Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN Rh.A
Hazırlayan: Erkayalar
.
GÜÇ VE KUVVET ALLAH'INDIR
Eùzü billâhi mineş-şeytànir-racîm.
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultànih... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve üsvetinel-haseneti muhammedinil-mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaîn... Emmâ ba'd:
a. Cennetin Hazinesi
Fudàletübnü Ubeyd RA'dan naklolunduğuna göre, Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
RE. 401/1 (Men erâde kenzel-cenneh) "Kim cennetin hazinesini elde etmek istiyorsa, (fealeyhi lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) o zaman Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh'ı çok söylesin, ona sarılsın, ona yapışsın!"
Şimdi, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh cennetin hazinesi... Hadis-i şeriflerden biliyoruz ki, insan dünyada zikrettikçe, iyilik yaptıkça, ibadet ettikçe cennetteki yerine, bahçesine her yaptığı zikir için türlü türlü nebatler, bitkiler, çiçekler dikiliyor. Hattâ Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
"İbrâhim AS ile Mi'racda görüştüm. 'Ümmetine selâm söyle!' dedi bana. 'Cennetin arazisi eğer kul çalışmazsa, dümdüzdür. Bu aynen ekinsiz bir tarla gibidir. Bunun ekin, bitki, ağaç, çiçek vs. ile tarlanın güzelleşmesi, getirip onları ektiğin zaman olduğu gibi; cennetin dümdüz olan, bitkisiz olan arazisinin da güzelleşmesi zikirlerle olur, ibadetlerle, tâatlerle olur. Yapılan zikirlerle orası bağlık bahçelik, emsalsiz güzelliklere sahip olur." dedi.
Cenâb-ı Hak her şeye kàdir... Böyle zikirleri orada cennet bahçelerinin çiçeklerine, bitkilerine döndürüyor.
Tebâreke Sûresi hakkında bir rivayet var. Peygamber Efendimiz'in anlattığından öğreniyoruz, bilemezdik yoksa...
Adamın birisi vefat edip gömülüyor. Kabre konulunca korkuyor. Fakat biraz sonra çok tatlı, çok sevimli, çok cana yakın bir insan geliyor, kendisiyle ahbaplık etmeğe başlıyor. Diyor ki:
"--Ben burada toprağın altında yalnızlıktan korkmuştum, ama sen geldin. Seni sevdim, canım ısındı sana... Sen kimsin mübarek?" diyor, soruyor bu gelen adama.
O da diyor ki:
"--Ben senin dünyada okuduğun Tebâreke Sûresi'yim! Allah bana bu sûreti verdi, sana yoldaş gönderdi." diyor.
Yâni Cenâb-ı Hak kişinin, kulun algılayabileceği bir hâle bürüyüp, onun karşısına sunuyor. Burdan onu anlıyoruz. Yâni, Cenâb-ı Hakk'ın işlerini anlıyoruz.
Şimdi Tebâreke Sûresi'ni okusan, sevabı hasıl olsa, sen onu gözle görmeyince, hissedemezsin. Çünkü senin hissedebilmen için ya gözüne hitab etmesi lâzım, ya eline hitab etmesi lâzım, ya da ses olup kulağına hitab etmesi lâzım!.. Sen yanındaki radyoaktif maddeleri vs. görünmez maddeleri göremediğin gibi, onu da anlayamazsın. Ama Cenâb-ı Hak ona, senin algılayabileceğin bir güzel şekil veriyor, o zaman mutlu oluyorsun.
İnsan yalnız olduğu yerde neyi sever?.. Bir güzel canayakın arkadaşı oldu mu, canı sıkılmaz; sohbet eder onunla... Cenâb-ı Hak o hali veriyor. Zikirler de cennette çiçek oluyor, bitki oluyor, ağaç oluyor, meyva oluyor. Cennetin güzellikleri insanın buradaki çalışmalarıyla artıyor.
Onun için, cennetin hazinesi Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh... Veyahut, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh insana o kadar çok sevap kazandırıyor ki, o kadar büyük sevap kazandırıyor ki, hazinelere sahip olmuş gibi oluyor insan... Sanki hazineleri ele geçirmiş gibi oluyor.
O halde nedir bu kelime bir anlayalım, anlamı ne demek oluyor:
(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) "Ne kadar güç kuvvet varsa, hepsi Allah'ındır. Her şey Allah'ın kudretindedir. Allah dilerse olur, dilemezse olmaz. Allah dilemezse, kimse bir şey yapamaz. Allah dilemezse, sen yerinden de kıpırdayamazsın! Her şey, yâni bütün oldurma, değiştirme, yapma, var etme, yok etme... bütün şeyler hep Allah'ındır, Allah sayesindedir, Allah'ın elindedir." demek.
