18. 06. 1999 CUMA SOHBETİ
Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN
---------------------------
ALLAH MÜKÂFATI KAT KAT VERİR
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!.
Aziz ve sevgili Akra dinleyenleri, Ak Televizyon izleyicileri! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun...
Bu cuma sohbetimde size müjdeli konuları ihtivâ eden, müjdeli konulara dair, sizin duyunca sevineceğiniz bazı hadis-i şerifleri açıklamak istiyorum.
a. Şehidlik Sevabı Verilen Kimseler
Bunlardan birincisi Said ibn-i Zeyd RA tarafından rivayet edilmiş. Tirmizî'nin sahih dediği, Ebû Dâvûd'da, Neseî'de ve diğer kaynaklarda olan, Ahmed ibn-i Hanbel'de olan bir hadis-i şerif. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
RE. 437/11 (Men kutile dûne mâlihî fehüve şehîdün, ve men kutile dûne demihî fehüve şehîdün, ve men kutile dûne dînihî fehüve şehîdün, ve men kutile dûne ehlihî fehüve şehîdün) Sadaka rasûlüllàh SAS...
Bu sahih hadis-i şerif, şehidlerle ilgili bir hadis-i şerif. Tabii bugünlerde binlerce şehid veriyoruz ümmet-i Muhammed olarak. Dünyanın muhtelif yerlerinde çok sıkıntılı günler yaşıyor Peygamber SAS Efendimiz'in mübarek ümmeti. Meâli, mânâsı şöyle:
Şimdi bu hadis-i şerifte dört cümle var. Biliyorsunuz, Allah yolunda cihad ederken, çarpışırken, savaşırken bir kimse öldürürse, canını Allah yolunda faaliyet esnasında vermiş olduğundan, şehid deniyor. Çok yüksek makamı var; sorgusuz, hesapsız cennete girecek, çok büyük nimetlere mazhar olacak.
Bu savaşta öldürülen şehidler, tamam, bildiğimiz şehidler. Bunun dışında şehid hükmünü alan başka kimseler de var. Meselâ hanım çocuğunu dünyaya getirirken vefat ederse şehid sayılıyor vs. Ama bu hadis-i şerifte başka dört husus açıklanıyor:
(Men kutile dûne mâlihî fehüve şehîdün) "Malını korumak için mücadele ederken bir kimse öldürülürse, o şehiddir." Bir. (Ve men kutile dûne demihî ve hüve şehîdün) "Kanını korumak için öldürülürse..." Kanını, yâni canını demek tabii; kesildi mi bir yeri, kanı akacak. Kanı çok akınca da, ölecek. Yâni canı demek... "Canını, kanını korumak için, savunmadayken öldürülürse bir insan, o da şehiddir.
(Ve men kutile dûne dînihî fühüve şehîdün) Dinini korumak için öldürülürse o da şehiddir. (Ve men kutile dûne ehlihî fehüve şehîdün) "Ailesini, çoluk çocuğunu, hanımını veya çocuklarını, ailesini korurken, mücadele ederken öldürülürse, o da şehiddir."
Şimdi tabii bu anlatılanlarda düzenli bir savaş sahnesi yok, bir savaş yok ortada. Ama diyelim ki adamcağız yola çıkmış, yolda eşkıya bunun önünü kesmiş:
"--Çıkart paralarını, ver şu mallarını, in arabadan!" diyor.
Neyse artık, insanın parası olur, malı olur yanında... vs. O da malını korumak için, vermemek içinn mücadele ediyor. Çünkü isteyenin istemeye hakkı yok. Yol kesici, kàtîut-tarik; çoğulu kuttâut-tarik deniliyor. Yol kesmek büyük günah; cehennemlik insanlardan bir sınıf bunlar... Birisinin parasını almak için yolunu kerserler de, o da parasını vermemek için diretirse; malını savunmak için, korumak için uğraşırken öldürülürse, o da şehid oluyor.
Çünkü mülkiyet hakkı var İslâm'da. Alnının teriyle kazandıktan sonra --zâten kazancın helâl olması lâzım-- Bir insanın kazancı, biriktiği malı, evi, barkı, parası, davarı, koyunları, sürüleri, nesiyse; onlar onun malı oluyor. Başkasının onu almağa hakkı yok! Zorla alırsa, göz göre göre alırsa; gasb deniliyor buna. Görmeden, farkında olmadan, uyurken, o orda yokken aşırılırsa; ona da hırsızlık deniliyor. Hırsızlığın Arapçası sirkat. İkisi de kötü. Gasb da kötü, hırsızlık da kötü, yol kesmek de kötü...
