Soru:
--Allah-u Teâlâ Hazretleri insanı ne maksatla yarattı?
--Kur'an-ı Kerim'de buyuruluyor ki, Allah-u Teâlâ Hazretleri insanı yaratacağını meleklere bildirdiği zaman:
(Ve iz kale rabbüke lil melâiketi innî câilün fil ardı halîfeh) "Yeryüzünde ben bir halife yaratacağım! Yeryüzüne hakim olan, orada idare eden, orada iş ve fiiliyatta bulunan varlıklar yaratacağım!" deyince, melekler de anlamamışlar ve demişler ki:
(Kàlû etec'alü fîhâ men yüfsidü fîhâ ve yesfiküd dimâe ve nahnü nüsebbihu bihamdike ve nükaddisü lek) "Biz sana ibadet ederken, sana tesbih ederken, seni takdis eylerken yâ Rabbi; orada kan döken, can yakan varlıkları mı yaratacaksın?.."
Biz insan cinsinin böyle savaşacağını, kan döküleceğini filân da Levh-i Mahfûz'dan görmüşler demek ki...
(Kàle innî a'lemu mâ lâ ta'lemûn) Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki: "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim! Bunu böyle murad eyledim, böyle istedim, böyle diledim." diyor.
Demek ki, melekler dahi sormuşlar bu soru gibi... Hikmetleri var... Allah-u Teâlâ Hazretleri imtihan için insan neslini yaratmış.
Ama, bir söz vardır hadis-i kudsî gibi... Eski ümmetler tarafından söylenmiş de, bizim İslâmî literatürümüze de geçmiş... Belki, Dâvud AS veya Benî İsrâil peygamberlerinden birisi tarafından söylendiği rivayeti var:
(Küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en u'rafe ve halaktül halka liya'rifûnî) "Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim. Mahlûkatı beni bilsinler, bana ibadet etsinler diye yarattım." diye eski ümmetlerden gelme bir söz vardır. Tabii, onların da kaynakları hak kitaplar, semâvî dinler olduğu için, böyle bir rivayeti bizimkiler de almışlar. İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri de Kenz-i Mahfî diye bir kitap yazmış. Mutasavvıfların bu husustaki merakları ve onlara cevapları vardır.
Yâni, Allah-u Teâlâ Hazretleri, "Kendisi bilinsin ve kendisine ibadet olunsun, kulları kendisini bilsinler ve kulluk etsinler!" diye insan neslini yaratmış. Onlara cenneti hazırlamış ve kötülük yaptıkları takdirde de ceza vereceğini bildirmiş oluyor.
Soru:
--"Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a and olsun ki" diye yemin ederken, bu 7 kudret nedir?
--Bu yanlış anlaşılmış. Bu yed-i kudret demek, altıdan sonra gelen yedi (7) mânâsına değil... Arapça'da yed, el demektir. "Yed-i kudretinde olan Allah'a and olsun ki" demek, "Kudreti elinde olan Allah'a and olsun ki" demek...
--Canımız kimin elinde?..
--Allah'ın elinde...
Peygamber Efendimiz de diyor ki: "Şu benim canım, elinde olan Allah'a..."
--Bizi yaşatan kim?..
--Allah!..
--Öldüren kim?..
--Allah!.. Allah'ın kudreti elindeyiz, yed-i kudretindeyiz.
Tabii, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin eli deyince, sakın bizim elimiz gibi parmaklı, etli, kemikli, sinirli, eklemli bir el de hatırınıza gelmesin! Onun için, kudret eli deniyor. Kudreti mânâsına tefsirî bir tamlamadır bu...
Soru:
--Niçin "İslâm'ın şartı beştir." denilmiştir? Bu söz İslâm'ı sınırlıyor. Oysa, İslâm'ın şartları çoktur. Çocuklarımıza böyle öğretiyoruz.
--İslâm'ın şartları çoktur; doğru... Farzları çoktur ve onların hepsini yapmamız lâzım!.. Yalnız Peygamber SAS Efendimiz'in hadis-i şerifi vardır bu hususta:
(Büniyel islâmi alâ hamsin) "İslâm, beş temel esas üzerine bina olunmuştur." diyor. Daha başka şeyler de var fikrini de taşıyor zâten bu ifade... Ama, "Çok önemli beş şey üzerine dayanmaktadır." demiş oluyor.
Peygamber Efendimiz'in öğretim metodunu bilmek lâzım!.. Peygamber Efendimiz, farzların hepsini bir oturuşta sıralamazdı. Al sana 54 tane farz... Tıkır tıkır, tıkır tıkır... Kim hatırında tutacak?.. Kâğıt kalem yok o devirde... Sonra ümmî adam... Meselâ bugün yirminci yüzyılda bile, adam bana geliyor da bir Elemneşrahleke Sûresini ezberleyemiyor. Ezberleyemiyorum diyor. Beş satır, altı ayet sûreyi ezberleyemiyor.
