EN KÂRLI AMELLER

Bismillâhir rahmânir rahîm...

Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yuhibbu ve yerdà ve yenbağî licelâli vechihil kerîm... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidil evvelîne vel âhirîn, nebiyyir rahmeti ve şefîil ümmeti muhammedinil mustafâ ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm biihsânin ilâ yevmid dîn...

Muhterem kardeşlerim!..

Bir haftadan fazla kurs yaptık burada... Bu güzel dersanede, dilimizin döndüğünce, dinimizin çok önemli olan esaslarını, size sâde bir lisanla anlatmağa çalıştık. Yarın yolcu olacağımıza göre, sanırım bu sonuncu dersimiz oluyor, bitiyor. Fakat güzel bir fırsattı. Keşke, bu geniş imkânlar devamlı elimizin altında olsa, çalışmalarımızı daha kaliteli bir tarzda götürmek mümkün olur.

Özetlemek gerekirse; kulun bu dünya hayatının bir imtihan olduğunu bilmesi, buraya bir maksatla yaratılıp gönderilmiş olduğunu anlaması; bu gayeye, bu maksada uygun olarak ömür sürmesi; Rabbini bilmesi, ona güzel kulluk etmesi gerektiğini, en önemli mesele olarak söylemiştik. İnsanın doğru yolda olmasının, hidâyet denilen şeyin, "İhdinas sırâtal müstakîm" diye, günde kırk defa dilimizle ifade ettiğimiz o hidayetin de bir takım şartları olduğunu söylemiştik. Allah kimlere hidayet etmez, kimler doğru yola gelemiyorlar; onu anlatmıştık.

Sonra, tevbenin ne kadar önemli olduğunu ve güzel bir tevbenin, hakîkî bir tevbenin, insanın mâzîsindeki bütün kusurları, günahları sildiğini; insanı annesinden doğduğu gündeki kadar mâsum ve pâk, temiz kıldığını söylemiştik.

İyi, kaliteli bir müslümanın, şu dünya hayatında nasıl bir zihniyete, nasıl bir ideale, nasıl bir ideolojiye, nasıl bir düşünce yapısına sahib olması gerektiğini anlatmıştık. Dünyada çeşitli ideolojiler, hayat tarzları, felsefeler var... Bunların içinde mü'min-i kâmilin felsefesinin, düşünce yapısının, zihniyetinin, kafa yapısının ne olması gerektiğini, hadis-i şeriflerle, ayet-i kerimelerle anlatmaya çalışmıştık.

Dünya sevgisinin büyük bir hatâ kaynağı olduğunu; insanın şu dünya hırsına, para, makam hırsına, zevk, keyif ve sefa derdine düştüğü zaman nice hatalar ettiğini, bunlardan sıyrılmak gerektiğini belirtmiştik.

Ondan sonra, "İlim önemli oluyor. Çünkü, cahil ne yapması gerektiğini bilemiyor. Allah'ın rızasına uygun hareketin ne olduğunu tesbit edemiyor. Birtakım faaliyetler yapsa bile, yaptığı faaliyetler, hattâ ibadetler sevapsız kalabiliyor, iptal olabiliyor, boş duruma düşebiliyor. Başlamış olduğu bir ibadet fâsid olabiliyor, fesada gidebiliyor, kabul olmuyor." deyip, bu kabul olmanın şartlarını anlatmıştık.

"Müslüman mutlaka çalışacak bu dünya hayatında, mutlaka Allah'ın rızasını kazanmaya gayret edecek ama; ne yaparsa, nasıl yaparsa kabul olur?.. İbadetlerin afetleri, kabul olmamasının sebepleri nelerdir?.. Meselâ, tarlaya buğday ekiyorsun da, bir afet geliyor, mahsul alamıyorsun... Bir ağaç dikiyorsun da, bir afet geliyor, mahsul mahvoluyor. Sel geliyor, dolu geliyor ve sâire..." Yâni, afetlerden nasıl korunacağını kısaca belirtmiştik.

Anlatılacak şeyler çok ama, kısa ve ana hatlarıyla anlatmak Peygamber Efendimiz'in metodu... İşi uzatmamak, dolaştırmamak, yokuşa çıkartmamak ve her seviyedeki insanın kolayca anlayacağı bir tarzda İslâmî hakîkatleri anlatmak esas olduğundan, bunları kısaca anlatmıştık. Çalışmak ve bilerek yapmak lâzım!.. "Sevaplı işler nelerdir?" diye, şuurla çalışmak lâzım!..

Yapılan ibadetlerin, amellerin fesada uğramaması, boşa çıkmaması için neler tehlikelidir, nelere riayet etmek lâzım?.. Onları anlattık. Bundan sonra, en sevaplı, en önde gelen, birinci sırada gelen, kârı çok olan, ecri çok olan, insanı çarçabuk büyük sonuçlara götüren işler, ameller, çalışma tarzları nelerdir; bugün onları anlatmaya geçeceğiz. Eh, son güne de uygun bir konu oluyor. Böyle bir konuşma da, aşağı yukarı bu konferans serisini tamamlayan bir konuşma olur.

Bir kulun dünya hayatında yaşadığı müddetçe, Allah'ın rızâsını kazanmak için yapacağı şeyler çok... Hattâ dün, hadis-i şeriften misal verdik ki, bir kediyi hapseden bir kadın cehennemlik olabiliyor; onu öyle aç bırakıp öldürdü diye... Bir köpeğe çölde, kuyudan girip pabucuyla su çıkartıp, onun suyunu veren kötü bir insan bağışlanabiliyor. Bunları öğrendik.

Tabii, Allah bir insanı mağfiret etti mi, ne mutlu ona!.. Fakat o mağfireti, o rızâyı nasıl kazanacağız? Bunun yolları nedir ve hangi işleri öncelikle yapmamız lâzım?.. Şimdi nelerin yapılması gerektiğini --İslâmî kültürümüze, bilgimize dayanarak-- şöyle özet olarak söylemek için sıraladığımızda, şunlar çıkıyor karşımıza:

İbadetler... İbadet adını verdiğimiz zaman, hepimizin hatırına gelen dinî birtakım işler var... Bunlar sevap; biliyoruz. Meselâ, namaz çok sevap... Hattâ, "Namaz dinin direğidir." diyor Peygamber Efendimiz... Yâni namaz kılan bir insanın dini ayakta kalır. Namaz kılmıyorsa, yıktı dinini, berbat etti. Yatırdı takımı... Çadırın direği kırıldı, tente çadırdakilerin üstüne çöktü. Yâni, o kadar önemli... biliyoruz.

