MÜRŞİD

Soru:

--Şu anda herhangi bir kimseye bey'at ve intisab etmek gerekir mi?

--Gerekir; çünkü, insan bey'atsiz kalmaz. Üç kişi de yola gitse, bir tanesi emir olacak. Ama, bey'at edilecek kimsenin Allah ehli olması lâzım!.. Allah'ın emirlerini, yasaklarını bilmesi lâzım ki, günahla emretmesin.

Soru:

--Bir tarikat için silsile şart mıdır? Birisi rüyada veya üveysî olarak Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri'nin kendisini yetiştirdiğini söyleyerek mürşid olabilir mi?

--Silsile şarttır. Bu makam-ı irşâd, böyle rüyaya vs. ye bağlanarak ortaya konulamaz. Oyuncak değildir. Sahih bir el ile silsilesinin Rasûlüllah'a ulaşması lâzım!.. Aksi halde istismara uğrar. Herkes rüyada ben şöyle gördüm der. Hakikaten de görebilir ama, kendisi irşada salâhiyetli bir kimse olmayabilir.

Soru:

--Bazı kimseler, "Bizim şeyhimiz son kâmil mürşiddir. Ondan sonra mürşid gelmeyecek. Zira, nasıl Peygamberimiz son peygamberse, o da son evliyadır." diyorlar. Ne dersiniz?

--Bu saçmadır ve yalandır, aslı esası yoktur. Çünkü hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Kıyamet kopuncaya kadar, dâima hakkı tutan, hak yolda yürüyen bir mübarek insanlar grubu mevcut olacak!" Kıyamete kadar insanoğlu mevcut oldukça, mürşid de mevcut olur. Onun için, "Bizimki sondur, artık bundan sonra gelmeyecek!" diye, benden sonra tufan mantığıyla laf söylemek, cahilce bir sözdür, yanlıştır ve iftiradır.

Allah'ın nice nice kulları vardır; bazılarını insanlar bilir, bazılarını bilmez. Bazıları kutbül aktâbdır, bazıları gavsül a'zamdır... Bazıları kırklardandır, yedilerdendir, üçlerdendir... Kıyamet kopuncaya kadar onların hizmetleri, himmetleri olacaktır. Dünyada insan oldukça, insanları irşad edecek büyükler de mevcut olacaktır. Onun için, "Falanca öldü, artık bu iş bitti." mi demek istiyorlar? Öyle şey yoktur. Yalandır, yanlıştır ve hadislere aykırıdır.

Soru:

--Tasavvufta şeyh ve derviş ilişkileri yakınlıkla olur. Derviş hocasını örnek alarak öyle yetişmeğe çalışır. Fakat, bazı kimseler hocasıyla böyle karşı karşıya uzun boylu bir oturma, konuşma durumunda olamıyor. Bu durum nasıl olacak?

--Tabii, bu bir meseledir. Derviş az olduğu zaman, kolay... Yâni üç kişiyle, beş kişiyle oturmak, konuşmak; "Şunu şöyle yap, bunu böyle yap!.. Gel sana Kur'an öğreteyim, gel sana hadis okutayım!.." demek kolay... Ama dervişler onbinleri, yüzbinleri bulduğu zaman ne olacak?.. O zaman biraz daha zorlaşıyor.

Biz bunun çaresini kendimiz şahsen, mecmuaları çıkarmakla bulduk. "İslâm" dergisini çıkartarak, "Kadın ve Aile" dergisini çıkartarak, "İlim ve Sanat" dergisini çıkartarak, bu sohbetlerimizi uzaktaki kardeşlerimize mektup gibi iletebilmiş olalım diye düşündük.

Çünkü, Hocamız zaman zaman, "Benim nasihatlerim" diye, "Kıymetli evlâdım, esselâmü aleyküm!" diye başlayan bir şeyler bastırırdı, gönderirdi. Onları arkadaşlarımızın evlerinde böyle duvara asılmış olarak, "Hocamız'ın mektubudur, nasihatıdır." filân diye görüyoruz. Ben de bu iş daha şumüllü, daha muntazam olsun diye dergiler çıkartmayı uygun gördüm.

Onun için kardeşlerimiz dergilerimizi alırlarsa, her onbeş günde bir bizim bir nasihatımızla karşı karşıya gelmiş olacaklar. Ayın başında ÇİslâmÈ mecmuası çıkacak, ayın ortasında ÇKadın ve AileÈ çıkacak. Ordaki yazılarımızı görecekler. Ona göre bizim tavsiyelerimizi tutarlar. Böyle bir şekil olabilir.