O bakımdan, Peygamber Efendimiz herkesin anlayabileceği bir dilden konuşurdu. Bazan ifadesini üç defa tekrar ederdi ki, hatırda kalsın diye... Yerine ve karşısındaki şahsın anlayışına göre hitab ederdi.
Bu hadis-i şerif sahihtir. İslâm beş esas üzerine bina edilmiştir ama, bu söz tahsis için söylenmemiştir. Yâni, "Bu beş şey İslâm'dır, başkası İslâm değildir." mânasına değil!.. "Bunlar çok önemlidir, bilhassa bunlara dayanır." demek...
"Namaz kılmazsa bir insan, çok kötü bir iş yapıyor... Oruç tutmazsa, çok büyük eksikliği var... Zekât vermezse, çok büyük eksikliği var..." mânâsına geliyor. Yoksa, başka farzlar yok mânâsına değil... İslâm'ın bir çok emirleri var... İslâm'ı böyle öğretelim.
Yine eğitim maksadıyla 32 farz demişler. kitaplara, kâğıtlara basmışlardır. Evlerin duvarlarına levha edip asmışızdır. 54 farz denmiştir, şerhleri yapılmıştır. Tabii, 54 tane de değildir farzlar, daha da fazladır ama, başlıcaları demek oluyor. Bunu böylece bilin, çocuklarınıza da böyle öğretin. "İslâm sadece şundan ibaret!" gibi bir yanlış kanaate düşmemelerini sağlayın.
Soru:
--"İyyâke nestaîn" ile ÇhimmetÈ çatışmıyor mu?
--"İyyâke nestaîn" demek, "Yâ Rabbi, ancak senden yardım isteriz!" demek... Evet, ancak Allah'tan yardım isteriz ama, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin bize emrettiği şeyleri de yaparız. Meselâ, "Şu duayı yapın!.. Şu namazı kılın!.. Şunu okuyun!.." gibi tavsiyeleri oluyor.
Yine bazı kullarına vermiş olduğu salâhiyetler oluyor. Meselâ, Peygamber SAS Efendimiz'e gelip dua isterlerdi. O da dua ederdi; o kulların o istediği olurdu.
O bakımdan salih kulların himmeti, "İyyâke nestaîn"e aykırı değildir. O salih kullar ehlullah olduğu için, ricâlullah olduğu için, Allah onlara salâhiyet vermiş olduğu için; yine Allah sevgisinden dolayı onlara hürmet edildiğinden dolayı olur. Allah müsaade ederse, olur; Allah müsaade etmezse, onlar bir şey yapamaz.
Soru:
--Kore'de ölen kişilerin şehadeti hakkındaki görüşünüz nedir?
--Dünyanın her yerinde ölen insanların şehid olması için şart: Mü'min olması, bir... Bu da yetmez; Allah rızası için çarpışması, iki...
(Litekûne kelimetullahi hiyel ulyâ) "Allah'ın dini yüce olsun diye, o niyetle, o maksatla yapılan bir çalışma cihad olur. Öteki cihad olmaz. Mal için olsa, olmaz; şöhret için olsa, olmaz; daha başka bir sebeple olsa, olmaz!.. Ancak Allah rızası için olursa, olur.
Şehid sayılabilmesi için, çarpışan kimselerin, bir kere imanlı kimseler olması lâzım!.. İkincisi de yaptığı savaş, Allah'ın rızasını düşünerek, dinî bir sebeple yapılmış olması lâzım!.. Meselâ, Kıbrıs'ta bir savaş yaptık. Ordaki kardeşlerimize zulm ettiler. O mazlumları kurtaralım diye İslâmî bir niyetle oldu.
Kore'de de, işte beynelmilel bir anlaşma olmuş, zamanın yöneticileri de, "Biz de asker gönderelim!" demişler. Bu taraftaki kâfirlerle bir olunmuş, öbür taraftaki kâfirlerle çarpışılıyor. İki kâfirin arasındaki bir savaşta, bizim işimiz neydi?.. Orda ne oldu; ne sebeple, ne maksatla gitti?.. Orası biraz cevabı karanlık kalıyor.
Allah kusurlarımızı affetsin... Kararlarda bu gibi şeyleri iyi düşünmek lâzım!.. Ayetleri, hadis-i şerifleri düşünmek lâzım!..
Şimdi meselâ, Ortak Pazar'a girme konusu var... Sabahleyin ayet-i kerimeleri okudum, Mâide sûresi'nde... Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'de, "Yahudileri, hristiyanları kendinize dost ittihaz etmeyin!" diyor. Onun için, yaptığımız işlere dikkat edelim; yoksa, boşa gitmiş olabilir her şey...
Soru:
--Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teâlâ Hazretleri niçin bazı ayetlerde ben demiyor da, biz diyor?
--Arapça'da azamet nunu denilir, nun harfi vardır. Fiil sîgalarının baş tarafına geldiği zaman, o çoğulu göstermez; söyleyen kimsenin azametini, ululuğunu gösterir.