O zaman, ben Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği kul olursam, Cenâb-ı Hak beni korursa, kimse zarar veremez. Ben Cenâb-ı Hakk'ın gazab ettiği bir iş yaparsam, --Allah saklasın-- o zaman da Cenâb-ı Hak gazab edip azap vereceği zaman, dünyadaki hiçbir kimse beni koruyamaz. Nereye saklasalar, kaçıramazlar Cenâb-ı Hakk'ın gazabından. Padişah olsa, Firavun olsa, Nemrut olsa, şah olsa; Allah-u Teàlâ Hazretleri onun cezasını ona ulaştırır, askerlerinin arasında bile verir. Tarihte bunların misalleri çok... Tepesine yıldırım yağdırır. En ummadığı yerde, kaçtım kurtuldum sandığı yerde cezası gelir. Her şey Allah'ın elindedir çünkü...
İşte bu imanın özüdür. (Lâ ilâhe illallah) "Allah var, başka tanrı yok!" diyorsun, bu zahirî tevhid... (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) "Bütün güç, kuvvet Allah'ın elinde..." Bu da imanın perde arkasındaki asıl temel inanç; buna da gizli tevhid diyorlar. Her şey Allah'tan...
Bu kadar Allah'a bağlandı mı bir insan, her şey yolunda...
b. Ömer Ziyâeddin Efendi'nin Hikâyesi
Şimdi nasıl oluyor bu işler, misal vereyim:
Bizim Ömer Ziyâeddin Efendi, Osmanlı zamanında Türkiye'de hakkı söylediği için; "Yapmayın, etmeyin, bunlar yanlış! Bu tefrika doğru değil, itaat edin, aykırılık çıkartmayın, saltanat aleyhine çalışmayın; yabancıların oyununa geliyorsunuz!" filân deyince, ondan sonra da iktidarı İttihad ve Terakkî alınca; yâni padişahı devirdiler, düşmanlar iktidara geçti. O zaman, bu zâtı Medine-i Münevvere'ye sürmüşler. Yâni uzaklaştırıyorlar merkezden...
Orada yoksulluk çekmiş. İnsanın bağı bahçesi bile olsa ne yapacak, yanında götüremez ki... Sürüyor, bindiriyor arabaya veya vapura; "Bunu Cidde'de indirin!" diyorlar. Hükümetten emir, ne yapsın?.. Cidde'de indiriyorlar. Parası, pulu yok, ne yapacak?.. Çok sıkıntı çekmiş, ama Allah'ın sevgili kulu... Bakın olanlara, oğlu anlatıyor:
Mısır valisinin rüyasına, Peygamber SAS giriyor. Mısır'ın o zamanki valisi [Hidiv Abbas Hilmi Paşa] rüyada Peygamber Efendimiz'i görüyor. Peygamber Efendimiz rüyasında Ömer Ziyâeddin Efendi'yi gösteriyor;
"--Şu hafız Ömer Ziyâüddîn'i himâyene al!" diyor.
Rüyadan uyanıyor Mısır valisi, tanıdığı birkaç kimseye diyor ki:
"--Bu gece ben Rasûlüllah SAS'i gördüm. Bana, 'Hafız Ömer Ziyâeddin'i himâyene al!' dedi." diyor.
"--Ooo mübarek olsun, Rasûlüllah SAS'i görmüşsün!" diyorlar.
"--İyi ama, Ömer Ziyâeddin kim?.. Rüyada simasını gördüm ama, 'Himayene al!' buyurdu Peygamber Efendimiz ama, koca dünyada Ömer Ziyâeddin kim?.."
"--İşte o artık Allah'ın bir mübarek kulu demek ki, Rasûlüllah'ı görmene vesîle olmuş." demişler.
"--Peygamber Efendimiz himaye et dediğine göre, arayıp, bulup himâye etmem lâzım!" demiş.
Sonra bir daha rüya görmüş. Peygamber Efendimiz bu sefer mescidinde Ömer Ziyâeddin Efendimiz'i göstermiş ve valiyi azarlamış:
"--Hafız Ömer Ziyâeddîn'i himayene al!" demiş.
O zaman toparlanmış, maiyetiyle, adamlarıyla beraber, Medine-i Münevvere'ye gitmek üzere yola çıkmışlar. Ordadır bu Ömer Ziyâeddin diye... Kalkmışlar, Mısır'dan Medine-i Münevvere'ye gitmişler. Mısırın valisi, adamlarıyla beraber Medine-i Münevvere'ye geldiği zaman... Tabii Mısır çok büyük bir yer, önemli bir yer. Onun valisi de çok önemli bir kişi. Büyük bir saygıyla, ihtişamla Mescid-i Nebevî'ye doğru geliyorlar.
Sakallı, mübarek, yaşlı bir zât yolunu kesmiş onun;
"--Burası neresi?.. Burası Rasûlüllah SAS Efendimiz'in şehri!.. Siz nereyi ziyarete gidiyorsunuz? Böyle saltanatla, tantanayla, gösterişle olur mu?.. Tevâzuyu takınmanız lâzım, âdâba riayet etmeniz lâzım!" diye kafilenin önüne çıkıyor.
