GERÇEK MÜSLÜMANLIK
Handan BELLİ
İlk kez bir Temmuz ayında huzura kabul edilmiştim. Muhterem Mehmed Zahid Kotku Hazretleri, hak etmediğime inandığım bir iltifat ile huzura bizi buyur etmişlerdi. "Kusurlarınla da hatalarınla da kabulümüzsün." demişti. Boynumu bükerek gösterdiği yere oturmuştum. Öylesine mahcub, öylesine mahzundum ki, başımı kaldırıp yüzüne bakamıyordum. Çünkü boyasız olmasına rağmen uzun tırnaklarım, hafif da olsa makyajlı gözlerim ve kapalı başıma rağmen kısa sayılabilen bir pardesü ile gelmiştim. Her halimden yeni ve acemi kapalılardan olduğum anlaşılmaktaydı. Ama ben gerçekten çok yeni idim, çok acemiydim.
Fakat, hoşgörü gözlüğü ardından tatlı bir tebessüm ile bakıyor, en usta dublaj sanatçılarını gölgede bırakan büyüleyici ses tonu ile konuşuyordu. Etkilenmemek ne mümkün? Korkuyordum; beni azarlayıp, "Tırnaklarını kes, eteğini uzat, başının örtüsüyle bir bütün teşkil etmelisin!" diyecek sanıyordum. Ama hayret, asla incitici bir ifade kullanmadılar:
"Dedikoduyu, yalanı sevmeyiz. Kötülük edene dahi iyilik yaparız. Abdestsiz gezmeyiz. Abdest müminin silahıdır. Yatsı namazından sonra da taze abdest alırız. Dört rekat namaz kılarız. Sabah namazından sonra da hemen uyumayız. Dünya sözü konuşmadan, güneş doğana kadan Allah'ı anarız. Güneş bir miktar yükseldikten sonra İşrak namazı kılarız. Allah bu şekilde İşrak namazı kılana bir hac, bir de umre sevabı veriyor. Bu nimet kaçırılır mı?.. Sonradan işimize gidebiliriz. Çünkü Rızkın çoğu sabahın erken saatlerinde gizlidir." buyurdular.
Aslında, bizim yapmağa mecbur olduğumuz hareket tarzını, "Biz böyle yaparız." ifadesi ile belirtiyordu. Daha çok utanmış, daha çok mahcub olmuştum. Yıllar sonra bir gün sabah namazının peşinden, "Ne olur bana himmet ediniz!" diye ağladım.
İşte o sabahın gündüzünde, birkaç yeni arkadaşla birlikte huzura alınmıştım. O mübarek üstadımız benim yüzüme bakar bakmaz hemen yerinden kalktı. Raftan Kaside-i Bürde yazan kitabı alarak, acele ile bir sahife açtı ve bana:
"--Yüksek sesle oku, hepsi dinlesinler!" dedi.
Evi adeta açık öğretim fakültesiydi. Okumağa başladım. Orada şöyle yazıyordu:
"--Ey insanların en hayırlısı Efendimiz SAS! Sen öyle hayırlı bir insansın ki, maddi ve maneviyat fakirleri olan insanların sığındıkları en cömert, en büyük insan sensin! Maddiyat ve mâneviyat fakirlerinin yardımlarına koşan üstün insan sensin!.."
Onbir seneye yakın huzurunda bilgi dağarcığıma birçok ayet ve hadis-i şerif doldurmuş üstadım gözlerini açarak, ilk kez üstüne basarak konuştu:
"--Dersini aldın mı?.. Demek ki Allah'dan sonra yardım Resulullah SAS Efendimiz'den istenir."
Sordum:
"--İnsan her işini Allah'a havale etse, hasbiyallah dese de mi?.."
O zaman tebessüm ettiler, başını sallayarak:
"--Evet; Allah'a dayanmak, 'Hasbiyallàhu ve ni'mel vekil' demek, Efendimiz'den imdad istemeğe mani değildir. Kâinatta her şey külliyyen Rasûlüllah SAS Efendimiz'den imdad alır."