Onun için Allah-u Teâlâ Hazretleri, kendisiyle ilgili ayet-i kerimelerde ifade olarak azamet nunuyla, o sîga ile "Biz azîmüş şân" diyor. Yâni, "Ben azamet sahibi Allah şöyle emrediyorum." demektir o... Arap dilinin bir inceliğidir, özelliğidir. Ordaki bizden maksat, müteadditlik değildir, çok çok olmak değildir. Kudretinin sonsuz olması, gücünün sonsuz olması mânâsına gelir. O bakımdan öyle ifade ediliyor.
Soru:
--İmanı götüren vesveselerden nasıl kurtulurum?
--Kur'an okursunuz, akaid kitaplarını okursunuz, zikre sarılırsınız; bunlar korur, kurtarır.
Soru:
--Şeytanın vesvesesinden kurtulmak için ne tavsiye edersiniz?
--Şeytanın vesvesesinin imanı bütün olanlara ve Allah'a tevekkülü sağlam olanlara tesir etmediğini ayet-i kerime bildiriyor.
Onun için Allah'a tam inanacaksınız, tam güveneceksiniz. Yarım yamalak bir şey değil de, "Rabbim beni görüyor, bana rızkımı o veriyor... Her şey ondan, güç kuvvet onun..." diye böyle, ona karşı bağlılığınızı arttırdınız mı, şeytan küçülür küçülür, bir şey yapamaz.
Ezan okundu mu, kaçıyor... Zikir edenden de kaçıyor. Ezan okundu mu, ezanın duyulmadığı yere kadar ufalıyor, ufalıyor, ufalıyor, kaçıyor gidiyor. Namazda şaşırtmak için, ezandan sonra geliyor. Demek ki adam zikir erbabı olsa, gelemeyecek yanına... Hep Allahu ekber, hep Lâ ilâhe illalah diyen bir kimse olsa, yanaşamayacak.
Onun için zikre sarılıp, imana sarılıp, tevekküle sarılıp onun tesiri engellenir.
Soru:
--Son nefeste imanlı gitmek, ömrümüzde "Lâ ilâhe illlallah, muhammeder rasûlüllah" dememize mi bağlı, yoksa son nefeste demekle mi olur?
--Şimdi muhterem kardeşlerim! Bir insan ömrü boyunca müslüman gibi yaşasa, yaşasa da, en son bir-iki saatinde kâfir olsa; küfür bütün amellerini hebâen mensûrâ eder, kâfir olarak gider. Bütün işler sonuna, akıbetine göre değerlendirilir. Kişinin en son durumu önemlidir.
Yâni --lâ teşbih velâ temsil-- iki takım maç ediyor; birisi 85 puan almış, ötekisi 92 puan almış... Daha dur bakalım, maçlar devam ederken belli olmaz. Bir atak yapar, ötekisini geçebilir.
Ömür bitmedikçe, kötü durumda olanın üzülmesine lüzum yok; belki durumunu düzeltir, Allah'ın sevgili kulu olabilir. İyi durumda olanın da güvenmesine sebep yok; ayağı bir kayarsa mahvolabilir. İşin sonu önemlidir. Onun için, en son nefesimiz şu dudaklarımızdan çıkıp da ruhumuzu teslim edinceye kadar, Allah'ın yolunda gitmeye gayret edeceğiz. En son nefese göredir itibar... En son nefesdeki durumuna göredir.
Yalnız, en son nefes derken iki şeyi istisnâ etmek lâzım: Hâlet-i ye's denilen, gözden perdeler kaldırıldıktan sonra olan uyanışın kıymeti yoktur. Asıl ayıkken olan imanın kıymeti vardır. Ötekisinin kıymeti olmadığına dair ayetler vardır; bu bir...
İkinci söyleyeceğim nokta da: Ömrü boyunca insan neye gayret ederse, son nefesini Allah ona göre lütfediyor. Bir de o durum var. Bu da şu hadis-i şeriften çıkıyor:
(Temûtûn, kemâ taîşûn) "Nasıl yaşarsanız, o yaşayışınıza münâsib bir şekilde ölürsünüz!" diye bir şey var. Onun için ayıkken, aklı başındayken, mantığı muhakemesi çalışıyorken insanın, Allah'ın istediği kul olmağa gayret etmesi ve öyle yaşaması lâzım!..
--Ama hocam, bazılarını görüyoruz, iyi gibi oluyor da kötü hâtime ile, sû-i hâtime ile gidiyor?!..
--Onun içi bozuktur da, yine yaşantısına uygun olarak öyle gidiyordur. Yâni, içinde bir bozukluk vardır da ondandır.
O bakımdan dışa değil, kalbinize önem vereceksiniz. İçinizin, imanınızın sağlam olmasına, kalbinizin pâk olmasına dikkat edeceksiniz. Allah yolunda çalışacaksınız. Zikirde devam edeceksiniz, ibadette devam edeceksiniz, Koşturacaksınız, koşturacaksınız, son nefese kadar çalışacaksınız. Allah, bu çalışmanıza uygun olarak size güzel sonuç nasib eder.
