KİŞİ SEVDİĞİYLE BERABERDİR
Cem ASYALI
Her 13 Kasım yaklaştığında, buruk bir his içimi kaplar. Sanmayın ki bu his onu kaybettiğimizden dolayıdır. Onu kaybetmedik; kendisi gitti ama, fonksiyonları sürüyor. Onun varlığını ve gerçek bir Peygamber vârisi olduğunu, ondan sonraki gelişmeler ve dergâhın dinamizmi doğruladı. O, vefâlı yolun vefâkâr önderlerindendi ki, makàmını boş bırakmadı. Biz onun yeni dünya için hazırladığı yeni şeyhin elinde gözümüzü açtık. Öyleyse burukluk niye diye sorsanıza?..
İstanbul ekimde sonbaharla buluşur; yağmura kavuşur, yapraklar yavaş yavaş uçuşmaya başlar. 13 Kasım günü Fatih Camii avlusunda soluğu alıyorum, üzerimdeki sıkıntıyı atmak için... Ağaçlar ve yapraklar dikkatimi çekiyor. Sanki hüzne kapılmış, durgun ve suskun bir halleri var... Yapraklar henüz diri, dökülecek gibi bile değil... İskenderpaşa'ya doğru inerken haber gönlümü ve kafamı hırpalıyor:
"--Hocaefendi Hakk'ın rahmetine kavuştu!"
Birden şaşırışor, yutkunuyor, yalpalıyorum. İskenderpaşa'nın avlusunda, güllerin açtığı bir köşeye yaklaşıyorum. Benim gibi birkaç kişi var... Boğazımıza tıkanan şeye artık hakim değiliz. Gülün yaprakları ve dikenleri üzerine düşen çığ, gözyaşlarımızı tahrik ediyor. İskenderpaşa'nın altı aylık gülleri ile, henüz tekkeyi altı aydır tanıyan, Hocaefendi'yi ancak birkaç kez görmüş olan çömezleri sallanıyor... Utana sıkıla ağlıyoruz.
Tasavvufî Ahlâk'ı yurtta bir arkadaş hediye etmişti. Geceleri iş dönüşü, masa lambasının altında o sıcak ve samimi uslübu, insanı saran anne şefkatli yaklaşımları, ince ve keskin tahlilleri bırakmak istemiyordum. Dediler ki:
"--Cuma günleri namazdan önce gidersin, görürsün, dinlersin.
Bir arkadaşım vardı, inancı iyice sarsılmıştı, neredeyse intihar edecekti. Ona dedim ki:
"--Evliyâdan Mehmed Efendi varmış. Git mutlaka!.."
Son bir ümitle gitmiş. Daha sonra görüştüğümüzde, sanki derisi değişmiş, nurlanmış, canlanmış, hareketlenmişti. Bayram ediyordu... İşte ondan sonra bizi de bir merak sardı. Zaten kitapları beni bırakmıyordu, sımsıkı sarmıştı; ona doğru çekiyordu.
Cumadan önce baktım bir beyaz sakallı, sonra biri ve diğeri... Hayır, bir hareket yoktu. Ama deseler ki şu, kabullenecek şekilde hazırdım; çatık kaşlı bir ihtiyar da olsa... Hayli kalabalıktı. Sade ama olağanüstü bir hareketlilik oldu. Sanki herkes bir kalıba girmiş gibiydi.
"--Hocaefendi geliyor!" denildi.
Bir siyah cübbe içerisinde, kar kristalleri gibi parlayan, kuş tüyü yumuşaklığını andırır görünüşte sakallarıyla, tarifi imkânsız sıcak, muhabbetli, kuşatıcı gözleri ve esrarengiz bakışlarıyla, ameliyat sonrası olmasına rağmen cıvıl cıvıl ama heybetli görünüşüyle müezzin mahfiline geldiler.
Şaşırdım. Düşündüm, kendimi yokladım... Tekrar döndüm, tekrar baktım. Birkaç kere döndüm... Mürşidler, evliyânın hası mutasavvıflar benim için tarih sayfalarında kalmıştı. Bu zât, tarihin altın sahifelerinden nasıl oldu da Fatih İskenderpaşa'ya geldi ve onu ben de görebildim?.. Bütün güzelliğine, cazibesine sesiyle konuşma tarzı da katılınca, sarsıldım... Kendimi tutamadım, tıpkı camideki diğerleri gibi...
