18 ARALIK 2000 İSVEÇ KONUŞMASI

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN Rh.A

Hazırlayan: Erkayalar
.


TAKVÂ SAHİBİ OLAN ÜSTÜNDÜR

Eùzü billâhi mineş-şeytànir-racîm.

Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultànih... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve üsvetinel-haseneti muhammedinil-mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaîn... Emmâ ba'dü fekàle rasûlüllàh SAS:

a. Üstünlük Takvâ İledir

RE. 123/1 (İnne rabbeküm vâhidün, ve inne âbâeküm vâhidün, ve dîneküm vâhidün, ve nebiyyüküm vâhidün; lâ fadle liarabiyyin alâ acemiyyin ve lâ acemiyyin alâ arabiyyin, ve lâ ahmera alâ esved, ve lâ esvede alâ ahmer, illâ bit-takvâ.) Sadaka rasûlüllàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Ebû Saîd el-Hudrî Hazretleri'nden İbnün-Neccâr rivayet etmiş bu hadis-i şerifi. Sanıyorum yazılışında bir hata var, onu tekrar okurken düzeltiriz.

(İnne rabbeküm vâhidün) "Muhakkak ki Rabbiniz birdir. Allah-u Teàlâ Hazretleri, Rabbül-àlemîn birdir. Yeri göğü yaratan, ins ü cinni yaratan o Allah birdir."

(Ve inne âbâeküm) yazmış, hemze de var burda ama, herhalde (ebâküm) olacak. (Ve inne ebâküm vâhidün) "Babanız da birdir, Adem AS. Hepimiz Adem AS'ın evlâtlarıyız." Onun için, evlât mânâsına benî kelimesi geliyor Adem sözünün başına... Benî Adem; yâni Adem'in evlâtları demek. Benî isrâil; İsrâil'in evlâtları, yâni Ya'kub AS'ın evlâtları...

"Babanız da birdir. (Ve dîneküm vâhidün) "Dininiz de birdir, İslâm...

(İnned-dîne indallàhil-islâm) "Allah'ın indinde geçerli din İslâm'dır, başka din yoktur." (Âl-i İmran: 19)

Var, yeryüzünde kitapları dolduracak kadar çok inançlar, beşerî dinler, bâtıl dinler, inançlar var ama, bir tanesi doğru: (İnned-dîne indallàh el-islâm) Allah'ın kabul ettiği, geçerli, doğru, gerçek olan din bir tek İslâm...

Hem İslâm, sadece Peygamber SAS Efendimiz tarafından öğretilmiş bir din de değil... Kökü Adem AS Atamız'a kadar giden ana inanç... Yâni İslâm'daki başka dinleri de düzelten ana düzeltmelerle ana inanç, Hazret-i Adem Atamız'dan beri bütün peygamberler tarafından hep söylenmişti ama, sonradan insanlar inançlarını, kafalarını, yollarını bozdular. Ahlâklarını değiştirdiler, sapıttılar, şaşırdılar. Birbirlerini sömürmek maksadıyla, veyahut şeytanın kandırmasıyla putlara taptılar, heykellere taptılar, atalarına taptılar, dağlara, denizlere taptılar. Gökteki aya, güneşe, yıldızlara taptılar. Şu kutsaldır, bu tanrıdır filân diye...

Merih harb tanrısıymış meselâ... Atmaca, uydurmaca inanç. Böyle yalan yanlış şeylere taptılar. Canlı hayvanların bazısına taptılar. Meselâ, Eskimoların yanında beyaz ayı kutsal; Hintlilerin nazarında öküz kutsal... Hindistan'da bir inanç var, kobra yılanı kutsal... Eski Mısırlılar'ın timsah tanrıları var...

