SEVGİ VE ŞEFKAT NÜMóNESİ
Dr. Metin ERKAYA
Lisede öğrenciydim. Okuduğum kitaplardan bir kâmil mürşidin gerekli olduğunu öğrenmiştim. Bir ağabeyimiz Hocaefendi'den bahsetti. Beraber İstanbul'a gittik. Bir pazar günü İskenderpaşa Camii'nde hadis dersi yapıyorlardı. Kendilerini ilk kez o zaman gördüm (9.7.1972). Yüzleri aydınlık, uzunca beyaz sakalları pırıl pırıldı. Çok heybetli görünüyorlardı. İçimi bir heyecan kapladı, aklımdan her şey gitti. Gözlerimi ayıramıyordum, hayran hayran bakakaldım.
Bir ara içimden, "Bana bakarlar mı?" diye düşündüm. Göz göze geldik. Acaba tesadüf mü diye üç kez daha denedim. Her seferinde gözümün içine bakıyorlardı. Keşif sahibi bir zat olduklarını anladım. Ertesi hafta hadis dersinden sonra evde ziyaret ettik, ders tarif ettiler. Tarif edilmez bir sevinç içindeydim.
İstanbul Tıp Fakültesi'nde okurken, ilk yıllar İskenderpaşa Camii'nin yurdunda kaldım. Vefatlarına kadar da öğrencilik dolayısıyla İstanbul'daydım. Bu sebeple pek çok kereler huzurlarında bulundum. Uzaktan yüzüne bakmaya doyamazdık. Yakınında olduğumuz zaman, bakmaya cesaret edemezdik. Yanında iken aklımızda olanları unuturduk. Bir şey sordukları zaman zor cevap verirdik. Saatlerce otursak yanından kalkmayı canımız istemezdi.
Çok merhametli ve şefkatli idiler. Özellikle hacca giderlerken çok duygulu olurlardı. O gün, genellikle işrak namazından sonra, bazan caminin içinde, bazan önünde elini öpmek için sıraya girerdik. Hüzünlü ve yaşlı gözlerle herkese tek tek teveccüh ederlerdi. Elini öperken, çok yavaş bir sesle, "Cezâkellahu hayran kesîrâ" (Allah seni çok çok hayırlarla mükâfatlandırsın!) dediklerini duyardık.
El öpmeler bittikten sonra, ellerini kaldırıp dua ederlerdi. Duanın yarısına gelmeden gözlerinden yaşlar dökülmeğe başlar, sesleri ağlayımsı olur; duayı tamamlayamadan müsaade isteyip ayrılırlardı. Uzak bir yere gidecek şefkatli bir babanın, küçük çocuklarından ayrılması gibi bir hal içinde olurlardı. Müthiş bir sevgi ve şefkat nümûnesi idiler.
Bu sevgi ve şefkat, bütün davranışlarında görülürdü. Caminin içinde otururken, birisi gelse kulağına bir şey söylese; onu dinlerler, sıkıntısını gidermeğe çalışırlardı. Genellikle namaz çıkışlarında, problemi olanlar cami ile evin arasına sıralanırlardı. Herkesi tek tek dinlerler, uygun tavsiyelerde bulunurlardı. Kendisiyle görüşen kimse elini çekmedikçe, onun elini bırakmazlardı. Elini öptüğümüz zaman sıkıntılarımız gider, gönlümüz huzurla dolardı.
Mahallenin küçük çocukları caminin avlusunda beklerler, namaza gelirken elini öperlerdi. Bazan çocuklardan gecikenler olur, "Hoca Efendi!.. Hoca Efendi!.." diye arkasından seslenirlerdi. Arkasına döner, onları beklerdi. Elini öpmelerine izin verir, gönüllerini hoş eder, camiye öyle girerlerdi.
Müridlerine karşı çok sabırlı ve fedâkâr davranırlardı. Özellikle daha önceki şeyh efendilerden intikal eden ağabeylere ayrı bir müsamaha gösterirlerdi. Onların serbest davranışlarına, itirazlarına sabrederler, kaba ve yüksek sesle konuşmalarına tahammül ederlerdi. Caminin yanında kalan öğrencilerle husûsî ilgilenirlerdi. Onlara yemek, meyva vs. gönderirler, bayramlarda harçlık verirlerdi.