Sararmış defterimden aldığım bu harmanın tazeliğini ve tesirini, bugünmüş gibi hâlâ dimağımda taşırım.
Irak'tan misafirlerinin geldiği, daha çok beyefendilerin salonu doldurduğu bir gündü. Hanımlar da ayrı bir odada toplanmış oturuyorduk. Aslında hanımların anlayışla çekilip gitmesi gerekirken, salonun bir müddet sonra boşalıp, Hocamız'ın bizimle görüşebileceğini ümid ediyorduk.
Iraklı misafirler gitmişti. Bir vakit sonra Üstadımız bizi kabul ettiği odasına geldi. Fakat saygıda kusur eden düşüncesiz hanımlarla görüşmedi. Ancak muhakkak ki o bir sabır abidesi ve üstün bir hoşgörü ustasıydı. Hareketleri ile, "Müjdeleyiniz, sevdiriniz; korkutup nefret ettirmeyiniz!" hadis-i şerifini bizzat yaşıyor, bize de yaşatıyordu.
Bir süre geçtikten sonra sordu:
"--Evlâdım bir işin var mı?.."
"--Hayır!" cevabımdan sonra:
"--Kal, bir mektuba cevap yazmalısın!" buyurdular.
Ne kadar sevindiğimi anlatamam. O gün hamdolsun arkasında namaz kılmak lütfuna da mazhar oldum. Son derece güzel bir sesten, son derece açık, sade fakat etkileyici bir okuması vardı.
Tekrar kabul odasına dönmüştük avluya bakan o küçük odaya... Validemiz biz oturuncaya kadar ayakta duruyor, bekliyordu. Bizi üst tarafa oturtan sultan annemizin kapının yanında, aşağı tarafta oturmasından huzursuzlandığımızda:
"--Siz rahat olun. Benim yerim kapıdır. Görevim ise kapıcılıktır." diyor, ısrarla bizi yerimize oturtuyordu.
Bu ne büyük ders, bu ne büyük incelik!.. Aslında keşke hepimiz orada kapıcı, hizmetçi olabilsek.
Üstadımız Hacettepe Tıp Fakültesi'ndeki bir talebeden gelen mektubu bana okuttu. Talebe günlük derslerini yapamadığından, gece namazı kılamadığından şikâyetle yardım istiyor, üzüntüsünü belirtiyordu.
Hocamız kağıt kalem vererek bana "Yaz!" dedi. Hitaptan sonra şunları yazdırdı:
Bir gün Efendimiz SAS, ashabı ile otururken sordu:
"--Gerçek müslümanlık nedir?"
"--Allah'ın Resülu en doğrusunu bilir" dediler.
"--Söyleyin söyleyin!.." diye ısrar etti.
"--Gerçek müslümanlık namaz kılmaktır." dediler.
"--Hayır! Namaz güzeldir ama, namaz değil..."
"--O halde oruçtur." dediler.
Efendimiz yine:
"--Oruç da güzeldir, ama o da değil..." buyurdu.
"--Hacdır." dediler.
Ona da "Hayır..." dedi aynı şekilde... Böylece İslam'ın beş şartı zekât ve kelime-i şehâdetle tamam oldu. Hepsi için "O da güzeldir, ama değil..." diye cevap verince, ashab-ı kirâm:
"--Ey Allah'ın Rasûlü, gerçek müslümanlık nedir?" diye sordular.
"--Gerçek müslümanlık sevdiğini Allah için sevmen, reddettiğini Allah için reddetmendir. Allah için sev, Allah için red et!.." buyurdular.
Böylece, tıp öğrencisi gence çok kıymetli bir mesaj iletilmiş oldu. Demek ki biz de "hubbu fillâh, buğzu fillâh" sırrı ile hareket ederek İslamiyet'i ayakta tutacağız. Son derece geniş mânâya sahip bu emri yaşatabilirsek, selâmet dolu yarınlara kavuşacağımız mucize olmayacak.
Kadın ve Aile, Kasım 19..