlerin bilgisi alınsın diye...
Suudî Arabistan'da Mısır'ın çok büyük bir alimi var... Onun talebesi olan kardeşlerimiz, "Hocalarımızın içinde en çok beğendiğimiz odur." diyorlar. Ebüs Sünne diye tanınıyor, herkes itibar ediyor. Profesör, Hanefî fıkhını çok iyi bilen bir kimse... Gittik ona sorduk, onun da röportajı var İslâm Mecmuası'nın bu sayısında... Tasavvufu hepsi kabul ediyor.
Tasavvuf yok diyen çok cahil bir adam, hattâ çok tehlikeli bir durumda, belki küfre düşmüş durumda...
Bizim göbeğimiz oraya buraya bağlı değil ki; Kur'an ne demişse, Allah neyi emretmişse onu söylüyoruz. Bak burda biz bir tasavvufî cemaatiz, bir tekke mensubuyuz, hadis kitabı okuyoruz. Hadis kitabını okurken de yeri geldikçe, "Bak, büyüklerimiz ne kadar doğru söylemişler, işin aslı buymuş, şuymuş..." diye hadis-i şeriflerinden, ayet-i kerimelerden delilleri gösteriyoruz. Bir delil yeterken, bir parmak izi bir mahkûmu idama götürürken, biz binlerce delil getiriyoruz. Ama halâ tasavvuf yok da yok diye hop hop zıplıyor. Güneş balçıkla sıvanmaz ki...
Böyle insanlara belki cevap da vermemek lâzım! Çünkü muhatap alınacak kadar bile bir bilgi sahibi değil...
İbn-i Teymiye'yi ileri sürerler. Çİbn-i Teymiye'de TasavvufÈ diye kitaplar bile neşredildi. İbn-i Teymiye tasavvufu reddetmiyor ki... Bazı bid'at ehli insanların yaptığı şeylerin sünnete uygun tasavvufa uymadığını söylemiş kitaplarında...
İşin aslını böylece bilmek lâzım!..
Soru:
--Tarikate ve bir hak mezhebe uymamak günah mıdır?
--Cahilliktir. Cahillik tehlikelidir, sonu vehâmetli bir şey olur. Bir hak mezhebe uymuyorsun, sen İmam-ı Azam mısın?.. Neden uymuyorsun? Sen kendi başına ayetleri hadisleri anlayacak kadar, mezheb kuracak kadar çok allame bir insan mısın?.. Değilsin. O zaman bilene uysana be adam!..
Uymamak cahilliktir, yanlıştır. Onlar bu meseleleri incelemişler, bu işin profesörlerinin profesörüdür onlar... Onlara uymak lâzım!..
Tarikate girmezse bir insan ne olur?.. Tarikate girmezse, nefsini terbiye etmez. Nefsini terbiye etmezse, sevaplı şeyleri kazanmazsa, günahlarda devam ederse, ahirette mahvolur. Ma'rifetullaha eremezse, gafil giderse zarara uğrar.
Onun için herkesin bu hayırlı, faydalı şeyleri yapmağa çalışması lâzım!..
Soru:
--İmam-ı Rabbânî (Rh. A) demiş ki: "Şeriatsiz tarikat, zındıklıktır." İzah eder misiniz?
--Evet, öyledir. Şeriat; yâni Allah'ın emirleri, yasakları, fıkıh, hadis, tefsir... Yâni, Allah'ın ahkâmı... Bunlara uymadan, insan "Tarikat güdüyorum, yürütüyorum." derse; şeriata uygun olmayan, şeriat dışı olan bir şey zâten yanlış bir yoldur. Elbette zındıklıktır, sapıklıktır.
Şeriate uygun olacak!.. Zâten tarikat, şeriattan başka bir şey değildir. Şeriatin ince terazisidir, hassas terazisidir. İnce ölçen, kıymetli tarafıdır, dikkatli tarafıdır. Şeriat temeldir; şeriat olmadı mı, hiç bir şey olmaz!.. Hakikaten zındıklık olur, kâfirlik olur ve insan çok zararlara uğrar.
Soru:
--Tarikat ihvanlığı ile İslâm kardeşliği arasında ne fark vardır; ikisi de kardeşlik değil mi?
--Aslında bu ikisi aynı şey... Aynı şey ama, genel mânâsıyla, "Müslümanların kardeş olması lâzım!" dediğin zaman, insanlar bunu anlayamıyorlar. Bunun daha güzel, elle tutulur bir tarzda tatbikini yapan zümrenin bu kardeşliğine de tarikat kardeşliği deniliyor.
Yoksa tarikat, şeriatın tatbiki demek... Onun için, arada bir fark yok... Bu tatbiki daha sıkı tuttuğundan, daha ciddi tutup da gerçekten yerine getirdiğinden, sanki o başka bir şeymiş gibi görünüyor. İşte İslâm kardeşliği o...
Ama dışarda tam olmuyor. Ancak böyle, tam hadis-i şeriflere dayalı, bir mürşidin terbiyesiyle, yönetimiyle yürüdüğü zaman olduğu için, bu müessese böyle olmuş. Sanki, ayrı bir şey gibi sanılıyor. Hayır, ayrı değil aynı şey...