"Fadàil-i A'mâl" diye bir kitabı tercüme edilmiş Zekeriyâ Kandehlevî'nin... Baktım, büyük bir bölümü namazın faziletine ait... Gerçekten öyle... Neden?.. Çünkü namaz, günün periyodik zamanlarında enerjimizi tazeleyip, bizi iyi müslüman olmaya sevkediyor. Yâni, günde beş defa biz kontrolden geçiyoruz, ayarımız tazeleniyor. Günde beş defa temizleniyoruz, kafamız yıkanıyor, kalbimiz yıkanıyor... Hattâ bedenimiz yıkanıyor; günde beş defa abdest alıyoruz. Böyle bir insanın günahı kalır mı, kötü niyeti kalır mı, kiri kalır mı?.. Kalmaz!..

Namaz usûlü ile kılınsa, Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de beyan ediyor, bismillâhir rahmânir rahîm:

(İnnes salâte tenhâ anil fahşâi vel münker) "Namaz insanı fuhşiyattan, münkerattan alıkoyar." çünkü, insan her gün namaz kıla kıla, yavaş yavaş, farkına varmadan rayına oturuyor, yörüngesine yerleşiyor. Bu tamam, bunu biliyoruz. Yapıyoruz, elimizden geldiğince...

Tabii, bütün bunları yaparken, bir ana esas var; o esası hiç göz önünden uzak tutmamamız lâzım!.. Peygamber SAS buyuruyor ki:

(İnnallahe yuhibbu izâ amile ehadüküm amelen felyettakînehû) "Allah-u Teâlâ, sizden biriniz bir iş yaparken, bir amel icrâ ederken, onu mükemmel yapınca sever, mükemmel yapılmasını ister."

Terziyse, iyi terzi olacak! İyi bir malzeme, kaliteli, güzel bir dikiş... Aşçıysa, güzel bir yemek yapacak!.. Hocaysa, iyi anlatacak!.. Talebeyse, iyi dinleyecek, iyi çalışacak!.. Kurban kesiyorsa, bıçağı iyi bileyecek, jilet gibi olacak!.. "Cızzzt..." bitecek iş... Hangi işi yapıyorsa, mükemmel yapacak!..

Kılıç yapıyorsa... Meselâ, bizim ecdadımızın kılıçlarını anlatıyorlar menkabelerde: Havaya tülü atıyormuş. Tül böyle yavaş yavaş inerken, kılıcı altına tutuyormuş; tül ikiye ayrılıyormuş. Keskinlik o kadar mükemmel... Sonra iki kılıç birbiriyle tokuştuğu zaman, vuruştuğu zaman, bizim kılıcı bir savurduğu zaman ötekisine, onu kırıyormuş. Kılıcın suyu, kılıcın çeliğinin kalitesinin yükselmesine sebep oluyor.

Almanya'nın o meşhur bıçak, çakı, çelik aletler yapan Solingen firması, Türklere esir düşmüş bir demirci ustasının kurduğu fabrikaymış orada... Usta esirken, güzel çelik yapmayı öğrenmiş Türklerden...

Hattatsa, güzel bir yazı yazacak! Hafız Osman gibi, en mükemmel bir tarzda yazacak!..

Hattatın birisi --fukara, Allah rızâsı için öğretiyor ilmini-- Üsküdar'dan kayığa binmiş. Kayıkçı para istiyor. Boğazın bir tarafından, öbür tarafına yolcu geçirmek kolay değil... O da kürek çekecek, kayığına bakacak, çoluk çocuk besleyecek. Bir emek sarfediyor. Demiş ki:

"--Param yok ama, istersen sana bir vav yazayım!"

Kamışını çıkartmış, hokkasını, mürekkebini çıkartmış, bir vav döktürmüş, vermiş kayıkçıya... Bir v harfi yâni, yazmış şöyle bir kâğıda... Herkes çıkartıyor bir mecidiye, iki mecidiye neyse bir miktar para veriyor. Bu tabii, kâğıt vermiş, "Al sana bir vav harfi..." Altına da hattat filânca diye imzasını atmış.

Kayıkçı hemen almış, kayığın baş altına atmış şöyle... Biraz da "Beleşten taşıtmış oldun!" gibilerden...

Hattat demiş ki:

"--Evlât! O kâğıdı atma oraya, sen onu sahaflara bir götür!"

Allah Allah... Kayığı bağlamış, sahaflara götürmüş. Vav harfinin güzelliğine bir bakmışlar, altındaki imzaya bir bakmışlar; sekiz altına satılmış. Yâni, o kayıkçıyı bir hafta emrinde --Adalar'da, Boğaz'da, her tarafta-- gezdirttirir. Neden?.. Öyle bir vav yazıyor ki, o kadar güzel yazıyor ki, yetiyor. Bir besmele, meselâ Karahisârî'nin besmelesi meşhurdur. Yâni asırlar boyu sürecek mükemmellikte...

İşi güzel yapmak önemli!.. Süleymaniye Camii'nin çinilerini XX. Yüzyıl'ın çini ve seramik ustaları yapamıyorlar. Onun içindeki renkleri tutturamıyorlar. Domates kırmızısı gibi, mercan kırmızısı gibi bir kırmızı koymuş çininin içine; bu kırmızıyı bulamıyorlar. Deli olacaklar... Bir boya koyuyorlar, fırına soktukları zaman kiremit rengi oluyor, kahverengi oluyor, bozuluyor. Yâni, fırından çıktıktan sonra da kıpkırmızı kalan bir renk bulamamışlar. Süleymâniye Camii'nin çini ustasında kalmış o sır... Rüstem Paşa Camiinde, Süleymaniye Camii'nde o kırmızı, o güzel renk...

Hepimizin içinde bu duygu olacak!.. Bu çok önemli... Yâni, mükemmellik duygusu olacak, kemâl sevgisi olacak, kemâle erme arzusu olacak, kemâli ortaya koyma gayreti olacak!.. Hangi işi yaparsa, mükemmel yapma gayreti olacak!..