Devlet adamı bunlar; askerler bir tane patlatır, yıkar aşağıya... "Böyle tantana ile gidilmez, tevâzû ile gidilir." diyor, nasihat ediyor.
Mısır valisi bir bakıyor, rüyada kendisine gösterilen şahıs... Peygamber Efendimiz'in gösterdiği, bunu himâyene al dediği, Ömer Ziyâeddin Efendi...
"--Aaa, Hafız Ömer Ziyâeddin!" diyor.
Halbuki hiç görmedi daha önce, rüyadan tanıyor. Onun o nasihatı karşısında başka birisi olsa ve böyle bir şey olmasa, askerler bir kenara alırlar yâni. Şimdi meselâ, Suudun meliklerinden bir tanesi mescide girecek olsa, birisi böyle önüne çıkmak istese; askerler hallederler.
Vali hemen onu alıyor, Mısır'a götürüyor, bir konak tahsis ediyor. Tamam... Bak Cenâb-ı Hak bir kulu sevdi mi, nerelerden neler yaptırtıyor, nasıl rahata erdirtiyor...
Sonra o yine Mısır'da, "Devletimizi yıkmak istiyorlar. Dış oyunlara gelmeyin, İngiliz oyunlarına gelmeyin!" diye nasihat ettikçe, bu sefer orda da şikâyet oluyor. İngilizler bunu yakalıyorlar, muhakeme ediyorlar; herhalde sakınmadı, dobra dobra sakınmadan konuştu, idama mahkûm ediyorlar.
O sıralarda İngilizler Mısır'a el koymuşlar. Eski valiyi de İsviçre'ye sürgüne göndermişler. İsviçre'de valinin kulağına gidiyor bu olay... İngiltere kraliçesine mektup yazıyor, diyor ki:
"--Bu zatı asamazsınız! Bu mübarek bir zâttır, Rasûlüllah bunu bana havale etti rüyamda... Hakkında böyle idam fermanı filân olmuş; onu asmayın!" diyor.
Kraliçenin emriyle asamıyorlar.
Demek ki, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh... Misâl tamam mı?.. Bak bütün mantığımızla, kendi düşüncemize göre kurtuluş olmayan hallerde, hep Cenâb-ı Hakk'ın istediği nasıl oluyor!..
Adamlar öldürmeğe karar veriyorlar, öldüremiyorlar. Hükümet sürgüne gönderiyor, Allah konağa getirtiyor, izzet itibar yaptırtıyor. Yâni, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh... Anladınız mı?..
İşte bu cennetin hazinesi... Ya cennette insanı hazinelere kavuşturduğu için, ya da kendisi cennette bir hazine bu Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh sözü... "Arş'ın altında bir hazinedir." diye de geçiyor başka hadis-i şeriflerde. "Bunu çok söyleyin!" diyor. Neden?.. Bu inanca sahip olun, buna göre yaşayın!" demek. Bu hadis-i şeriften çıkarılacak anlam, "Hesaplarınızı buna göre yapın!" demek.
c. İmanın En Efdali
Güç kuvvet Allah'ındır. Allah'ın sevgili kulu olmaya çalışın! Başka türlü şeyin faydası yok, Allah'a iyi kulluk edin!.. Her yaptığınız işi Allah rızası için yapın! Allah'tan isteyin, Allah'a sığının, Allah sizi korusun... Çünkü kurtulmak için Allah'tan başka hangi dala yapışsa, kırılır. Hangi ipi tutsa, kopar. Hangi insana dayansa, o insan ölür. Hangi duvara yaslansa, o duvar yıkılır.
Çare; Cenâb-ı Hakk'a dayanmak, tevekkül etmek, inanmak, onun emrini tutmak, onun rızasını kazanmağa çalışmak, ona güzel kulluk etmek... Çünkü, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh... En önemli iş, bizim İslâmımızın özü, iliği bu: Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh... Ona göre adımlarımızı uygun atalım, öyle doğru yolda yürüyelim! Bu düşünceyi gönlümüzden, aklımızdan, hafızamızdan çıkartmayalım, unutmayalım!..
Bir de bunu söylemişkin, bu nasihat dilime gelmişken, bir şeyi daha söyleyeyim: Peygamber Efendimiz başka bir hadis-i şerifinde de buyurmuş ki:
"İmanın en üstün derecesi, en sağlam derecesi, en faziletli, en kıymetli iman..." Herkesin imanı var. "Eşhedü en lâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh" diyoruz. "Allah'ın varlığına birliğine iman ettik; Rasûlüllah'ın onun elçisi, peygamberi, gönderdiği rasûlü olduğuna inandık. Amentü billâh." diyoruz, mü'miniz. Ama imanın en yüksek mertebesi, en faziletlisi, en kıymetlisi nedir?.. "Nerede olursan ol, Allah'ın seni gördüğünü bilmendir." İmanın en kıymetlisi bu...
