AHLÂK ABİDESİ ÖRNEK BİR İNSAN

Ali Ulvi KURUCU

Bir İslam büyüğü anılıyor, anılmak isteniyor. Gayr-ı ihtiyarî, insan bu gibi zevâtı anarken başka bir alemlere geçtiğini, topraklardan nur ülkelerine uçtuğunu seziyor, duyuyor, ruhunun derinlerinden hissediyor.

Tarihe şeref tacı büyükler anılırken,
Yükselmede ruh en yüce alemlere yerden,
Bin rayhanın feyzi sarar ruhu derinden,
Geçmiş gibi cennetteki gül bahçelerinden...

Hayat ve kainatta her hadiseyi mukaddes çerçeveler içinde tablolaştıran Nebî-yi Zîşan Efendimiz cihankıymet bir hadis-i şeriflerinde buyururlar ki: "Alimler, peygamberlerin varisleridirler."

Bu kâinatşümul hadis-i şeriften iki manayı anlamamız icap eder: Birincisi, alimlerin mâhiyet ve hakîkatini, mânevî değerlerini beyan buyuruyor ve alimlere şöyle bir vazife tevcih buyuruyor Nebi Zişan Efendimiz: Alimler Peygamberin varisleri olduklarına göre, onlardan peygamberlerin vazifeleri beklenir.

Ey ilim adamı, ey alim insan!.. Ey ilmi temsil kadrosu!.. Sizler peygamberin varisisiniz. Cemiyet, insanlık sizden peygamberlerin vazifesini bekliyor. Vazifeniz, peygamberliği temsil etmektir. Bu bir...

İkincisi: Ey Muhammed Mustafa ümmeti, alimlerin kıymetini bilin!.. Alimlerle sohbet etmek ibadettir.

İki manasıyla da ilim erbabının, hakîkî aliminin ne olduğunu bizzat Peygamber Efendimiz ümmetine tebliğ buyuruyor, ta'lim buyuruyor, irşad buyuruyor.

Bu alimlerden birisi de hatırasını yad ettiğimiz, --kabri nur olsun, Allah ahirette şefaatını nasib eylesin-- Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi'dir. Hazret ilmiyle, irfanıyla, takvâsıyla, mânevî kemâliyle bir ahlâk abidesi, bir örnek insan idi. En çok gönlümü mest eden tarafları, tevazuu idi.

Hocaefendi'nin meclisine, sohbetine girdiğinizde, sanki gül bahçesine girer gibiydiniz. Çıkmak istemezdiniz. Hocaefendi'yi dinlerken, sanki Peygamber Efendimizi dinler gibi oluyordu insan... Hadis-i şerif rivayet ediyor hep...

Hacca gediklerinde senelerce, belki onbeş sene, devamlı surette fakirhanemde, bizim evde kalırlardı. Ben kütüphaneden, işimden dönünce, mutlaka ziyaret ederdim kendilerini... Hocaefendi bendenize, "Hafız abi!" derdi. Büyük bir tevaz eseridir. Babam yaşında hocamdır, mürşidimdir, sebeb-i feyzimdir. Bütün bunlara rağmen aynen Efendimiz SAS'in herkese en güzel ismiyle, en sevdiği isimlerle hitap ettikleri gibi "Hafız abi!" derdi.

Bir gün kalabalık bir cemiyetti, o kalabalık meclise geldim. Dünyanın her tarafından hacı var... Koskoca bir salon tıklım tıklım dolu... Buyurdular ki: "Yorgunum, ben size sohbet edemeyeceğim demiştim. Hafız abi geldi, bugün benim yerime o konuşacak. Ben de sizinle beraber dinleyeceğim!" buyurdular.

"--Hafız abi! Bize haccın hikmetini, hacdan maksat nedir, gaye nedir; bunu anlatacaksın!" dediler.

"--Efendim! Ben zât-ı âlinizden dinlemek isterdim. Bu kardeşlerim de sizi dinlemeye geldiler, beni dinlemeye gelmediler." deyince;

"--Beni daimâ dinliyor bunlar, bugün sizi dinleyecekler. Ben de dinleyeceğim!" buyurdular.