Namaz kıldığı zaman, güzel kılacak!.. Peygamber SAS Efendimiz birisini gördü, namaz kılıyordu. Nasıl kıldı?.. Eğildi, kalktı; eğildi kalktı; sür'atli kıldı: "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!.. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!.." Çağırdı onu, dedi ki:

"--Ey filânca, sen namazını yeniden kıl; çünkü, sen namaz kılmadın!.."

"--Kıldım yâ Rasûlallah!.."

"--Olmaz öyle!.. Kılmadın, yeniden kıl!" dedi.

O yine: "Allahu ekber... Allahu ekber... Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!.." Etti iki...

"--Yine olmadı bu namaz!.. Namaza durduğun zaman, bütün âzâların mutmain olacak, sükûna erecek; öyle sakin duracaksın... Kalktığın zaman, şöyle bir duracaksın, sükûna ereceksin... Secdeye vardığın zaman, ikisi arasında bekleyeceksin... Bütün âzâların hareketten sükûna tam erecek, tam duracaksın; ondan sonra, öbür harekete geçeceksin... Birbirine bağlamayacaksın... Böyle huzur içinde kılacaksın, huşû içinde kılacaksın!" diye tarif etti.

İçimizde her şeyi mükemmel yapmak arzusu olması gerekiyor; bütün işlerimizde, hangi meslekte isek... Çöpçüysek, ortalığı güzel süpürelim... Kalaycıysak, iyi kalaylayalım... Ustaysak, duvar böyle eğri büğrü olmasın... Sıvacıysak, kaliteli olsun, dökülmesin... Badanacıysak, çıkmasın... Dokumacıysak, halis olsun kumaş, ipek işi; tarihe girsin, müzelere gitsin... Yâni, o kadar güzel olsun...

At beslemişsek, atımız birinci olsun... İnek beslemişsek, müsabakalarda mükâfat alsın... Ankara'da bizim mahallede tanıdığımız birisi vardı; inekleri her müsabakada dereceye giriyordu. Öyle olması lâzım!.. Yâni, en güzel tarzda yapmaya çalışmak lâzım!.. Bütün işlerimizde, amellerimizde kalite endişesi çok önemli; buna dikkat edeceğiz!..

İbadetlerin öteki çeşitlerini düşünelim: Meselâ, oruç; çok sevaplı... Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Allah-u Teâlâ Hazretleri orucun sevabını, hiç kimseyi karıştırmadan bizzat kendisi verecek. Yâni:

(Essavmu lî ve ene eczî bihî) 'Oruç benim için tutuluyor, onun mükâfatını ben vereceğim!' diyor." Yine ayet-i kerimede:

(İnnemâ yüveffes sàbirûne ecrahüm bigayri hisâb) "Sabredenlere hesaba gelmeyecek şekilde çok ecir verilir." buyuruluyor.

Oruç güzel, namaz güzel... Sonra hac, çok kıymetli... Bir makbul hac, insanın tüm günahlarını sildiriyor. Onun için millet böyle koşturuyor, zahmetler çekiyor.

Zekât; çok sevaplı... Dinin ayakta durması, dinî faaliyetlerin yürümesi zekâtla oluyor. Hiç kimse para vermezse, hayırlı işler nasıl yürüyecek?.. çocukların okutulması, servisler, gelmeler, gitmeler nasıl olacak?.. Kur'an kursu olmazsa, Kur'an kursu hocalarının ihtiyaçları görülmezse, talebelerin ihtiyaçları görülmezse; Kur'an nasıl öğrenilecek, nasıl öğretilecek?..

--Allah rızâsı için yapsınlar!..

İyi güzel ama, sen dükkâna gidiyorsun, keyfine göre ticaret yapıyorsun, para kazanıyorsun... Bu adam da dükkâna gitsin; Kur'an'ı kim öğretecek o zaman?.. Kur'an-ı kerim'i öğretmesi lâzım birilerinin!.. Öğretilmesi için, en kaliteli hocaların alınması lâzım!..

Melbourn'da hoca var, Sydney'de yok... Sydney'e hoca gönderilmesi lâzım!.. Sydney'de var, Adelaid'de yok... Adelaid'e hoca gönderilmesi lâzım!.. Wellington'dakiler iyi bir hoca bekliyorlar... Gitmesi lâzım!.. Bunlar para ile oluyor.

Şimdi bize müracaat ediyorlar:

"--Kur'an öğretin bize!.."

Kim müracaat ediyor?.. Başhekim, profesör, doçent, ziraatçı, veteriner, mühendis, elçi, bilmem ne... Ben diyorum ki:

"--Bir imam-hatipli göndereyim; elif, be, te, se'yi öğretsin!.."

"--Yok! Ben Kur'an-ı Kerim'in mânâsını anlamak istiyorum, öğrenmek istiyorum." diyor.

Buyurun; kaliteli adam, profesör, başhekim karşında... Diyor ki:

"--Kur'an'ı öğret bana hocam!.."

Şimdi lâlettâin bir insan göndersem, Kur'an-ı Kerim'i doğru düzgün anlatamazsa, tatmin olmaz.

(Halakal insâne min alâk) "İnsanı kan pıhtısından yaratan Allah..." dese; doktor zıvanadan çıkar. "Hadi canım, bu adam tıbbı hiç bilmiyor!" der, kalkar gider. Tercümeyi öyle yazmışlar. Tercümede bakıyorsun, kan pıhtısı...

Yâhu, kan pıhtısı değil ki bu, kanla hiç ilgisi yok!.. Alâk demek, tallûk eden, yapışan demek... Yâni, rahimin içine yapışan embriyon... Oraya yapışıyor, ordan gıdalanıyor, büyüyor, çocuk oluyor.

Onun için, o alâk kelimesi üzerinde doğru izahat verdiğin zaman, gayrimüslim profesör, doktor müslüman olur. Sen şimdi onu kan pıhtısı diye tercüme edersen, müslüman ana-babanın çocuğu doktoru dinden çıkartırsın.

"--Kur'an böyle mi diyor?.."

"--Evet, böyle diyor; insan kan pıhtısından yaratılmıştır."