Tabii, bu inançlar nerden doğdu?.. Nerden şeytan insanların kafasını böyle olmadık uyduruk şeylerle çeldi, nasıl kandırdı?.. İnceleme konusudur. Dinler tarihi diye bir bilim dalı vardır, incelenir. Ama din birdir, o da İslâm'dır. Bütün peygamberler Allah'ın bir olduğunu söylemiştir. Hattâ sonradan Allah'ı bir değil diye inanan, söyleyen inançların bile peygamberi aslında, "Hayır, Allah birdir!" demiştir. Ama onlar, Peygamberlerinin sözlerini bozmuşlardır.

Meselâ, Mûsâ AS'ın kavmi mucizeleri gördükten sonra, Filistin'e doğru giderken puta tapan bir kavim görmüş, Mûsâ AS'a demişler ki:

"--Bize de bir tanrı yapsan da, ona tapınsak... Bize de bir put yapsana!" demişler.

Demek ki, karşılarında böyle bir heykel görüp tapınmayı Mısır'dan gördükleri için, bir de geçtikleri yerlerde de görünce, böyle şeyleri istiyorlar. Yanlış...

Dininiz de birdir. O zaman, Rabbimiz bir, babamız bir, dinimiz bir... (Ve nebiyyüküm vâhidün) "Peygamberiniz de birdir." diyor Peygamber Efendimiz.

Bizim peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ SAS, peygamber seçildiği zamandan beri, peygamber seçildikten sonra bütün peygamberlerin vazifeleri tamamlanmış oluyor, devreleri bitmiş oluyor; Peygamber Efendimiz'in devresi başlıyor. Şu devirde, Peygamber Efendimiz'in peygamber olduğu zamandan bizim zamanımıza kadar ve bundan sonra da, dünyanın bozulacağı, kıyametin kopacağı zamana kadar da bir peygamber var: Muhammed Mustafâ SAS...

Herkes o Peygambere iman etmek zorunda... "Eşhedü en lâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû" inancına gelmek ve bunu söylemek zorunda.

"--Ben Allah'a inanıyorum da, sizin peygamberinizi kabul etmiyorum." diyen bir kimsenin inancı makbul değildir, Allah tarafından kabul edilmez. Peygamber SAS Efendimiz'in de peygamber olduğunu kabul etmesi gerekiyor.

O zaman, her şey böyle bir olduğuna göre, bu ayrılık gayrılık nerden çıkıyor?.. Rabbimiz bir, babamız bir, aynı soydun gelmişiz, dinimiz bir, Peygamberimiz bir... O zaman ne olması lâzım?.. İnsanların kardeş olması lâzım! Bir arada sulh ü sükûn içinde yaşaması lâzım! Böyle kan dökme, böyle hunharlık, böyle canavarlık olmaması lâzım!.. Görüyoruz 20. Yüzyıl'da, işte Sırplar, işte Filistin, işte Keşmir, işte Kosova...

İnsanların kardeş olması lâzım! Birbirlerinin canını yakıp kanını dökmemesi, malını yağmalamaması lâzım! İnsanların birbirlerine eziyet, işkence yapmaması lâzım!..

Ve kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Birisi saraylarda yaşayacak, ötekisi kulübede kan kusacak... Böyle şey yok, böyle bir şeye kimsenin hakkı yok!..

--Efendim beyaz ırk üstün de, siyah ırk değil...

Böyle bir şey de yok! (Lâ fadle liarabiyyin alâ acemiyyin) "Arabın Arap olmayan başka milletlere bir üstünlüğü yok! (Ve lâ acemiyyin alâ arabiyyin) Başka milletlerden olanların da Araba bir üstünlüğü yok!.."

--Ben İngilizim, en asıl benim!..

--Ben Almanım, en asil benim!..

--Sen Fransızım, en asil benim!..

Hayır, hiç öyle bir şey yok... Hiçbir farkınız yok; çünkü hepiniz Hazret-i Adem'in neslinden gelme insan cinsisiniz. Hepiniz eşitsiniz, birisi ötekisinin üzerine üstünlük taslayamaz, bir fark yok...

