ÇOK FARKLI BİR DERGÂH

Ali Rızâ DEMİRCAN

Huzurunda bulunmakla haz duyduğum, mübarek simalarına bakarken dinlendiğim müstesna zâtlardan biridir Mehmed Zâhid Efendi Rahmetullàhi aleyh...

Halka intikal eden tasavvufî eserlerde, din ile dünya ayrılmış gibidir. Dine yönelme hadisesi, ahirete yönelme hadisesidir; dünya ile irtibatlı değildir. İman adına, inanılan değerler adına dünyaya yön verme hadisesi değildir. Hakımızın yıllardır tasavvuf diye algıladığı budur.

Mânevî mürşid denilince de, Kur'anî bilgiyi ruhuna meczetmiş ve onunla hallenmiş, insanları ahiret hayatına çağıran bir mânevî önder akla gelmiştir.

Oysa ki Mehmed Zâhid Efendi'nin hayatı boyu insanlara ulaştırdığı tebligàtına yöneldiğiniz zaman şunu görüyorsunuz: Dünya ve ahiret bir bütündür. Ahiret hayatına yönelik ciddî bir müslüman olabilmek için, İslam'ın ferdî, ailevi ve sosyal hayat yönelik düsturlarına da sahip çıkmak lâzımdır. Tasavvufi hayatın, olması gereken bu biçimiyle yansıması, bu asırda Hocaefendi'de görülüyordu. Yâni dünya hayatı da müslümanındır, ahiret hayatı da müslümanındır.

Düşünün ki, bir mânevî mürşide gidiyorsunuz; sizi pratik hayattan kopuk mücerred bir ahlâkî yaşayışa ve ezkâra götüreceğini sanıyorsunuz. Halbuki dinlediğiniz zaman, hem zikrin ve ibadetin önemini, ihlâs ile hayatı sürdürmenin gerekliliğini kavrıyorsunuz; hem de ferdî, ailevî ve sosyal hayata inancınızın mührünü vurmanın kaçınılmazlığını kavrıyorsunuz. Sohbetleriyle tanıdığım Hocaefendi işte budur.

Yazıları, eserleri ve sohbetleriyle asrımızın mânâ mürşidlerinin üstlenmesi gereken vazifeleri üstlenerek ifâ etmiş müstesnâ zatlardan biridir Mehmed Zahid Efendi Rahmetullàhi aleyh... Bunun içindir ki, Hoaefendi'nin dergâhı diğer dergâhlardan çok farklı bir espriye bürünmüş, siyasî tezâhürleri olmuş, basın ve yayın faaliyetlerine yansıyan tezâhürleri olmuş, üniversiteliler ve aydın tabaka üzerinde tezahürleri olmuştur. Bence Hocaefendi'nin en büyük ve en önemli tarafı budur.

Fonksiyonlarını icrâ edemeyen tekkeye asliyetini kazandırmıştır. Onunla tekke anlayışı yeniden dirilmiş ve tarihteki haklı olduğu yere gelmiştir. Böylece bugünkü neslimiz, itaat duygusunu ruhunda için için duyacağı merkezlerden, en güçlü mesajlar alma durumuna gelmiş; ferdî, ailevî ve siyasî hayatın mutlak İslâmlaştırılması gerektiği fikrini de bu merkezlerden öğrenebilmiştir.

Unutamadığım iki hatırayı nakledeyim:

Bir gün İskenderpaşa Camii'ne gitmiştim. Henüz Hocaefendi'ye bir gönül bağım yoktu. Süleymaniye Camii imam ve hatibi olmam vesilesiyle, gittiğim her yerde bizi imamete geçiriyorlardı. Böyle olabilir mülahazasıyla, imamette İnfitar Sûresi'ni okumayı planladım. Bu arada Hocaefendi geldi, direkt imamete geçti ve İnfitar Sûresi'ni okumaya başladı.

Ben bunu şöyle izah ediyorum: Allah-u Teâlâ bizim izah edemediğimiz bir biçimde, bu tür zatlara bu şekilde ikramda bulunuyor. Buna ister keramet deyin ister demeyin, mesele farketmiyor.

1971 yılında ilk kez hacca gitmiştim. Allah'ın evinde, Kâbe'de tavaf ediyorum. Ne gönlümde bir yumuşama, ne de gözlerim de bir yaş var... Safa-Merve arası sa'yediyorum, yine gönlümde ne bir yumuşama ve ne de gözümde bir yaş... Kendi kendime kızmaya başladım ve etrafımdakilere sordum:

"--Yok mu bir büyük zat, dua taleb edeceğim!" dedim.

"--Altınoluk'un karşısında Mehmed Zahid Efendi var..." dediler.

Oraya giderek Hocaefendi'yi buldum:

"--Efendim, gözlerimden müştekiyim, dua taleb ediyorum!" diyerek dua etmesini istedim.

Kâbe'ye bakarak dua edip, sırtımı sıvazladılar. Sonra nafile tavafıma başladım. O da ne, kendimi tutamıyorum!.. Gözlerimden yaş dinmiyor, gönlüm çok hisli bir yumuşaklıkta... Daha ilk şavttaki bu durumum beni çok etkiledi ve böyle büyüklerin müslümanların başından eksik olmaması için dua ettim.

İslâm, Kasım 1986