Sohbet şöyle başlamış ve devam ediyordu. Hazret sanki bir talebe gibi, bir mürid gibi kemâl-i huzur içinde dinliyor, "Allah Allah... Evet evet..." diyordu. Fakiri teşvikleri feyzimi artırıyor, gönlümü mesrur ediyor. "Acaba Hocaefendi sıkılıyor mu ki, hatalı bir söz mü söylüyorum?" diye üzülüyorum. "Allah Allah... Evet evet..." buyuruyordu.

Ondan sonra hacca ait bazı şiirlerimi okudum. O şiirlerde şunlar vardı:

Hacı kardeşim,

Ezanlar yükselirken arşa, beytullahı hatırla!

Şu pak olmuş gönül kirlenmesin tekrar günahlarla!..

Türkiye'ye geldiğim senelerden birisinde Hazret'i ziyarete geldim. O gece Mübarek gecelerden bir gece idi. Sohbet arasında camide: "Hafız Abi! Sen de bu camide kalsın, hatıra olsun; kardeşlerimizin gönlünde kalsın diye, şu anda gönlüne doğan bir şeyi anlat!" dedi. "Şu anda gönlüne ne doğduysa, anlat!"dedi.

O anda cemaatin aşkını gördüm, şevkini gördüm, onu anlattım. Orada Hoca Efendi ağlattı bizi... Hadis-i şerifler okudu, Efendimiz SAS'in ashabı toplamasından bahsetti. Peygamber-i Zişan'ın teşrif ettiği günlerde, Araplar birbirini yiyordu. Sırtlan gibiydiler, kuvvetli zayıfı yiyordu. Zayıfın bir kıymeti, ehemmiyeti yoktu.

Efendimiz SAS, dün birbirini yiyen, birbiriyle boğuşmayı şiar edinen Arap kabilelerini, kardeş yaptı. Öyle bir kardeşlik ki, Allah-u Teâlâ o kardeşliği methediyor. Bugün bizim ve bütün insanlığın muhtaç olduğu şey, kardeşliktir. İslam potası içinde erimemizdir.

Bunu söyleyince Hocaefendi'nin ağlamaları var ya, gözyaşlarıyla... Kardeşlerim, mü'min olan budur, iman budur, ihlâs budur... Allah ve rasul sevgisi budur. Dikkat buyurun! İşte bu kitaplar bunun için inmiştir, peygamberler bunun için gelmiştir. Fedâkârlık dini... Ben diye bir şey yok, kardeşlik var... Nefs-i emmâreyi, nefs-i levvâme, nefs-i mutmainne, nefs-i râziye, nefs-i mardiyye haline getirmek var... Nefsin esaretinden kurtulacaksınız. Size nefsininiz hakim olmayacak, ruhunuz hakim olacak. Seyr-i süluktan, tasavvuftan, tarikatten maksat nefs-i emmareye hakim olmak...

O günkü göz yaşları hâlâ gözümün önünde... Allah şefaatlarına layık etsin...

Hocaefendi'nin bize en çok tesir eden hali, hayatta sünnetleri ihya etmesi, peygamber gibi yaşaması, yâni hal ve hareketlerini SAS Efendimiz'e uydurması idi. Sanki Rasûlüllah'ı görüyor da, o nasıl hareket ediyorsa öyle hareket ediyordu.

Sonra yüksek tahsil gençliğini, hani kurtlar kapar diye kanadını açıp, onları böyle koruması... Talebelerinin içinden hacca gider bakanlar olurdu, sonra profesörler olurdu. Onların böyle bir ana kuş gibi kanadının altına alır, sonra her sene hacca gelir, ekseriya karadan gelirdi. Haccın sadece bir seyahat değil, günahların affı, duaların kabulu olduğunu söylerdi.

Ümmet-i Muhammed'e dua etmeyi bir borç bilirdi. Arafat'ta en mühim duaları: "Allah'ım! Bütün ümmet-i Muhammed'e rahmeyle... Ümmet-i Muhammed'e rahmeyle..." Defalarca bunu okur okur, ağlarlardı.