Soru:
--Tarikatın birisinde zikir esnasında şiş burhanı yapılıyor. Acaba bunun sihirle bir alâkası var mı, yoksa keramet mi; bizi aydınlatır mısınız?
--Tarikat erbabı olmayan, yâni zikirle, tasavvufla ilgisi olmayan bazı kimseler de yapıyorlar; mecmualarda resimlerini gördüm. Hattâ gayrimüslimler de yapabiliyorlar. Demek ki, doğrudan doğruya dinin aslından, özünden, esasından önemli bir şey değil... Bizim tarikatımızda da yok... O tarikata da bir şey demiyoruz ama, başkaları da yapabildiğine göre, dinin aslından, esasından olmadığı görülüyor.
Soru:
--Tayy-ı mekânı anlatır mısınız?
--Tayy-ı mekân, evliyâullahın kerametlerinin çeşitlerinden bir tanesidir. Kur'an-ı Kerim'den delili vardır. Kur'an-ı Kerim'de insanın tayy-ı mekânı değil, hattâ Sabâ melikesi Belkıs'ın tahtı bile tayy-ı mekânla, Yemen'den Filistin'e geldiği net olarak ayet-i kerimede bildiriliyor.
Onlar kara yoluyla yolculuk ederek kafileyle geliyorlar. Göz yumup açıncaya kadar taht tayy-ı mekânla geliyor bu tarafa... Hayal değil, göz boyama değil, illüzyon değil; taht işte böyle geliyor. Hem bunu Süleyman AS'ın sahabesinden birisi yapıyor. Yâni kendisi yapmıyor, peygamber mucizesi değil, evliyâ kerameti...
Ondan sonra Sabâ melikesi geldiği zaman Süleyman AS diyor ki:
(E hâkezâ arşük?) "Senin hani Sabâ ülkesinde oturduğun taht böyle miydi?.." Tahtını gösteriyor. Bakıyor, gözleri fal taşı gibi açılıyor, şaşırıyor:
(Kàlet keennehû hû!) "Ne demek böyle miydi, sanki ta kendisi!.." Evet ta kendisi, ordan oraya geldi çünkü... Bu ayet-i kerime ile sabit olduğundan bu tayy-ı mekânı inkâr edenler bir şey bilmiyor.
Şimdi bizim doktor kardeşimiz (Muhterem Ercan), Şâdiye Hatun Kliniği'mizin açılışında güzel bir şey söyledi: "Amerika'da hakkında yüzlerce kitap ve uygulama var; ama, hipnozu bizim doktorlar kabul etmiyor. Yapıyorum, uygulamasına gösteriyorum, yine kabul etmiyor. Bunun sebebini araştırdım ben... Biz materyalist bir eğitim görmüşüz ilkokulda, ortaokulda, lisede... 'Yoktur böyle şey, yoktur böyle şey... Boş ver, inanma!..' yoluyla yetişmiş olduğumuzdan, bilimsel şeyleri bile kabul etmeyecek hale gelmişler. Adam doktor olmuş, profesör olmuş ama, halâ olan şeyi bile kabul etmiyor."
Ben de yanımda duran Prof. Dr. Asaf Bey'e dedim ki: Bizim müslümanlar arasında da böyle inkâr yapılı insanlar var... Kafası, gönlü, bu eğitim dolayısıyla inkâr yapılı... Mü'min ama, müslüman ama, içine tuğlaları inkâr marka konulmuş olduğu için, duvarları böyle örülmüş olduğundan kabul etmiyor.
--Neyi kabul etmiyor?..
--Kerameti kabul etmiyor, tasavvufu kabul etmiyor, şunu kabul etmiyor, bunu kabul etmiyor... Etmiyorsun ama, yâ şunu bir incele bakalım ayet var mı, hadis var mı?..
--Canım bir insan hop kalkıp ordan, hop bu tarafa gelir mi?
--E geliyor işte... Cansız taht bile gelmiş. Tayy-ı mekân vardır, evliyâullahın kerameti haktır. Tayy-ı mekân da kerametin bir çeşididir.
Soru:
--"İlâhî ente maksûdî ve rıdàke matlûbî" cümlesinin anlamını açıklarmısınız?
--(İlâhî ente maksûdî) demek, "Yâ Rabbi, benim hedefim, muradım, maksûdum sensin!" demek... (ve rıdàke matlûbî) demek, "Yâ Rabbi, benim bütün taleb ettiğim, istediğim şey, senin rızana ermek; sen benden razı ol diye, onu istiyorum!" demek...
Yâni, birincisi ma'rifetullaha işaret ediyor, "Ben ma'rifetullaha sahib olmak istiyorum, Allah'ın arif kulu olmak istiyorum!" demek; ikincisi de, "Allah'ın rızasına, rızâ-i ilâhiye ermek istiyorum!" demek...
Soru:
--Akşemseddin Rahmetullahi Aleyh, "Mürşidler devamlı olarak Rasûlüllah'ın huzurundadır, ona danışmadan bir şey yapmazlar." buyurmuş. Ne dersiniz?
--Tabii, kendi makamına uygun olarak söz söylemiş. Herkes öyle olmaz ama, olanlar vardır. Hattâ birisi bir şey sorduğu zaman, "Dur, Rasûlüllah'a danışayım de öyle cevap vereyim!" deyip de gözünü kapayıp, cevap verenler bile var...