SON KARŞILAMA
Halit İLHAN
Hocaefendi'yi en son tanıyanlardan ve sohbetine erenlerden biriyim. Kendisini önce pazar günleri verdikleri ikindi sohbeti ve cuma dersleri ile tanımıştım. Bu, henüz ocağa yakın ve feyiz aldığım dönem değildi. Bu kavramların üzerinde duruyorum. Zira kanaatimce, sohbet dinlemek, ders takip etmek, manevi mânâda ocağa yakınlık değildir. Gönül bağı denilen intisabı, ben ocağa yakınlık olarak yorumluyorum.
Hocaefendi'nin irşad metodu bir tevazu içinde idi. Bunu daha çok bir sohbet halkasında, devamlı ve de net yapmayı tercih etmiş, ilmini halka indirgemişti. Hocaefendi'nin en önemli özelliği, halka anlaşılır bir şekilde hitabetmesiydi. Devamlı Türkiye'yi dolaşmayı tercih etmiş ve nereye gitti ise orada bir sohbet halkası teşkil etmişti.
Hocaefendi'nin en büyük meziyetlerinden bir de gönle hitabetmesi ve gönlü fethetmesidir. İnsanları kendi mizaclarına göre eğitirdi. Meselâ, dış ülkeye gitme konusunda üç değişik cevap vermesi; birine "Git!", birine "Gitme!", birine "Geciktir!" demesi... Onları anlayabilmek için muhatablarını da anlamak lazım!..
Biz İskenderun'da iken yönetimin üst kademeleri ile bürokrat olarak bazı fitne tipi olaylar oldu. Hocaefendi ile onu görüşmek için, Es'ad Coşan Hocamız ve Ruşen (Gezici) Ağabey ile geldik. Ruşen Ağabey anlattı. Fakat o, olaydan hiç bahsetmeden sahabeden bir menkıbe anlattı. Menkıbenin konusu sabır idi.
Daha sonra biz kalktık. Ruşen Ağabey: "Olmadı, biz anlatamadık!" dedi ve yarın için bir daha randevu alındı. Ruşen Ağabey bizim meseleyi 10-15 dakika yine anlattı. Fakat Hocaefendi, yine sabırla ilgili sahabeden bir kıssa anlattı. Bu üçüncü kez tekrarlanınca, yine aynı şekilde oldu. Bundan sonra artık ben iyice anladım ki, bizim işimiz sabırla olacak. "Bir daha gelmiyorum!" dedim.
İnsan onların huzuruna gelince kendinde bir rahatlama hissediyor. Şahsen ben 1976'dan beri kendimde bir huzur ve mutluluk hissediyorum. Bu da onların maneviyatlarının eseri tabii... O devrin siyasilerinden benim duyduğum, Türkeş, Ekrem Ceyhun gibi kimseler kendisini ziyaret ederlerdi. Demirel belki kendisi gelmemiştir, ama bazılarını göndermiştir. Bunlar gelip bir emrinin olup olmadığını sorarlardı.
1980 senesi hac öncesi Suudi Arabistan'a gidecekti. Biz de o sabah rastladık. Cemaate nasihatı bir vasiyet konuşması gibidir. Cemaate, kendinden sonra yapacağı hareket tarzlarını anlatıp helalleşmişi. Orada cemaatın bir çoğu vardı ve cami doluydu. Cemaat sesi duyamıyordu. Çünkü Hocaefendi arkada müzezzin mahfelinde, sandalyenin üstünde oturuyordu. Bir vedâ gibi idi. Gidecek dönmeyecekti sanki... Biz öyle düşünmüştük.
Meşayıhın hastalıkları, ızdırabları da belli olmuyor, belli etmedikleri için... Nitekim ameliyatlarında da ızdırablarını belli etmemişti. Hastanede de ziyaret etmiştik. Cemaat yine de sorularını soruyor, o da cevap veriyordu. Fakat biz doktor abilerden durumunun ciddi olduğunu öğreniyorduk.