Malını korurken bir insan, demek ki koruyacak, demek ki korumaya hakkı var. Demek ki mülkiyet hakkı muhterem... Dünyadaki bazı beşerî sistemler mülkiyet hakkı tanımıyor vs. filân; demek ki, onların aslı, esası yok, dinimizde yeri, mekânı yok!
"Malını korurken, uğraşırken, kendisini malının önüne siper edip mücadele verirken ölürse şehiddir." Ne güzel! Yâni şehidin rütbesini böylece almış oluyor bir insan. Mazlûmen öldürüldü, malını korurken.
(Ve men kutile dûne demihî) "Kanını korurken, uğraşırken ölmüşse o zaman da şehiddir."
Dem, Farsçada başka mânâya gelir, Arapçada başka mânâya gelir. Kelimelerin aynı olması, mânâlarının da aynı olmasını gerektirmez. Arapçada dem, çoğulu dimâ gelir; kan demek. Meselâ hacca gitmiş bir insan, bir hatalı iş yaptığı zaman, hatası çok büyükse: "Dem gerekir." deniyor. Yâni kan akıtmak, kurban kesmek gerekir mânâsına. Onu fukaraya verecek tabii.
"--Pekiyi hocam, Farsçada dem ne demektir?" diye sorarsanız; Farsçada dem, nefes mânâsına geliyor, zaman mânâsına geliyor. "Son deminde adam kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim etti." diyoruz meselâ. "Çay demlenmek..." deniliyor. Yâni zaman alacak; ateşin üstünde duracak, kaynayacak altı. Böylece çay orda duracak, demleniyor, zamanlanıyor. Bu mânâya gelebilir.
"Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem!" Bu bir ilâhînin nakaratı böyle; "Zaman bu zamandır, çağ bu çağdır; tam işin anı bu andır." mânâsına.
İnsanın ağzından verdiği, aldığı soluk mânâsına gelir Farsçada... Arapçada kan demek.
Kanını korumak için, yâni hayatını, canını korumak için; saldırdı birileri, o da savunmaya geçti. Tüfekler patladı, yumruklar, mücadele, alt alta, üst üste... Eve hırsız giriyor, esrar çekmiş oluyor, insanın üstüne saldırıyor... Neyse yâni... Öldürüldü, o da şehiddir.
(Ve men kutile dûne dînihî) Dinini savunmak için, dinini korumak için, dinini müdafaa etmek için ortaya atıldı, karşı taraf da din düşmanı, alçak, hain, dinsiz, kâfir, müşrik... Saldırdı buna. Peygamber Efendimiz'e ağır söz söyledi veyahut Kur'an-ı Kerim'e ağır söz söyledi diyelim, veyahut Cenâb-ı Hakk'a yakışık almayacak söz söyledi... Bu da dayanamadı, "Öyle değildir!" dedi. Demeğe hakkı var. Çünkü inanç, Allah'a inanmak, iman, müslümanlık çok önemli. Karşı taraf kalktı, ya mücadele ederken, ya etmeden öldürüldü.
Bazan da meselâ zâlim hükümdarlar oluyormuş. "Sen iman ettin!" diye öldürüyormuş ahaliyi. Kur'an-ı Kerim'de var, Ashâbül-Uhdûd... Çukurlara, geniş hendeklere ateş yaktırıyormuş hükümdar. Çok kuvvetli ateş... İnanmış olan kişiyi ateşin, hendeğin kenarına getiriyormuş:
"--Dininden dön, inancını bırak! Vazgeç bu inançtan!.." diyormuş.
Doğru inanç halbuki. Vaz geçmiyor. Vaz geçmeyince itiyor çukurun içine... Ateşin içinde, o korların, har har yanan ateşlerin içinde, büyük hendekte, dışarı da çıkamıyor. İtildi zâten, elleri de bağlı; ölüyor. Bu da şehid.
Yâni, inancı uğrunda zulme uğradı, mazlûmen... Karşı taraf zâlim, bu da mazlum. Mazlûmen öldürüldü. Böyle de olabilir. Yâni hiçbir şey yapamadan, o da olur. Kendi dinini savunmak isterken, savunurken karşı taraf kızdı, mücadele oldu, o zaman da olur. Her ne şekilde olursa olsun, o da şehiddir.