Soru:
--Allah'ın dostu olmak için ne yapmalıyız?
--Çok kısadır bunun cevabı... Allah'ın dostu olmak için, Allah'ı seveceksin, sayacaksın; emrini tutacaksın, yasaklarından kaçacaksın!.. "Ne emrettiysen yâ Rabbi, başım gözüm üstüne; yapacağım!" diyeceksin. Ne yasaklamışsa, "Hoştur bana senden gelen; yasakladığını da kabul ediyorum, ona uyacağım yâ Rabbi!" diyeceksin, Allah yolunda yürüyeceksin... Zikriyle meşgul olacaksın.
Soru:
--Zikirlerimi yapıyorum. Ama içimden bir ses bana, yaptığım güzel ibadetlerin elimden gideceğini söylüyor ve elimden gidiyor. Bunu ben hiç anlamıyorum. Çok zor bir durumdayım, tavsiyelerinizi bekliyorum.
--Bu bir vesvesedir. Vesveseye itibar etmemek lâzım! Kulhüvallah, Kul eûzü birabbil felak, Kul eûzü birabbin nâs sûrelerini okumak lâzım.
İbâdetleri, Allah emretti diye yapıyoruz, elimizden gitmez. Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(Fe men ya'mel miskàle zerretin hayren yerahû ve men ya'mel miskàle zerretin şerren yerahû.) "Zerre kadar hayır işleyen, hayrının sevabını, karşılığını görecek; zerre kadar şer işleyen de cezâsını çekecek!"
Hatta, yapılan iyilikleri Allah kat kat katlayıp artıracak, küçücük bir hayır, Uhud Dağı kadar büyük olacak. İnsan küçücük bir hayır verse, sanki Uhud Dağı kadar vermiş gibi, Allah sevabı artıracak, fazl ü keremiyle cennetine sokacak. O bakımdan Allah'ın fazlıyla, lütfuyla cennete girecek, böyle vesveseye lüzum yok!..
Soru:
--Bizim askerimiz, Güneydoğu'da yapılan operasyonlarda öldürülse şehid olur mu?
--Şehid olmak bir kaç çeşittir. Birincisi, Allah rızası için yapılan savaşta çarpışıp ölen şehittir. Buna şehid-i hakîki derler; ahirette Allah bunu bigayri hisab cennetine koyacak, mükâfat verecek.
Bir de boğulan, yanan, duvar altında kalan, karnında kolera hastalığı gibi bir hastalık olup da ölen kimseler gibi bazı kimseler; lohusa, çocuk doğururken ölen kadın gibiler; bunlar da şehid sevabı alır diye hadis-i şeriflerde bildirilmiştir.
Amma, şehid olmak veya şehid sevabını kazanmak, şehid hükmüne girmek imana bağlıdır. Yâni o ölen şahıs mü'minse, o sıfata sahip olur. Kendisi mü'min değilse, münkirse, kâfirse, inançsızsa, olmaz! İnançlı olması lâzım ve yaptığı şeyi de Allah rızası için yapması lâzım!.. Meselâ savaşa gitti, savaştı, öldü. "Kahraman adam desinler." diye çarpıştıysa, şehid değildir. Veyahut, "Gitmezsem, korkak derler bana!" diye itham olunmamak için gitmiş de ölmüşse, şehid değildir.
(Velitekûne kelimetullahi hiyel ulyâ) "Allah'ın dini yayılsın, Allah'ın dinine hizmet olsun." diye çarpışan şehiddir. Bu noktalar önemli...
Bu noktalardan sonra gelelim bugünkü Doğudaki operasyonlara... Normal, bizim bildiğimiz şu vatandaş kardeşlerimiz gidiyorlar, askerlik hizmeti yapılıyor. Karşı tarafla çarpışılıyor, ölüyor. Bunun durumu nedir?..
Bu kardeşlerimiz namaz kılsa da kılmasa da, genellikle mü'mindir. İstisnası, belki bir iki tane zıpırı çıkar içinde... "Ben inanmıyorum, bilmem ne..." diyen ya vardır, ya yoktur ama umumiyetle mü'mindir bu kardeşlerimiz... Karşı taraf da, köy basıyor, adam öldürüyor... vs. Haksızlık yaptığı için onlara karşı bir hareket, yâni halkı korumak namında bir hareket yapmak da gerekiyor. Ötekiler "Ben istiklâl için yapıyorum!" bile dese, mü'mine böyle bir sebepten silâh çekmeğe, İslâmî bakımdan hakkı yoktur.
Binaen'aleyh böyle bir savaşı başlatmış olan kimselerle mücadele eden kimseler, bu vazife içinde şehid hükmüne --Allahu a'lem-- dahil olurlar.
Soru:
--"Yâ Rabbi, filânın yüzü suyu hürmetine hastama şifâ ver!" diye dua etmenin sakıncası var mıdır?