Kardeşlerin İslamî bir hayat sürmelerini, bununla birlikte birbirlerini kırmamalarını, gücendirmemelerini ve fedakarlık etmelerini isterdi. Kendini değil kardeşini tercih etmeyi, diğergamlığı tavsiye ederdi.

Hocaefendi Medine'de bir ev yapmak niyetindeydiler. Senelerce önce bir arsa aldık, orda bir ev yaptırmak diledik. Aldığımız arsa belediyeye gitti, belediye istimlâk etti. Parasını birkaç misli aldık, belediyeden... Para bende duruyor; arıyoruz, tarıyoruz. Merhum benim sıkıldığımı da anladı. Para bende duruyor, bir iş göremedik.

Erzurumlu Mustafa Necati hoca, Erzurum Ribat'ı diye bir misafirhaneye başlamış idi. Bir gün Hocaefendi'ye geldi:

"--Hocaefendi! Biz bu ribata başladık, bitiremedik. İkinci katın duvarlarını yaptık, aynen kaldı öyle... Lütfen bir çay içelim de, dua edin orada..." dedi.

"--Pekâlâ!.." dediler.

Akşam Hocaefendi'yle gittik. Çay içtik, sohbet ettik. Hocaefendi adeti değildi, dünyaya böyle sathî bakardı. Bir mühendis gibi temellerini, haritasını, duvarlarını, kaç kat olacağını sordular. Çok beğendiler, "Maşaallah.." filân dediler. Eve döndük.

Ertesi sabah, bizim çocuk okula giderken ona demiş ki:

"--İbrahim! Babana söyle, kütüphaneye giderken bana bir uğrasın!"

Uğradım. Selâm verdim, elini öptüm. Gülümsemesiyle, nurlu yüzüyle şöyle dedi:

"--Hafız abi! Ben fikrimi değiştirdim. Allah'ım şahittir, bu para benim paramdır. Binaenaleyh benim burada bir ev yapmam, Medine-i Münevvere'de bir evimiz olsun teklifim, teşebbüsüm şefâat-ı peygamberiyeye vesile olur mu; gayem buydu. Fakat Allah'ım beni oradan çekiyor, ümmet-i Muhammed'in fakirlerine bir misafirhane olmasını murad ediyorum. Bu parayı Mustafa Efendi Hoca'ya verelim. Bu binayı bitirelim, inşallah!.." dedi.

Söylemesiyle içim gül bahçesi oldu, o kadar sevindim. Üzerimdeki yükten kurtuluyorum. Başlanmış bir binanın bitirilmesi, Mustafa Efendi Hoca gibi temiz bir insanın da o işin başında bulunması... Mustafa Efendi Hoca'nın on-onbir çocuğu var, bir kümesi yok, kirada oturuyor; insanlar için, müslümanların fukarası için misafirhane yapıyor. Bu kadar temiz bir insan, bunu da biliyorum.

Mustafa Efendi'ye bu haberi götürdüğümde, Mustafa Efendi çok sevindi: "Allahım! Veli kulların böyle oluyor. Bir akşam Hocaefendi'yi çaya götürüyorum, o gece misafirhanenin tamamlanmasının kararı çıkıyor." dedi, ağladı. (*)

(*) 1986 Ağustosunda hac dolayısıyla Medine'deydik. Bir akşam Es'ad Coşan Hocamız'ın sohbetine Abdullah Efendi isminde, Medine'de mücavir yaşlı bir zât geldi. O anlattı: "1980 Kasımında Hocaefendi'nin vefat haberi gelir gelmez, Erzurum Ribatı'ndaki dairesi boşaltıldı, eşyaları kapının önüne yığıldı. O daireye Erzurumlu Mustafa Hoca'nın kardeşi yerleştirildi. Halbuki o daire için, bir seferinde Hocaefendi'nin altmışbin riyal verdiğini bizzat gördüm." dedi. (Dr. M. Erkaya)

Azizim, keramet budur işte, velî budur işte!.. "Gelir gelmez fikrimi değiştirdim." dedi. "Ben bir şefaatı peygamberiyeye vesile olsun, sebep olsun gayesiyle burada bir ev yaptırmak istiyordum; ben ve talebelerim otursun diye... Sadece bize değil, bütün Muhammed Mustafa'nın ümmetine hizmet edecek, Türkiye'den gelen her müslümanın oturabileceği bir misafirhanenin yapılmasını tercih ediyorum." dedi. Keramet budur, fazîlet budur. Hocaefendi kendisini çekiyor ortadan...