(Ve lâ ahmera alâ esvede) "Kırmızının siyaha üstünlüğü yok, (ve lâ esvede alâ ahmera) siyahın kırmızıya üstünlüğü yok!"

İnsanların bir kısmının derisi siyah... Afrika'dakiler, sıcak ülkelerdekiler siyah renkli oluyor. Bazıları da kırmızı renkli oluyor. Meselâ kızılderililere, bayağı bir çarpıcı kırmızılığından dolayı o isim verilmiş. Güney Amerika'da da bazen böyle şeyler var.

"Kırmızı renkli insanın siyah renkli insan üstüne, siyah renklinin kırmızı renkli insan üstüne bir üstünlüğü yok; (illâ bit-takvâ) ancak takvâda fark var." Yâni Allah korkusunda, Allah'a itaatte, Allah'a kullukta hangisi daha edepli ise, üstün olan o... Başkasının başkasına üstünlüğü yok!

İşte cumhuriyet, işte demokrasi, işte hürriyet, işte insan hakları!..

--Bu sözleri başka milletler söylüyorlar.

Söylüyorlar ama, aksini yapıyorlar. Başkalarını kandırmak için söylüyorlar. Ama İslâm, ta çıktığı zamandan beri bu kurallara uymuş ve bu kurallara uyulan bir toplum meydana getirmiştir. Peygamberimiz'in en sevgili ashabı arasında, kara bir kadının kara bir oğlu olan mübarek Bilâl-ı Habeşî Efendimiz var. Ama Efendimiz onu çok seviyordu.

İran kökenli olup, köle olarak Arabistan'a getirilmiş olan Selmânül-Fârisî vardı. İran kökenliydi, Arap değildi. Başka yerlerden gelmiş muhtelif insanlar vardı. Hiç birinin ötekisine, ben şu soydanım diye üstünlük taslamağa hakkı yoktu. Hattâ cahiliye devrinde Kureyş, hac yaparken Arafat'a çıkmazmış. Müzdelife'de keyif çatarlarmış;

"--Biz soylu insanlarız, biz oraya çıkmayız!" derlermiş.

Ayetler o adeti de kaldırıyor:

"--Siz de öteki insanlar gibi gidin, orada ibadetinizi yapın!" diyor.

"Biz humusuz; yâni kahramanlarız, soylularız." diyorlarmış.

Bilâl-ı Habeşî de, bir kölelikten azad olma sahabe. Hazret-i Ömer halife iken onun makamına gelmişler; o da buyur demiş, içeri almış. Devlet başkanının yanına, yâni riyâset-i cumhur makamına girmişler. Dışarıda Kureyş'in en soylu bilinen insanları var... Ama onlar sonradan müslüman olmuşlar, Mekke fetholduktan sonra müslüman olmuşlar. Hazret-i Ömer içeride onlarla sohbet ediyormuş, ötekileri kapıda bekletiyormuş. Biraz damarlarına dokunmuş, asillik damarları tutmuş.

"--Yâhu, böyle şey olmaz! Biz kapıda bekletiliyoruz, bir zamanlar bizim kölelerimiz olan kimseler içeride halifeyle oturuyorlar."

Böyle birez isyan edecek gibi sözler söylemişler. İçlerinden bir tanesi demiş ki:

"--Arkadaşlar, böyle demeyin, haksızlık etmeyin! Biz Hazret-i Muhammed Aleyhis-salâtü ves-selâm'a düşmanlık ederken, onlar Rasûlüllah'ın yanında yer aldılar. Canlarını dişlerine taktılar, hayatlarını tehlikeye attılar, Rasûlüllah Efendimiz'e yardımcı oldular. Biz düşmanlık ettik, ordular teşkil ettik, öldürmek üzere onlara saldırdık, çok haksızlıklar yaptık. Onlar hayırda, İslâm'da bizi geçtiler. Bizim kendimizi onlardan üstün sanmamıza hakkımız yok!.." diye söylemiş.