--Allah'ın sevgili kulları vardır. Sevgili kullarının hatırına da böyle dua etmek vardır. Olur. Allah'ın sevgili kulları hürmetine Allah'ın bazı kullarına ihsanlarda bulunduğunu biliyoruz. O bakımdan mahzuru yoktur.
Soru:
--"Ben itikad ve amelde selefîyim!" sözü neyi gerektirir, gerçeği nedir?
--Suudî Arabistan'da mezheblere karşı bir hareket meydana geldi. Bazı insanlar çıktılar, "Biz selefiyiz, selefin yaptığını yapıyoruz." dediler. Halbuki selef demek, bu mezhebleri kuran kimseler; İmam-ı Azamlar, İmam Ahmed ibn-i Hanbeller, İmam Şafîler ve onların kendilerinden hadis aldığı kimseler... Onlar kendilerinden dinî bir şey ortaya koymadılar. Yalnız, topladıkları bilgileri yorumlarken ortaya çıkan ictihadları farklı oldu. Sahabenin bile ictihadlarının farklı olduğu yerler var...
İnsanlar bir şeye karar verirken, herkes aynı kararı veremiyor. Meselâ, Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: "Filânca kaleye doğru gidiyoruz, kaleye gidene kadar kimse namaz kılmasın!" demiş. Bazıları demişler ki, "Rasûlüllah Efendimiz böyle söyledi, kılmayalım!"; oraya kadar kılmamışlar. Bazıları da demişler ki, "Bunu şu maksatla söylemiştir; biz kılalım!" demişler. Dinlememiş oluyor Rasûlüllah'ı ama, bir ictihad, bir yorum... Buna benzer şeyler olabiliyor.
Meselâ, Peygamber Efendimiz bir keresinde, "Seferde iken oruç tutmayın!" buyurmuş. Bazıları demişler ki, "Rasûlülah Efendimiz tutmayın dedi, tutmayız."; tutmamışlar, söz dinlemişler. Bazıları da demişler ki, "Efendimiz biz dayanamız diye, bize acıdığından tutmayın dedi. Biz dayanabiliriz, tutalım!" demişler. Tutmuşlar ama, baygın düşmüşler, halsiz düşmüşler, başkalarına yük olmuşlar. Yâni, Sahabe-i Kirâm'ın Peygamberimizin hayatında bile bir mesele konusunda çeşitli görüşleri, anlayış farkları olabiliyor.
Ashâbından bir zâtı Yemen'e gönderirken Peygamber Efendimiz soruyor:
"--Orada sana bir mesele sordukları zaman, neye göre cevap vereceksin?"
"--Yâ Rasûlallah, Kur'an'a göre halledeceğim." diyor.
"--Peki, Kur'an-ı Kerim'de özel bilgi yoksa o konuyla ilgili, ne yapacaksın?"
"--Senin sünnetine göre halledeceğim, yâ Rasûlallah!" diyor.
"--Peki, orda da bir özel bilgi, kaynak bulamazsan o konuda?.."
"--O zaman, düşünür taşınır, kararımı veririm." diyor.
Demek ki, Peyfgamber Efendimiz'in vali olarak, kadı olarak, hâkim olarak gönderdiği kimselerin dahi, o anda mevcut olmayan bir mesele hakkında soru sorulduğu zaman, düşünüp karar vermesi olabiliyor. Peygamber Efendimiz bu cevabı beğenmiş, o zât için dua etmiş.
Anlayış farkları olabilir. Tabii kararlar da farklı olur. Kararların farklılığı, alınan bilgilerin farklılığından kaynaklanabilir, zihnin başka türlü çalışmasından olabilir, zevklerden olabilir, niyetlerin farklılığından olabilir. Bunlar, Peygamber Efendimiz zamanında bile olmuşsa, ondan sonraki devirlerde hadis-i şerifler çoğalınca, hadis-i şeriflerin sıhhati, rivâyetlerin kuvveti bahis konusu olunca, adamların güvenilirliği bahis konusu olunca, çeşitli meselelerde alimlerin karar vermelerinde farklılıklar olmuştur.
Gene de olur. Benim bugün size anlattığım şu dersi, siz yarın öbürgün başkasına anlatırken, biriniz başka türlü anlatır, ötekisi başka türlü anlatır. Bu insanların kavrayışındaki farktandır.
Bilimsel çalışma yapmışlar. Bu işin mütehassısı, mezheb imamı olmuşlar, önder olmuşlar. Bunları hiçe sayıp, "Biz selefîyiz!" dediler. Sanki onlar selefî değil mi?.. Yâni bu İmam Şafî, Ahmed ibn-i Hanbel, İmam Mâlikî... Selefe en yakın insanlar onlar... İmam Malikî'den daha selefî kim olabilir?..
Sanki bunlar hak değilmiş gibi, bir de selefîlik diye bir şey çıkardılar; o da bir mezhep oldu. Onlar da bir konuda şöyle veya böyle yaparak, ayrı bir baş çekmiş oldular, ayrı bir mezheb oldu.
