İSLÂM'DA AMELİN YERİ VE ÖNEMİ

Bismillâhir rahmânir rahîm...

Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ ve mevlânâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm biihsânin ilâ yevmil cezâ...

Kàlellàhu teâlâ:

(Felyevme lâ tuzlemu nefsün şey'en ve lâ tüczevne illâ mâ küntüm ta'melûn)

Bugün amelin, işin, çalışmanın, icraatın İslâm'daki önemi üzerinde bilgi vermeye başlayacağım. Hepimizin şimdiye kadar İslâmî kültürümüzden zihnimize yerleştirdiğimiz bir husus var ki, sadece bilmek yetmiyor. İnsanın bildiğini uygulamaya geçirmesi gerekiyor.

--Namaz kılmak iyidir.

--İyi ama, sen namaz kılmıyorsun, kılmayınca olmaz!..

--Ramazanda oruç tutmak farzmış, biliyorum. Ayette var, hadiste var...

--İyi ama, sen tutmuyorsun. Tutmayınca vebâlin artıyor. Hem biliyorsun, hem yapmıyorsun...

--Hacca gitmek çok iyiymiş...

--Ama gitmiyorsun, olmuyor!..

Bilgi yetmiyor. Ne kadar alim olursa olsun, bilgi insanı kurtarmıyor. Zâten, "İslâm'da İlim" diye bir konuyu açtığımız zaman, bu konuya mutlaka temas etmek gerekiyor. İslâm'da bahsedilen, kuru bilgi de değil... Hattâ, sadece geniş mânâsı ile bilgi de değil... Yâni biyoloji, astronomi, fizik, kimya da değil... Asıl önemli olan ilâhî hakîkatler, mânevi hakîkatler, uhrevî hakîkatler... Ahirette insanı kurtaracak, insana yarayacak gerçekler... Bir de bu bilgilere sahib olduktan sonra bu bilgileri uygulamak; lafta, teoride kalmamak, bilgisini icraata geçirmek...

Bunun önemine dair bir çok ayetler ve hadisler var... Mutlaka çalışmak lâzım, mutlaka icraata geçmek lâzım!.. Amel diyorlar ona... Amele de çalışan demek... Yâni, ilmiyle amel etmek demek, ilmin gereği olan çalışmayı yapmak demektir. İslâm'da ilmiyle âmil olan alim makbuldür.

Alim ama, nasıl bir alim?.. Hocadır, deryadır, bilgilidir, görgülüdür vs. ama, hâli nasıl?.. çocuğu, hanımı, ailesi, yaşayışı nasıl?.. Muamelâtı, insanlarla olan münâsebetleri nasıl?.. Münâsebetlerindeki tavırları nasıl?.. Oradan sıfıra gidebilir. Bilmek yetmez, uygulamak gerekir. Bu konuda çok geniş, tereddüde meydan vermeyecek malzeme var...

Yâsin Sûresi'nden hepimizin bildiği, ahireti anlatan şu ayet-i kerime:

(Felyevme lâ tuzlemü nefsün şey'en ve lâ tüczevne illâ mâ küntüm ta'melûn) Kısaca açıklayalım: "İşte bak, kabirden kalktınız... Ahiret oldu, haşir oldu, mahşer yerinde toplandınız... Mahkeme-i Kübrâ kuruldu, insanlar hesaba çekilecekler. İşte bugün (lâ tuzlemu şey'en) hiç bir can, hiç bir kişi, hiç bir mükellef varlık, zulme uğramaz, haksızlığa mâruz kalmaz!"

Haksızlığa nasıl mâruz kalınır?.. Ya hak ettiği kendisine verilmez... "Ben senin dükkânında çalıştım!" diyor; öbürü hakkını vermiyor. "Ama, sana şu kadar iş yaptım!" diyor; yine vermiyor... İşte bu zulüm olur. İnsanın hak ettiği verilmezse, zulüm olur. Ahirette, verilmeme tarzında zulüm olmayacak!..

Bir de, "Yürü hapse, gir şuraya!.. Otur, kıpırdama!.." gibi şeylerde, hak etmediği bir şeyi yaptırmakta zulüm olur.

Hiç bir canlı, hiç bir insan kıyamet gününde hesap gününde zulme uğramayacak. Ne yapmadığı bir şeyden dolayı cezâ görme, ne de yaptığının hakkını alamamazlık olmayacak. Bunu daha iyi açıklamak için, ayetin devamında buyuruluyor ki:

(Ve lâ tüczevne illâ mâ küntüm ta'melûn) "Neyi işlediyseniz, dünyada neyi uyguladıysanız, çalışmanız hangi sahadaysa, icraatınız neyse; işte, ancak onun karşılığını göreceksiniz. Mükâfat veya cezâ, iyi veya kötü... İyi iş yaptıysan, iyilik göreceksin; kötü iş yaptıysan, mutlaka kötülük göreceksin!.."

Bu cümle, başka bir ayet-i kerimeyi hatırlatıyor:

(Femen ya'mel miskàle zerretin hayran yerahû ve men ya'mel miskàle zerretin şerren yereh) "Zerre kadar hayrı işleyen, onun karşılığını görecek; aynı miktarda, küçücük, onun ihmal edileceğini sandığı kadar küçük günah işlemişse, onun karşılığını görecek!.." Cezâ ve mükâfat, kişinin yaptığının karşısında böyle olacak...

İcraat yapmak şart... Yerinde oturup ensesini şişirmek veya sırtını dayamak, bacak bacak üstüne atıp oturmak, ukelâlık etmek, insana hiç bir şey kazandırmaz. Bildiğini uygulayacak, sözünün eri olacak, düşüncesinin uygulayıcısı olacak!..