Ve o zât-ı muhterem, "Eski kusurlarımızı nasıl ödeyebiliriz, ne yapabiliriz?.. Bizi ancak cihad temizler. Cihad edersek, Allah yolunda şehid olursak; o zaman herhalde Allah bizi affeder. Çünkü şehidlerin günahları affolunuyor." diye cihad cephelerine gitmiş de oralarda çarpışarak şehid olmuş mübarek... Allah şefaatlerine erdirsin...

Yâni, ancak Allah'a güzel kullukta, takvâda, dindarlıkta Allah indinde üstünlük vardır. Olabilir ki bir köle, efendisinden üste çıkar ahirette... Hattâ cennete girer, efendisi cennete bile giremez. Hattâ bir efendi bakacakmış ki, cennette kölesi daha yukarıdaki makamlarda... Diyecekmiş ki:

"--Yâ Rabbi, bu benim kölemdi. Ben buna su getirtiyordum, hurma taşıtıyordum, toprak kazdırtıyordum... Elpençe divan karşımda durdurtuyordum, emrediyordum... Kızdığım zaman kırbaçlıyordum, döğüyordum. Yâni benden hor, hakir, aşağıdaydı; şimdi daha yukarıya çıkmış..."

Allah-u Teàlâ Hazretleri diyecekmiş ki:

"--Evet öyle, daha yukarıda... Onu işlediği ibadetlere göre mükâfâtlandırdım, amellerine göre o makama çıkarttım. Seni de işlediklerine göre, ibadetlerine göre mükâfâtlandırdım, işte buraya kadar çıkabildin."

Yâni, çalışan kazanır. Takvâsı olan, ibadeti olan, ahlâkı güzel olan, kalbi temiz olan, ihlâsı tam olan, müslümanlığı sağlam olan kazanır. Fakir de olsa, köle de olsa, kara da olsa, kuru da olsa, sakat da olsa kazanır. Dünyevî ölçeklerde her yönden alımlı, çalımlı bir insan da, ibadet yönünden zayıfsa, kalbi iyi değilse, Allah indinde bir derece kazanamaz.

Bunun sonucu nedir?.. Bunun sonucu Allah'a güzel kulluk etmeğe niyet etmemizdir. "Yâ Rabbi, şu mübarek Ramazan hürmetine bize yardım eyle... Bize hakkı göster, bize sana güzel kulluk etmeyi nasib eyle... Bizi de sevdiğin, razı olduğun kulların arasına kabul eyle... Sevdiğin, razı olduğun şekilde ömür geçirmemizi nasîb eyle yâ Rabbi!.." dememiz lâzım ve bunu sağlamak için bütün aklımızı, fikrimizi, bilgimizi, zekâmızı kullanarak bunu kazanmağa çalışmamız lâzım!..

Nasıl dünyada para kazanmak için, iş sahibi olmak için, işsiz kalmamak için, çoluk çocuğumuzu geçindirmek için, iyi araba almak için, iyi ev almak için var gücümüzle çalışıyoruz.

--Her gün sabahtan akşama kadar nerdesin be kardeşim sen?..

--Hocam ne var yâni; işe gidiyoruz, çoluk çocuk sahibiyiz, olur mu? Ne istiyorsun yâni, sabahtan akşama senin karşında mı duracağız?.. Elbette işe gideceğiz.

Sabahtan akşama, haftanın beş günü altı günü dünya için çalışıyor insan... Pekiyi ebedî saadet için, cennet için, cennetteki köşkler için, Allah'ın rızasını kazanmak için çalışmak gerekmez mi?..