O konuşmayı da yapınca, Allahu a'lem Hocaefendi gidecek ve orada kalacak gibi geldi bize... Onunla hacda beraber olanlardan, Muammer Ağabey'den dinlemiştim. Vefatından bir hafta önce, "Götürün beni!" demişler. "Biz artık dönelim, oraya gidelim, orada olalım!.. Sahabe-i kirâmın çoğu buranın dışında... Onlar dünyanın üzerine saçıldılar, o halde biz de gidelim!.." demişler.
Vefatından bir hafta önce, İstanbul'a geleceği zaman havaalanına karşılamaya gittik. Orda yedi sekiz kişi kadardık. Osman Çataklı, Muammer Dolmacı, Süreyya Ağabey, ben ve birkaç kişi daha vardı. Hac terminaline indi. Sıkıyönetim zamanıydı, arabayı oraya bile yaklaştırmıyorlardı. Önünde bir park var, arabaları oraya bıraktık. Arana arana yürüdük, içeri girdik.
Uçağın inmesiyle, Hocaefendi Hazretleri'nin kapıya getirilmesi aynı anda oldu. Bir gümrükçü kardeşimiz, kendisini tekerlekli sandalyeyle getirdi. Hocaefendi hızla dışarı çıkartıldı. Kapıya geldiği zaman, çok yorgun ve çok bitkindi. Cemaat elini öpmeye davranınca, elini veremeyecek kadar mecalsizdi. Bir selâm verebildi. Biz de onu öyle görünce, elini öpmedik.
Osman Ağabey onun geldiğini duyunca, ikiyüz metre kadar ileriden arabayı almaya gitti. Biz yanındaydık. O sırada Hocaefendi'nin biraz sabırsızlandığını gördüm. Arabayı beklerken, hafif bir sesle: "Osman da nerde kaldı? Yorulduk. Gelseydi de bir an önce gitseydik." diye bir acele göstermişti. Herhalde ızdırabı ve acıları o derece büyüktü. Osman Ağabey gelince, hemen yanına bindirildi. Arkasından biz de, daha önceki seferlerde olduğu gibi hızla yola çıktık.
Eve gelince, dediler ki: "Hocaefendi namazını arabada, yolda kıldı ve hemen istirahate çekildi." İçeriye o defa kimse girmedi. Sonraki günler de, ancak ailesi, doktorları ve çok yakın dostları girebiliyordu. Bunlar dışında ziyaretçi kabul edilmiyordu.
Bir hafta sonra, perşembe günü öğle vakti vefat etti. Ertesi gün de Türkiye'de çok az kimseye nasib olan bir namazla defnedildi. Öyle namaz ki, 24 saat içinde Almanya'dan, Fransa'dan, Suudi Arabistan'dan, Türkiye'nin her yerinden ve daha bir çok yerlerden gelmişlerdi. Haber nasıl gitti, nasıl geldiler; hâlâ çözemediğim bir şeydir.
Sıkıyönetim olduğu için, Süleymaniye'de bütün çatılar silahlı asker ve sivil polislerle dolu idi. Bütün yollar tutulmuştu. Kararnamesi daha önce olduğu üzere, hocalarının yanına defnedilecekti. Buna rağmen o mahale de kimseyi almadılar. Sadece çok yakınları vardı.
Hocaefendi'nin bütün bir hayatı, insanları eğitmekle geçmiştir. Onun bir gezisi, bir ziyareti, bir istirahatı, bir sohbeti, hülâsa her şeyi başlıbaşına bir eğitimdi. Sohbetlerinde insanın manevi eğitimiyle beraber maddi eğitimini de gerçekleştirirlerdi. Etrafındaki halkalar, hayatları boyu bu eğitimden nasiplerini almışlardır.
Benim dikkatimi çeken en büyük şey, seksen küsür yaşlarına gelmelerine rağmen, her öğrendiğini yaşamak ve halleriyle de insanlara örnek olmak isteyişleridir.
İslâm, Kasım - 1992