Şimdi bize, dışardaki cereyanların hepsinin nümûnesi geliyor maşaallah... Blue-jean modası da geliyor, saç modası da geliyor, kıyafet modası da geliyor... Fikrî cereyanlar da geliyor, komünizm de geliyor, bilmem ne de geliyor... Tabii Mısır'da, Suud'da, Suriye'de, Irak'ta, Pakistan'da ve sairede okuyan insanlar da, oranın çeşitli fikirlerini getiriyorlar buraya... Ondan sonra:
"--Selefîyim!.." diyorlar.
--Peki ama niye selefîsin, hayr ola?.. İmam-ı Azam Ebû Hanife Hazretleri'nin mezhebinde ne zarar gördün?.. Yâni ne var?.. Sen İmam-ı Azam'dan daha mı alimsin, çok mu daha iyi biliyorsun?.. Veya o selefîyim diyen adamlar, selefî cereyanını çıkartanlar, İmam-ı Azam kadar biliyorlar mıydı bu meseleleri?..
Öyle bir şey çıkmış, şimdi taassupla onu götürüyorlar. İtikadda ve amelde selefiyim diyorlar. Hele itikadda selefîyim diyorsa, bayağı bir tehlikededir. Çünkü, o selefî olanlar mücessimeye doğru kayıyor. "Arş, istivâ, vechullah, yedullah..." gibi tabirlerin izahında mücessimeye kayıyorlar.
Hattâ İbn-i Teymiye, "Gecenin şu kadarı geçtikten sonra Allah-u Teâlâ semâ-i dünyaya nüzûl eder." hadis-i şerifini izah ederken, kürsüden inmiş, "Şöyle benim kürsüden indiğim gibi, aşağıya iner." demiş. Öyle şey olur mu?.. Allah'ın nüzûl etmesi, senin kürsüden inmene benzer mi?.. Öyle şey olur mu?.. Bu tamamen mücessimeye kayan, alimlerimizin tasvib etmediği bir izah tarzı olmuş oluyor.
O zamanın alimleri de tasvib etmemişler. İbn-i Teymiye'yi bu sözünden dolayı muhakeme edip, hapsetmişler.
O bakımdan selefîyim demek, "Ben babamın, dedemin yolunu hiç bir şey anlamadan, falanca yerden esen rüzgâra göre değiştirdim; şimdi yeni bir modayı tutturuyorum." demek... Yâni, dinî cereyanlar da, Amerika'dan gelen blue-jean modası gibi bir şey bence...
İnsan çok büyük alim olur da, İmam-ı Azam'ı okur, anlar; İmam Şafî'yi okur, anlar; İmam Malik'i anlar... Ondan sonra da, "Şu şurda hata etmiş, ben şu kanaatteyim!" der. Tamam, olabilir; bu bir ictihad meselesidir. Bunlar, sanki kendileri ayrı bir din çıkartmışlar gibi, selefîyim deyince bunların hepsini inkâr ediyorlar. Yâni, İslâmî gelişmeyi sıfırlayıp tekrar geriye almak demek, selefîyim demek...
Koca koca kitaplar yazmış alimlerimiz, ince ince izahlar yapmışlar. Sil!.. İmam Matüridî'ye düşman... İmam Eş'arî'ye düşman... Selefî itikadı dedikleri, kendi ayrı itikadları var... İmam-ı Azam'ı çok büyük hasım görüyorlar. Filân filân... Güyâ asla dönüş...
Bizim lise mezunu, Arapçası olmayan, ama okuma heveslisi, biraz eli kalem tutan ukelâ takımı İslâmcı yazarlar, çizerler vardır; onlar getirdiler bu modayı... Bir de oralarda okuyup, oralardan burs alıp, maaş alıp, oralardan mezun olup, o lafları duyup, karşısında ecdadımızın müdafaasını duyma imkânını bulamamış tahsilliler var... Onlar kalktılar, buraya geldiler. Orda duydukları sözleri burda tekrar ediyorlar, bilmeden...
Halbuki orda konuşturmuyorlar. Türkiye'de devletin devrimbazlığı telkin ettiği gibi, orada devletin ideolojisi selefîlik... O onu telkin ediyor. Ona göre propagandayla yetişmiş, karşı fikri kabul etmiyor. İmam Gazalî'nin kitaplarını sokmuyor... Bazı yazarları okutmuyor... Kaside-i Bür'e'ye bilmem ne diyor... Başlarında bazı alimler var, dünyanın düz olduğunu iddia ediyor. Kafaları böyle...
Olmaz ki!.. İnsanın bilimsel gelişmeleri, söylenen sözleri anlaması, gelişmenin hepsini inkâr edip geriye gitmemesi lâzım!..
Soru:
--Hadis-i Şeriflerde sahabiler için, "Onlar seçilmiş kimselerdir." deniliyor. Neden onlar seçilmiş kimseler de, bize bu nasib olmamış; açıklar mısınız?