Mutlaka, çok çok fazla çalışmak gerekir. Hattâ dünyaya aldırmayıp, ahireti kazanmak için çalışmak gerekir. Çünkü bazı iyi mübarek akıllı insanlar öyle yapmışlar, cenneti kazanmışlar. İslâm tarihinden misaller çok... Yapmayanlar, kendileri bilir.

b. Herkes Ameline Göre Mükâfât Alır

Üçüncü hadis-i şerif... İkincisi bu kölesini yukarıda gören insan ile ilgili hadis-i şerifti. Ebû Hüreyre RA'dan rivayet edildiğine göre, buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:

RE. 123/3 (İnne racülen dehalel-cennete feraâ abdehû fevka derecetihî, fekàle: Yâ rabbi, hâzâ abdî fevka derecetî. Fekàle lehû: Neam, cezeytühû biamelihî ve cezeytüke biamelik.)

Adamın birisi cennete girecek ve orada kölesini kendinden daha yüksekte görecek ve o zaman diyecek ki:

"--Yâ Rabbi, bu benim kulumdu, kölemdi, hizmetçimdi. Şimdi benden yüksek dereceye çıkmış?"

Allah-u Teàlâ Hazretleri ona buyuracak ki:

"--(Neam) Evet, (cezeytühû biamelihî) onu ibadetiyle mükâfâtlandırdım, o dereceye çıkarttım. (Ve cezeytüke biamelike) Seni de yaptığın ibadetler kadar mükâfâtını vererek, bu kadar yükselttim." diyecek.

Yâni çalışmaktan gayri, amel-i sàlih işlemekten başka çare yok! İnsan iman edecek, tamam, güzel... Ama imanından sonra faaliyeti, hayatı nasıl geçirdiği, icraatı, yaptığı işler önemli... Kaç yaşına geldin, ne iş yaptın?..

"Allah'ın huzurunda, divanında biz ne yaptık?.. Fatih Sultan Mehmed kaç tane devlet almış, ülkesini kaç misli geliştirmiş. Biz ne yaptık?" diye dâimâ kendimize soracağız. Fatih 22 yaşındaydı ve İstanbul'u fethetti. Ondan sonra da daha nice nice güzel işlere devam etti.

c. Sadaka, Sıla-i Rahim ve Zikir

Gelelim üçüncü hadis-i şerife. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

RE. 123/4 (İnne sadakates-sirri tutfiu gadaber-rab, ve inne sılater-rahimi tezîdü fil-umr, ve inne sanâyial-ma'rûfi takî mesàrias-sû', ve inne kavle lâ ilâhe illallàh, tedfeu an kàilihâ tis'aten ve tis'îne bâben minel-belâ', ednâhel-hemmü.)

İbn-i Abbas RA'dan bu hadis-i şerif. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

(İnne sadakates-sirri tutfiu gadaber-rab) "Gizlice, sessizce, gösterişsiz, riyasız, yavaşça verilen hayır, sadaka, fukarayı sevindirecek para, Cenâb-ı Hakk'ın gazabını söndürür." Kulu cezalandıracaksa bile, hayrı yapan, sadakayı veren suçluysa bile, Allah ona gazab edecekti ama, sadaka verince gazabı söner, yâni affeder Allah... Gizli verilen sadaka Allah'ın gazabını söndürür, sadaka veren affolunur. Allah riyasız, hàlis niyetle, sessizce sadaka veren kimseye, günahkârlığından dolayı kızmış bile olsa, onu affeder. Kızmaz, sever.

(Ve inne sılater-rahimi tezîdü fil-umr) "Ve akrabaya sıla-i rahim yapmak ömrü arttırır." Sıla-i rahim nedir?.. Akrabaya sıla-i rahim iki şekilde ortaya çıkar:

1. Akrabayla alâkaları devam ettirmek. Yâni sen teyzeni, amcanı, dayını, halanı arıyor musun?.. Amcazâdeni soruyor musun, nasıllar?.. İyiler mi, kötüler mi?.. Selâm veriyor musun, bayramlaşıyor musun, ziyaretine gidiyor musun, telefon açıyor musun?.. Mektup yazıyor musun?.. Yoksa koptun mu onlardan, ilişkin yok mu?.. Sıla eklenti, bağlantı demek. Bağlantın var mı, yoksa kopuk mu?..

