ÖYLE BİR ZÂT Kİ...

Süreyya ŞEKER

Avrupa'dan döndükten sonra, babam Ankara'da beninle tanışmak isteyen bir arkadaşı olduğunu söyledi. Olur baba, dedim. Hacı Bayram-ı Veli Camii'nin imamıymış. "Nasıl tanıyacağım?" dedim. "İftitah tekbirinden tanırsın. Gür bir sesi var, bomba gibi patlatır. İri kıyım biri..." dedi. Seve seve gittim.

Hakikaten imam tarif edildiği gibiydi. Kimin huzurunda bulunduğunu anlatmak için, bilerek yapardı. Namazdan çıktık. Ona doğru bir iki adım attım.

"--Dur sen, gel bakayım! Kimsin sen, hiç yabancı gelmiyorsun?" dedi.

"--Zonguldak..." deyince hemen anladı, "Sen Ali Efendi kardeşimin oğlusun!" dedi.

Beni Dr. Emin Acar ile tanıştırdı, bana sahip çıktılar. Askerliğim de Mamak'ta geçti. Sonra iş durumu vs. iki üç sene Ankara'da kaldım.

O esnada Emin Ağabey boş durmadı, beni Bolu'da Muhiddin Efendi'ye götürdü. Hep gelenler gidenler oluyor, İskenderpaşa'dan, Mehmet Efendi Hazretleri'nden bahsediliyordu. Ama ben hiç ilgilenmiyordum, adetâ kulağım duymuyordu. Evet hürmetim vardı ama, tanımıyordum kendilerini...

Daha sonra, Emin Ağabey'e:

"--Biz Muhiddin Efendi'den ders almadık. Sen benim yerime vekâleten ders alıver!" dedim.

Allah razı olsun, gitmiş Bolu'ya, 1968 Nisan ayında... Muhiddin Efendi gülümseyerek demiş ki:

"--Oğlum Emin, o oğlumuzun yeri İstanbul, o İstanbul'a teslim olacak!" demiş.

"--Ağabey bir yanlışlık olacak. Ben Muhiddin Efendi'den ayrılmak istemiyorum, ben onun evlâdı olmak istiyorum. Yoksa imtihan mı ediyorlar beni?.." dedim.

Bir iki hafta geçti. "Ağabey sen git, yine yalvar!" dedim. Bu sefer tekrar gidince, Muhiddin Efendi Emin Ağabey'i azarlamış:

"--Oğlum Emin, sana kaç defa söyledim; o delikanlı gidecek, İstanbul'a teslim olacak. Oranın evladı o, anlamıyor musun?" demiş.

O geldi, "Artık gideceksin!" dedi. Tabi ben istemeye istemeye gitmeye karar verdim. Atladım arabaya İstanbul'a gittim. Sirkeci'de bir yere yerleştim, inat ya Fatih'e gitmiyorum. Daha İskenderpaşa'nın yerini bilmiyorum. Beraber okuduğumuz bir arkadaşıma gittim ziyarete... "Ooo hoş geldin! Nasılsın?.. Askerliğin bitmiş, seni işe alalım!" dedi. Beni işe aldılar.

Aradan 3-5 gün geçti. Bir sabah namazından önce beni yatakta öyle bir sıktılar ki, fırladım yerimden... "Ne oluyor ya?.." dedim. Çabucak abdest aldım, doğru Fatih'e yollandım. Cağaloğlu'ndan çıktım, Beyazıt'tan geçtim, kendimi İskenderpaşa Camii'nin önünde buldum. Sabah namazına, birinci rekâta kıyamda yetiştim. Namazdan sonra Efendi Hazretleri'nin elini öptüm. İlk görüşmemiz öyle oldu.

Bazı şeyler anlatılmadan öte, hissedilir. Bir yağmur damlası bir denize düşerse ne olur; kaybolur gider. Efendi Hazretleri'ni ilk gördüğümde, aynen öyle oldu. Kendimden geçer gibi oldum. Bütün her şeyi, bütün dünyayı, kainatı unuttum.

Ondan sonra artık, "Hiç başka bir şey istemiyorum." dedim. Ne Avrupa'sı ne Amerika'sı, hiç bir şey kalmadı. Bir sürü tasarılarımız vardı, hepsi uçtu gitti. "Ne olursa olsun, maddi sıkıntılara düşersem düşeyim, ben ayrılmam!" dedim. "İşte şu avantajların var..." filân dediler. "Olmaz, bitti bu iş... Çünkü artık ruh sahibini buldu." dedim.