--Allah herkese başka nimetler veriyor. Herkesin gözü başka, kaşı başka... Boyu başka, posu başka... Memleketi başka, meziyetleri başka türlü oluyor. Bir farkı yok, önemi yok... Önemi var ama kader bu... Allah onlara sahabe olmayı nasib etmiş.
Yalnız bir müjde var: Peygamber SAS buyurdu ki:
"--Ah ne olaydı benim ihvânıma bir kavuşsaydım!.. Ne olurdu kardeşlerime bir kavuşsaydım!.."
Sahabe-i Kirâm bu sözü duyunca dediler ki:
"--Yâ Rasûlallah, biz senin ihvânın değil miyiz?.. İşte biz yanındayız senin!.. Kavuşacağım dediğin kimler yâni?.."
"--Hayır! Siz benim ashabımsınız. Benim ihvanım o kimselerdir ki; benden asırlarca zaman sonra gelmiş ama beni tanıyor, bana iman etmiş, beni seviyor ve benim için canını verecek gibi olan kimselerdir. İşte ihvânım onlardır. Ben onlara kavuşmayı istiyorum." dedi.
Rasûlüllah'ın ihvânı olmağa çalışın!.. Yâni, böyle özlediği, kavuşmak istediği kimse olmağa çalışın!.. Takdir-i ilâhi bizi yirminci yüzyılda dünyaya getirmiş, Peygamber Efendimiz'in asrında gelmemişiz. Her şey hikmetle...
Soru:
--Haram yemiş bir kimsenin okuduğu Kur'an, kıldığı namaz, yaptığı ibadet kabul olur mu?
--Olmaz. Hadis-i şeriflerde bildiriliyor, burda okuduk; "Kırk sabah namazı kabul olmaz!" diye bildiriliyor. Haram yememeğe çok dikkat etmek lâzım!.. Bir müddet, o haramın tesiri geçinceye kadar kabul olmuyor. Onun için harama bulaşmamağa dikkat etmek lâzım!..
Soru:
--Gayr-i müslimler Kur'an-ı Kerim'e el sürebilirler mi?
--Hayır! Gereken hürmeti göstermeyecekleri için, onlara mümkün olduğu kadar vermemek lâzım. Ama tabii, okuyup anlamaları için Kur'an-ı Kerim'in tercümeleri verilebilir.
Soru:
--Hem dünya, hem ahiret için çalışma konusunda hadis-i şerifler var; bunu bize biraz açıklar mısınız?
--Muhterem kardeşlerim! Müslüman bu dünyaya gönderilmiş bir insandır. Müslüman bu dünyaya neden gönderilmiştir?.. Müslüman bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Ayetler sarih bu konuda, kesin ve açık...
(Liyeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ.) gibi ayet-i kerimelerle imtihan için gönderildiği kesin...
Dünyaya imtihan için gönderilmişiz. Allah'ın sevdiği şeyleri kazanarak imtihanı kazanacağız. Sevmediği şeyleri yaparsa, imtihan başarısız olacak, cezaya uğrayacak insan; bu belli... Onun için, bu dünyada ana faaliyetlerimiz ahireti kazanmağa yönelik olacak!..
Ana gaye bu; fakat, bunu yapayım derken insanlar, sorumluluklarını da unutuyorlar bazan... Yüklendikleri sorumluluklar var... Nedir o sorumluluklar?.. Onları da hadis-i şerifler göstermiş. İşte zâten dinde fakih olmak, yâni gerçek alim olmak, her tarafını bilmekle mümkün oluyor işin... Yâni, bir nasihatı duyup ona göre hareket edip, bir tarafı yapıp öbür tarafı yıkmakla olmuyor. Her tarafı düzeltmek lâzım!.. O da hadis-i şeriften... Bir ayet-i kerimede şöyle bir hüküm varsa, şu tarafta da şu hüküm var... İkisini birden bilirse tam alim oluyor.
Şimdi insan ahiret için çalışacak ama, vücudunun kendisi üzerinde hakkı var... Yâni şu vücut, sahibi iyi kullanmazsa, yıpratırsa, ondan davacı olabilir. Meselâ; ben acıyorum sigara içenlere, vücudunu yıpratanlara, vücuduna bakmayanlara... Neden?.. Vücut bir emanettir. Emaneti iyi kullanmadı, koruyamadı diye sorgu sual olacak. Yıpratmağa hakkı yok...
Ailesine karşı sorumlulukları var... Meselâ evin reisi ise; hanımın, çocuğun, evdeki insanların nafakası, iaşesi, ibadesi, giyimi, kuşamı, tahsili, terbiyesi bunun boynuna borç... Şimdi bunu ihmal ederse, sorumlu olur. Çünkü, Allah o vazifeyi vermiş:
(Erricâlü kavvâmûne alen nisâ') buyurmuş. Bu vazifelerin yapılması lâzım!.. O halde, bunlara helâl lokma getirilmesi gerekiyor.