--Ne dayısı yâ, ne amcası Hocam yâ?.. Yıllardır görmedim, adını bile unuttum. Çocukları kaç tane, bilmiyorum...

Nasıl akrabalık seninki?.. Hiç akrabayla ilişkisini düzgün tutmamış, ihmal etmiş, akrabasıyla hiç ilgisi yok... Allah-u Teàlâ Hazretleri bunu sevmiyor. Akraba ile ilişkilerin tatlı, canlı tutulmasını, akrabalık bağlarına önem verilmesini seviyor. Böyle yapan kimseye de ömrüne bereket veriyor, ömrünü arttırıyor. Uzun ömürlü oluyor.

2. Sıla-i rahimin ikinci tarafı, paranın iki yüzü olduğu gibi öbür tarafı, madalyonun öbür yüzü; o nedir?.. Akrabaya yardımcı olmak, kollamak, gözetmek.

Yâni, akraban fakir, açlıktan kıvranıyor, dokuz tane çocuğuna bakacağım diye çırpınıyor. Sen de zenginsin, arabaların var, bağların bahçelerin var, tarlaların var, gelirlerin var... O fakir, sen zenginsin; bakmıyorsun... Yardım edeceksin biraz... Hayır elini açacaksın, yardımcı olacaksın!..

Zekâtın bile akrabaya öncelikle verilmesi sevap... Yakınları gözetmek sevap. Çok uzaktaki kimselere değil de, yakınındakilere... Tabii annesine, babasına, çoluğuna çocuğuna verilmiyor. Kendisinin bakımıyla mükellef olduğu yaşlılara ve küçüklere verilemiyor da; akrabadan dayı, amca, hala gibi kimselere verilebiliyor. Köyde fakir, zavallı vs. Yâni maddî destek mânâsına gelir.

Sıla bir bakıma Arapçada bahşiş mânâsına geliyor. Hediye, atıyye, para vermek mânâsına geliyor. Sıla-i rahmin o anlamı da var. Yâni akrabaya, "Selâmün aleyküm!" deyip, ziyaret edip gitmek de bir sıla-i rahim; ama hali perişansa biraz yardımcı olmak da, sıla-i rahimin daha hoş, güzel bir şekli, kaymaklı kadayıf... Kadayıf zâten güzel de, kaymaklı olunca daha güzel oluyor.

--Pekiyi ya Hocam, akraba ama; akrabanın akrep etmez birbirine ettiğin...

Akrabanın birbirine yaptığını akrepler bile yapmaz. Hart diye sokup da, akrep insanın canını ne kadar yakıyor. Akrabalardan böyleleri de oluyor. Bazan miras yüzünden kavga ediyorlar; "Benim babamın malı sana çok gitti, bana az geldi..." filân diye. Bazan arazi ihtilafından bir şey oluyor, bazan kız almak vermekten, evlenmek boşanmaktan bir şey oluyor. Çeşitli yönlerden şeytan arayı açacak bir şeyler buluyor. Akraba birbirlerine azılı, kanlı, bıçaklı hasım ve düşman olabiliyor.

Allah bunu sevmiyor. Böyle bir şey doğru değil. Böyle düşmanlık zaten doğru değil, hele akrabanın birbirine düşmanlığı hiç doğru değil...

--Hocam, tamam, öyle değil de, ben kendi halimde bir halim selim insanım. Bizim akrabalar azgın, sapkın, şaşkın, günahkâr... Hattâ Allah ıslah etsin, bazısı münkir, hattâ bazısı din düşmanı...

Haa, o zaman iş değişir, o ayrı. O zaman, din düşmanı olduğu zaman, baba ile oğul karşı karşıya geldi Peygamber Efendimiz'in zamanında... Babasının karşısına oğlu çıktı, oğlunun karşısına babası çıktı. Birisi bir cephede, birisi karşı cephede...