Bir gün Necati Efendi Amca ile beraber camiden çıkmış, evine gidiyorduk. Kendisine refakat etmek hoşuma giderdi.

"--Efendim ben çok üzülüyorum..." dedim.

"--Hayrola!.." dedi.

"--Ne mutlu size; Hasib Efendi Hazretleri'ni tanıdınız, Abdül'aziz Efendi Hazretleri'ni tanıdınız...

"--Yâ öyle mi?" dediler.

"--Öyle..." dedim.

Şöyle bir durdu, bana dik dik baktı:

"--Sen ne cahilsin! Sen farkında değilsin kime bağlı olduğunun!.. Sen öyle bir kapıdasın ki, öyle bir zatı buldun ki... Daha ne istiyorsun, ne hayflanıyorsun?.. Kat'iyyen aklına öyle bir şey getirme; sen bir buldun, pir buldun!" dedi.

1976'da Hac yolculuğuna çıkacaktık. "Nasıl yapalım?" diye sordum ağabeylere... Ağabeylerden biri:

"--Sen öyle bir zatla gidiyorsun ki, o Peygamber SAS Efendimiz'in hareketleriyle, ameliyle techiz edilmiştir. Her hareketi Efendimiz SAS'in hareketlerine uygundur. Bakacaksın, parmağını oynatsa parmağını oynatacaksın. Tam kopya al, bu meşrû bir taklittir." dedi.

Cenâb-ı Hak lutfetti, 1976 haccına Hocaefendi Hazretleri'yle birlikte gittik. Medinede'yiz. "Onsuz gitmem!" diye, Ravza-i Mutahhara'ya gitmedim. Bir namazdan sonra döndü bize dedi ki birden:

"--Siz Efendimiz SAS Hazretleri'ni ziyaret ettiniz mi?..

"--Hayır!" dedik.

"--Niyeymiş?" dedi.

"--Zât-ı âliniz olmadan, biz nasıl gideriz oraya?.. Siz götürürseniz gideriz." dedim.

Sabah namazından sonraydı. Dışarıda kılmıştık. Evine gittik. Kapıyı açarken bize döndü:

"--Saat 10'da ziyaret edeceğiz!" dedi.

Çok sevindik, diğer ağabeylere de söyledik. Saat tam 10'da çıktı Efendi Hazretleri... Ben başımı şöyle bir döndüm, arkadaşlara işaret edeceğim. Başımı geri çevirdim, saniye sürdü, Efendi Hazretleri yok olmuş, yirmi metre ileri gitmiş. Nasıl hayret ettim. Zor yürüyen Efendi Hazretleri o esnada uçmuş sanki, zor yetiştik.

O sene çok kalabalıktı. Neyse 8-10 kişi Efendi Hazretleri'ni ortamıza aldık. Bab-ı Selâm'dan giriyoruz. "Kardeşlerimiz biraz kuvvetlice gibi, sizi koruyalım!" dedik. Gülümsedi, "Peki, peki..." dedi. "Şöyle karşıya gelin!" dedi.

Peygamber Efendimiz SAS'in karşısına geçtik. O esnada:

"--Emanet selâmları olan önce onları verecek; Yâ Rasûlallah! Ümmetinden filânca kardeşimin selâmı var, lütfen kabul et!" diyecek dedi. "Ondan sonra, 'Essalâtü ves selâmu aleyke yâ rasûlallah!..' diye başlayan salevât-ı şerifeler var, onları okuyacaksınız!" dediler.

"--Peki efendim!" dedik.

Onları okuya okuya gidiyoruz. O sırada Efendi Hazretleri'nin, Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri'ne bakışını yakaladım. Orada artık aşık maşukla vuslata ermiş; tarifi imkânsızdır. Nazar gidiş gelişi oluyor. Öyle bir nazarı var ki Ravza'ya doğru... Gözleri tarif edilmez bir halde, öyle bir nazar, öyle bir ışın gidiyor ki... Öyle bir erime var ki... Teslimiyetin ne olduğunu orada gördüm. Orada kendi selâmımı bile unuttum, dizlerimin bağı çözüldü. O zaman hangi kapıya bağlandığımızı daha iyi anladım.

Kadın ve Aile, Kasım 19..