DÜNYANIN DİREĞİ

Muammer ELMALI

1959'da İstanbul'da bir işyeri açtım. Malatya'da iken Hocaefendi Hazretleri'nden bahsetmişlerdi. 1959 Ramazan'ında İskenderpaşa Camii'ne, pazar günkü hadis derslerine geldim. "Hocaefendi ile nasıl tanışalım, geldiğimizi nasıl haber verelim?" derken; Hocaefendi Hazretleri kendisi teşrif etti yanımıza, "Hoş geldin!" dedi. Malatya'daki bir iki arkadaşın durumlarını sordu. Biz de selâmlarını ilettik.

Birbirimizi hiç görmemiştik. "Malatyalı mısınız?" diye de sormadı. "Hoş geldiniz!" dedi, Malatyalı olduğumuzu söyledi. "Terzibaşı var, Sait Çekmegil var..." dedi. Hiç konuşmadan mübarek bizim memleketimizi söyledi elhamdü lillâh... O ilk gün, kalabalığı yara yara bu fakirin yanına geldi. Ondan sonra, bir yüzbaşı vardı, onu sordu. Hocaefendi Hazretleri'nden bir iki defa daha görmüştük böyle şeyler...

Ondan sonra, Hocaefendi Hazretleri'ni bırakmadık. Ali Uzun vardı, 1991 senesinde hacda vefat etti; o bizim çarşıda, dükkânın yakınındaki caminin imamıydı. O vesîleyle irtibatımız vardı. O da Hocaefendi Hazretleri'ne bağlıydı. Durumumu ona söyledim. O da araya girdi, bizi Hocaefendi Hazretleri'ne intisab ettirdi.

"--Efendim nasıl olur?" dedik.

Hocaefendi:

"--Sen namazları kıl, dua et; iyi olur, inşaallah!" dedi.

Tabii doğrudan doğruya, "Ben intisab etmek istiyorum!" diyemedim. Ali Efendi araya girince, bizi oraya kabul etti.

O sırada şu konuşmayı yaptı, çok mühim... Bundan evvel bir iki yere daha intisab etmeyi arzu ettim, bir türlü olmadı. Araya bir engel girdi, yapamadık. Buraya gelince, Hocaefendi Hazretleri Ali Efendi'ye:

"--Bugün buraya bir arkadaş, bir kardeşimiz geldi. Nereye gittiyse, kabul etmemişler. Nasibi bizde imiş." dedi.

Böylece anladık ki, elhamdü lillâh bizi kabul etti. Tabii o günkü hatıramız, şevkimiz çok büyük.

Sene 1964'de Süleymaniye'nin karşısında bir evde oturuyorduk. Bir iki defa kendisini davet ettik. Ondan sonra her gün namaza gelmeye gayret ettik, görüştük. 1964'de "Hazırlanın!" dedi, Hicaz'a gittik. Hicaz'a gittiğimiz zamanda işlerimiz daha yeni düzelmişti. Elhamdü lillâh orda da beraber olduk.

Hatıralar çok... 1968'de ikinci defa beraber, ikimiz yalnız hacca gittik. Hac tertip edildi, grupla gidilecek... Eskiden özel gidiliyordu. Osman Çataklı ve daha bir kaç ağabey izin alamadı, o zaman vazifeleri vardı. Sonra bizi hizmet için Hocaefendi'ye verdiler. İkimiz beraber gittik. O zaman çok hikmetlerini gördük.

Efendim bir defa, Hocaefendi'yi tanıyan, tanımayan ona ta'zim ederdi. Cidde'ye indik, nevâlemiz vardı... Orda İranlılar'ın hac seferlerindeki yemek teşkilâtları çok muntazam; özel aşçıları var, yemekleri var... Aynen ziyafet gibiydi o zaman... Orda bizim mütevazi soframızı görünce, büyük bir sofra hazırlayıp Hocaefendi Hazretleri'ne yanımda takdim ettiler.

Hac Bakanı, Hocaefendi'nin geldiğini duymuş. Geldi, evine götürdü bizi, iki gün misafir etti. Ondan sonra bizi özel arabasıyla Mekke-i Mükerreme'ye gönderdi.