Bir de dördüncü cümle var aynı hadis-i şerifte: (Ve men kutile dûne ehlihî fehüve şehîdün) Hanımı var, çoluk çocuğu var. Gözü dönmüş bir cânî, hain, ırz namus düşmanı kimse saldırıyor. O da tabii ailenin reisi. Bunlar onun ehli, iyâli, çoluk çocuğu, eşi vs.si. Tabii mücadele veriyor, yaptırtmıyor, yaptırtmak istemiyor. Bu da şehiddir.
Demek ki meşrû müdafaalar, güzel uğurda yapılan mücadeleler, bazen mücadele edenin hayatına mal olabiliyor. Ama o zaman Allah-u Teàlâ Hazretleri, ona ahiretin ebedî saadetini veriyor, şehidlik rütbesini veriyor, bigayri hisab cennetine dahil ediyor, nice nice mükâfatlara mazhar ediyor.
Hadis-i şerifte geçer:
"--Bir insan şehid olmayı candan istediği halde, yatağında ölse bile yine şehid sevabı verilir."
Eh kader, öyle yazılmamış; işte yatağında tabii bir tarzda vefat ediverdi. Üç gün yatak, dördüncü gün toprak; vefat ediverdi. Tamam, bu adam ömrü boyunca şehid olmayı istiyordu, temenni ediyordu. Allah'tan ihlâs ile, can ü dilden, yâni içten, gönlünden, bütün samimiyetiyle şehid olmayı diliyordu. Fırsat olmadı, imkân olmadı, yazısı kaderde öyle değilmiş, yatağında öldü. Ama o da şehid; çünkü niyeti öyleydi.
Allah-u Teàlâ Hazretleri demek ki bu şehidlik rütbesini bazen savaş olmadan da, savaşa girmeden de, mazlumken de, mağdurken de o rütbeyi veriyor. Biliyorsunuz büyük şeyhlerimizden, tarihte çok meşhur, Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri de; Moğollar saldırmışlar, İslâm diyarlarına, Harezm'e; yaşlı, ak sakallı, mübârek, pîr-i fânî, yâni gücü kuvveti, vücudunun tâkati azalmış ama, taşları yığmış önüne; yâni o zamanın düşmana karşı savunulacak şeyi... Eline de o taşları atmaya mahsus olan aleti almış. Şöyle içine atılıyor, havada çevriliyor çevriliyor, atılıyor taş. Karşı tarafta, işte on metre, yirmi metre., kaç metreye giderse adama çarparsa, meselâ at sürerken, düşman üstüne gelirken çarparsa o taş, kafasına gelirse veyahut göğsüne gelir, sendeletir, düşür filân. Düşerse düşüyor.
İşte ne yapalım, o zamanın savunma, savaşma vasıtaları, kılıç, mızrak, ok bir de sapan diyorlar. Bu sapan tabii çocukların ağaçtan yaptıkları lastikli, küçük taş atmaya mahsus şeylere de sapan derler. Böyle elde çevrilerek, iri, yumruk gibi, veya iki yumruk gibi, veya kelle gibi, bir taşı savurup savurup, savurmadan dolayı bir kuvvet kazanıp, onu belli bir istikàmete atmakla taş atmış oluyor. O da çarparsa karşı tarafta hasmına, devirebiliyor.
O taşları önüne yığmış mübarek Necmeddin-i Kübrâ Efendimiz KS, Moğol askerleri saldırırken o da taş atarak, böyle savunma yaparak, savaş halinde ruhunu teslim etmiş, şehid olmuş, Allah şefaatlerine erdirsin. Ama yaşlıyım diye kenarda durmamış. Allah-u Teàlâ Hazretleri de ona nasib etmiş şehidlik rütbesini, şehid olmuş.
Aziz ve sevgili dinleyenlerim, seyirciler, izleyiciler! Bu dünya böyle imtihanlı. Cenâb-ı Hak cümlemizin alnımıza güzel yazılar yazsın, hayırlı ömür sürmek nasib etsin, hüsn-ü hâtime nasib etsin... Saîd olarak yaşamayı, yâni bahtiyar, Alah'ın yolunda, mü'min, cennetlik bir yolda yürüyerek yaşamayı nasib etsin... Ahirette de cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin... Şehid rütbesini de versin... Savaşmazsak, savaşa girmezsek bile, yatağımızda ölsek bile, o rütbeye ermeyi Cenâb-ı Hak nasib eylesin...
b. Ayetel-Kürsî Okumanın Sevabı
Müjdeli hadis-i şeriflerden bir diğeri. Bu bildiğiniz bir konu, yaptığınız bir şey hattâ. Tabii şimdi geleneksel olarak, töreler; anadan, babadan, dededen küçükken öğrendiğini yapıyor müslümanlar. Neden yaptığının üzerinde durmuyorsa, sormuyorsa, ilgilenmiyorsa, işte şuursuz olarak yapıyor, kıymetini de bilmiyor. Bazen de yapmıyor, kıymetini bilmediği için. "Anam, babam böyle öğretmişti ama, ne yapalım?.." diyor, yapmıyor, kalkıp gidiyor.