Nerede olursan ol, ne iş yaparsan yap, ne kadar saklı, tenha yerde olursan ol; Allah seni görüyor. Çünkü her yerde hàzır ve nâzır... Odadasın, hiç kimse yok, kimse görmüyor; Allah görüyor...
Allah da görüyor, melekler de var zâten; sen yalnız değilsin ki... Senin gözlerin görmediği için, sen kendini yalnız sanıyorsun.
Şurası yalnız mı, bu odada kaç kişi var?..
--Oniki kişi var...
Oniki kişi mi var şimdi bu salonda?.. Bu odada sayılamayacak kadar Allah'ın melekleri var!
--Nerden biliyorsun, görüyorsun da mı söylüyorsun?..
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
"--İlim meclislerini melekler bulurlar, toplanırlar, yığılırlar. İzdihamlı bir şekilde, üst üste birikirler." diyor.
Rasûlüllah'ın hadisi okunuyor. Allah'ın Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh olduğunu anlatıyoruz. Bunlar önemli şeyler.
--Görüyor muyuz?..
Görmüyoruz ama, melekler görünebilir aslında... Bazen de görünmüşler.
Meselâ, Peygamber Efendimiz Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz'le otururken, Cebrâil AS geliyor Peygamber Efendimiz'e... Peygamber Efendimiz Cebrâil AS'ı görüyor ve diyor ki:
"--Yâ Ebûbekir, Cebrâil AS geldi, Allah'tan sana selâm getirdi." diyor.
Ebûbekr-i Sıddîk ağlamağa başlıyor sevincinden. Ne kadar büyük sevinç... Ama görmüyor.
Görmez, görmeyebilir. Çünkü biz neleri görmüyoruz, neleri görmüyoruz. Görmeyebiliriz. Ama görünebilir de... Görünebildiğinin misâli var mı?.. Var!..
d. Cebrâil AS'ın Soruları
Bir keresinde Peygamber Efendimiz ashabı ile oturmuş iken, bir yabancı adam geldi. Çok güzel bir adam geldi. Tertemiz, bembeyiz, tozsuz, güzel, pırıl pırıl elbiseleri vardı. Herkes baktı, şaşırdı. Dediler ki:
"--Biz tanımıyoruz. Medine'de olan bir kimse olsaydı, bilirdik."
Zâten nüfus ne kadardı o zaman, herkes birbirini bilirdi. Medine'den değil... Dışarıdan gelmiş olsa, bu elbiseler böyle temiz durmaz. Terden, tozdan, yolcunun elbisesi kirli olur. Yolda kirlenir, tozlanır, saçı başı tozlanır. "Allah Allah!.." diyorlar.
Geliyor, kalabalığın içinde ilerliyor, ilerliyor, Peygamber SAS Efendimiz'in yanına kadar geliyor ve oturuyor. Herkes buna hayret ediyor. Şöyle kapıdan girer girmez bir köşeye ilişiver... Hayır, Rasûlüllah Efendimiz'in ta yanına kadar gidiyor. Kim istemez Rasûlüllah'ın yanına gitmek ama, edebden dolayı herkes gidemiyor.
Ben de isterim Rasûlüllàh'ın ta yanında oturmayı ama, herkes gidemiyor. Bunun ta Rasûlüllah'ın yanına gittiğine şaşıyorlar. Güzel bir adam ama, çok güzel bir kimse ama, şaşılacak işler yapıyor.
Dizini Peygamber Efendimiz'in dizine yanaştırıyor, dizi dizine değecek gibi.
"--Allah Allah, bu ne samîmiyet?" diyorlar.
Diyor ki Peygamber Efendimiz'e: (Yâ rasûlallah, ahbirnî anil-îmân) "Ey Allah'ın Rasûlü, bana imanı bildir! İmandan bilgi ver, haber ver bana..."
Peygamber Efendimiz de: "İman Allah'a inanmaktır, meleklerine inanmaktır, kitaplarına inanmaktır..." diye imanın esaslarını söylüyor. Herkes dinliyor böyle... Cevap bittikten sonra, soran kimse diyor ki: (Sadakte) "Evet, doğru söyledin!"
"Allah, Allah! Hem soru soruyor, hem de cevabı aldıktan sonra, doğru, tamam, bildin der gibi sadakte diyor." diyorlar. Daha şaşırıyorlar. Hem samîmiyetine, yakınlığına şaşıyorlar, hem böyle pervâsızlığına şaşıyorlar. Soru soruyor, hem de tamam, bildin, doğru demesine şaşıyorlar.
Ondan sonra, "Pekiyi, İslâm'ı söyle!" diyor. Peygamber Efendimiz, İslâm'ın namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek olduğunu söylüyor. Yine (sadakte) "Bunu da doğru söyledin." diyor. Herkes hayretler içinde ama, can kulağı ile dinliyorlar. Çok ilgi çekici bir olay...
Ondan sonra, "Pekiyi ihsân ne demek?" diyor. Türkçede ihsan, cebinden parayı çıkartıp birisine bahşetmen, vermen demek. Padişah bir kölesine bir mal ihsân etti. Verdi demek yâni.