Ertesi gün, Medine Kütüphanesi Müdürü Ali Ulvi Kurucu Bey geldi ziyaretimize... Kendisinden evvel müdürlük yapan Muhammed Vâkıf adlı zat, --aynı zamanda ulemadan, fıkıh alimi-- Hocaefendi'yi rica etmiş:

"--Benim Hocaefendiyi ziyarete tâkatım yok... Eğer teşrif ederse, kahvaltıyı beraber yaparız!" demiş.

Ali Ulvi Bey'le beraber üçümüz gittik. Yatağın içinde, kalkamadı. Hocaefendi ile musafahalaştılar, sonra da konuşmaya başladılar. Ali Ulvi Bey'e, --tabii Arapça söylüyor-- Hocaefendi için: "İstanbulun direği..." demiş. Gözleri doldu Hocamız'ın, çok memnun oldu. Orada epeyce sohbet edildi, kahvaltı edildi. Sonra döndük.

Muhammed Vakıf Hazretleri'nin bu sözünü Es'ad Hocaefendi'ye anlattım. Es'ad Hocaefendi buyurdu ki:

"--İstanbul'un direği olduğu doğrudur da, dünyanın direği olduğunu söylese daha doğru olurdu."

Medine-i Münevvere'de de aynen öyle, bütün gören görmeyen Hocaefendi'ye kıyam ederdi.

Arafat'a çıkıldığı gündü. Arkadaşlar toplandılar, kahvaltı sofrası kuruldu. Hocaefendi, sofranın kurulması esnasında tuvalete gitmişti. Bekledik bekledik, gelmedi. Sofra kuruldu, çaylar hazırlandı. "Acaba Hocaefendi niye gecikti?" dedik. Gittik baktık ki, Hocaefendi helâları temizliyor.

"--Bize emretseydiniz!" dedik.

"--Yok!" dedi, "Bu sünnet... Peygamberimiz, böyle yerleri temizlemenin fazileti çoktur, demiş. O hadis aklıma geldi, onun için bunlarla ben meşgul oldum." dedi.

Sünnetlerin hepsini yapardı. Bir defasında,

"--Acaba banyoları nasıl buranın?" dedi.

"--Efendim ben bir kontrol edeyim, size haber getireyim!" dedim.

Gittim hamamları gezdim. Baktım ki Araplar âdâba riayet etmiyorlar.

"--Efendim, dedim, münasip değil, edebe riayet yok... Emir buyurursanız, ben size burada bir banyo hazırlayayım!"

Ev sahibine gittim, kazan aldım, su ısıttım. Sade bir banyo yeri vardı. Orada Hocaefendi'yi yıkadım.

"--Ben de sana bir şey söyleyeceğim: Ben de seni yıkayacağım!" dedi.

Mukabele etmek isterdi, mukabeleyi çok severdi. Hocaefendi'yi tarif etmek mümkün değil, sabaha kadar anlatsak bitmez. Bizim dilimiz de dönmez. Biz layık da değiliz, onu tarif etmeye. Biz nerede, onları tarif etmek nerede?..

Bir keresinde dedim ki, acaba Hocaefendi'ye maddeten bir yardımımız olur mu:

"--Efendim bir emriniz olmayacak mı? Durumumuz fena değil... Eğer bir hizmetimiz olursa emir buyurun!"

"--Bir eksikliğimiz var mı? Elhamdü lillâh, her şeyimiz fazlasıyla var..." dedi.

Hocaefendi Hazretleri'nin sadece bir maaşı vardı. İki üç defa rica ettim:

"--Efendim, hizmette bulunalım!.."

Suret-i kati'î ile reddetti. Bununla beraber misafirsiz günü yoktu. Misafirlerinin sofralarında da, Anadolu'daki gibi, ziyafet sofralarındaki gibi, üç dört çeşit yemekleri vardı. Meyvesiyle, tatlısyla... İstemezdi ama yoğurtçu yoğurdunu getirir, kasap etini getirir: "Efendim size layık değil..." derlerdi. Onlarla misafirleri ağırlardı.

Hocaefendi'nin yanında resmiyet yoktu, kapısı açıktı. Yeni yapılan yere geçtikten sonra, pencerenin önünde otururdu. Orda kapıyı açma zili vardı. Gelene kapıyı açar, içeriye alırdı. Kapıyı açmaları için, ev halkını da rahatsız etmezdi.