Evine gelen ziyaretçilere de çok şefkatli davranırlardı. Bir tek kişi için bile müracaat etsek, kabul ederler; oturup ders tarif ederlerdi. Huzurunda bazan usül adab bilmeyen kimseler de olur; havadan sudan konuşurlardı. Onları büyük bir sabırla dinlerler, hoşuna gitmese de belli etmezlerdi. Ziyaretçiler fazla oturdukları zaman, rahatsız bile olsalar hissettirmezlerdi.
Bir keresinde tıpta okuyan üç arkadaş intisab etmek istiyordu. Namaz çıkışında elini öptük. Arkadaşların ders almak istediklerini kendilerine arz ettim. Evde müsait olmayan bir durum olmalı ki:
"--Necâti Efendi'ye götür, tarif ediversin!" buyurdular ve yürüdüler.
İçimden:
"--Keşke Hocamız tarif etseydi." diye düşündüm.
Tam o sırada durdular, geriye dönüp bana:
"--Elvekîlü kel asl" buyurdular.
Ben Arapça bilmiyordum ama, "Vekil asıl gibidir." dediklerini anladım.
Cuma günleri öğleden önce yarım saat - kırkbeş dakika, pazar günleri de ikindiden sonra bir saat Râmûzül Ehâdis'ten hadis dersi yaparlardı. Hadis dersleri tevafuklarla dolu olurdu, herkes gönlündeki problemin cevabını alırdı.
1977 yılı baharıydı. Bir pazar günü hadis dersine Es'ad Coşan Hocamız'la beraber geldiler. Ders yaparken üzerinde oturdukları mindere Es'ad Coşan Hocamız'ı oturttular:
"--Bundan sonra dersi Es'ad yapacak!.." dediler.
Sonra, kendileri de yanına, yere oturdular. O günden sonra, dersleri Es'ad Coşan Hocamız yapar oldu. Yalnız bir seferinde Es'ad Coşan Hocamız Ankara'dan gelememişlerdi, cemaat de bekleşiyordu. Bir de baktık Efendi Hazretleri acele acele geldiler. Üzerlerinde entari vardı, ayakları da çıplaktı. Kırkbeş dakika kadar ders yaptılar. O günden sonra bir daha ikindi dersi yaptıkları görülmedi.
Ameliyattan iki ay sonraydı (Mayıs 1980). Bir grup arkadaşla ziyarete girdik. Sokağa bakan odada, penecerenin önünde, bir divanda oturuyorlardı. Oturdukları yerden, karşı binanın duvarına yazılan sloganlar görülüyordu. Bize bir olay anlattılar:
"--Dün İzmit'ten bir efendi geldi. Seyyidmiş, elinde bir şecere vardı; onu okutmak için gelmiş. Bana dedi ki:
'--Biz Ülkücüyüz, biz de şeriatı getireceğiz!'
'--Namaz kılar mısın?" dedim.
'--Kılmam..." dedi.
'--Kur'an okumasını bilir misin?" dedim.
'--Bilmem..." dedi.
'--Bu halde nasıl getireceksiniz şeriatı?..' dedim." buyurdular.
Sonra bize dediler ki:
"--Ne Ülkücü olun, ne Akıncı olun!.. Duvarlara yazı yazmakla rejim değişmez! Süleyman (Demirel) der:
'--Yediyüzbin askerimiz var, şu kadar polisimiz var...'
Bunlar isteseler anarşiyi hemen önlerler."
Aramızda Bursalı arkadaşlar da vardı. Çıkarken onlar dediler ki:
"--Efendim! Konya'da arkadaşlar Akıncı Gençlik Derneği diye bir dernek kurmuşlar, Bursa'ya onun şubesini açmak istiyoruz; ne dersiniz?.."
"--Kurmayın!.." buyurdular.
Bu sözler Konya'ya ulaşınca, ordan gelen bazı arkadaşlar:
"--Efendim! Ağabeyler kurun dedi de onun için kurduk da... Şöyle de, böyle de..." diye bazı gerekçeler öne sürmüşler. Efendi Hazretleri de susmuşlar, bir şey dememişler.