Arapça'da ihsân ne demek?.. Güzel yapmak demek. "Müslümanlığını, kulluğunu insan nasıl güzel yapar? Güzel bir müslüman olmak, müslümanlığı güzel yapmak nasıl olur? İhsânı anlat!" diyor.
(El-ihsânü en ta'büdallàhe keenneke terâhü) "İhsan, sanki görüyormuşsun gibi, karşısındaymış gibi Allah'a kulluk etmendir. (Fein lem tekün terâhu feinnehû yerâke) Çünkü, her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni görüyor." Her yerde hàzır.
Allah bizi görmüyor mu?.. Görüyor, âmennâ ve saddaknâ... Biz?.. Biz göremeyiz. Biz göremeyiz ama, Allah içimizi, dışımızı biliyor; evvelimizi, ahirimizi biliyor; önümüzü, sonumuzu biliyor... Her sözümüzü işitiyor, her yerde hàzır.
Bir sıfatı karîb; yakın demek. Öyle yakın ki, (akrabü min hablil-verîd) şahdamarından daha yakın... Yanımızda, her şeyi görüyor, basîr... Semî', her şeyi işitiyor, hiç bir şey gizli kalmıyor. İki kişi fısıldaşsalar, bir münafıklık yapsalar, onu bildiriyor Peygamber Efendimiz... Kim haber verdi?.. Allah... Çünkü her şeyi biliyor, her şeyden haberdar.
"--Allah'ı görüyormuş gibi ona kulluk yapmak, en güzelidir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni görüyor." diye cevap veriyor.
"--Doğru söyledin." diyor. "Pekiyi, (metas-sâah) kıyamet ne zaman kopacak? Kıyametin kopma saatinden bilgi ver!" diyor.
O zaman Peygamber Efendimiz bir güzel cevap veriyor ki... Her cevabı güzel, bizim için dersler var içinde. Buyuruyor ki:
(Mel-mes'ûlü anhü bia'leme mines-sâil) "Bu konuda kendisine soru sorulan, yâni ben, soru sorandan, yâni senden daha bilgili değilim!" diyor. Bu ne demek?.. "Sen ne kadar biliyorsan, ben de o kadar biliyorum; sen ne kadar bimiyorsan, ben de o kadar bilmiyorum." demek.
Bundan çıkacak derslerden bir tanesi nedir?.. Biz de bize bir şey sorulduğu zaman, biliyorsak cevabı veririz. Peygamber Efendimiz'e imanı sordu, söyledi; İslâm'ı sordu, söyledi; ihsânı sordu, söyledi... Ama kıyameti sorunca; Peygamber Efendimiz, "Senin bildiğin kadar biliyorum, o kadar, fazla bir şey değil!" diye cevap verdi.
Demek ki, bildiğine biliyorum diyecek insan; bilmediğine de bilmiyorum diyecek, atmayacak. İlle bir cevap vereyim diye kalkmayacak.
Televizyonda bakıyorum, bir hoca, doçent, profesör... Bir şey soruyorlar; "Ben bilmiyorum, görmedim, yok öyle bir şey!" diyor, geveliyor. Halbuki o konuda hadis-i şerif var. Ben okudum, yok değil, var öyle bir şey... O, "Onlar uydurmadır, halk inancıdır; yok İslâm'da öyle bir şey!" diyor.
Hadis-i şerif var, haberi yok... "Ben bilmiyorum!" de, profesörlüğünün şanından bir şey eksilmez, daha iyi olur. Eski büyük alimler, bilmedikleri meseleyi bilmiyorum demişler. Bildiğinin cevabını vermiş, bilmediğinin cevabını vermemiş, "Ben bilmiyorum!" demiş.
Şimdi bu soruları soruyor. Kıyameti sorunca, kıyametin cevabını vermiyor Peygamber Efendimiz; "Bu konuda sen ne kadar biliyorsan, ben de o kadar biliyorum. Fazla bilgi yok!" demiş oluyor. Sonra diyor ki: "Ama kıyametin alâmetleri vardır. Belirtileri vardır ki, onları gördüğün zaman, kıyametin kopmasının yakın olduğunu ordan sezinlersin."
Bu alâmetleri biliyor muyuz?.. Hepsini biliyoruz. İşte şimdi bizim bu devrimizin manzarası: İçkinin yayılması, zinanın yayılması, binaların çoğalması, kat kat yüksek binaların yapılması... Çoluk çocukların ana babasına àsî olması, hattâ kızların anasının babasının sözünü dinlememesi... Hadi erkek çocukları biraz haylaz olur, kızların dinlememesi... Ahlâkın ters, tepe taklak gitmesi, kötülerin başa geçmesi, iyilerin aşağıda kalması... Güzel ahlhakın alay konusu olması, beğenilmemesi, kötü ahlâkın alkışlanması... Ters şeyler... İşte bunlar kıyamet alâmeti.