Kimisi bol keseden atar, tutar; fakat, hiç bir şey çıkmaz elinden... Biz üniversitede iken, bir grup çalışması yapıyorduk. İngilizcemiz ilerlesin, dînî bilgimiz gelişsin diye, İslâmî bir kitap tercüme edelim dedik. Küçük bir broşür var elimizde... Çeşitli büyük şahsiyetlerin niçin müslüman olduğunu, İslâm'ı niçin seçtiğini anlatan cümleler var içinde... Edebi cümlelerle, bir kaç satır halinde özetlemiş. Herkes, niçin müslüman olduğunu anlatıyor. Arkadaşlara:

"--Bunu okuyalım! Müslüman olmayan bir insanın, İslâm'ı neden beğendiğini bilmemiz bizim için çok önemli... Onu bilirsek, bizim için fevkalade faydalı olur, çalışmalarımıza temel teşkil eder. Onun için, bunu tercüme edelim!" dedim.

Küçücük bir kitaptı. Otuz veya kırk sayfa, cep kitabı, küçük ebatlı... Bir arkadaş dedi ki:

"--Ben bunu bir kaç günde yaparım!"

Ben:

"--Bu bir kaç günde, öyle kolay olmaz! Bu tercümeyi öyle kolayca, bir kaç günde yapamazsın!" dedim.

"--Yok hocam!" dedi. "Benim Siyasal Bilgiler'de su gibi İngilizce bilen, İngilizcesi çok mükemmel bir akrabam var... Ona bir akşam giderim, tercümeyi çarçabuk bir kenara atarız. Hani fotokopi makinasının bir tarafına koyup öbür tarafından çıktığı gibi... Yâni, bu kadar kolay yaparız!" dedi.

Ben güldüm. Dedim ki:

"--Sen üç gün diyorsun; ben sana bir hafta müsaade edeyim!.. Bir hafta değil, bir ay müsaade edeyim... Yalnız, bir ay sonra tamamlanmış, tercüme edilmiş şekilde isterim!"

Ne kadar zaman sonra bilmiyorum, kitabı aldı getirdi; "Hocam! Biz bu kitaptan hiç bir şey anlayamadık!" dedi ve iade etti.

Edebî cümle tabii... Nükte yapıyor. Yunus'un şiirini, Fuzûlî'nin şiirini kaç kişi anlar?.. Necib Fâzıl'ın bir şiirini derinlemesine kaç kişi anlar?.. "Anlayamadık!" dedi getirdi. Aciz kalmış. Su gibi İngilizce bilen, Siyasal'daki asistan akrabası demiş ki:

"--Vallàhi ben bundan hiç bir şey anlayamadım!"

Konuyu bilmeyince anlayamaz, çıkartamaz.

Bir başka misal: Edebiyat Fakültesi'nde Ordinaryüs Profesör Zeki Velidî Togan vardı. Başşehri Kazan olan Tataristan'da başkanlık filân yapmış, çok kıymetli bir insan... Hindistan Pencab Üniversitesi'nden rektör Âsaf Ali Feyzî Asgar diye bir profesör, onun tanıdığıymış. Edebiyat Fakültesine misafir gelmiş. Bizim profesör de bir konferans tertipledi. Herkes geldi. Oturduk. Çok da büyük bir anfi idi. Âsaf Ali mikrofona geldi. Uzun boylu, Hint müslümanlarından bir profesör... İngilizce konuşacak. Edebiyat Fakültesi'nin İngilizi Dili ve Edebiyatı bölümünün doçenti olan bir hoca geldi; o da tercüme yapacak.

Zeki Velidî Togan ve diğer meşhurlar ön sıraya oturdular. Ben Edebiyat Fakültesi'nde talebeyim. Âsaf Ali konuşmaya başladı, bir cümle söyledi. Tercüman tercüme edecek...

"--Sorry, tekrar et!.." dedi. Bilmem ne...

Beceremedi, anlayamadı, tercüme edemedi. Zeki velidî Togan, oturduğu yerden ona fısıldadı; şöyle, böyle diyerek bir cümleyi tamamladı. Âsaf Ali tekrar konuşmaya başladı. İkinci cümleyi de hiç anlayamadı. Üçüncü cümlede Zeki Velidî Togan kalktı. Doçent kıpkırmızı kesildi. Dersleri İngilizce veren, imtihanları İngilizce başarmış olup da, doçent olmuş olan kimse tercümeyi beceremedi. Kolejden mezun olmuş, Şekspir'i ve sâireyi ezbere biliyor, İngiltere'de kalmış, şâhâne telaffuzu var; amma, İslâmî bir konferansı anlamıyor.

Tradition kelimesi geçiyor, rivâyet diyor. Rivâyet değil ki; tradition, hadis-i şerif demek... İslâmî bir konferansta "The tradition of the prophet" demek, Peygamberimiz'in hadisi demek... An'ane, rivâyet falan diyor; tutmuyor. Daha başka şeyleri anlayamıyor. Olmadı.

Şimdi, insanlar mutlaka yaptığının mükâfatını ve cezâsını görecek. Amel, icraat, iş olmadan olmaz; bu kesin...

--Fakat acaba, benim yaptığım iş, icraat, fiil, çalışma beni kurtarmaya yetecek mi?.. Tamam, ben namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, hacca iki defa gittim. Haydi Allah'a ısmarladık, ben cennete gidiyorum...

--Sen icraat yapıyorsun ama, o icraatın seni cennete götürmeye yetecek mi; işte o belli değil!.. Neden belli değil?.. Çünkü, bir kere yaptığın ibadeti güzel yaptın mı?.. Şartlarına uygun yaptın mı, bir şeye benzedi mi, makbul oldu mu?.. Çarşıya pazara çıkartsan, satılıp alınabilecek gibi güzel bir şey mi; yoksa çürük, bozuk, sakat, kusurlu mu?.. Kokmuş mu?.. Yırtık pırtık mı?.. Yaptığın amelin ne olduğunu bilmiyorsun. Allah günahlarına ne kadar ceza verdi, sevaplarına ne kadar mükâfat aldın, bunun sonucu nedir; onu da bilmiyorsun!..