"--Hâşâ sümme hâşâ, tevbe yâ Rabbi!.." filân der, başını sallar gider.

Onun için, kaliteli insan, kaliteli hoca olmak lâzım!..

Sonra, bir hoca nasıl kaliteli olur?.. Havadan kaliteli olur mu?..

Bizim Bergama'lı bir müsteşar muavini kardeşimiz vardı. "Hocam! Ben biliyorum en düşük ücret temizlik işçisi ücretiydi. Din görevlilerine, temizlik işçilerinin maaşının yarısı veriliyordu." diyordu. Sen din görevlisine, çöpçüye verdiğin paranın yarısı kadar para verirsen, dinin ne olur?.. Mezbele olur. En çok parayı din adamına verirsen, din ne olur?.. En yüksek seviyeye çıkar.

Osmanlılar zamanında, din adamlarının itibarı sonsuz yüksek ve yerinde... Alimi askere almıyorlar, "Sen ilminle meşgul ol hocam!" diyorlar. İtibarı, her şeyi yerli yerinde... Onun da gözü tok, gönlü rahat, kimsenin kesesinde gözü yok... Dobra dobra hakîkatı söylüyor. Derya gibi alimler çıkmış. Dağ gibi, Himalayalar gibi alimler çıkmış.

--Neden?..

Neye itibar edersen, onu geliştirirsin. Futbola itibar edersen, dünyanın en güzel futbolcuları çıkar. Brezilya'dan Pele çıkıyor, bilmem ne çıkıyor. Neden?.. Adamlar geri ülke ama, futbola önem veriyorlar. Tamam, yuvarlak topun peşinde yirmiiki kişi; koştur babam koştur... Orada futbol gelişiyor. Ruslar buz patenine önem veriyorlar. Buz üstünde kaymak güzel ama, ekonomiden ne haber?.. Ekonomi tepetakla, perişan...

Her şeyi kaliteli yapmaktan bahsettik. Onun için, zekâttan alınan para mâlî yardım, mâlî destek oluyor.

Amerika'yı gezdim öyle, Avustralya'yı gezdim öyle, yazı yardım dergilere: Her köşe başında bir kilisenin muazzam arazisi, okulu, sosyal klübü, bilmem şu binası, bu binası, ibadethânesi ve sâiresi var... Otomobille gidiyorsun gidiyorsun, arazisi bitmiyor. Geniş... Bir tane burda var, bir tane onun ötesinde var... Bir tane daha ötede var... Bu adamlar dinlerine bu kadar çok mu bağlı?.. Değil ama, vermişler parayı... Zamanında dindarlarmış demek ki...

Amerika'da da öyle... Amerika'da buradan (Avustralya'dan) fazla dindar var; daha dindarlar... Her şey para vererek oluyor. Onlar para verirlerse; onlar papazlarını iki fakülteden mezun olmuş, doktora yapmış insan olarak yetiştirirlerse, yabancı dil öğretirlerse, bilgili görgülü yetiştirirlerse; o zaman herkes papaza saygı gösterir.

Sen imtihanda güzel okuyan bir insanı müezzin alırsan, birkaç sûre bilen insanı imam alırsan; ondan sonra camide dinî eğitim yok, doğru düzgün bir faaliyet yok... Tahsili eksik, karşısındakine ne söyleyeceğini bilemiyor... Olmaz!..

Yâni, mâlî ibadet çok önemli... En önemli ibadetlerden birisi... Sonra, cihad da öyle, parayla... Parasız cihad oluyor mu?.. Bugün bir mermi bilmem kaç lira?.. Bir top mermisi bilmem kaç milyon lira... Bir uçak, bir tank bilmem ne kadar milyar lira?.. Yâni, parayla oluyor her şey... Onun için Allah, dinine yardım etmek isteyen müslümana, namaz gibi bir de zekât ibadetini farz koymuş. Kesenden de ibadet edeceksin! Kesen de ibadet edecek!..

Çok hoşuna giden bir fıkrası var, bizim rahmetli Ali Yâkub Hocaefendi'nin... --Ali Yâkub Hocaefendi, alim bir insandı, cennetmekân... Dobra dobra, hiç kimseden sözünü sakınmayan bir insandı-- "Hacca gidiyorduk. Bağdattan geçiyoruz." Orada tabii, bunu tanıdıkları için misafir etmişler. Güzel bir konakta oturmuşlar. "Evsahibini tanıyorum, çok zengin... Tasavvufa da meyli, sevgisi var..." diyor. Gelmiş Ali Yâkub Hocaefendi'nin yanına: "Üstad! Hangi zikri yapmamı tercih ve tavsiye edersin?" diye sormuş.

Hocaefendinin lâilâhe illallah, sübhânallah gibi veya benzeri bir zikri tavsiye edeceğini zannederken, hiç ummadığı bir cevapla karşılaşmış. Hocaefendi: "Sen zikri böyle yapacaksın!" diye, parmaklarıyla karşısındakine para verilirken yapılan, sayma işaretini yapıyor. Arkasından, "Sizin gibi hali vakti müsait olanların zikri, ihtiyaç sahiplerine, talebelere, hayır yerlerine para harcamaktır. Bundan âlâ zikir olmaz!" demiş.

Sonra tefekkür ibadet, hem de nasıl ibadet!..

(Tefekkürü sâatin hayrün min ibadeti senetin) "Bir saatlik bir tefekkür, bir senelik ibadetten daha kıymetli..." Ben de sanıyordum ki, namaz daha önemli... Demek ki, tefekkür daha önemliymiş. Tefekkür, çok kıymetli bir ibadet...

Sonra, zikir; muazzam bir ibadet, muhteşem bir ibadet!.. Hattâ ulemâ, zikrin en üstün ibadet olduğunu söylemişler. Allah yolunda bir insan savaş meydanına giriyor, silahları kırılıyor, kendisi yaralanıyor, atı yaralanıyor. Düşüyor, kanlar içinde şehid oluyor. Zikrin bundan daha sevaplı olduğu hakkında hadis-i şerifler var...