Şimdi bunların bazılarını da söylüyor Peygamber Efendimiz. Ondan sonra, "Pekiyi" diyor, kalkıyor gidiyor o zât... Kalktı gitti. Peygamber Efendimiz diyor ki:
"--Bu zâtı tanıdınız mı?.."
Çok ilginç... Diyorlar ki:
"--Allah ve Rasûlü bilir, biz tanımadık, ilk defa görüyoruz."
"--Bu Cebrâil AS'dı. Size dininizi öğretmek için bu şekil ile geldi. Soruları sordu, ben cevapları verdim. Böylece sorulu-cevaplı bir ders görmüş oldunuz, dînî konuları öğrenmiş oldunuz."
e. Melekler Görünebilir
Demek ki, Allah dilerse, bazan melekler bir şekil ile görünebilirler, insanın karşısına gelebilirler. Nasıl olur bu?.. Ben bir tane çağımızdan, zamanımızdan bir misal söyleyeyim:
Benden altı yaş büyük Mithat Ağabeyim, babamlarla oturur. Babamlara hizmet eder. Zengin, varlıklı bir kimse... Pazara gitmiş, taze taze sebzeler, meyvalar almış. Getirmiş hepsini, arabasına doldurmuş. Tam o sırada yanıbaşında iriyarı bir dilenci belirmiş. Ama levent gibi, sapasağlam... Turp gibi mi derler, taş gibi mi derler, arslan gibi mi derler; sağlam bir dilenci... İstanbul'un külhânî edasıyla:
"--Ağabey, şu salatalıklardan bir tanesini versene bana!.."
"Salatalık turfanda, yeni çıkmıştı. Babamlar yesin diye pahalı olmasına bakmadım, ne kadar pahalı olursa olsun dedim, aldım." diyor. "Elma dese elma vereceğim, ayva dese ayva vereceğim... Ötekilerden ne istese vereceğim. Tuttu, turfanda fiatı çok pahalı olan yeşil salatalık istedi." diyor.
Bir de İstanbul'un böyle külhanî tipleri esrarkeş filân olur umûmiyetle... Onlar böyle para toplar, dilenir, kazandığı parayla gider esrar alır. Buradaki hippiler filân gibi.
Şimdi böyle hırpânî tavırlı, ama vücudu sapasağlam, dinç, sakat değil, hasta değil, ihtiyar değil, aciz değil... Öylelerini zâten birisi gördü mü, ne diyor: "Dileneceğine, biraz çalış da para kazan! Sapasağlamsın, ayıp değil mi, utanmıyor musun dilenmeye?" filân diyorlar.
Tabii, ağabeyim öyle bir şey dememiş de; biraz şakacıdır, kendisi anlatıyo bana hadiseyi... Demiş ki:
"--Sen onun fiatının kaç para olduğunu biliyor musun?" demiş. "Yâni, öyle bir şey istedin ki, yirmi gün sonra istesen, çuvalla vereyim sana, küfeyle vereyim... Ama şu sırada turfanda, pahalı yâni, çok pahalı... Sen onun kaç para olduğunu biliyormusun, gittin onu istedin." demiş.
"Bunları da söyledim ama, eğildim bir taraftan, salatalığı da aldım. Yâni, 'Ne yapayım, istedi, gözü bir kere gördü, o zaman vereyim!' dedim. Döndüm, adam yok..." diyor. Öyle bir yerdeyim ki, arabayı meydana bıraktım. Pazarın yanı geniş, arabanın etrafında kimse yok... Döndüm baktım, benimle konuşan adam yok olmuş. Şaşırdım, sağıma baktım, soluma baktım, etrafa baktım..."
Ağabeyim bunu anlatırken ağlıyor. Öyle heyecanlanmış, öyle duygulanmış ki, hüngür hüngür ağlıyor. Tir tir titriyor.
Kim bu?.. İnsan değil... Çünkü bir an göründü, ondan sonra da kayboldu. İmtihan... İnsan sûretinde, hem de insanın hoşlanmadığı bir şekilde, külhânî kılığında Allah birisini gönderdi, cömertliğini imtihan ediyor. Artık kazandı mı, kaybetti mi, bilmem... Eğer o lafı söylemeden, eğilip verseydi daha iyi olacaktı ama, o lafı da söylemiş.
Ah bizim bu dillerimiz!.. İki dudağın arasında diller var ya... Bu dil çok tehlikeli bir uzvumuz bizim. Ekseriyetle insanları cehenneme sokan, bu dildir. Neden?.. İleri geri konuşur, kötü konuşur. Yalan söyler, küfür söyler vs. cehenneme düşürür bizi. Her an dikkatli olmamız gerekiyor. Allah bizi dikkatli müslüman eylesin...
Biz de imtihanı kaybedebiliriz. Böyle olmadık, ummadık bir zamanda öyle birisi gelse, insan o şartlara göre bir olmadık cevap verebilir kendisini tutamayıp da... Allah imtihanda kaybettirtmesin, yardım etsin... Edebimizi, ahlâkımızı güzel eylesin... Allah hepinizden razı olsun...