Onun için, insanın yaptığı amele, ibadete güvenmesi ve "Tamam, bu kadarı yeter!" demesi de çok yanlış olur. Buna bizim özel tabirimizle ameline mağrur olmak deniliyor. Mağrur, gururlanmak mânâsına değil, aldanmak demek... Şaşırmak, bilmemek, aldanmak mânâsına geliyor mağrur kelimesi... Yani, insanın ibadetine, ameline mağrur olması demek; yaptığı ibadetin, amelin hesabını yanlış yaparak ona güvenmesi demektir. Bu, tevâzûya da uygun olmuyor.

O bakımdan insanın ameline mağrur olmaması lâzım!.. Kibir gurudan öteye, çok iyi bir şey yaptığını sanıp da, ona güvenip yan gelip yatmaması lâzım!.. Tâ vefatına kadan insanın ibadet ve tâatte koşturması, "Acaba kabul oldu mu?" diye korkması lâzım!.. "Acaba Allah affetti mi, affetmedi mi?" diye, günahları için ömrünün sonuna kadar endişe etmesi lâzım!..

Geçen gün evliyâullahtan bir zâtın menâkıbını okudum, çok hoşuma gitti: Abdest alacak halde değil, hasta, ölmek üzere... Abdest aldırıyorlar. Abdest aldırdıktan sonra diyor ki:

"--Parmaklarımı hilallemeyi unuttunuz!"

Mâlum, elleri yıkarken parmakların arasını yıkamaya hilallemek tabir ediliyor. Ayak parmak araları için de bu aynıdır. Ayak parmaklarının da arasına su gitmeyebilir. O zaman abdest olmaz.

Yine, Hayrünnessâc isimli bir zâtın hikâyesini okudum: Başkaları bir şey görmüyor ama, o elini kaldırarak, "Sen orada dur!" diyor.

"--Sen de emir kulusun, ben de emir kuluyum. Benim görevim geçiyor. Bak, akşam namazının vakti geçiyor, neredeyse yatsı olacak!.. Ben kulum. Bu akşam namazını vaktinde kılmazsam mes'ul olurum. Ama, sen biraz bekleyebilirsin, senin vazifen geçmez. Senin için illâ şu vakitte olacak diye bir şart yok... Sen orada biraz dur!" demiş.

Güzelce abdestini almış, akşam namazını kılmış, yatağına uzanmış. Kelime-i şehâdet getirmiş, ruhunu teslim etmiş. Yâni en son ana kadar ibadete devam...

Peygamber SAS mescide nasıl geldi?.. İki koluna yardımcılar girdiği halde... Vefatına yakın günlerde, en son günlerinde namaza geldi. Gelemediği zaman içerde kıldı. İmamlığı Ebûbekr-i Sıddîk RA Efendimiz'e havale etti. Ama en son ana kadar ibadette, tâatte, duada... Geceleri sabahlara kadar secdede, namazda, niyazda; ayakları şişinceye kadar ibadette, gayrette idi. Yâni, çalışacağız, çabalayacağız; ama, ona güvenmek, ona aldanmak yok... Şaşırmak, şımarmak, kibirlenmek, böbürlenmek yok...

Amellerin kabul olmama durumları vardır. Kabul olmamasının sebeplerini de öğrenmek lâzım!.. Abdest almayı öğrendin, namaz kılmayı öğrendin, oruç tutmayı öğrendin; aferin... Ama, namaz ne zaman kabul olur, ne yaparsan kabul olmaz?.. Oruç ne zaman kabul olur, ne yaparsan kabul olmaz?.. Sadaka, hac ne zaman kabul olur ne zaman kabul olmaz?.. Bunları da bilmek lâzım!..

Bunları bilemezsen, "Ha bir kuru emektir." diyor Yunus Emre... "Sen kendini bilmedin, ha bir kuru emektir." Yâni, yaptığın iş boşuna demek istiyor. Onun için, insanın yapması gereken görevleri bilmesi lâzım!.. Görevlerin kabul olmaması, yaptığı halde makbul olmamasının sebeplerini de iyice öğrenmesi lâzım!.. Bunu da tasavvuf öğretiyor. Bir çok şey için tasavvufa ihtiyaç oluyor. Onu yapmadı mı kıymeti olmuyor.

--Bir ibadeti, bir hasenâtı yaptığı halde kabul olmaması mümkün mü?..

--Evet, mümkün!.. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: "Nice Kur'an okuyan insan vardır; Kur'an ona lânet eder." Kimbilir nasıl, ne maksatla okuyor?.. Kimbilir durumu nasıl ters ki, Kur'an ona lânet ediyor.

İstanbul'da birisiyle tanışmıştık; mevlidhanmış. Altın dişli, altın köstekli saatli, zengin, arabası filân var... Bizim fakültedeki arkadaşlarla tanışmış. Onlarla beraber Boğaz'da gezmeğe filân da gittiler.

Sonradan duydum ki, mevlidi güzel okumaları için, coşmaları için, utanmamaları için, mevlid okuyacakları yere bir kaç kadeh içer, öyle giderlermiş. O ne, bu ne?.. Gittiğin iş ne, yaptığın iş ne?..

"Nice Kur'an okuyan vardır, Kur'an lânet ediyor ona... Nice oruç tutan vardır, akşama elinde kâr yoktur. Akşama kârı, aç ve susuz kalmaktan ibarettir." diye buyuruyor Peygamber Efendimiz SAS...