İşte bunlardan birisi bu hadis-i şerif. Bu da Neseî'de var, İbn-i Hibban'da var, Dâra Kutnî'de var, Taberânî'de var; Ebû Ümâme RA'den rivâyet edilmiş:
RE. 438/5 (Men karaa âyetel-kürsiyye dübüre külli salâtin mektûbetin lem yemna'hu duhûlel-cenneti illâ en yemûte)
Bu, Âyetel-kürsî'yi farz namazları kıldıktan sonra okumakla ilgili bir hadis-i şerif. Müjde... Yâni elhamdü lillâh siz de tatbik ediyorsunuz. Yaptığının sevabının ne olduğunu bilmeyenler bunu okuduğum zaman anlayacaklar.
(Men karaa) "Kim okur ise (âyetel-kürsiyye) Âyetel-kürsi'yi kim okursa..."
Âyetel-kürsi, biliyorsunuz, bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Allàhu lâ ilâhe illâ hüvel-hayyül-kayyûm, lâ te'huzühû sinetün ve lâ nevm, lehû mâ fis-semâvâti vemâ fil-ard, menzellezî yeşfeu indehû illâ biiznih, ya'lemü mâ beyne eydîhim ve mâ halfehüm, ve lâ yuhîtûne bişey'in min ilmihî illâ bimâ şâe vesia kürsiyyühüs-semâvâti vel-ard, ve lâ yeûdühû hıfzuhümâ ve hüvel-aliyyül-azîm.) diye Bakara sûresindeki büyük âyet-i kerime. Çok satırları var, yarım sayfa sürüyor, uzun bir âyet-i kerime.
İçinde (Vesia kürsiyühüs-semâvâti vel-ard) "Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kürsîsi gökleri ve yeri içine almıştır, ihâta etmiştir, çevrelemiştir yâni. Yâni şu uçsuz, bucaksız gökler, fezâ ve yer kürsüsünün içindedir. Kürsüsü onu kuşatmıştır." diye geçtiği için, bu âyet-i kerimenin bir cümlesi bu olduğu için Âyetel-kürsi denilmiş.
Bu çok muazzam bir âyet-i kerime. Allah-u Teàlâ Hazretleri hakkında bizi ma'rifetullaha erdirecek bilgiler veriyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin bazı kullara şefaat hakkı verdiğini de ispatlıyor, --şefaati inkâr edenler bilsinler diye söylüyor, hatırlatıyorum. Sevabı çok büyük olan bir âyet-i kerime. Kur'an-ı Kerim çok şerefli bir âyet-i kerimesi.
"Kim bu Ayetel-kürsi'yi..." (dübüre külli salâtin mektûbin) Salâti mektûbe demek, yâni Allah tarafından yazılmış kulun boynuna. Bunu kılacaksın ille diye yazılmış olan namaz demek. Yâni farz namaz demek. "Her farz namazın arkasından kim âyetel-kürsi'yi okursa..." Ne olur?.. (Lem yemna'hu duhûlel-cenneh) "Bu zât-ı muhteremi, bunu böyle namazın arkasından okuyan bu müslümanı, cennete girmekten ancak (illâ en yemûte) henüz ölmemiş olması men eder." Yâni ölmedi de ondan cennete giremiyor. Yoksa Ayetel-kürsi'yi okudu diye cennete girecek ama, daha vefatı gelmemiş, ölümü vuk bulmamış, ondan girmiyor. Cennete girmesini engelleyen ölmemiş olması. Ölmüş olsa, cennete girecek demek yâni.
Onun için yaptığımız ibadetleri bilerek yapalım. Kimisi bilmiyor yaptığı ibadetlerin kıymetini. Kimisi de:
"--Ben Arabistan'a gittim, adam namazı kıldıktan sonra kalkıp gidiyor." diyor.