Daha çok hadis-i şerif okuyacaktım ama, bitiverdi vakit. Üç tane okumaya niyetleniyordum, okuyalım!
f. Dinde Fakih Olmak
İkinci hadis-i şerif:
RE. 401/2 (Men erâdallàhu bihî hayran yüfakkıhhü fid-dîn)
Abdullah ibn-i Mes'ud RA'dan rivayet edilmiş. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
"Allah bir müslüman kulunun hayrını murad ederse, iyiliğini isterse; (yüfakkıhhü fid-dîn) din konusunda bilgili, anlayışlı, isabetli görüşlü kılar."
Bir kulu sevdi mi Allah, onun hayra ermesini istedi mi, ona lütfetmek istedi mi, onu dinde bilgili yapar. Dinini doğru bilen, imanını doğru bilen, imanına göre yaşamasını doğru yapan bir insan yapar. Çünkü en önemli şey budur.
Sanmayın ki, günahları işleyen insanlar bu işleri mantıksız yapıyorlar. Onların da kendilerine göre bir mantığı var. "Sen bu içkiyi niye içiyorsun?" dediğin zaman, sana kırkbeş dakika konferans veriyor. Bir mantık söylüyor. Dilenene, "Niçin dileniyorsun?" dediğin zaman, bir cevap veriyor. Her işi yapan bir mantık söylüyor. Doğru mantığı anlamak kolay değil.
Nasreddin Hoca'nın hikâyesinde biliyorsunuz: Birisi bir şey söylemiş;
"--Doğru, haklısın." demiş.
"--Yok hocam, öyle değil, şöyle şöyle..." demiş karşısındaki öteki adam;
"--Sen de haklısın!" demiş.
Yâni onun dediğine, bu hayır diyor; ona da "Sen haklısın!" diyor, buna da "Sen haklısın!" diyor. Bir başkası dayanamamış:
"--Hocam, şimdi olmadı. İki zıt insan iki zıt fikri söyledi. Ona da 'Evet, doğru, haklısın!' dedin, buna da 'Evet, doğru, haklısın!' dedin. Hem o, hem bu, ikisi birden haklı olur mu; ya o haklı, ya bu haklı?.."
"--Sen de haklısın!.." demiş.
Hoşuma gidiyor Nasreddin Hoca'nın hikâyeleri...
Şimdi, insan doğruyu kolay bulamaz. Sağa kulak verirsin, sola kulak verirsin, o gazeteyi okursun, bu gazeteyi okursun; hepsi de doğru gibi gelir sana... Hiç kimse ayranım ekşi demez, hepsi ballandırır, tatlandırır, gerçekleri bir başka türlü anlatır. "Allah Allah! Acaba bu mu haklı, o mu haklı?" dersin.
Allah bize dini doğru sezip, gerçekleri doğru görüp, imanın gereğini doğru olarak yapmayı nasib etsin...
"--Namaz kıl!" diyorsun adama;
"--Sen o kadar softalık yapma! Allah gafûrur-rahîmdir, affeder." diyor.
Demiyorlar mı?.. Aynen diyorlar böyle.
"--Allah'ın benim namazıma mı ihtiyacı var?" diyor.
Allah namaza ihtiyacı var diye mi, bize namaz kılmamızı emretti?.. Bizim ihtiyacımız var. Lafa bak!.. Ama bir mantık yürütüyor böyle, kendine göre...
"--Hacca git, bak zenginsin!" diyorsun;
"--Dur, şimdi olmaz! Çoluk çocuk var, onları büyüteyim, evlendireyim, öyle..." diyor.
Veyahut da diyor ki:
"--Ben zayıf bir müslümanım hocam, şimdi ben hacca gidersem, ondan sonra günah yapmamak lâzım! Ben şimdi gitmeyeyim." diyor.
Demek istiyor ki, "Biraz daha, on onbeş sene günah işlemeye devam edeyim!" demek istiyor. Hacı olduktan sonra ayıp olacak ya... "Utanmıyor musun, hacı olduğun halde bu işleri yapıyorsun?" diyecekler diye, "En iyisi hacı olmamak..." diye düşünüyor.
Mantık mı bu?.. Yamuk mantık. Bu mantıklar var, yok değil, hepsi var... Allah doğruyu bulmayı, dini doğru öğrenip doğruyu uygulamayı Allah nasib etsin...
Doğruyu bulamazsa, bilemezse ne olur insan?.. Hayatı kayar, ahireti mahvolur. Tutturur bir yol gider, sonunda yanlışlığı anlaşılır.
Firavun ile Mûsâ AS, karşı karşıya uzun uzun konuştular, çok konuştular. Mûsâ AS bir laf söyledi, Firavun da karşılığını verdi. İtham etti:
"--Siz siyaset yapıyorsunuz! Siz burdaki benim tebaamdan bazılarını ayırmak istiyorsunuz." dedi, bilmem ne dedi.