Hocaefendi'nin diğer insanlarla olan münasebetleri çok güzeldi, şiddeti sevmezdi. Latifti, kaçırmayı sevmezdi. Çünkü Peygamber Efendimiz SAS meşreb itibariyle: "Kolaylaştırın, ürkütmeyin, zorlaştırmayın!" buyuruyor. Birisi gelse;

"--Hocam! Bu tesbihi verdiniz, bu evrâdı verdiniz. Fakat dersim var, işim var..." dese;

"--Yapabildiğin kadar..." derdi. "Olmaz, bırak öyleyse!" demezdi. "Yapabildiğin kadar yap!" derdi; sevdirir, kaçırmazdı.

Hiç bir hocanın, hiçbir şeyhin ardından attığını görmedim. Hattâ;

"--Bugünkü müslümanlar gruplara ayrıldı." dendi.

"--Evet. kader böyleymiş, ne yapalım?.. Fakat onları da ben şu şekilde görürüm: Bir ordunun hava kuvvetleri var, kara kuvvetleri var, deniz kuvvetleri var, istihkam kuvvetleri var... Bir ordunun çeşitli kolları var... Milletin imanını kurtarma mesaisinde koşan kardeşlerimiz..." demişti.

Herhangi bir kimse bu cevabı işittiğinde rahatlıkla çalışabilir, Hocaefendi'nin kanadının altına girebilirdi. Kaçırmazdı hiç, Allah rahmet eylesin...

İslam'ı asliyetiyle, safiyetiyle algılamak lâzım!.. İslâm sadece bilgi dini değil de; bildiğiyle, iman ettiğiyle amel etme dini... Talebeleri içinden akidesi bozuk, "Eh olsa da olur, olmasa da olur." şeklinde İslam'ı sulandıran kimse çıkmadı. Dürüst, nezih, ehl-i sünnet velcemaat caddesinde yürüyen temiz bir grup...

Peygamber Efendimiz SAS, şu hadis-i şerifleriyle ümmetini ne büyük, ne ulvi, ne kadar kudsi edeplere tevcih buyuruyorlar. Hadis-i şerif meâlen şöyle:

"İnsanoğlu, ölünce amel defterleri kapanır. Fakat üç kimsenin amel defteri kapanmaz!" buyuruyor.

1. Sadaka-i cariye yapan, ehl-i imana, insanlara faydası olan bir eser bırakıp giden insanın amel defteri kapanmıyor.

2. İnsanlara fayda veren eser, ilim bırakan kimsenin de; o eserler okundukça, yazdığı eser ve kitaplardan mü'minler faydalandıkça, aynen hayatta kalmış gibi, hayatta ibadet ediyormuş gibi defter-i âmâli kapanmıyor.

3. Salih bir evlat, hayırlı bir evlat yetiştiren kimsenin defteri kapanmıyor. "Allah'ım, babama rahmet eyle..." diyor, babası için dua ediyor. Babasının günahlarının affını istiyor. Hayırla anıyor onu...

Bir tek hayırlı evlâdın duası insanı böyle ölümsüz kılarsa, hayatında olduğu gibi defter-i ameli kapanmayıp, amel defteri devam ederse; Hocaefendi yaptığı hizmetlerle binlerce, yüzbinlerce evlat kazanmış oluyor. Böyle bir nesil bırakmak, bahtiyarlığın en büyüğü bence...

İmrenilecek insanlar böyledir. Zaten ideal kimseler böyle oluyor, örnek insanlar bunlar... Allah bu gibi alimlerin, bu gibi mürşidlerin adetini çoğalttığı gibi, bunların feyzinden bizleri feyzyâb eylesin, inşaallah...

İslâm, Kasım 1993