Sabahtan akşama oruç tuttu ama, gıybet etti, harama baktı. Halbuki Allah su içmeyi, yemek yemeyi başka zamanlarda helâl kıldı. Yâni su içmek, yemek yemek helâl; şarap gibi haram değil... Ama, oruç tuttuğun zaman, helâl olan bir şeyi yapmıyorsun. Peki, helâl olan bir şeyi yapmıyorsun da, zâten ramazanın içinde de dışında da haram olan öteki günahı, oruçlu iken niçin işliyorsun?.. Mâdem, helâli bile yapmayacak kadar fedâkârsın, niye her zaman haram olanı yapıyorsun; gıybet ediyorsun, harama bakıyorsun, şu günahı bu günahı işliyorsun... Onlar orucun sevabını götürüyor. Adam kendini oruç tuttu zannediyor; akşama aç ve susuz kalmaktan başka kârı yok... Peygamber Efendimiz söylüyor.

Başka bir hadis-i şerifte: "Nice namaz kılan vardır ki, kıldığı namaz onu Allah'a yaklaştırmaz; Allah'tan uzaklaştırmağa yarar." buyruluyor. Yaklaştırmak şöyle dursun, Allah'tan daha uzak, daha koğulmuş bir kul haline gelmesine sebep oluyor. Demek ki, yapılan işin yapılmış olması yeterli değil... Böyle bir durumun olmamasına da dikkat etmek gerekli oluyor.

Bu amelleri, ibadetleri hebâ eden, sevabını iptal eden veya ibadetin kendisini iptal eden, ifsad eden, yok durumuna getiren sebepler nelerdir?.. Bu çok önemli bir konudur, genişçe anlatılması lâzımdır. Birkaç sebebi şöyle:

1. Her ibadetin şartları, farzları vardır. Onları yerine getirmezsen, kabul olmaz.

Misâl: Haccın önemli olan işlerinden birisi Arafat'a çıkmaktır. Adam hacca gitse, "Yâhu, bu sıcakta oraya gidilir mi?.. Hem orada ne binâ, ne de su varmış. Fazla izdihamlı imiş. Üstelik çadırda kalınıyormuş. Ben oraya gitmiyorum!" dese, olmaz. Haccın önemli bir rüknü Arafat'a çıkmak olduğu için, orada vakfe yapmak olduğu için, Arafat'a çıkmayınca hacı olmaz.

--Peki, harcanan paralar boşuna mı gitti?.. Otele, uçağa, girişe yapılan masraf boşa mı gitti?..

--İyi ama, farzını yerine getirmedin, şartını yerine getirmedin!..

Veya tavaf etmiyor. Böyle acâib insanlar çok... Meselâ, ihramın şartı traş olmamak, koku sürünmemek... Herkesin Arafat'ta ihramlı olması gerekiyor. Kıl koparmaması, traş olmaması, koku sürünmemesi lâzım!.. Birisi Arafat'ta çeşmenin başına oturmuş, sabununu fırçasını getirmiş, fırçasını suya banıyor, yüzünü güzel sabunluyor, traş oluyor. Demişler ki:

"--Ne yapıyorsun?.."

"--Traş oluyorum." demiş.

"--Traş olunmaz, ihramdasın!" demişler.

O da demiş ki:

"--Benim öyle şeye aklım ermez!"

Adam albaymış. Orduda alıştırmışlar onu, her sabah sinekkaydı traş olmaya... Orada da biraz sakalları uzayınca, keyfine aykırı geliyor albayın... Ondan sonra, "Benim aklım öyle şeye ermez!" diyor. Allah böyle yanağı düz, sinekkaydı traş olanı mı sever diye düşünüyor, artık nasılsa; ikaz ettikleri halde, aklı ermediği için traş oluyor. Tabii ki hacı olmaz, ibadeti kabul olmaz, bu kafada olursa... Haccın mânâsını anlayamamış. Hac süslenme yeri değil... Hac, ihtiyacını arzetme yeri, Allah'ın dergâhına yalvarma yeri... Fakirlik, yoksulluk, boyun bükme, ağlama yeri... O onu anlayamamış, süslenecek...

Namaz için de öyle... Bektâşî'ye demişler ki:

"--Erenler, kalkın namaz vakti geldi!"

"--Peki..." demiş uysal adam... Namaz kılmışlar. Ötekisi demiş ki:

"--Yâhu, sen tuvalete gitmiştin, abdest almadın. Kalk namaz kıl dedik; abdestsiz kıldın namazı!.."

O da demiş ki:

"--Dediniz 'Namaz kıl!'; ben de namaz kıldım. 'Abdest al!' deseydiniz, abdest de alırdık."

Tabii ki, onun namazı olmaz! Çünkü, abdestsiz namaz olmaz. Namazın şartı abdest...

Demek ki, İslâm'ı bilmemiz gerekiyor. "İbadetleri nasıl yaparsak tamam olur? Yapmazsak, neresi eksik kalır? Hangi eksikliği yaptığın zaman, ibadet boşa gidiyor?" Kimisi tamir edilebilir, kimisi de edilemez hatâ oluyor; yerine göre... İşte bunları mutlaka bilmek gerekiyor. Buna fıkıh ilmi diyoruz. İnsanın mutlaka ilmihal mâlûmatına sahib olması, fıkhî bilgiye sahib olması lâzım ki; amelleri işleyip de emeği boşuna gidenlerin durumuna kendisini düşürmesin!..

2. Bu hususta Peygamber SAS diyor ki: "Allah bid'at ehlinin namazını, orucunu, umresini, haccını vesâiresini kabul etmez!" Bid'at ehli oldu mu, kabul etmiyor. Namaz kıldı, oruç tuttu ama, bid'at ehli... O zaman kabul etmiyor.