Üç cümlesi, yıllardır çözemediğim problemleri, içinden çıkamadığım dertleri halletmişti adeta... Hayatımda bir değişim, ama isteyerek, benimseyerek gerçekleşecekti... Hah işte aradığım, özlediğim şeyler... Saatlerimizi asırlaştırarak kafa yorduğumuz, yığınla soruyla doldurduğumuz sabahsız gecelerimizde aradığımız yol... Tahminlerimizin ve hayallerimizin üzerindeki bir zât-ı muhterem Allah'ın lutfu, ihsanı olarak karşımızdaydı...
Öyle bir zat, işte 13 Kasım günü dâr-ı bekàya göçmüştü... Felç olmuş bir düşünce atmosferinden, çıkmaza girmiş gençliğimizden umut dolu İskenderpaşa'ya hicret etmişken biz, ne oluvermişti?.. Düzenimizi henüz kuruyorduk, veya kurabilecekmiydik?.. Akşam namazıydı ki, gözyaşı fırtınasına gark olmuş, genç ihtiyar cemaat evvâbinleri kıldı... Hânenin yenileri, eskileri bir aradayız...
Necâti Efendi Amcamız'ı gördük; sanki, sel felaketine uğramıştı... Yanında lacivert pardesüsü, siyah sakalıyla yüz hatlarının birkaç kez gözpınarlarından sızan yaşlarla ıslandığı belli haliyle, Hocaefendi'nin damadını gördük... Çekingen, ürkek, sanki esir alınmış edâsıyla bir şeylere teslim olmuş gibi duruyordu.
"--Hemen elini öpelim, Hocaefendi'nin yerine damadı Esad Efendi bırakılmış..." dediler.
Mahzun, üzgün ve şaşkın olan cemaat sevinçle eline eğildik... Bizim için öpülmesi gereken, öpülmeye layık el verilmek istenmedi... Ama elinden tutmuştuk.
Birkaç gün zordu... Sabah işrak vakitlerinde, akşam yatsı namazlarında kalabalıkların ardı arkası kesilmiyordu camide... Süleymaniye kalabalığının yankısı Türkiye'yi etkilerken, rahmetli Hocaefendi bizi daha çok etkilemeye başlamıştı. O beyaz entarisiyle, beyaz sakalıyla, mütevazi hayatıyla, sünneti seniyyeye ittibaıyla zamanını doldurmuştu... İskenderpaşa onun gidişinden sonra doldukça doluyordu...
Otuz yıllık vazife hayatında manevi irşad dünyasını bildiğimiz-bilmediğimiz binlerce olay, milyonlarca insanla geçirmişti. Başbakan, cumhurbaşkanı, bakan gibi birçok kimsenin kendisi, annesi veya bir yakının yolu ona düşmüştü. İkibinli yıllara 1950'lilerden hazırlanmaya başlamıştı. Yerine bıraktığı zat bir fıkıh aliminin ifadesiyle 25. Asr'ın şeyhiydi.
İskenderpaşa'ya konaklamıştık. Benim gibi yüzlerce insan ve genç... Cami taşıyordu. Hüzün sevince, endişe umuda dönüşüyor, genç mürşidimizle artık bahara çıkıyorduk. Hüzün gülü yerini umut çiceklerine bırakmıştı... Günlerce şırıl şırıl cemaatinin gözünden akan yaşlar, cemaatimiz büyüyüp geliştikçe sevinç yaşlarına dönüşecekti...
Ondan bize kalan çok önemli değerleri muhafaza etmeyi, kadrini, kıymetini bilmeyi, ahirette onların yanında olmayı Allah bize nasib etsin. Benim savunmam hazır zaten. Tasavvufi Ahlâk'ta yazıyor:
"--Ahirette siz üst makamlarda olacaksınız, biz ne yapacağız?" diye düşünen ve üzülen Hz. Sevban'a karşı:
"--Kişi sevdiğiyle beraberdir." buyuruyor Peygamberimiz SAS...
Allah CC bizi onların gönlünden çıkarmasın, sevgilerine mazhar etsin...
İslâm, Kasım 1992