Hayır! Biz de gittik Arabistan'a, kaç sefer gittik. Yanlış... Onlar bizim okuduklarımızı okuyorlar ama, sessiz okuyorlar. Yâni müezzin şunu okuyun, bunu okuyun demeden, yüksek sesle müezzinlik yapmadan, kendi içlerinden okuyorlar. Farz namazı kıldıktan sonra cenmaate dönüyor imam, okuyor. Tesbihleri de çekiyor, âyetel-kürsiyi de okuyor. Bizim yaptıklarımızın hepsini yapıyor. Çünkü bunlar sahih hadis-i şeriflerde Peygamber Efendimiz tarafından müjdelenmiş şeyler.
Yapıyor da, yalnız bizde, bilmeyen halk hatırlasın diye, müezzin yüksek sesle müezzinlik yaparak söylediği için, herkes yapıldığını biliyor. Ama Suud'da böyle bir müezzinlik mesleği diye ayrı meslek koymamışlar; imam çıkıyor ezanını da okuyor, kàmetini de getiriyor. Cemaatten hatırlı birisi varsa, "Geç öne, namazı sen kıldır!" diyor. Ondan sonra kendisi geçiyor kıldırıyor. Yâni bizdeki gibi böyle imam ayrı, müezzin ayrı, olmadığından, dışardan gören bir şahıs yapmıyorlar sanıyor. Halbuki Peygamber Efendimiz bu duaların yapılmasını tavsiye etmiş olduğundan, onlar da yapıyorlar.
Yapmadan kalkar giderse bir insan ne olur?.. E farzı yerine getirdiği için farzı kılmış olur ama çalışıp çalıp da ücreti almadan gitmek gibi veyahut daha büyük kârlar elde edecekti, o kârları elde etmeden kalkıp gitmek gibi olur.
Demek ki, elhamdü lillâh, Allah razı olsun dedelerimizden, ecdadımızdan, hocalarımızdan, bize bunları öğreten analarımızdan, büyüklerimizden, mahalledeki müezzin amcadan, ihtiyar amcalardan, neyse, kim öğrettiyse bize iyi ki Âyetel-kürsi'yi küçükken ezberletmişler, iyi ki her namazın arkasından bunu okuyoruz. İyi ki, "Subhânallàhi vel-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallàhu vallàhu ekber, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm." diyoruz.
Tabii bunu insan içinden dese de olur. Ama yüksek sesle, başkaları da bilsin, duysun, öğrensin diye böyle yapmış bizim ecdadımız. Ondan sonra Âyetel-kürsi'yi okuyoruz, ondan sonra tesbihleri çekiyoruz. Onlar hakkında da hadis-i şerifler var. Ama demek ki, Âyetel-kürsi'yi okuyan insan cennete girecek.
Bir de aziz ve sevgili kardeşlerim, bir de mânâsını bilirseniz... Âyetel-kürsi ne demek? Mânâsının derinliğini görebilirseniz, sezebilirseniz, o zevki tadabilirseniz; o âyetin o zaman keyfi çok daha fazla olur, sevabı da çok olur tabii. İnsanın sevabı, idrakinin çokluğu, derinliği, genişliği, güzelliği, doğruluğu nisbetindedir. Tabii insan, ne mânâya geldiğini idrak etti mi, o zaman göz yaşlarıyla okur ve çok daha güzel hazlar alır, mânevî lezzetler duyar. Feyizlere gark olur, sevabı çok olur.
Bir müjdeli hadis-i şerif buydu. Bunu demek ki çoğunuz yapıyorsunuz, güzel.
c. Günde Yüz Defa İhlâs Okumak
Şimdi çoğunuzun yaptığı bir başka şey daha size söyleyeyim. Bizim kardeşlerimize biz zaten söylüyoruz. Günde 100 defa, tesbihlerinizin arasında Kul huvallah da okuyun diye. Zaten ben bunları tenbih ederken diyorum ki:
"--Bakın bunu ben kendim söylüyor değilim. Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerde buyurmuş, ben bunu hatırlatmış oluyorum, aracı olmuş oluyorum." diyorum.
Hadislerinden geldiğini zaten biliyorlar. Buyuruyor ki, Enes RA'ın rivayet ettiğine göre Peygamber SAS Efendimiz, çeşitli kaynaklarda var:
RE. 438/10 (Men karaa kul huvallàhu ehad, mîete merreh, gafarallàhu hatìete hamsîne âmen mectünibet hısàlen erbaà: Eddimâe vel-emvâle vel-fürûce vel-eşribe) Şimdi mânâsını verelim:
(Men karaa kul huvallàhu ehad ) "Kim Kul hu vallàhu ehad'i okursa..." İşte bu da hepinizin bildiği bir sûre, küçükken ilk öğrendiğiniz, Rabbi yessir'den sonra hemen öğrendiğiniz mübarek bir sûre. Kur'an-ı Kerim'in üçte birini okumuş gibi sevap kazanıyor insan. Yâni hafız olmayanların bile ne kadar çok sevaplar kazanma imkânları var dinimizde.