Bunlar önemli ibadetler; ama, bazı kimse bunları bilmiyor. Namaz kılıyor da, zikir deyince kızıyor. "Hû deyicilerden mi olacaksın?" diyor. "Adamlar toplanmışlar bir yerde, hû demişler. Hû ne demek?" diyor. Hû demek korkunç bir şey gibi geliyor onlara... Korkuyorlar, yanaşmıyorlar. "Aman aman tasavvufa pek yanaşma, sakın tarikata girme, derviş olma; kafanı oynatırsın, delirirsin!" filân diyorlar. Halbuki Kur'an-ı Kerimde Allah emrediyor. Allah zararlı bir şeyi emreder mi?..

(Fezkürullàhe zikran kesîran ve sebbihûhu bükraten ve esîlâ)

Peygamber Efendimiz: "Herkes sizi mecnun sanacak tarzda zikri çok yapın!" diyor. Çok hadis-i şerifler var...

Sonra, ibadetlerin çeşitleri var... Namaz, oruç, zekât, hac, görünen ibadetler... Görünmeyen ibadetler ise, sükût, tefekkür, zikir ve sâiredir. Kalbde olan, içte olan ibadetler de bunlardan...

Başka?.. Hayrât ve hasenât, çok sevap!.. Bir cami yaptırıyorsun; sen ölmüşsün, toprak olmuşsun, kefenin çürümüş, mezarın çökmüş, kabir taşın devrilmiş; ama, sen o camiyi yaptırdın diye, o caminin içinde namaz kılındığı müddetçe sana sevap geliyor. Muazzam bir sevap...

Sonra, Rasûlüllah SAS buyurmuş ki:

(Men benâ mesciden yebtağî bihî vechallah, benallahu mislehû fil cenneh) "Kim dünyada bir mescid yaparsa, Allah ona cennette bir köşk yapar." Yâni, "Gel kulum! Sen dünyada benim ibadetim için bir câmi yapmıştın. Buyur, ben de sana cennette bir köşk yaptım; gel, gir!.." diyor. Cennetlik olmasına vesîle oluyor.

Fukaranın bir tanesi kalkmış, demiş ki:

"--Yâ Rasûlallah! Yol kenarlarındaki o çardaklar, o namazgâhlar, o kolay yapılan basit mescidcikler; bunlar da mescid sayılır mı?.. Aynı hükme tabî midir? Onlar da aynı sevabı kazandırır mı?.."

"--Evet, onlar da aynı hükme tabîdir." diyor Peygamber Efendimiz...

O zaman, benim şimdi niyetim bir yerde, bir yol kenarında bir arsa alıp, üstüne çardak gibi bir şey yaptırıp, namazgâh, mescid gibi bir ibadet yeri haline getirip o sevabı kazanmak meselâ... Siz de fırsat bulursanız, siz de yapın!.. Köyünüzün yolunda, köyün yolunun ana yolla birleştiği yerde veyâhut başka yerde... Büyük sevap...

Bir çeşme yaptırmışsın; suyu aktıkça sevap... Ağaç dikmişsin; üzerine kuş konsa, meyvasından gagalasa, sevap kazanırsın. Altına otursa bir kimse, gölgesinde dinlense; sevap kazanırsın. Kurumuş dallarını kesse birisi, yaksa; sana sevap... Sadaka-i câriye diyoruz buna...

Câriye ne demek, kadın köle mi demek?.. Hayır!.. Sadaka-i câriye demek, sevabı cereyan eden, akıp giden bir sadaka demek... Normalde bir sadaka veriyorsun fakire; şu kadar sevap kazandın, bitti. Ama, sadaka-i câriye devam ediyor. Yâni, sevabı akıyor, boyna sana geliyor. Sen ölmüşsün ama, kıyamete kadar, dünya durdukça, senin hayrın durdukça sevap kazanıyorsun. Güzel... Bunlara da gayretli olmalıyız.

Klasik mânâda hayrât ve hasenât cinsinden ibadetlerin devamına gayretli olacağız; vakıf, çeşme, binâ, kurs, câmi, köprü, han, hamam, kervansaray... Müslümanların faydasına neyse...

Dergi, kitap ve sâire yayınlamayı, yayıncılığı daha önemli görüyorum. Çünkü, bir dergi kuruyorsun, bir yayınevi kuruyorsun; o yayınevi bir sürü yayın yapıyor, insanlar hak yola geliyor... Kitap yazıyorsun, okundukça sevap kazanıyorsun. İmam Gazâlî, boyna sevap kazanıyor mübârek, cennetmekân... Çünkü, hepimizin kütüphanesinde kitabı var... Hepimiz İhyâ'yı okuyoruz, Kimyâ-yı Saâdet'i okuyoruz, Arifler Yolu'nu okuyoruz... vs. Mütercimler de sevap kazanıyor.

Hadisleri okuyoruz, hadisleri rivayet edenler sevap kazanıyor. Kim rivayet etmişse, biz adını bilmiyoruz ama Allah biliyor. Peygamber Efendimiz'den Ebû Hüreyre dinlemiş; ondan filânca duymuş, ötekisine nakletmiş; ötekisi falancaya nakletmiş, İmam Buhârî yazmış... Onların hepsi sevap kazanıyor. Ben de, "İmam Buhârî şöyle demiş." diyorum, size anlatıyorum; ben de sevap alıyorum... Siz de çoluk çocuğunuza anlatsanız, arkadaşınıza anlatsanız; siz de sevap alıyorsunuz. Ama siz sevap alırken, bütün bu halkadaki insanlar, aynı sevabı tekrar alıyor. Çünkü, bunların vasıtasıyla sen onu naklettin.

Buyurun, bakın, ne kadar güzel, ne kadar sevaplı işler!..

Sonra, hayırlı evlât yetiştirme çok sevap... Hayırlı evlâdın bütün ibadetleri, tâatleri, ana babaya, kendisini yetiştiren kimselere yazılıyor. Hayırlı talebe yetiştiren hocaya, talebenin bütün sevapları geliyor. Hocalık çok kıymetli!.. Oğlunu dindar, evlâdını müslüman yetiştirmek çok önemli!..

Alim yetiştirmek, çok daha önemli!.. Bu da bir çeşit...

Sonra, İslâm'ın yayılması için yapılan çalışmalar önemli... Emr-i ma'ruf, nehy-i anil münker önemli... Söylemek, teşvik etmek; kötü bir şeyi yaptırtmamak, engellemek, "Yapma! Ayıptır, günahtır; bırak!" demek...