Haftalık bir dergi çıkartalım dedik, para yetiremedik. Yâni, bu işler kolay değil!.. Çok şerefli, çok kıymetli, çok faydalı bir şey ama, millet almayınca, desteklemeyince mâlî bakımdan zorlanıyoruz. Dergilerimizin bir tanesini kapattık. ÇGülçocukÈ dergisini çıkaramıyoruz, ÇKadın ve AileÈnin içinde veriyoruz. Şimdi belki mâlî sıkıntılar devam ederse, bir dergiyi daha kapatacağız; onu da ötekisinin içine çekeceğiz. Böyle düşe kalka devam etmeğe çalışacağız.

Televizyonlar siyah-beyazken renkli televizyon çıkınca, ben duydum ki; köydeki kadınlar bileziklerini satmışlar, yine renkli televizyonu almışlar. Yâni, keyfe taallûk eden bir şey oldu mu, millet parayı buluyor, harcamasını yapıyor ve keyfinden hiç fedâkârlıkta bulunmuyor.

Gecekondu mahallesinde bakıyorsun, uydu anten... Her türlü şeyi seyretmek için... Çünkü gazino evine geliyor, bar evine geliyor, pavyon evine geliyor, sinema evine geliyor, tiyatro evine geliyor... Ne lüzumu var başka bir yere gitmeye?!.. Uydu antene parayı verir, renkli televizyona parayı verir... Japonlara, Yahudilere, Avrupalılara paralar gider... Milyarlar böyle Türkiye'den dışarıya seller gibi güldür güldür akar gider. Bunlar da televizyonu seyrederler.

Ona para veriliyor, seve seve... Çünkü kâfir, müslümanın parasını seve seve almasını biliyor, gönül hoşluğuyla almasını biliyor. Hayırlı yerlere de para vermeye gelince, müslümanlar para veremiyorlar.

Cihada para verilecek!.. Harb olduğu zaman çıkartıyor herkes, parayı veriyor. Öğrendim ki, bir jet uçağı elli-altmış milyarmış. O kadarına lüzum yok, elli-altmış milyarın onda birini bana verin, ben mükemmel dergi çıkartayım, mükemmel gazete çıkartayım, mükemmel yayın şirketi kurayım... Yâni, her şey para ile oluyor. Ben de para istemekten bıktım. Nefret geldi içime... Ama şuraya oturduğumuz zaman, para istemeden de olmuyor. "Camiye yardım!.." Haydi gel de söyleme!.. Mecbûr kalıyoruz. İkrah ediyorum. Kendi gücüm de yetmiyor, her şeyi karşılamağa... Bir insanını gücüyle de olacak şeyler değil!..

Bir dergi alsa, kimseye zarar olmaz ama, almıyor millet... Bir tane dergi alsa, birisini de ötekisine satsa... Zorlamayı da sevmiyorum, severek alsın... Yâni, dergiyi beğensin, güzel olduğunu görsün, severek alsın; onu istiyorum.

Millet, öyle müstehcen kadın resimleri olan derginin, gazetenin başına üşüşüyor. Aaa, bakıyorum, kavga mı oluyor, ne oluyor filân diye on kişi bir şeye üşüşmüşler. Ne var ne yok?.. Aralarından bir bakıyorum ki, müstehcen bir gazete var veya dergi var; hepsi birden onu seyrediyor. Yâni, o beş parasız, pulsuz işçiler-mişçiler onları alıyorlar. Üç tane çıplak kadın resmi var, beş tane bilmem ne var... Şöyle bir müstehcen konu var, böyle bilmem ne var... Şöyle bir fal var... Şöyle şu olacak, böyle bu olacak... Millet alıyor onları...

Ama İslâmî basın epeyce bir gelişme gösterdi Türkiye'de... Onların da şikâyet etmesinden anlaşılıyor ya!.. Birisi batar, birisi çıkar; bir gün gelir öğrenirler müslümanlar... Bu sahada büyük iş varmış, büyük hizmet varmış diye inşallah iş işten geçmeden önce öğrenirler.

Amerika gelip Suudî Arabistan'a asker çıkarmağa başlayınca, Saddam'ın aklı başına geldi; İranlı esirleri geri vermeğe başladı, geri çekilmeğe başladı.

Bir de tevbe kapısı kapanacak!.. Tevbe etse de tevbesi kabul olmayacak. Kıyamet kopmağa başlayacak, milletin aklı başına gelecek ama, o zaman iş işten geçmiş olacak... Veyahut, bir şey daha var:

(İzâ mâtel insânü fekad kamet kıyâmetühû.) "İnsan öldü mü kıyâmeti kopmuş demektir." Birisi bir trafik kazasına uğrar, ölür; onun kıyâmeti koptu artık... İşi bitti!.. O artık ne gazete alabilir, ne mecmua alabilir, ne hayır yapabilir, ne cihad yapabilir?.. İşi bitti. Ölmeden evvel, iş işten geçmeden evvel yapmak lâzım bu işleri... Allah akıl fikir versin... Allah yardımcı olsun...