Bir büyükten duydum: "Hocaefendi sahabe hayatı yaşıyor. Sahabenin hayatını ta'lim etmiş." derdi. Bütün sünnetleri okur ve yaşardı.

Bizim bir aile sıkıntımız oldu, o zaman da hayret ettim. Hocaefendi'nin bu kadar evlâdı var... Bize gösterdiği ilgiyi, bize çektiği gayreti eğer böyle hepsine gösteriyorsa, buna beşer sabrı, irâdesi kâfi değil. Bu, müstesna bir hal... Babamız olsa, bu kadar ilgilenmezdi bizimle... Onu da anlatsak sabaha kadar bitmez. Cenab-ı Hak, onun himmetiyle, onların duası bereketiyle o işten de bizi selâmete çıkardı.

Hocaefendi'nin boş zamanı yoktu. Her gün, İstanbul'un her tarafında ziyaretler, toplantılar, sohbetler olurdu. Zenginler, fakirler, herkes Hocaefendi'yi tanımıştı. Biz de bu toplatılara, rastgeldiğimiz zaman katılırdık. Ziyaretlerde, toplantılarda hepimizin ayrı ayrı hatırını sorardı. Birimiz bir yere gitse sorardı; "Nereye gitti?" deyip, babanın evlâdına sahip olduğu gibi sahip olurdu.

Fakir, zengin, genç, ihtiyar demezdi. Kendisine tabi olanların hepsini bir tutardı. Mesela, İstanbul'un en zenginlerinin evlerinde, Boğaziçi'nde, köşklerde yemek yemiştir. Zenginleri de fakirlerin evine getirirdi. Meselâ zengin bir adam var, haber verirdi ona; "Falan yerde sohbet var!" der, onu da oraya götürürdü. Kaynaşma meydana getirmekten çok hoşlanırdı. Her işinde bir hikmet vardı.

Şeriat haricinde son derece müsamahakârdı. Memleket ahvalinden şeriate zıt şeyler anlatılınca kızardı: "Kitapsız!.. Kitaptan ayrılan millet işte böyle olur." derdi. Onu duydum bir iki defa...

Bir de hutbelerinde çok şiddetliydi. "Çok gayret ister, çok sabır ister; müslümanlar zayıf..." derdi. Nasihatların, telkinlerin en güzelini, en mükemmelini yapardı.

Ramazanlarda iki üç ay evvelden sıra alıyorduk, Hocaefendi'yi davet etmek için... Hayatında çok güzel günler geçirdik.

Bir hatıramız daha var: Bir gün bir sıkıntım var... Hicaz'dan gelmiş, evinde de kimse yok, onu anlatacağım. Ben daha sıkıntımı söylemeden buyurdu ki:

"--Bağdat'ta bir yere misafir oldum, orda bir levha gördüm. İşte o levhadaki mısraları yazdırdım." dedi.

Bir levha gösterdi, şöyle yazılı:

Ne kahrı a'dâdan,
Ne lütfu âşinâdan bil!
Umûrun Hakk'a tefviz et,
Cenâb-ı Kibriyâ'dan bil!"

Bu şiiri okuyunca, kendi durumumla mukayese ettim. Baktım ki bize izâfeten buyruldu. Sonra kendimi toparladım, çıktım gittim.

Aradan bir müddet geçti. Tabii o söz yerleşti bize... Ondan sonra bize bir fakirhâne nasip oldu.

"--Efendim! Taşındık, lütfederseniz..." dedim.

"--Olur." dedi.

Odasında levhalar vardı.

"--Şunlardan birin beğen de, yeni eve hediye edelim!" dedi.

Baktım baktım, o levhayı göremedim.

"--Efendim, Bağdat'tan gelince bir levha yazdırmıştınız..." dedim.

"--Ha o şurada... Asmadık, duruyor. Bunu götür as; akşam namazını kıldıktan sonra da gel, beraber gidelim!" dedi.

Hâlâ evde duruyor.

Bir kerametini daha gördüm: Yine bir sıkıntımız var... 1960 senesinde yahudiler hep paralarını kaçırdı, İsrail'e kaçtılar o ihtilâlden sonra... Ermeniler Yunanistan'a kaçtı. İhtilâlden sonra piyasadan ecnebilerin yüzde doksanı gitti, yüzde ona düştü. Ben, "Akşam namazından sonra hemen Hocaefendi'ye gideyim!" dedim.