Bid'at nedir?.. Rasûlüllah SAS'in zamanında olmayan, dinin aslında olmayan bir şeyi, sonradan din diye, dinin bir erkânıymış, usûlüymüş gibi ortaya çıkarmaktır. Bid'at ehli dini bozuyor. Dini Rasûlüllah'ın öğrettiği çerçevesinden çıkartıyor, değiştiriyor.

Onun için, bid'at çok büyük bir günah... Bid'at ehlinin farzını, nafilesini, ibâdet ve tâatını, haccını, umresini, namazını, orucunu, hiç bir şeyini Allah'ın kabul etmediğini Peygamber SAS bildiriyor. O halde insan, nasıl olmalı?.. Bid'atten şiddetle sakınan, Rasûlüllah'ın izinden çok dikkatle giden bir insan olmalı!..

Bid'atler nelerdir? Ne yaparsan bid'at olur? Ne yaprsan bid'at ehli olmaktan kurtulabilirsin?.. Bunları mutlaka bilmen gerekir. Çünkü, kabul olmuyor.

3. Haram lokmayla beslenen insanın ibadetini Allah kabul etmiyor. Haram parayla hacca giden bir insanın haccını kabul etmiyor.

Haram parayla hacca giden bir insan, (Lebbeyk, allahümme lebbeyk...) "Buyur yâ Rabbi! Emrine imtisâlen geliyorum. Sen davet ettin diye o beldeyi ziyaret ediyorum. Emrettin diye hac yapmağa geliyorum. Emrindeyim. Emret, buyur yâ Rabbi!.." diye lebbeyk çekerken; Allah ona, (Lâ lebbeyke ve sa'deyke) "Sana lebbeyk ve sa'deyk yok!.." der. Yâni, kabul etmez, reddeder, koğar dergâhından...

Demek ki, haram parayla hac mümkün değil, haram parayla hayır mümkün değil... Çok önemli!.. Hattâ bazı takvâ ehli insanlar, kendi parası olduğu halde, bu korkudan dolayı, arkadaşından borç para alırmış.

--Bana Allah rızası için üç milyon para verir misin?..

--Veririm.

Çünkü, borç para helâl... kendisi zengin, hacca gidecek durumda; fakat, borç para helâldir diye, arkadaşından borç alıyor.

Haccını helâl parayla yapmak için, borç parayı alır, haccını yaparmış. Gelince de kendi parasından ödermiş. O duruma düşmemek için bir kurnazlık, çâre... Ne yapsın?.. Haram parayla hacca gidip de, ondan sonra, "Senin haccını kabul etmedim, yüzüne çalınsın!" diye bir muameleye mâruz kalmaktansa, böyle düşünerek bir çâre bulmaya çalışmışlar.

Bazı evliyâullahın hayatını anlatıyorlar: Lokmam haram olmasın diye, adamcağız tarlayı kendisi sürermiş. Sürmek değil de bellermiş belki de... Öküze de minnet etmiyor, öküzü de sabana koşmuyor; onun da hakkı geçmesin diye... Tohumunu kendisi atarmış. Kendisi biçermiş, kendisi harmanlarmış. Kendisi eldeğirmeninde buğdayı öğütürmüş. Kendisi hamur yaparmış, kendisi pişirirmiş. Ondan yermiş. Haram olmasın, elimin emeği olsun, helâl minallah olsun diye gayret edermiş.

İbadetlerin boşa gitmemesi için tedbirlerden bir tanesi de budur. Görüyorsunuz, bu şeylerin hiç birisi önemsiz değil... Hepsine bizim de dikkat etmemiz gerekiyor. Yâni, lüzumsuz bir titizlik değil... Gerçek bir nokta, önemli bir nokta...

4. Riyâ ile, ihlâssızlıkla yapılan ibadetleri Allah kabul etmiyor:

(İnnalàhe azze vecelle lâ yukbelu minel ameli illâ mâ kâne lehû hâlisen livechih) "Allah ibadeti, ancak kendi rızâsı için yapılırsa kabul ediyor. İbadet riyâ için, gösteriş için yapılırsa, bu ibadeti kabul etmiyor."

Bu bölüm, ihlâs bölümü, hadis-i şerif kitaplarında büyük bir bölümdür. Riyâ bölümü de büyük bir bölümdür. Et-Terğîb vet-Terhîb, Buhârî, Tirmizî vs. hangi kitabı açarsanız, bu konularda sayfayarca hadis görürsünüz.

İhlâsla olacak! Yapılan şey ihlâsla olmazsa, sırf Allah rızâsı için olmazsa, gösteriş için olursa, riyâ ile olursa, şöhret için olursa, Allah onu da kabul etmiyor. Riyâ da büyük bir günah... Riyâya gizli şirk denmiş. Adam kendisini müslüman zannediyor, namaz kılıyor, "Lâ ilâhe illalah" diyor ama; içinde şirk-i hafî, gizli şirk var...

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

"--Ben en çok, ümmetimin şirk-i hafîye, gizli şirke düşmesinden korkarım!"

"--Gizli şirk nedir?" diye sorulunca;

"--Riyâdır!" buyuruyor.

Peygamber SAS Arabistan yarımadasını kasdederek diyor ki:

"--Artık şeytan ümidini kesmiştir; bu yarımadada kendisine, puta tapacak insan yoktur. Burada insanları Allah'tan gayriye taptırmaktan, şeytan ümitsizliğe düşmüştür. Artık olmaz diyor. Yalnız, onun bir ümidi vardır: İnsanları riyâya, gizli şirke düşürmek... Çünkü bu, karıncanın adımından daha sessizdir."