Sonra, annesinin babasının hakları var; onlara riayet etmesi lâzım!..
Sonra, Allah'a karşı ibadet borçları var; onları yerine getirmesi lâzım!..
İçinde bulunduğu cemiyete, topluma karşı görevleri var... Meselâ, düşman hücum etti; ne yapıyoruz?.. Ordu kuruyoruz, düşmana karşı çarpışıyoruz. Herkes cihada gidiyor... Neden yapıyoruz bunu?.. Topluma karşı vazifemiz var, onun için yapıyoruz. Yâni, toplumu korumak için... "Ben Ankara'da oturuyorum. Düşman Edirne'ye gelmiş, bana ne?.." demiyoruz. Kars'ta bile olsak, askere gidiyoruz, çarpışıyoruz. Topluma karşı vazifeler var... Bunların hepsi hakkında ayetler, hadis-i şerifler var...
"Ben Allah'ın rızasını kazanacağım!" diye ahirete çalışıp, öteki görevleri ihmal ederse bir insan; o zaman, çoluk çocuk perişan oluyor, aç kalıyor, açık kalıyor... Ölüyor hattâ... Çocuğunu doktora götürmüyor, çocuk hastalıktan ölüyor; sorumlu... "Niye tedavi ettirmedin, niye bakmadın, niye tedavisini sağlamadın?" diye sorumlu olur.
Cihada çağrıldı, savaşa çağrıldı; gitmese sorumlu olur. Hattâ evinde karısına karşı sorumlulukları var, vazifeleri var; yapmasa sorumlu olur. "Efendim, ben evlendim ama, zâhidâne bir hayat yaşamak istiyorum. Hanım öbür odada dursun, ben de bu odada durayım!.." Olmuyor, o da doğru değil...
İşte bütün bunları dengeli bir şekilde götürmek gerektiğinden, demişler ki, --hadis-i şerifte de böyle buyurmuş Peygamberimiz, alimlerimiz de bunu açıkça beyan etmişler-- "Dünyevî bir takım şeyler için de çalışmak lâzım!.."
Sahabe-i Kirâm'ın da mesleği vardı. Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz bezzâz idi; yâni, manifaturacıydı. Hazret-i Osman Efendimiz'in kervan getirip sattığını biliyoruz. Peygamber Efendimiz'in kervan yönettiğini biliyoruz. Herkesin Medine çarşısında işi gücü vardı, gelip gidiyorlardı... Tarlası bahçesi vardı... Hurmalara bakıyorlardı, aşılıyorlardı, topluyorlardı, satıyorlardı. Yâni, bu vazifelerin de yapılması lâzım!..
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki, bir meşhur hadis-i şerifinde:
(Feâti külle zî hakkın hakkahû.) "Senin etrafında sana bağlı olup, hepsine karşı görevin olan kimselerin hepsinin hakkına riayet et, hepsinin hakkını ver! Hiç birinin hakkını vermekte kusur işleme!.." diyor.
Çocuğuna karşı görevi var, hanımına karşı görevi var... Ana-babasına karşı görevi var... Kendi canına karşı, vücuduna karşı görevi var... vs. İşte bu, hem dünya için, hem ahiret için çalışmakla olur.
Etrafındaki sorumlu olduğu insanların gıdasını, yiyeceğini, içeceğini sağlamak; ta'lim ve terbiyesini sağlamak, beşerî bir takım münâsebetleri gerektiriyor. Bunları ihmal edersen, târik-i dünya oluyorsun. Ruhbanlık yok İslâm'da, doğru değil!.. Bunları yapacağım diye cumayı bırakmak, namazı bırakmak, helâli bırakmak, ahireti bırakmak; o da yok!.. Onun için onu da, onu da yapacaksın.
Soru:
--İncil'in aslının bulunduğu söyleniyor; doğru mu?
--Hayır, İncil'in aslı bulunmuş değil!.. Yalnız, İncil'in aslından bazı parçalar, Lût Gölü'nün kenarındaki bazı mağaralarda, rutubetten birbirine yapışmış tomarlar halinde bulunmuş. Onları elektronik usüllerle birbirinden ayırmışlar. Parçaları dağılmış. Ürdün Müzesi'nde, Biritish Museum'da, Avrupa'da, Amerika'da bazı parçaları varmış. Oralarda bazı gerçeklerin yazılı olduğu söyleniyor.
Bir de Barnabas İncili diye bir İncil var ki, o tahribata uğramamış İncillerden birisidir diye tanınıyor. Onda Peygamber Efendimiz ile ilgili haberler tahrifata uğramamış, silinmemiş, kazınmamış diye söyleniyor. Ama İncili'in tam aslı maalesef elde değil...
Kur'an-ı Kerim'den başka kitabın aslı elde değil... Elhamdü lillâh, Allah bize Kur'an-ı Kerim'i nasib etmiş... Bizi en sevgili kulu Peygamber Efendimiz'e ümmet eylemiş.