ALÇAK GÖNÜLLÜ İDİ

Temel KARAMOLLAOĞLU

Ben yurtdışından döndüğüm zaman ilk defa 1967 yılında, Nevzat Kor Bey --kendisi ile İngiltere'den tanışıyorduk-- beni camiye götürmüştü. İlk defa Hocamız'ı gördüğüm zaman, hakîkaten o andan itibaren onun mânevî tesiri altına girdim.

Hocamız'ın en çok tesir eden tarafı, elbette kendisinin büyüklüğüyle beraber alçak gönüllülüğü, tevâzuu idi. İnsanın bir sıkıntısı, derdi olduğu zaman o derdi, o sıkıntıyı onunla âdetâ paylaşması... Neşelendiği, sevindiği bir husus olduğu zaman da, onunla o neşeyi sevgiyi âdetâ paylaşması... Çok tesir etmişti bana...

1974 yılında hükümet kurulduktan sonra, hacca gittiğimizde tavafı grup halinde yapıyorduk. Hocaefendi Hazretleri çok canlıydı o zaman... Çok da heyecanlıydı. Yâni, birlikte böyle biraz daha hareketli olarak; âdetâ biz kendimizi orada isbatlayalım, gücümüzü gösterelim der gibi tavafları çok canlı yaptırmıştı.

Kendisinin tevâzuuyla ilgili bir rüya görmüştüm bir defasında: 1972 veya 1973 yılında ramazanda i'tikâfa girelim diye Hocaefendi Hazretleri'nden müsaade istedik. Ancak bizim çalışmamız sebebiyle, "On gün değil de belki yedi gün kala, altı gün kala girebiliriz." diye. Hocaefendi Hazretleri de bir şey demedi; olur gibi geldi bize... Ama, geciktik geciktik, üç gün kala Hocaefendi Hazretleri'yle i'tikâfa girdik. O gece ben bir rüya gördüm.

Rüyamda ben çok farklı bir yerde, bir caminin girişinde gördüm kendimi... Caminin içi süpürülüyor, halılar kaldırılıyor; sanki yenilik için hazırlık yapılıyor gibi... Namazı caminin girişinde bir yerde kılacağız. Hocaefendi Hazretleri var... Bir de Hocaefendi Hazretleri'ne yakın gibi gözüken ama, farklı düşüncede olan bir arkadaşımız vardı. Namaza duralım dediğimiz zaman, Hocaefendi Hazretleri ona, imamlık yapmasını söyledi. O da:

"--Efendim, sizin gibi alimler varken, bize düşmez böyle bir şey..." dedi.

Hocaefendi Hazretleri orda gayet rahatça:

"--Evlâdım, alimlik kim, biz kim?" dedi.

Fakat, o tarzda söyledi ki, ben rüyamda öyle ağlamışım ki, o ağlamakla uyandım. Yâni, onun o hali, o tevâzuu, hayatındaki her şeyde vardı.

Karşısındaki insanı, hakîkaten söylediği her sözü yeni öğreniyormuş, yeni duyuyormuş gibi bir intiba vererek dinlerdi. Hac esnasında Hocaefendi Hazretleri Arafat'ta çadırda iken, namaza camiye gidilmedi. Namazı orda çadırda kılalım denildi. Öğle namazı kılınacak... Orda bulunan hocaefendilerden bir kısmı, mutlaka cem edilmesi gerektiğini söylediler. Bir kısmı da:

"--Ancak Arafat'taki caminin imamına uyulursa, bu cem olabilir." dediler.

Biraz da bundan dolayı ileri geri münakaşalar olunca, Hocaefendi Hazretleri Arafat'taki o münakaşadan hoşlanmadı. Kalktı abdest aldı ve kàmet getirin dedi. Kendisi namazı kıldırdı. Öğle kılındıktan sonra, hemen öğlenin arkasından kàmet getirttirdi, ikindiyle birleştirdi. Böylece orda bulunanlardan cem edilmesi gerektiği hakkında kesin kanaati olanlar, diğerlerine müstehzî bir tarzda, "Bizim dediğimiz doğru, gördüğünüz gibi..." diye bakınca, dönüp oturduğunda:

"--Biz böyle kıldık ama, kanaatimiz daha doğrusu öbür türlüydü." diye de bir ifadede bulundular.

Bir ihtilâfın hallinde, bu bana çok tesir etti. Öyle veya böyle olması elbette, mutlaka tedkik edilmesi gereken bir husus ama, kalb kırmaktan, birbirini üzmekten veya tekebbürden çok daha güzel bir şey gibi geldi.

İlk çocuğum doğduğu zaman, bir ağabeyimizden, "Ne isim koyalım?" diye değil de, "Muhammed Zâhid ismini koymamıza müsaade ederler mi?" diye sorulsun demiştim. Yalnız, Muhammed Zâhid diye de vurgulamıştım.

Hocaefendi Hazretleri o sene hacca giderken, o ağabeyimiz havaalanında sormuş. Sorarken de:

"--Efendim, Mehmed Zâhid ismini koymak için müsade istiyorlar." deyince; Hocaefendi Hazretleri:

"--Her nedense bizde hep Mehmed deriz ama, bu işin aslı da Muhammed'dir. Hiç kimse de bunu böyle koymayı düşünmez." demiş.

Onun üzerine bana telefon ettiler, öylece ismini koyduk.

Hocaefendi Hazretleri karayoluyla hacca giderlerdi. Ben şimdi bu yaşımda, Sivas'tan İstanbul'a arabayla gelirsem, bir günde kendime zor geliyorum. Ama Rahmetullàhi Aleyh, üçbin dörtbin kilometrelik yolu, o yaşta araba ile giderlerdi. Bizim çektiğimiz kadar da yorgunluk çekmiyormuş gibi bir intiba uyandırırdı.

Cenâb-ı Hak şefaatine nâil etsin...

14. 11. 1993 - Hâcegân / İSTANBUL