"Kim bu Kul huvallah'ı yüz defa okursa..." (Gafarallàhu hatìete hamsîne âmen) Burda (hatîete) demiş, benim tabii kaynaklar yanımda olmadığı için aslını araştırıp tesbit edemedim ama, doğru şeklinin (hatîetehû) olduğunu sanıyorum. "Yüz defa Kul huvallah okursa, Allah onun elli yıllık hatalarını, günahlarını mağfiret eder, affeder, örter, bağışlar, setreder; (mectünibet hısàlen erbaa) dört konuda sakınmayı başardıkları takdirde... Bu Kul huvallàhu ehad sûresini yüz defa okuyanlar, şu dört şeyden kendilerini sakınabilmişlerse Allah onların elli yıllık günahını affeder."
Neymiş bu dört şey:
1. (Eddimâe) "Kanlar" Bak, burda dem kelimesinin çoğulu geldi. (Eddimâe) "Kanlardan kendini koruyabilirse." Yâni ne demek? Kimsenin kanını akıtmazsa, yaralamazsa, öldürmezse demek. Katillik, yaralama gibi şey yapmazsa demek. "Kanlardan kendini koruyabiliyorsa, birisinin kanına girmekten kendini koruyabiliyorsa..."
2. (Vel-emvâle) "Başkasının malını haram yolla gasb veya haksızlık veya aldatmaca veya şu veya bu şekilde neyse, kumar vs... Öyle gasbetmiyorsa, almıyorsa. Haram malları, başkalarının mallarını almıyorsa, başkasının kanlarına girmiyorsa..."
3. (Vel-fürûce) "Başkalarının namuslarına zarar vermiyorsa...)
4. (Vel-eşribete) "Meşrubatlardan sakınıyorsa..." Tabii bu meşrubatlar, insana içildiği zaman sarhoşluk veren içkilerdir. Yâni, "Sarhoşluk veren içkilerden sakınıyorsa..."
Yâni daha derli toplu, halkların anlayacağı kelimelerle söyleyecek olursak: "Kan dökmekten, mal çalmaktan, başkasının namusuna tecavüz etmekten, içki içmekten korunmuşsa, korunduğu takdirde, korunduğu müddetçe, yüz Kul huvallàhu ehad okuyanın elli yıllık günahı affolur."
Tabii bizim kardeşlerimiz, elhamdü lillâh, bunu günde okuyorlar, her gün okuyorlar. Hergün hergün bu kadar sevabı kazanıyorlar. İlk defa duyanlar da bundan sonra okusunlar. Çünkü bu Kul huvallàhu ehad'ın mânâsı da çok güzel. Mânâsını da anlamaya çalışırlarsa; Âyetel-kürsi bir, Kul huvallàhu ehad sûresi iki.
Allah-u Teàlâ Hazretleri'ni, onun rızasına uygun bir şekilde, müslümanca, sağlam, sahih bir şekilde tanımanın, Kur'an-ı Kerim'de en önemli iki belgesi bu âyetle bu sûre. Yâni bunlar Allah-u Teàlâ Hazretleri hakkında, müslüman olmayan çeşitli milletlerdeki başka insanların, gelişigüzel, eğri büğrü, yalan yanlış söyledikleri çeşitli lâfların doğrusunu, eğrisini ayıran, doğruyu ortaya koyan, yanlışı da çizip iptal eden çok önemli belgeler, Kur'an belgeleri bunlar... Bunlarla insan, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin ma'rifetine, yâni ma'rifetullaha, irfana erer. Onun için bunu da tavsiye ediyorum, yüz defa okuyun!
d. Namazın Ardından On İhlâs Okumak
Bir şey daha tavsiye edeceğim. Tabii tavsiyeler çoktur. Hatırda kalsın diye hepsini birden yüklemek istemem. Ama şunu da kendinize bir âdet ediniverin inşaallah, bu mükâfatı da alın; İbn-i Abbas RA'ın Peygamber Efendimiz'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz buyurmuş ki:
RE. 438/12 (Men karaa kul huvallàhu ehad, dübüre külli salâtin mektûbetin aşera merrâtin evceballàhu lehû rıdvânehû ve mağfiretehû) Bakın ne kadar güzel bir mükâfat burda, ne kadar büyük bir müjde:
"Kim Kul huvallàhu ehad sûresini her farz namazın ardından on defa okursa..." Sabahı kıldınız on defa, öğleni kıldınız on defa, akşamı kıldınız on defa, ikindiyi kıldınız on defa, yatsıyı kıldınız on defa, toplam elli eder... Yâni: "Her farz namazın arkasından on defa kim okursa bu Kul huvallàhu ehad'i, Allah ona rıdvânını vâcib kılar ve mağfiretini vacib kılar."