Karınca yürüyünce, burada konuşmayı keserek takır tukur bir şey yürüyor diye korkar mıyız?.. Hiç sesi duyumaz. Karıncanın ayak sesinden daha gizlidir bu şirk-i hafî... Bu şu demek: Çok dikkatli olmalıyız. Aman, işiniz gösteriş olmasın!.. Riyâ, süm'a, şöhret için, reklâm için olmasın!..

Bunların hepsine çok dikkat etmek lâzım!.. Bu da tasavvufla olur. İhlâsı öğrenmek, sırf Allah rızâsı için iş yapmak, riyâdan kurtulmak; o da tasavvufun işi... Görüyorsunuz, namaz kıldım demek, oruç tuttum demek yetmiyor; fevkalâde önemli noktalar var...

5. Kötü huy ve sû-i edeb, edepsizlik de amellerin kabul edilmemesine sebep olur. Adam kötü, şirret, edepsiz, küstah... İşte o zaman ibadeti kabul olmuyor. Meselâ, Rasûlüllah SAS buyuruyor ki:

(El hasedü ye'külül hasenâti kemâ te'külün nârul hatab) "Hased insanın yaptığı iyilikleri kül eder, yakar, bitirir, işe yaramaz hale getirir, sıfıra indirir." Adam bir hasetçi olmasından dolayı mahvoldu.

Kur'andan misâli:

(Lâ tübtılû sadakàtiküm bil menni vel ezâ) "Verdiğiniz hayırları, paraları, başa kakmak, minnet ettirmek, ezâlandırmak sûretiyle iptal etmeyin, sıfıra indirmeyin!"

Demek ki, adam başa kaktı mı, minnet ettirdi mi, verdiği kimseyi cezâlandırdı mı; işte o zaman sevabı gidiyor.

Bir hadis daha var ki:

(Matlul ganiyyi zulmün) "Zenginin fakiri kapıda bekletmesi, hayrını tehir etmesi, geciktirmesi bile zulümdür." Şıp diye verecek.

Ne diye fakiri mahv ü perişan ediyorsun?.. Bekle babam bekle, bekle Allah'ım bekle kapısında... Zenginin gönlü olacak da, zekâtın verecek de; bu fukaracık da alacak, çoluk çocuğuna yemek yapacak, yedirecek...

Demek ki, kötü huylar da sevapları iptal ediyor. Bunlar şu anda aklıma gelen şeyler ama, hepsi önemli...

Özetlersek: Fıkıh bilmemek, ibadetlerin şartlarını bilmemek, ibadetlerin kabul olmamasına sebep olur. Adam kendisi uydurarak bid'atçi olursa, ibadetleri kabul olmuyor. Haramla yapıyorsa, kabul olmuyor.

Köroğlu'nu kahraman gibi anlatıyorlar. Gidermiş, zenginlerden döğe döğe alırmış, fakirlere verirmiş... Bunun ibadeti ibadet mi?.. Hayır!.. Komünistler kahraman gibi gösteriyorlar. Haramdan hayır olmaz. Sen adama zulmet, işkence yap, bıçak sok, yarala, ellerini bağla, parasını al; öbür taraftan fukaraya ver...

--Fukaraya niçin veriyorsun?..

--Gönlü hoş olsun diye...

--Peki, bunun gönlünü niye yıkıyorsun?.. Niye buna ezâ veriyorsun?..

Haramla ibadet olmaz!.. Haram, bid'at, fıkıh bilmemek, riyâ, kötü huy amelleri ifsad ediyor. Sevapları kalmıyor, bütün amellerini bunlar iptal ediyor.

Demek ki muhterem kardeşlerim, oturup kalkıp Allah yolunda hizmet edeceğiz!.. Çalışıp çabalayacağız, ama şu şartlara riayet ederek: Riyâ ile değil, Allah rızâsı için... Haram ile değil, helâl ile... Cahillik ile değil, ilim ile... Edepsizlikle değil, nezâketle, tatlılıkla...

Şâirin birini --Neyzen Tevfik'i-- anlatıyorlar. Çok güzel ney çalarmış. Mehmed Akif Ersoy'un da ahbabıymış. Fakir adam, bekâr... Pis, pasaklı bir evde oturuyormuş. O kadar pismiş ki... Mehmed Akif'i bir akşam iftara çağırmış. Hanımı, çoluğu çocuğu yok... Elini yıkamış, iftar sofrasına oturacaklar. Artık ne ikram edecekse Mehmed Akif'e, bir şeyler yiyecekler. Elini yıkamış Mehmed Akif... Neyzen Tevfik havlu tuttmuş ve:

"--Al, sil!" demiş.

O da:

"--Yok, silmeyeceğim!" demiş.

"Al, sil!" diye ısrar etmiş. Öbürü yine yok filân demiş. Biraz daha ısrar edince; Mehmed Akif de şair, nükte yönü de var, şaka tarafı var:

"--Silmem, elim kirlenir!" demiş.

Havlu çok kirli tabii...

Bu Neyzen Tevfik, yolda gidiyormuş. Onurlu insan, sanatkâr insan... Birisi arkadan:

"--Üstad bir dakika!.." diye seslenmiş. Dönmüş. "Siz düşürdünüz galibâ, buyrun!" demiş, bir altın vermiş.

Almış; bir adama, bir paraya bakmış:

"--O yere düşen, sizin altın kalbiniz!" demiş.

Yâni, iyi niyetle, güzel bir tarzda vermiş. Darıltacak bir tarzda değil... Kimisi sessizce koyuveriyor cebine... Kimisi sessiz yapıyor, kimisi kimse görmesin diye gece yapıyor.