Geldim ki, Hocaefendi evde, bizim fakirhanede oturuyor. Haberim yok benim... Sordu; "Efendim, piyasa bozuk..." dedim. Teselli etti, iş bitti öylece... Büyük saadet bilenler için...

Son zamanlarında İstanbul'dan Adana'ya gittik. Hicaz'dan dönüşlerinde Adana'yı teşrif ederdi. Sevdiği bir zat vardı, Bekir Küçükoğlu isminde... Onun yanında misafir olurdu grupla beraber... Bizi hep müşahede ederdi, süzerdi. Ondan sonra bir iki gün yine müşkillerimizi hallederdi. Biz söylemeden kendisi okurdu.

Bir keresinde, yine bir toplulukla Adana'da karşılamaya gittik. "Acaba geldiğimden haberi var mı?" dedim. Gözünü gezdirdi: "Yahu, sen burda mısın?.." dedi.

Hocaefendi'nin değeri, kıymeti günden güne anlaşılıyor. Es'ad Efendi devamlı söyler derslerinde: "Evliyanın sağlığı kınındaki kılıç gibi, öldükten sonra kınından çıkan kılıç gibi..." diye; Hocaefendi de öyle...

Bir gün yine beraber oturuyoruz:

"--Es'ad'a yardımcı olacaksın!.." dedi.

Biz karşısında suret-i kat'iyyede konuşamazdık. Ben şahsen öyleydim. Biz diyoruz ki: "Es'ad Efendi'ye gideriz sorarız." O zaman Es'ad Efendi, Ankara'da hoca... Ondan sonra Necati Ağabey'e gittim ben, Es'ad Efendi'nin pederlerine... Dedim ki:

"--Hocaefendi böyle bir emir verdi. Bu yardım ne cihette, ne yönde acaba? Biz nasıl vazifeli olabiliriz?.. Es'ad Efendi'ye nasıl yardım edebiliriz?"

Dedi ki:

"--Es'adın hiç bir şeye ihtiyacı yok, maddi olarak..."

Necati Efendi'yi de 1959'dan beri Hocaefendi'nin yanında görüyorduk. Aradan zaman geçince devamlı takip ettik; "Es'ad Efendi'ye bizim yapacağımız bir yardım olur mu?.. Hocaefendi boş konuşmaz, mutlaka bunda bir gerçek payı var." diye... Vefatından sonra işte bazı hadiseler oldu. Biz anladık ki, Es'ad Efendi'ye bu yönde yardımcı olacakmışız.

Tesellimiz var ki, Es'ad Efendi, Hocaefendi Hazretlerini tam bize hatırlatıyor. Es'ad Efendi'nin büyük zat olduğunu ne zaman anlatım, biliyor musunuz?.. Hocaefendi 1980'de ameliyat oldu Vatan Hastanesi'nde... Biz haber aldık; geldik bekledik Hocaefendi'nin ameliyatını... O sırada Es'ad Efendi de orada tabii, Ankara'dan gelmiş. Bütün cemaat orada, hastane dolu... Turgut Özal da orada, ameliyatı bekledi sonuna kadar...

Es'ad Efendi bu sırada saatlerce süren bir konuşma yaptı; hastalığın faziletlerinden bahsetti, cemaati irşad etti. Es'ad Efendi'yi tanırdık ama, bu kadar derin alim olduğunu bilmezdik. Demek ki, yakınlaştıkça insan daha iyi anlıyor.

Hocaefendi rahmetli olduktan sonra, --Allah rahmet etsin, şefaatına mazhar etsin-- Es'ad Efendi geldi. Aynı Hocaefendi gibi, elhamdü lillâh içimizi, dışımızı, halimizi, yolumuzu biliyor. Ben hayranlığımı söylüyorum. Bunu inkâr etmek zaten delilik, nankörlük...

Cenâb-ı Hak onu başımızdan eksik etmesin, sıhhatinde daim etsin, inşaallah... Hocamız'ın da şefâatını üzerimizden eksik etmesin...

İslâm, Kasım 1993