O da kendine göre, bir yönetici olarak bir mantık ileri sürdü. Yanlış... Sonra tam suda boğulacağı sırada:
"--Şimdi iman ettim. Mûsâ AS inandığı, söylediği, Benî İsrâil'in inandığı Allah'a şimdi inandım." dedi.
(Âl-âne) "Şimdi mi aklın başına geldi, iş işten geçtikten sonra..."
Böyle olmayacak.
Tabii, dinde fakih olmak için, yâni dini doğru anlamak, doğru uygulamak için ne lâzım?.. Dinlemek lâzım, hocaya gitmek lâzım, okumak lâzım, tahsilini yapmak lâzım, çalışmak lâzım!.. Çalışmadan oluyor mu?.. Evini neyle geçindiriyorsun, çalışmadan oluyor mu bu iş?.. Olmuyor, mecbursun çalışmaya...
Dünya işleri çalışmadan olmuyor da, ahiretin sultanlığı, evliyâlık çalışmadan olur mu?.. Ona da çalışacak, gayret edecek. Gayret etmeden, çalışmadan, uğraşmadan, kafanı baltayla yarıp da, içine bilgi mi sokacaklar sanıyorsun?.. Veya sağdan soldan, vidalarından kapağı açıp, içine bilgiyi koyup, ondan sonra tekrar vidalanacak mı?.. Kafa böyle değil ki?.. Bu kafa tası bir kırıldı mı, bir daha yapılmıyor. Bir açıldı mı, bir daha kapanmıyor.
g. Kur'an-ı Kerim'e Sarılın!
Üçüncü hadis-i şerif... Deylemî Enes RA'dan rivayet etmiş. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:
RE. 401/3 (Men erâde ilmel-evvelîne vel-âhirîne felyüsevviril-kur'ân.)
"Kim evvelkilerin ve sonrakilerin, bütün dünyadaki bilgili insanların, alimlerin bilgilerini öğrenmek istiyorsa, elde etmek istiyorsa; Kur'an-ı Kerim'in bilgisine derinlemesine dalsın, Kur'an-ı Kerim'i incelesin!"
Kur'an-ı Kerim'in içinde evvelkilerin, sonrakilerin ilimleri saklı, hazineler saklı... Araştırırsan bulursun. Hazineler, zümrütler, yakutlar, zebercedler, elmaslar, pırlantalar, her türlü mücevherât Kur'an-ı Kerim'in hazinesi içinde... İlim hazinesi. Onu da yapmıyoruz.
Bugün 20. Yüzyıl'ın müslümanının mantık yapısı, hepimizin müslümanlığı şöyle: Küçükten namaz sûrelerini öğrenecek tatillerde... Namaz sûrelerini öğrendikten sonra, Allah nasib ettikçe namaz kılacak... O kadar. Ramazan gelince, oruç tutacak... O kadar. Büyüdüğü zaman para kazanırsa, zekât verecek fukaraya... Merhametli olmak lâzım! O kadar... Bir de imkânı olursa hacca gidecek...
Hayat dopdolu İslâm'la geçecek. Mantık İslâm'la çalışacak. Niyet İslâm olacak. Her anın, her saniyen, her yerde, her zaman; ya sana sevap kazandıracak iyi bir şey yapacaksın, ya da günah kazandıracak...
İslâm'ı çok küçültüyorlar, hayattan çok ayırıyorlar, çok kenara koyuyorlar. İslâm hayatın içi... İslâm hayatı yaşam biçimi.
Hayatı yaşam biçimleri var... Amerikalının hayatı yaşam biçimi var, İşveçlinin hayatı yaşama tarzı var, Fransızın var, İtalyanın var, Rusun var... Güney Amerikalının bir başka türlü... Herkesin bir hayat felsefesi ve yaşam biçimi var. Her milletin kendi örfüne adetine göre bir yaşam biçimi var.
İslâm müslümanca yaşam biçimi gösteriyor müslümana... İslâm, her şeyi kendine mahsus, müstakil, tam bir düzen, sistem, teşkilat... Öyle azıcık ondan al, azıcık ondan al, azıcık ondan al; öyle değil!.. Tüm hayatın ya müslüman olacak, müslümanca yaşayacaksın; ya da kâfirler gibi, münafıklar gibi, yabancılar, gayrimüslimler gibi... Olmaz! Müslüman olacaksın!..
Her şeyin; nikâh yapman, düğün yapman, çocuğunu yetiştirmen, hanımınla sohbetin, ticaretin, alış verişin, okuman, yazman, tatilin, gezmen, eğlencen, her şey İslâm'a göre olacak!.. Öyle İslâm'a rafta, üç beş kalem faaliyetten ibaret değil... Hayatın çok küçücük bir şeyi; öyle değil... Hayatın her şeyi, hayatı sürme tarzı İslâmca olacak. Müslümanlık bu...
Allah muvaffak etsin, yardımcımız olsun...
El-fâtihah!..
24. 12. 2000 - İSVEÇ