Evliyâullahtan bir kimse, borçluluğundan dolayı hapse düşmüş. Bu mübarek insanlar borç alırlarmış, ihvânına ziyâfet çekerlermiş. O borcu ödemek için de uğraşırlarmış. Alacaklısı bastırmış. Parasını hemen isteyince, o da verememiş ve hapse düşmüş. Başka bir şehirden de onun hocası, evliyâullahtan başka bir zat geliyor; daha yaşlı... Soruyor:

"--Falanca nerede?.."

"--Hapiste..."

"--Ne suç işledi?"

"--Borcunu ödeyemediği için hapse girdi, suç filân işlemedi." demişler.

O da borcunu ödeyivermiş; hiç ziyaret etmeden, kendisine görünmeden kalkmış, gitmiş. Adam hapisten çıkartılmış. "Niye çıkartıyorsunuz?" diye sorunca, "Borcunu birisi ödedi." demişler.

"--Kim ödedi?"

"--Belli değil..."

Neden yapıyor?.. Allah rızâsı için... Niye kendisi görünmüyor?.. "Teşekkür etme zahmetine, minnet altına sokmayayım." diye... Kalkıp gidiyor. Güzel ahlâk çok hoş şey... Güzel ahlâkı tasavvuftan öğreneceğiz. Jestleri, Allah'ın hoşuna gidecek işleri ve güzel tarzda yapmayı oradan öğreneceğiz.

Şimdi çalışmanın, icraatın, teoride kalmamanın, uygulamada da müslüman olarak yaşamanın; sadece kafamızda nazarî olarak, hayal olarak müslüman değil, hayatımızda ve işlerimizde müslüman olmak; evimizde kocalığımızda, hanımlığımızda müslüman olmak, İslâmî olmak; ticaretimizde müslüman olmak, her şeyimizi düzgün yapmak; arkadaşlarımızla ictimâî, beşerî münâsebetlerimizde müslüman olmak; her şeyi Rasûlüllah'ın sünnetine uygun yapmak gerektiğini anlıyoruz. Bunların hepsi icraat, hepsi önemli... Ama, icraatın kabul olmama tehlikeleri var... Onları öğreneceğiz, onlardan kendimizi koruyacağız.

--İcraat ne kadar? Neler icraat?..

İcraat çok çeşitlidir. Sevap kazanma yolları çok çeşitlidir. Hattâ onun için, evliyâullah tasavvuf kitaplarında yazmışlardır ki, "Allah'ın rızâsını kazanma yolları, insanı Allah'a götüren, kavuşturan yollar, kulların nefesleri sayısı kadardır." Yâni, o kadar çok...

Allah bazen, bir kanadı kırık kuşu tedâvi ediyorsun diye sever, rahmetine erdirir... Bazen bir kediye eziyet etti diye cehenneme sokar... Hadis-i şerifte var, sahih hadis-i şerif: "Bir kadını Allah cehennemlik eyledi..." Sebebi: Kediyi bir yere kapatmış... Kızmış; ne yaptıysa... Belki ortalığa pislemiştir, belki yırtmıştır, belki tırmalamıştır, belki perdeyi filân yırtmıştır... Ne yaptıysa artık... Kediyi bir yere kapatmış, yemek de vermemiş. Dışarıya çıkmasına da müsaade etmemiş. Kedi orada bağıra bağıra ölmüş.

"Bir kediyi hapsedip ölmesine sebep olduğu için -- bir yemek vermediği için; bir de dışarı çıkarsa kuş avlar, av avlar, gıdasını temin eder, ona da müsaade etmediği için-- bir kadın bu yüzden cehenneme girdi." diye bildiriliyor.

Bir kediden ne olacak? Bir sürü kedi var, kedi insan değil ki!.. Sen burda bir kedi öldürsen Avustralya kanunları bir şey yapar mı?.. Yapmaz. Ama, Allah o kediyi öldürmekteki duygudan dolayı, merhametsizlikten dolayı; o kulun zihin yapısının çirkinliğinden dolayı, onu cehennemlik ediyor.

Bununla tam ters, bir aksi misal: Allah bir kötü kadını, bir köpeğe su verdi diye cennetlik ediyor. Hadis-i şerifte var... Kadın düşkün, kötü yola düşmüş, günahkâr bir kadın... Çölde giderken çok susamış, bir su kaynağı bulmuş. Ama, su kaynağı çölün içinde kazılmış bir kuyu... Çöl olduğu için tabii, nerde ip, nerde kova?.. İnmiş kuyuya... Hani böyle tuta tuta iniyorlar ya... Kuyunun dibinde bir iki yudum su içmiş. Çok bir su da değil belki... susuzluğu gitmiş. Yüzünü yıkamış. Yukarı çıkmış kuyudan...

"Yukarıda ağzından dili sarkmış bir köpek gördü." diyor hadis-i şerifte... Köpek bitmiş, sıcaktan sürünerek geliyor, dili sarkmış. Kadın ona acımış. "Ben nasıl susuzdum! Aşağı indim, suyu içtikten sonra canlandım. Bunun da canı su ister. Dur şuna bir iyilik yapayım!" demiş. Tekrar kuyuya inmiş. Kap yok, kacak yok, kova yok, bakraç yok... Pabucunu çıkarmış, suya daldırmış. Pabucuyla yukarı çıkmış, koymuş köpeğin önüne... Köpek de pabucundan suyu içmiş, susuzluğunu gidermiş.

Peygamber Efendimiz'in hadisinde bu olay zikrediliyor ve "Bundan dolayı, Allah o kadını cennete soktu." deniliyor.

Bir kediden dolayı bir kadın ceheneme giriyor, bir köpeği sulamaktan dolayı bir kadın cennete giriyor. Yâni, Allah'a makbul gelecek bir işi yaptın mı, cennete giriyorsun. Nitekim, geçen gün de bir başka hadis-i şerifte okumuştuk. Allah bir kulu bir sebepten dolayı mağfiret etti mi, o mağfiret onun cennete girmesine sebep olur. Çok önemli!..