Aradan bir kaç ay geçip 12 Eylül darbesi olunca, dernek yöneticisi arkadaşlar hep tutuklandılar. Bazıları ikişer yıl hapiste yattılar, Mamak'ta işkence gördüler. Efendi Hazretleri'nin çok önceden olayları sezdiklerini ve ihvânını korumak istedikleri zamanla anlaşıldı.
6 Kasım 1980 perşembe günüydü. Rahatsız olduklarını ve Hicaz'dan döneceklerini duyduk. Öğle namazından sonra caminin avlusunda beklemeye başladık. Saat ikiye beş kala arabayla geldiler. Arabadan indirip tekerlekli sandalyeye koydular. Sandalyeyi kucaklayıp merdivenleri indirdiler. Çok bitkin bir haldeydiler. Başlarında örme bir takke vardı. Yüzleri sararmıştı. Hüzünlüydüler. Sakallarındaki o canlı parlaklığın yerini gümüş renginde bir solukluk almıştı. Vücutları zayıflamıştı.
Merdivenlerden indirildikten sonra, o sandalyemsi şeyin içinden hafifçe sağa doğru döndüler: "Esselamü aleyküm!.." dediler. Sesleri çok zayıftı. Eve götürüldüler. Bu kendilerini son görüşüm oldu.
Herkes çok üzgündü, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Hiç kimse doktorların dediklerine inanmak istemiyordu. Bu endişeli durum, 13 Kasım perşembe günü yerini gözyaşlarına bıraktı. "Her gelen gitse gerektir!" dedikleri, kendileri için de vâki olmuştu. Acı haberi duyanlar camiye toplanıyorlardı. Caminin içinde herkes Kur'an okuyor, hazin bir sessizlik herkesi kuşatıyordu. Öğleden sonra gökyüzü de bu ağıta katıldı, hafif bir yağmur yağmaya başladı.
14 Kasım günü cuma namazından önce, Süleymaniye Camii'nin içi, dışı, avlusu ve çevre sokaklar, yollar cemaatle doldu. Yurdun hemen her tarafından ve yurtdışından gelenler görülüyordu. Üzgün fakat çok vakarlı bir kalabalık vardı. Hemen herkes sessiz sessiz ağlıyordu.
Cuma namazı kılındı. Cenâze namazını kıldırması için, Necâti Amca'nın gelmesi bekleniyordu. Caminin içinden çıkıp musallâya gelmesi kalabalıktan dolayı gecikince, bir ağabeyin arzusuyla orda bulunan başka bir hoca efendi cenâze namazını kıldırdı. Namazdan sonra, tabut eller üstünde kabristanın kapısına doğru yönelince, pek çok kardeşimizin kendisini tutamayıp hüngür hüngür ağladıkları görülüyordu. İzdihamdan dolayı çok az kimsenin kabristana girmesine izin verdiler. Namaz süresince hafif hafif yağan yağmur hızlandı. Cemaat mahzun, boynu bükük camiden dağıldılar.
Ondan sonraki günler İskenderpaşa'da hatimler okunuyor, dualar ediliyordu. Cemaat suskundu, kimse çok fazla konuşmuyordu. Efendi Hazretleri'nden sonrası için genel bir açıklama yapılmamıştı. Sonradan öğrendiğimize göre, bazı ağabeyler tedbir olsun diye yeni durumu, yâni M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz'in irşad görevini, gizlemeyi uygun görmüşler. Bu arada, "Efendi Hazretleri bir mektup bırakmış da, 40 gün sonra açılacakmış da..." gibilerden yanlış haberler yayılıyordu. Bu durum kısa süre de olsa, bir çoklarında şaşkınlığa yol açtı.
Biz de yurtta, öğrenci arkadaşlarla oturup, bu vazifenin kime verilmiş olabileceğini müzakere ettik. İlim yönünden, güzel ahlâk yönünden, bütün cemaatin sevgisini kazanmış bir kimse olarak, irşad görevinin Es'ad Ağabeyimiz'e verilmiş olabileceğine karar verdik. Hem zâten hadis derslerini yapsın diye, Efendi Hazretleri bizzat elinden tutarak kürsüye oturtmamış mıydı!..
Fakat maalesef, 40. günü Ankara'da Hacıbayram Camii'nde yapılan hatim duasına kadar, bu konuda sağlıklı bir bilgi edinemedik. O gün hatim duasından sonra, herkesin elini öpüp biat etmesiyle, M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz'in irşad vazifesi ilân edilmiş oldu.