Bize de... Çünkü en yardıma muhtaç biziz, en düşkün biziz! Çünkü başımıza bir sürü belâyı sarmışız, bir sürü insanın yükünü almışız... Eh, ört ki, ölem gayri!..

Soru:

--Sizden defalarca, "Allah zamanın büyüklerini tanıyıp, onlara tabi olmayı nasib etsin..." şeklinde dua ve temennilerinizi duyduk. Zamanın büyükleri kimlerdir, bu konuda bizi aydınlatır mısınız?

--Zamanın büyükleri birkaç çeşittir. Bir kısmı perdelerin arkasında gizlidir, kimse bilmez. Bir kısmı da aşikâredir, yaptığı hizmetler dolayısıyla herkes görür, bilir.

Onun için, etrafındaki insanları Kur'an-ı Kerim'in terazisinde, şeriatin ahkâmının ölçüsü içinde değerlendirecek; Allah yolunda, Kur'an-ı Kerim yolunda, sünnet-i seniyyeye tabi olan insanları sevecek ve onlarla dost olacak.

Soru:

--Ölmüş olan bir kişinin kadın vekili hanımlara tarikat dersi verebilir mi? "Kadından mürşid olmaz, verdiği ders de geçersizdir." diyorlar, doğrusu ne?..

--Evet, doğrudur bu sözler!.. Bir kadının kendisinin şeyhlik yapması yoktur. Bir şeyh efendi öldüğü zaman, müridlerin yaşamakta olan bir kimseye bağlanması gerekir. Neden?.. Peygamber Efendimiz vefat edince, Ebûbekir Efendimiz'e ümmetin bey'at etmesi bunun işaretidir. Çünkü şeyh, onların işlerini çekip çevirecek bir başkandır.

Soru:

--Kadından mürşid-i kâmil olur mu? Ders verebilir mi?

--Olmaz. Hocaya vekâleten, filânca hoca namına kadınlara ders tarif edebilir.

Soru:

--Şeyhi vefat eden bir kimse, yerine geçen vekiline mi rabıta yapmalıdır; yoksa şeyhine rabıtaya devam etse olur mu?

--Olur. İlk şeyhini tanıdığı için, o şeyhi de mübarek bir kimse ise, ona rabıta yapabilir. Normal olan şekil, yaşayanla ilgi içine girmektir.

Soru:

--Bir tarikati terkedip başka bir tarikata geçmek doğru olur mu?

--Bu, taraflara bağlıdır. Bağlandığı yerde bir sebep varsa, bir yanlışlık varsa; durması yanlıştır o zaman, elbette değiştirecek. Geldiği yer yanlış bir yerse; o zaman değiştirmesi yanlıştır, elbette doğru yerde durması gerekiyordu.

Bu gibi şeylerde ölçü bağlanılacak yerin, bağlanılacak kimsenin durumudur. O kimse hak yolda ise, o zaman ona bağlılıkta vefâ ve sebat görmek, ve ahdine sadık olmak lâzımdır. Ama yanlışsa, yanlışın mutlaka düzeltilmesi lâzım. Yanlışta vefâ göstermek olmaz. O yanlışı hemen bırakması gerekir.

Soru:

--Tarikat mensubu bir kimsenin başka tarikatların toplantılarına gitmesinin sakıncası var mıdır?

--Tabii, aslında kendi kardeşlerinin toplantısı olması daha iyidir. Çünkü gafil insanların gafleti kalplere sirayet eder, akseder. Kendi kardeşleriyle toplanması uygun olur. Ama gittiği bir şehirde, mübarek olduğu belli olan kimseler bir yerde bir toplantı yapıyorlarsa, gidilebilir.

Bazıları da hırsızlık yaparlar; yâni derviş hırsızlığı yaparlar. "Sen bizim tarikata gel, daha iyi!.. Sen hocanı bırak!.." gibi sözler söylerler. Bu çeşit kötü tipleri duyuyoruz.