İrşâd... İnsanlara doğruyu anlatmak, "Bak, sen böyle yapıyorsun ama, bu böyle değil!.." demek...

Tâlim... "Gel sana Kur'an'ı öğreteyim, hadis öğreteyim, Arapça öğreteyim!.. Dinini, ilmihâlini öğreteyim; ferâiz, fıkıh, tefsir öğreteyim!" demek, öğretmek...

Terbiye... İnsanı alıp yetiştirmek... Bunlar çok sevap... Yetişen insanın bütün sevapları sana geliyor.

Sonra, müslümanların ihtiyacına, hizmetine, yardımına koşmak çok sevap... "Bir insan, dara düşmüş bir insanın yardımına koşarsa, yardımcı olursa; Allah da, kıyamet gününde dara düştüğü zaman, ona yardım eder. Sen bir müslüman kardeşinin hâcetini görmeye bir hamle yaparsan, Allah da ahirette senin hacetini bitirir, işini görür." buyruluyor. Kim bir müslüman kardeşine yardım ederse, Allah da ona yardım eder. Kim infakta bulunursa, Allah da ona infak eder.

Onun için, insan müslüman kardeşinin yardımına koşacak, imdadına koşacak, destekleyecek... Fakirse, para verecek; hastaysa, tedâvi ettirecek... Düşman hücum etmişse, düşmanı atmak için destekleyecek... "Fransızlar falanca yerden hücum etmiş, Bengladeş'te hindular şöyle yapmış..." Bütün İslâm alemi ayağa kalkacak, "Olmaz böyle şey!" diyecek, destekleyecek... Adamlar da korkacaklar; "Haaa, bu müslümanlar yek vücud, kale gibi!.. Bir tarafına dokundun mu, hepsi birden ayağa kalkıyor!" diyecekler ve yapamayacaklar. "Müslümanın yardımına koşmak lâzım!" diyor Peygamber Efendimiz... Önemli bir hadis-i şerif olduğu için onu size belirtmek istiyorum.

Müslüman, namazlı niyazlı bir insan kabre konulur konulmaz, azab meleği ateşten bir tokmakla bunun kafasına öyle bir vuracak ki, beyni dağılacak... Kabrin içi ateş dolacak. O acıdan, o ızdırabdan, o işkenceden, o dehşetten perişan olan insan haykıracak:

"--Ben müslümanım! Niye bana azab yapılıyor bu kabrin içinde?.."

"--Sen hayatta iken bir yerden gidiyordun. Gittiğin yerin yanında zalimler bir kardeşine zulmediyorlardı. Onun yardımına koşup, onu kurtarmadın, onunla ilgilenmedin. bu onun cezâsı!.." diyecekler.

Bakın, bir müslümanın diğer müslümanın yardımına koşması ne kadar önemli ki, namaz kıldığı halde, yardıma koşmadı diye kabirde muazzam azaba uğruyor. Bütün müslümanlar, diğer müslümanların yardımına koşacak!..

Türkiye'de domatesler yere dökülüyor... Şeftaliler Bursa'da toplanamıyor... Afrika'daki müslüman kardeşlerimiz açlıktan ölüyor. Organizasyonu kuracağız. Oraya ulaşım imkânları yoksa, kuracağız. Çünkü, kardeşimiz...

İrtibat kuracaksın, tanışacaksın!.. Ben şimdi kardeşlerime: "Başka ülkelerden akrabalık kurun; evlenin, kız alın, kız verin!.. Meselâ, Sudan'dan kız alsanız; Sudan'la ilgili bir mesele olsa, orada dostunuz olmuş olur. Cezayir'den evlenseniz, orada bir dostunuz olur." diyorum. "İslâm aleminin halkları arasındaki bağlar kuvvetlensin!.. Birbirlerinin dillerini öğrensinler, kültürlerini öğrensinler!" diyorum.

Amerika'daki bir kardeşim, doktora yapmış mühendis bir kardeşim bana sordu. Ben de dedim ki:

"--Git Malezya'ya, üniversitede görev yap!.. Sen orada bizim elçimiz ol! Biz de sana ziyarete gelelim. Malezya ile münasebetlerimiz kuvvetlensin." dedim.

Adam kalktı, Malezya'ya gitti. İngilizcesi mükemmel, doktora yapmış bir kimse olarak, hoca olarak üniversiteye gitti. Güzel bir şey... Oraya da gitmemiz lâzım!.. Böylece münasebetler kuvvetlenecek. Birbirimizle dostâne münâsebetlerimizi geliştireceğiz.

İşte bu, müslümanın yardımına koşmak, düşmanın karşısında korumak, imdadına yetişmek...

Sonra, cihad... Cihad çok önemli bir ibadet; fakat, cihadın mânâsını herkes iyi bilmiyor. Cihad deyince, sadece savaş sanıyor. Halbuki, savaşın adı Kur'an-ı Kerim'de kıtal'dir. Kıtal, savaşmak demek... Düşmanla yapılan mücadeleye kıtal deniyor. Cihad ne demek?.. Cihad; cehd sarf etmek, terlemek, gayret etmek demek... Bu gayret sadece savaş alanında harb şeklinde olmaz, savaşın dışında da olur.

--Cihad nasıl olur, şekilleri nelerdir?

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "En büyük cihad, kişinin kendi nefsiyle yaptığı mücadeledir." Nefsin arzusunu yenecek! Çünkü, bir insan nefsine yenildiği zaman, kötü insan durumuna kayıyor. Onu engellediği zaman, kendisine hakim olabildiği zaman, iyi işleri yapıyor; camiye geliyor, ibadete, hayra, hizmete geliyor, gayrete geliyor... Onun için, nefsini yenmesi çok önemli oluyor.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: "Senin en büyük düşmanın içinde!.."

--Nerede?..

--İçinde... Senin nefsinin sana yaptığı kötülüğü, cümle cihan halkı başına üşüşse, yapamaz! Sana en büyük kötülüğü, o yaptırıyor.

Afyonu içirten o, içkiyi içirten o!.. Günahı işlettiren o, hayırdan geri tutan o!.. Keyfine zevkine daldırtan o!.. Plaja, bara, pavyona götüren o nefsin!..

--Oğlum söz dinlemiyor, bardan pavyondan çıkmıyor...