Ne demek rıdvânını vâcib kılar? Yâni, "Muhakkak ondan hoşnud ve râzı olur. O kişi Allah'ın rızasına erer, Allah'ın rızasını kazanır." demek. (Ve mağfiretehû) "Mağfiretini kazanır."
Eğer Allah-u Teàlâ Hazretleri, kulları ince bir elekten geçirip, hesaba tâbi tutsa, hiçbir kul yaptığı güzel amellerin toplamıyla cennete giremez. Kötü amelleri de Allah affetmese, ne kadar çok yanlışları vardır, hatası vardır hayatı boyunca... Allah hep mağfiret ediyor, affediyor. Allah'ın mağfireti çok önemli. Yâni affetmese hâlimiz haraptır, müslüman da olsak...
Çünkü ona lâyık kulluğu yapmak mümkün olmuyor. Üstelik bir sürü de hata yapmak daima olağan. Tabii "Beşer, şaşar." demişler. İki kelime böyle birbiriyle secîli, müseccâ: Beşer, şaşar. Evet, beşer tabiatında, mayasında vardır, şaşırır, yanlış iyi yapar, şaşkınlık yapar. Maalesef çiğ süt emmiştir. Evlât anasına, babasına âsî olur, kardeş kardeşi keser... Karı kocaya, koca karıya hıyanet eder, ihânet eder, gadr eder, zulm eder, nasıl olursa... Komşu komşuya ettiğini biliyoruz, duyuyoruz her zaman.
Sonra milletler birbirlerine görüyorsunuz neler ediyorlar... Hepsi Hazret-i Âdem'in çocukları, nasıl birbirlerinin kanlarını döküyorlar. Nasıl cesetlerini yakıyorlar; belki canlı canlı yakıyor. Yüzlerce mezar bulunuyor, yüzlerce yanık insan, kesik insan, kanlar, canlar...
İşte insanoğulları çok zâlim, insanlar çok zalûm, (zalûmen cehûlâ) pek zalim, pek cahil insanoğlu... Bu zalimliği, bu cahilliği ancak iman izâle ediyor. İslâm ve ihsan, yâni şöyle güzelce müslümanlık yapmak düzenliyor. Öyle yetişirse evliyâ oluyor. İşte cümle cihanın, müslüman olsun olmasın sevdiği, hayran olduğu o mübârek evliyaullah, eski alimler, fâzıllar, kâmiller, öyle insanlar oluyor... Ama kâfir olduğu zaman da, imansız olduğu zaman da, sorumsuz oluyor. Sorumsuz olunca da her türlü zulmü gazabı yapıyorlar, yapıyorlar, yapıyorlar... Görüyoruz.
Allah şerlerden korusun. Allah yardımcımız olsun... Allah, iyilere de kötüler kadar gayret versin... Kötüler, bu kötülüğü yapmakta, günahı işlemekte, cehenneme kendilerini düşürecek fecî hataları yapmakta ısrarlı, bu kadar teşkilâtlı; iyiler teşkilâtsız... İyiler onları yapsa cennete gidecekler yâni, iyilikler yapsalar, iyi işleri yapsalar cennete gidecekler. Cennete gidecek iyi işleri yapmakta iyiler gayretsiz, cehenneme düşürecek, kendilerini mahvedecek kötü işleri yapmakta kâfirler son derece gayretli, teşkilâtlı, birbirleriyle yardımlaşıyorlar vs. Zulüm zulüm zulüm...
Allah iyilere akıl fikir versin, gayret kuvvet versin... İyiler hakim olsun, iyilik hakim olsun dünyamıza... Şu köhne dünyamıza iyilik hakim olsun. Tarih boyunca nice nice yapılan hatalar böyle devam edip duruyor.
e. Abdestten Sonra Kadir Sûresini Okumak
Son bir müjde daha hatırlatmak istiyorum. Müjdeli bir hadis-i şerif okumak istiyorum yâni. Enes RA'den Deylemî rivâyet eylemiş. Bu müjdeyle bu sohbetimi bitireceğim.