Bir tanesi gelmiş bana öyle diyor: "Birisi bizi çağırdı, ille benim yoluma gir dedi. Ben de, filânca yere bağlıyım dedim. O da bağlı olduğum yeri kötüledi." diyor. Dedim ki: İslâm'da kötüleme yok!.. Bak, ordan anla ki, yaptığı doğru bir şey değil! Sonra iki müslümanın arasını açmak yok!.. Bu müslüman bu hocaefendiye bağlanmış, sen onu ordan koparacaksın; bu, hırsızlık... Buna tarikatta derviş hırsızlığı derler, çok kötü bir şeydir. Alan da hayrını görmez, giden de hayrını görmez. Son derece çirkin bir iştir.

Onun dışında tabii, bir şehre gittin, yaz tatilini geçiriyorsun... Orda da bir mübârek insanlar var... İyi insanlar olduklarını duyuyorsun. Bid'at ehli değiller... Doğru, hak yolun yolcuları... Eh, o zaman gidilebilir tabii...

Normal şartlar altında, sair zamanda kendi kardeşleriyle toplantı yapmağa alışsın! Kendi kardeşlerini arasın, bulsun, kendi semtinde... Onlarla haftanın belli günlerinde toplansınlar.

Çok birbirlerinden habersiz bizim kardeşlerimiz... Eski nesiller, yeni nesillerden habersiz... Hocamız'dan ders almış olanlar sonradan ders alanları tanımazlar... Sonradan ders alanlar, evvelkileri tanımazlar. Evvelkiler camiye az gelir... Böyle bir şeyler gidiyor. Yanlış tabii... Kardeşliği çok canlı tutmak lâzım!..

Soru:

--Said-i Nursî Hazretleri bir mürşide bağlı mıydı?

--O zat hakkında bir araştırmayı dün sabah okudum: "Dört sebepten ben Nakşıbendî sayılırım." diyor. Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerine hürmetlerini bildiriyor. Fakat kendisine bir halef bırakmamış. Tabii kendisinin de intisabı olduğuna, hocalarımıza bağlı olduğuna dair ifadeleri olduğu için, "İntisabsız durdu." da demiyoruz.

Binâen'aleyh, talebeleri de intisabsız kalmamalı, bir mürşid-i kâmile bağlanmalı!..

Soru:

--Mürşidin muhabbetini sağlamak için mürid ne yapmalıdır?

--Bu iki türlü anlaşılacak bir cümle olmuş:

1. "Acaba ben ne yaparsam, mürşidim beni sever?" diye soruyorsa; Peygamber Efendimiz'e en güzel tarzda uyduğu zaman en çok sevilir. Kusurları çok yaptığı zaman, ona göre sevilmez. Onun için Peygamber Efendimiz'in sünnetine uysun!..

2. Kendisinde mürşidine karşı bir muhabbet hasıl olmasını istiyorsa; rabıtaya dikkat etmesi lâzım!..

Soru:

--Bir mürşid-i kâmilin kasetten izlenilen sohbeti, huzurunda olan sohbetiyle aynı tesire sahib mi?

--Değildir herhalde... Kaset başka, yüzyüze olmak başka... Eskiler demişler ki, "Mektuplaşmak, yüzyüze görüşmenin yarısıdır." Mektup yazıyorsun, nihayet uzaktan uzağa oluyor ama; yüz yüze olmak üç boyutlu oluyor, daha tatlı boyutları da oluyor yâni...

Soru:

--Masamın karşısına şeyhimin bir fotoğrafını asmıştım. Bir kardeşim, muhabbetle fotoğrafa bakmanın şirk olabileceğini söyledi. Bu konuda bizi aydınlatır mısınız?

--Muhabbetle fotoğrafa bakmak şirk değildir ama, şeyhinizin fotoğrafını masanıza koymayın, duvara asmayın!.. Biz böyle bir şeyi büyüklerimizden görmedik.

Fotoğrafın caiz olup olmadığı hakkında ulemanının ihtilâfı vardır. Tabii pasaport, tapu vs. resmî işlemler için fotoğraf gerekiyor ama, başka türlü resimler pek uygun görülmüyor. Çünkü insanlar, bir zaman geçtikten sonra sonunda resimlere, heykellere tapınma durumuna kadar gidebiliyorlar.

Böyle bir durum olmaması için dinimiz bu işi uygun görmediğinden yasaklamıştır. Yasak olan bir şeyi yaparak feyiz alınamaz. O tarzda yapılmamasını tavsiye ederim.

Ama, muhabbetle resme bakmak şirk değildir. Şirk, Allah-u Teâlâ Hazretlerine ortak koşmaktır.

Soru:

--Bazı kardeşlerimiz şeyhimizi rüyalarında görüp, gördüklerini anlatıyorlar; onlara imreniyoruz. Biz neden göremiyoruz?

--Bu, dervişlik vazifelerini iyi yapmakla ilgilidir.