Askerlik dolayısıyla ancak 4 Ocak 1981 günü İstanbul'a gidebildim. Sabah namazına İskenderpaşa'ya yetiştim. Cami dopdoluydu. Cemaatte bir canlılık vardı. Caminin içinde, sağ tarafta, müezzin mahfelinde sarıklı, krem renkli cübbeli, siyah sakallı, heybetli bir zât-ı muhterem oturuyordu. Eski Es'ad Ağabeyimiz'den çok farklıydı. Dua kitabından okudular. Sonra, hatm-i hâcegân yaptırdılar, dua ettiler. İşrak namazı kılındı. Cami çıkışında elini öptük, bağlılıklarımızı arzettik.
İkindi hadis dersi çok kalabalıktı. Cemaat caminin avlusunu doldurmuş, caddeye taşmıştı. Namaz kılınırken, bir kısım cemaat ayakta kalmıştı. Hadis dersinden sonra cami avlusu bayram yeri gibiydi. Herkes birbiriyle musafaha ediyordu. Uzak yerlerden gelenler dostlarıyla, arkadaşlarıyla hasret gideriyorlardı. Ders alacak arkadaşlar caminin arka kısmındaki misafirhaneye götürülüyordu. Herkes çoşkulu ve ümit doluydu.
Hocaefendimiz camiden çıkarken yol açıldı. El öpmek için yine sıraya girildi. Sorunları olanlar yine fısıldaştılar. Her şey Efendi Hazretleri'nin (Rh. A) zamanındaki gibiydi.
Efendi Hazretleri'ni (Rh. A) ziyaret etmek için Süleymaniye'ye gittiğimizde, pek çok ziyaretçiyle karşılaştık. Kabrin üzerine çimenler ekilmiş, çiçekler dikilmişti. Sanki sağlığında ziyaret ediyormuş gibi içimiz huzurla doldu, yanından ayrılmayı canımız istemedi. Hasret gözyaşlarıyla selâm verip ayrıldık.
Şimdi aradan 15 yıl geçti. M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz de aynı tarzda, herkese sevgi ve şefkatle muamele ettiler. Bütün Anadolu'yu dolaştılar, nerdeyse bütün ihvânı birer birer ziyaret ettiler. Özellikle yaşlılara ve Efendi Hazretleri'nin (Rh. A) döneminden kalan ihvâna sabır ve müsamaha gösterdiler. Onların itirazlarına, kırıcı davranışlarına tahammül ettiler.
Yoğun bir faaliyet içine girdiler. Efendi Hazretleri'nin (Rh. A) yapılmasını arzu ettiği pek çok şeyi gerçekleştirdiler. Caminin yanındaki evler satın alınıp cami genişletildi. Ankara'da ve başka şehirlerde de hadis dersleri yapıldı. Vakıflar, dernekler kuruldu; hizmetler yaygınlaştırıldı. Dergiler yayınlandı, yayınlanıyor. Şirketler kuruldu, okullar açıldı. Birçok yerde radyo yayınları başlatıldı. Cemaat büyüdü, genişledi; yurtdışına, başka ülkelere, başka kıtalara yayıldı.
Gençlerle yakından ilgilendiler; doktorlar, doçentler, profesörler yetiştirdiler. Yayıncılar, eli kalem tutan yazarlar, araştırmacılar yetiştirdiler. Çeşitli mesleklerde uzmanlar, işadamları yetiştirdiler. Sayıları yüzbinlere varan, Hakk'a bağlı, kimseye eyvallah etmeyen, aydın bir topluluk oluşturdular.
Hocaefendilerimizin bu sevgi ve şefkatlerinin sonucu olarak, bugün yüzbinler Mehmed Zâhid Kotku Efendi Hazretleri'ni tanıyor, eserlerini okuyor; hemen hergün ruhuna fatihalar gönderiyor, himmetlerini taleb ediyor. Binlerce genç onun ismini taşıyor. Bu vesîleyle biz de kendilerini sevgi ve hürmetle anıyor, yoluna ve dergâhına bağlılıklarımızı arz ediyoruz.
1. 6. 1996 - Sincan / ANKARA