İman en önemlidir, akrabalık bağlarından da önemlidir. Mü'min olacak... Akraban olduğu için yalvarırsın, yakarırsın, doğru yola çekmeğe çalışırsın... Ama yanlışsa, sapıksa, şaşkınsa, kâfirse, münafıksa, müşrikse; tabii o zaman ona göre senin de tavır almağa hakkın oluyor.

Raydan çıkmışsa, doğru yola çekmeğe çalışırsın. İkaz edersin, nasihat edersin vs. vs. Ama düşmanlığını devam ettiriyorsa, o zaman görüşmeye gerek olmuyor.

Sonra; (Ve inne sanâyial-ma'rûfi takî mesàrias-sû') "İyilikleri yapmak, kötü şekilde felâkete uğramaları engeller. İyilikleri yapmak, insanın başına felâketlerin gelmesini engeller.

Felâket ne olur?.. İnsanın harmanı yanar, evi yanar, gemisi batar, arabası çarpar, hastalık gelir... Allah saklasın kötü bir ölümle ölür, günah üzere ölür, imansız göçer... İyili yapmak bu çeşit kötülükleri engelliyor. İyilikler, insanı bu gibi durumlara uğramasını engeller.

Onun için, elimizden geldiğince, fırsatını arayacağız, kollayacağız, iyilik yapmağa fırsat arayacağız, imkân bulunca iyilik yapacağız. Elimizden geldiğince gözümüzü açacağız. "Burda sevap var, hemen ben bunu yapayım!" diye sevaplara koşturacağız. Çünkü, Allah-u Teàlâ Hazretleri hayır sahiplerini felâketlerden koruyor.

Ve sonuncu cümlesi: (Ve inne kavle lâ ilâhe illallàh) "Lâ ilâhe illallah sözünü söylemek..." Yâni zikir, yâni dervişlik; milletin hücum ettiği dervişlik... Tarikat deyince, dervişlik deyince kaçıyorlar. Televizyonlarda aleyhte reklâm var, gazetelerde aleyhte reklam var... Ama ilerici gazetelerde. Bakıyorsun, adamın...

--Sen böyle din namına tarikata marikata çatıyorsun, senin gazeten müslüman bir gazete mi, getir bakayım, aç bakayım şunun sayfalarını!.. Bu kepazelik ne, bu resim ne?.. Utanmıyor musun sen bunları basmağa?.. Bunları basıyorsun, bir de gelip benim dinime laf söylüyorsun. Benim dinimle senin ne ilişkin var, işte gazetenin hali!..

"Lâ ilâhe illallah demek, bu sözü söyleyen insanı savunur, korur; (tedfeu an kàilihâ tis'aten ve tis'îne bâben minel-belâ') 99 tür belâyı bu sözü söyleyenin başından def eder." Lâ ilâhe illallah insanı belâlardan koruyor. Çok mu zor bunu söylemek?.. Ne oluyor yâni, insanın enerjisi mi tükeniyor, dizinde derman mı kalmıyor Lâ ilâhe illallah deyince?.. Yığılıp yolda mı kalıyor, can kurtaran mı geliyor evine götürmek için, hastaneye mi kaldırıyorlar?.. Çok mu zor bir şey bu Lâ ilâhe illallah demek?.. Değil...

--Lâ ilâhe illallah...

Bitti bile, gayet kolay... Zaman mı yok?.. Her zaman var... Araba ile giderken Lâ ilâhe illallah de! Otobüsle gelirken Lâ ilâhe illallah de!.. Gece yattın, uyuyuncaya kadar Lâ ilâhe illallah de!.. Dükkânda otururken Lâ ilâhe illallah de!.. Elin imalatla meşgul olurken Lâ ilâhe illallah de!.. Ne olur?.. Hiç mânî yok...

Büyükler demiş ki:

"--Eli kârda gönlü yârda olmak gerek!"