Onun için, hem sevinmemiz lâzım, hem korkmamız lâzım!.. Bir kediye o kadının ezâ ettiği gibi, bizim ezâlarımız yok mudur?.. Allah saklasın, bir sürü ezâlarımız vardır. Çocuğumuza ezâmız, karımıza ezâmız vardır. Kadının kocasına ezâsı vardır. Duyuyorum: Kadın kocasını evine almıyormuş. Avustralya kanunları da müsâit... "Gelmesin evime!.." deyince, gelemiyor. Kadın kaçmış, eve gelmiyor...

Kavga etmiyor mu aileler?.. Ediyorlar... Kadını kocası döğmüyor mu?.. Döğüyor... Çocuklar arasında çeşitli sıkıntılar olmuyor mu?.. Oluyor... İnsanlar arasında çeşitli kavgalar olmuyor mu?.. Oluyor. Sokakta bakıyorsun, yumruk yumruğa girişiyorlar, yaralıyorlar.

Bir gün Süleymâniye Kütüphanesi'nden çıktım. Elimde çanta, geliyorum. Şehzâdebaşı'nda bir kalabalık gördüm. Yavaş yavaş da geliyorum. Zâten akşama kadar çalışmışım, kafam kazan gibi şişmiş... Kalabalık birden bire açıldı. Bir baktım ki, adamın birisi, başı sargıyla bağlı... Herhalde daha önceden yaralanmış. Ama, iri kıyım bir şey... Elinde de bir bıçak var, kasap bıçağı... Böyle elinde bir bıçak bir adam, bir de karşısında bir adam... Delikanlı, ondan daha genç, daha uzun boylu... O da çevik...

Adam bıçakla ötekisinin üzerine hücum etti. Benden uzaktalar... Karşı duvar kadar var... Ben sadece karşıdan manzarasını görüyorum. Bir de baktım, olduğum yere yığılacağım. Heyecandan dizlerimin bağı çözüldü. Çünkü, bir yaralama göreceğim; neticede koca kasap bıçağı hart diye adamın karnına girecek, boynuna gelecek... Neresine gelecekse?.. Yâni, onun heyecanından bir de baktım, ayakta durmağa dermanım kalmamış.

İnsanlar birbirlerini yaralıyorlar, döğüyorlar, sövüyorlar, kırıyorlar... Çeşitli zulümler... Parasını alıyor, vermiyor... Çeşitli haksızlıklar...

Geçen gün evliyâullahın menâkıbında okudum: Güzel giyimli birisi karşıdan geliyormuş. Arabistan'a göre mal iyi, keten kumaş... Makbul, sıcağı geçirmeyen güzel bir şey... Bu tarafta adam bakmış, onu yabancı görmüş. Üzerindeki elbiseleri de beğenmiş.

"--Bana bak! Çıkar bakalım o elbiselerini!.."

Soyacak yâni... Tabii, elbisesi böyle dikimli miydi, harmâniye miydi, çarşaf gibi miydi; nasıldı, bilmiyoruz. "Çıkar elbiselerini!" demiş.

"--Yapma bu işi, en iyisi!.."

"--Yok! Çıkar, canın gider!.."

Şahıs sakin sakin soruyor:

"--İlle olacak mı bu iş?.."

"--Çâre yok, çıkaracaksın!.."

Uzaktan şöyle bir işaret etmiş, hırsızlık yapmak isteyen adamın iki gözü gitmiş. Uzaktan bir işaret, yâni gözüne sokmak değil...

Bir başka zâtın hâlini okuyorum; yine o Hayrünnessâc Rahmetullahi Aleyh... Allah şefâatine erdirsin... Çarşıda çalışmış, dokuma dokumuş, dokuduğunu satmış, parayı almış, kuşağına koymuş, eve getirmiş. Birisi de o parayı görmüş, onun peşine düşmüş. Girmiş eve, almış parayı...

Biraz sonra, kendisi gelmiş kuzu kuzu, adamın karşısına... Eli böyle kapalı, açamıyor. Paralar içinde... Demiş ki: "Ben senin mal sattığını gördüm. Eve girdim, parayı çaldım. İşte elim açılmıyor." Açmak istiyor ama, açamıyor. Mânevî bir hâl... Dua etmiş, eli açılmış, paraları vermiş. "Haydi git! Bir daha böyle edepsizlik yapma!" demiş.

--İbadetlerin çeşitleri çoktur. Bunların en kıymetlileri, en fazîletlileri hangileridir?.. Hangisiyle meşgul olacağız?..

Neden böyle bir fikir atıyoruz?.. Çünkü, ömür kısa, yapılacak işler çok... Önemliyle meşgul olalım!.. Yâni, "Şu dükkânda çalışırsan, günde on dolar alırsın; şu işte çalışırsan, elli dolar alırsın." deseler, elli doları tercih eder insan... Aynı zamanda daha çok para kazanacağı tercih eder. Onun için, amellerin, ibadetlerin en hayırlıları, en efdali nelerdir; onları anlamamız ve onlarla meşgul olmamız lâzım!..

Bugünkü derste, iş yapmanın, amel yapmanın gereğini öğrendik, tehlikelerini bildik... Yarın da sağ olursak, hangi ibadetler daha fazîletlidir; onu anlatalım!.. Yâni, hepimiz gidip de kuyudan köpeğe su mu çıkartalım?.. Olmaz! Her şey yerine göre... Yerine ve tam tavına göre... Hangi şey daha sevaplıdır; onu da önümüzdeki derste açıklayacağız.

Bu bilgiler, Allah'ın sevdiği ibadetleri yaparak ömrümüzü geçirmemize vesîle olsun...

5. 1. 1991 - Melbourne