Neden?.. Nefsi kabarmış, ejderha gibi olmuş, sürüklüyor. Azgın bir köpek... Meselâ, Alman köpek besliyor eşek kadar, katır gibi... Köpek bir yere gitmek istediği zaman, sahibini arkasından sürüklüyor. Şimdi bir de onun daha büyük olduğunu, deve gibi olduğunu bir düşünün... Bir şey istediği zaman, sahibi tutsa da alimallah ayaklarını yerde sürüttürerek götürür. İnsanın nefsinin azgınlaşması öyle oluyor.

--Evlâdım yapma, biz müslümanız!.. Oğulcuğum günah!..

İyi ama, nefsi canavar gibi olmuş. Nefsi onu alıyor, götürüyor.

İşte, nefis en büyük düşman... Bununla mücadele öğrenilmeden, öteki hayırlı işler yapılamıyor zâten... Nefsini tepelemedikten sonra, yenmedikten sonra ne ibadet yapılıyor, ne hayrât ü hasenât yapılıyor, ne savaş yapılıyor... Ne paralar yerine harcanıyor, ne haramlardan kaçınılıyor... Olmuyor. Önce nefsi müslüman olacak, nefsi ıslah olacak; veya nefsi yenilecek, dizginlenecek, kontrol altına alınacak.

Millet bunu bilmiyor. Adam kaprisli... Bakan olmuş, başbakan olmuş, reisicumhur olmuş; kaprisler içinde, nefsi azgın... Bir nefsi için cihanı ateşe veriyor, iki milleti birbiriyle çarpıştırıyor. İki kardeş millet birbiriyle çarpışıyor, yıllar yılı...

Hudut çizmişler şuraya: Şurası senin, burası benim... Sanki köşe kapmaca oyunu gibi... Burada da aynı dil konuşuluyor, orada da... Buradaki de müslüman, oradaki de müslüman... Bunun başındaki azgın herif, o tarafa göz dikiyor. Haydi hücum!.. Saldırıyor; yedi sene, sekiz sene savaş... Mantık yok, akıl yok, lüzum yok, yeri yok... Çarpıştığı kimse yabancı değil, kendi kardeşi...

Şimdi biz Irak'la çarpışsak, kim çıkacak karşımıza?.. Müslüman kardeşimiz çıkacak... Kuveyt'i Irak işgal etti, kim çıktı karşısına?.. Ölen, öldüren kim?.. Müslüman... İran Irak'la çarpıştı; ölen, öldüren kim?.. Müslüman... Neden oluyor?.. Nefsin azgınlığı bazen milletleri birbirine düşürüyor.

Bazan adam deveyi hamuduyla yutuyor, milyonları, milyarları yiyor... Hayâlî ihracat; beş milyar, yedi milyar, yirmi milyar, yüz milyar... Nereye gitti bu fukaranın, zavallı milletin paraları?.. Nefsinin esiri bir alçağın, haramla dolu midesine gitti. O fukaranın hizmetine gidecekti; hastane olacaktı, yol olacaktı, çeşme olacaktı, fabrika olacaktı... Bunun keyfine gitti. Adam Avrupa'da yaşıyor... Azdı, şımardı, yuvasını bozdu, kötü yollara düştü. Neden?.. Haydan gelen huya gitti, haramdan gelen harama gitti de onun için...

Nefsin ıslahı en önemlisi...

Sonra, diyor ki Peygamber Efendimiz:

(Efdalül cihâdi kelimetü hakkın inde sultanün câir.) "Cihadın en üstünü, zâlim bir hükümdarın, iktidar sahibi bir kimsenin karşısında hak sözü söylemektir."

Hadis-i şerif... Kaynakları sahih... Meselâ sayayım: Ebû Dâvud'da var; İbn-i Mâce'de, Taberânî'de, Ahmed İbn-i Hanbel'de, Neseî'de var... Bütün muteber hadis kitaplarında, en meşhur hadis kitaplarında olan bir hadis bu... Çok meşhur...

Sonra:

(Efdalül cihâdi en yücâhider racülü nefsehû ve hevâhü) "Kişinin en üstün cihâdı, nefsiyle, nefsinin arzularıyla mücadele etmesidir." diye hadis var...

Böylece cihâd ne demek oluyor?.. Allah rızâsı için gayret etmek, ter dökmek, cehd etmek demek... Neye karşı?.. Nefsine karşı; şeytana ve şeytanın grubuna, kâfirlere, münafıklara, zâlim hükümdara ve idarecilere karşı... çeşitleri var...

Tabii, bu hayır kapılarından birisini yapmak, ötekisini yapmaya mânî değildir. İnsan hepsini birden yaparsa, daha iyi olur. Büyüklerimiz nasıl yapmışlar?.. Düşmanla harb ediyor, hücum ediyor; nasıl hücum ediyor?.. "Allah Allah!.. Allah Allah!.." diyerek hücum ediyor. hem düşmanla savaşmanın sevabını alıyor, hem de zikretmenin sevabını alıyor.

Bir hadis-i şerifte var, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki: "«En hayırlı iş, dilin Allah'ın zikriyle meşgulken rûhunu teslim etmendir. Bu öyle... Yâni, "Ben Allah'ı zikrederken öleyim!" diye, bir taraftan zikir yapıyor, bir taraftan mücadeleyi götürüyor. Belki bir taraftan da oruçlu; o da mümkün... Bir de o tarafı var... O bakımdan, bir çok hayrı birden8 yapmak mümkün...

Bir fıkra olarak anlatayım şimdi: Biz Ankara'da iken, ramazan geldi mi, "Ramazanın son on gününde îtikâfa girmek lâzım!.. Girin; îtikâf büyük sünnettir." diye ihvânımızı, kardeşlerimizi teşvik ediyoruz. Bir talebem gelmiş, bana diyor ki:

"--Hocam! Ben bizim mahallenin camisinde mahalleli çocuklara Kur'an öğretiyorum, ilmihal öğretiyorum; onların anlayacağı dilden dinimizi anlatıyorum. Şimdi ramazanın son on günü geliyor. Talebelere bu dersi vermeğe devam mı edeyim, yoksa îtikâfa mı gireyim?.."