Ne demek kâr?.. Farsçada kâr, iş demek. Eli kârda olmak, eli işte olmak demek. Adam işçi, usta; tornanın başında, "Dırrt... Dırrt... Dırrt... Dırrt..." imâlâtla meşgul. Tamam, eli kârda... Biz kâr deyince, ticaretten elde edilen fazla kazanç mânâsına alıyoruz; o değil. Kâr, iş demek, amel, fiil. Amelenin ameleliği, ustanın ustalığı, işçinin işçiliği...

Eli işte, gönlü yârda, yâni kalbi sevgilide... Sevgili kim?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri... En çok kimi seversin?.. Allah'ı severim... Çocuklar bile biliyor, büyükler haydi haydiye bilir.

Onun için hem zahmetsiz, hem zaman bakımından her yerde söylenebiliyor. Günümüzün her saatinde çok imkân var, hem de çok faydalı... Söyleyenin başından 79 cins belâyı def ediyor Lâ ilâhe illallah demek. (Ednâhel-hemmü.) En aşağısı, gam, keder, tasa... İçi sıkıntılı, Lâ ilâhe illallah deyince def oluyor, yâni sıkıntı gidiyor, uzaklaşıyor. Tasası, kederi gidiyor.

Onun için, Lâ ilâhe illallah'ı çok söyleyelim, çok söyleyelim, çok söyleyelim; o kadar çok söyleyelim ki, binleri geçsin...

Tabii bu kadar kolay olduğu halde, bu kadar sevaplı olduğu halde, insanlar zikirden niye kaçıyor? İnsanlar değil müslümanlar niye kaçıyor?..

İnsanlar kaçar, İslâm'dan da kaçıyor. "İslâm'a gel!" diyorsun, bir düşünüyor; "İslâm'a geleceğim, plaja gidemeyeceğim... İslâm'a geleceğim, kumar oynayamayacağım... İslâm'a geleceğim, meyhaneye gidemeyeceğim..." diye kaçıyor.

İslâm'dan kaçanlar değil; müslüman, "Lâ ilâhe illallah, muhammedür-rasûlüllah" diyor, hattâ camiye geliyor; ama Lâ ilâhe illallah demeye gelince, o da kaçıyor. Neden?.. Şeytan ve nefis bu işi tatsız gösteriyor. Zevksiz, yavan gösteriyor.

Halbuki, kalbinin gaflet perdesi kalkınca, insan işin içyüzünü anlayınca, o kadar güzel, o kadar zevkli, o kadar tatlı bir şey ki zikretmek, zikrullah; tadına doyum olmaz.

Onun için evliyâullahtan bir büyüğümüz demiş ki:

"--Şu hükümdarlar bizdeki şu zevkleri bilseler; ne kadar büyük mânevî hazlar, feyizler, mânevî nimetler, güzellikler olduğunu bilseler, bunları bizim elimizden kapmak için, ordularını bize çevirirlerdi."

Çünkü, ordu ile oraya buraya savaş açıyorlar, ganimet almak için... "En iyisi şunların elindeki nimetleri alalım!" diye bize saldırırlardı, elimizden bu kıymetli şeyleri almak için... Ama bilmiyorlar. Çok kimse zikrullahın kıymetini bilmiyor.

İlk başta tatsız gelir insana... O şeytanın ve nefsin diretmesidir. Yâni zikre karşı direncidir. Onu Allah'a dayanarak, tevekkül ederek, aştı mı insan, zorladı mı, ondan sonra zikrin güzelliklerini tatmağa başlar, anlamağa başlar. Ondan sonra Kur'an-ı Kerim'de medhedilen;

(Vezzâkirînallàhe kesîran vez-zâkirât. eaddallàhü lehüm mağfireten ve ecran azîmâ.) (Ahzab: 35)

Allah'ı çok zikreden, Allah'ın kendilerine çok büyük mükâfâtlar verdiği insanlar haline geliverir.

Allah-u Teàlâ Hazretleri zikrini seven, ibadetini seve seve, güzel, aşk ile, şevk ile yapan kullarından eylesin, cümlemizi...

El-fâtihah!..

18. 12. 2000 - İSVEÇ