Şaka olsun diye ben de:

"--Bana bak! Sen niye Allah'ın emirlerini birbirleriyle tokuşturuyorsun, çarpıştırıyorsun?.. Kendi camiinde îtikâfa gir; gündüz çocukları okut, îtikâfına da devam et!" dedim.

İkisini bir arada yapmak mümkün... Birisini bırakıp, ötekisini yapmak diye bir şey yok... Aldanmamak lâzım!.. İnsan birçok şeyi bir arada yapabilir, yapılması mümkündür. O bakımdan, insan elinden geldiğince her çeşit hayrı yapmaya gayret edecek!..

Hattâ, çok kolay ve basit bir şeyi tavsiye edeceğim size... --Çok şey var söylenecek ama, vakit müsâit olmadığı için söyleyemiyoruz.-- Sözümü onunla kapatacağım:

İnsanın zamanı üçe bölünüyor: Mâzî, istikbâl, şimdi içinde bulunduğumuz zaman... Zamanımız, ömrümüz sermayemizdir. Diyor ki büyükler: "Geçen geçti; yapacağın bir şey yok!.."

--Geldim ellibeş yaşına, aman yâ Rabbi!.. Şimdiye kadar güzel ibadet edemedim, şimdi ben ne yapacağım?.. Tuh, vah, yazık!.. Günahları işledim, sevapları da kaçırdım...

--Yapacağın bir şey yok; "Affet yâ Rabbi!.." diye ağlarsın. Ağlamaktan başka bir şey gelmez elinden... Mâzî geçti.

--İstikbal?..

--İstikbâlin ne kadar olduğunu bilmiyorsun! İki saat mi yaşayacaksın, iki yıl daha mı yaşayacaksın?.. Yirmi yıl mı yaşayacaksın?.. Yüzyirmi yaşına mı, yüzaltmış yaşına mı geleceksin?.. Bilmiyorsun, istikbal meçhul... Yarına çıkacağını bilmiyorsun.

O halde çok kolay bir imkânımız var: İçinde bulunduğumuz zaman... İçinde bulunduğun zamanı Allah'ın rızâsına uygun geçirmeye gayret edeceksin; o kadar!.. İslâm çok kolay... Yaşadığın anı Allah'ın rızâsına uygun geçireceksin!..

--Hocam, şu anda yapacak bir şeyim yok!.. Namaz kılamam, abdestim yok... Yolda gidiyorum, otobüsün içindeyim, etrafım kalabalık...

--Haa, zikir yap!.. Şu halde zikir yapabilirsin. Kalbinden "Allah... Allah... Allah..." diye Allah'ı zikredersin. "Lâ ilâhe illallah" dersin, "Estağfirullah" dersin, sevap kazanırsın. Bak, buyur işte! En tahmin etmediğin, boş geçeceğini tahmin ettiğin zamanını değerlendir!

--Hocam! Vasıtadan indikten sonra, şuradan falanca yere kadar on dakika yürümek zorundayım... İşe yetişmek için hızlı yürümek zorundayım; yapacağım başka bir şey yok...

--Tamam!.. Harama bakma, günaha bakma; zikre devam et, Kur'an oku, yürü!..

--Hocam! Bir yerde uzun saatler bekleyeceğim... Türkiye'ye giderken Singapur'da dokuz saat bekleyeceğim havaalanında...

--Tamam!.. Kur'an-ı Kerim'i al; yukarıda üst katta prayer room (ibadet odası) var, gir oraya!.. Kur'an oku, hadis oku, ezberini devam ettir!.. Böylece vaktini değerlendirebilirsin.

İçinde bulunduğun anı, Allah'ın rızâsına uygun geçirmeye çalışmak; müslümanlık bu... Müslümanlık bu kadar kolay...

Gelecek için ne var elimizde?.. Gelecek için hayırlı proje kurmak var... İyi niyet kurarsan istikbal için, ondan da sevap kazanırsın.

--İnşaallah bir cami yaptıracağım ileride... Parayı biriktiriyorum, bir cami yaptıracağım!

--Belki sen o camiyi yaptıramayacaksın, öleceksin. Yaptıramadın ama, o niyetinden dolayı o sevabı alırsın.

--İnşaallah, bir dahaki sene hacca gideceğim!

--Belki sen oraya yetişemeyeceksin; trafik kazası olacak, öleceksin üç gün sonra... Ama Allah, o haccı yapmaya niyet ettin diye, yapmışsın gibi sevap verir.

Demek ki, istikbale ait de kârlı bir şeyimiz var... İyi niyet besleriz, iyi projeler yaparız,

--İnşaallah, şu evlâdımı okutacağım, hoca yapacağım; Allah'ın dinine, hizmetine vereceğim! 'Evlâdım! Apartman benden, otomobil benden, para benden, maaş benden... Hiç kimseden para alma, Allah rızâsı için şu dine hizmet et!" diyeceğim. Öyle yetiştireceğim evlâdımı...

--Yetiştirirsin veya yetiştiremezsin; ama, bu niyetinden dolayı sevap kazanırsın.

Demek ki, mâzî için tevbe, istiğfar, gözyaşı dökmek sevap kazandırır. İstikbal için hayırlı niyetler, projeler, temennîler düşünürsün, oradan sevap kazanırsın. İçinde bulunduğun anı da güzel, sevaplı geçirmeğe çalışırsın; olur, biter. Allah, böylece ömür sermayesini güzel tarzda geçirmeyi cümlenize, cümlemize nasib eylesin...

İnsan tabii, Rabbül Alemîn'in huzuruna vardığı zaman, hayatına pişman olacak. Ömründen pişman olmayan hiç kimse olmayacak. Kötüler pişman olacak, "Niye ömrümü kötü geçirdim?" diye... İyiler de pişman olacak, "Niye daha iyi geçirmedim, niye boşlukları tam doldurmadım?" diye...

Allah, rahmetiyle muamele ettiği, cennetine koyduğu, iltifatına erdirdiği, rahmetine mazhar ettiği kullarından eylesin... İki cihanın saadetine erdirsin... Firdevs-i A'lâ'yı nasib eylesin...

Bihürmeti esmâihil hüsnâ ve bihürmeti habîbihil müctebâ ve bihürmeti esrârı sûretil fâtiha!..

6. 1. 1991 - Melbourne