Tabii müjdeler hadis-i şeriflerde pek çoktur. Okuyun, müjdeleri bulun! Kur'an-ı Kerim'i okuyun, müjdeleri bulun! Ama hadis-i şerifi mutlaka rehber edineceğiz kendimize ki Kur'an'ı da doğru anlayalım. "Ben sade Kur'an okurum!" diyen doğruyu bulamaz. Çünkü Peygamber Efendimiz'in irşadına ihtiyacı var, yol göstermesine ihtiyacı var. Okuyoruz Peygamber Efendimiz'in hadis-i şerifi:
RE. 438/7 (Men karaa fî isri vudûihî innâ enzelnâhü fî leyletil-kadr, merreten vâhideten kâne mines-sıddîkîn, ve men karaahâ merreteyni kütibe fî dîvâniş-şühedâ', ve men karaehâ selâsen haşerahullàhu mahşerel-enbiyâ'.) Sadaka rasûlüllàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl...
"İnnâ enzelnâhü fî leyletil-kadr" sûresini biliyorsunuz. Bilmiyorsanız bile Kadir gecesi oldu mu teravih namazında kaç defa okur imamlar... Mahalle imamlarının arkasında namaz kıldıysanız, insan bir Ramazanda öğrenmezse ikinci Ramazanda öğrenir. "İnnâ enzelnâhu fî leyletil-kadr" sûresi, kısa bir sûre.
Şimdi, (men karaa fî isri vudûihî) "Kim abdest aldıktan sonra bu sûreyi..." Abdestini aldı, yüzünü, ayaklarını usûlünce yıkadı, namaz için abdest aldı, bitti. Kim bunu okursa..." Hani havluyla kurulanırken vs: "Arkasından kim bunu bir defa okursa, sıddıklardan olur."
Ebûbekr-i Sıddîk RA'ı biliyorsunuz, Aişe-i Sıddıka Vâlidemiz'i biliyorsunuz, bu lâkabı almış. Sıddîkan nebiyya diye bazı peygamberlere bu sıddık sıfatı lütfedilmiş, Kur'an-ı Kerim'de sıddık diye anılıyor bazı peygamberler. Çok yüksek bir sıfat bu sıddıklık. Yâni sadakatte, dürüstlükte, doğru sözlü, doğru özlülükte son derece muhkem, pek kuvvetli, pek iyi durumda olan demek yâni.
"İnnâ enzelnâhü fî leyletil-kadr sûresini bir defa okursa, sıddıklardan yazılır. İki defa okursa, şehidler divanına kaydedilir. Üç defa okursa, Allah onu peygamberlerin toplanma yerinde onlarla beraber haşreder."
Biliyorsunuz, bütün peygamberler mahşer günü, mahşer yerinde, Peygamber Efendimiz eline Livâül-hamd'ini alacak; (biyedihî livâül-hamd) makâm-ı Mahmûd'un sahibi Muhammed-i Mustafâ SAS Efendimiz, bütün peygamberler, Âdem AS ve ondan sonra peygamerimize kadar vazife görmüş bütün peygamberler, Peygamber Efendimiz'in Livâül-hamd'i altında toplanacaklar. Tabii Peygamber Efendimiz'in ümmeti, sıddıklar, şehidler, sâlihler de aynı bayrağın altında toplanacaklar...
Rabbimiz bizi de o mahşer gününde, Peygamber Efendimiz'in hamd sancağı, Livâül-hamd'i altında peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraber toplasın, haşreylesin... Bigayri hisâb, hesâba tâbi tutmadan, mağfiret ederek, razı olarak, rıdvânına erdirerek cennetine dâhil eylesin... Cemâliyle müşerref eylesin... Ebedî nimetlere mazhar eylesin... Bu müjdeli hadis-i şerifleri duydunuz, uygulayın, o sevapları Cenâb-ı Hak size de versin. Cenâb-ı Hak her şeye kàdir.
Şimdi o sûrelerin, o sevaplarını tabii burda bildirmiş Peygamber Efendimiz. Sahih hadisler, kaynakları sahih... Hadislerin mânâlarını size söyledim. Bazıları bunlara der ki:
"--Yâ bu kadar kolay bir şeye, bu kadar büyük mükâfatı nasıl veriyor Allah?.."
İşte onun belgesi, delili Kur'an-ı Kerim'de İnnâ enzelnâhu sûresidir. O İnnâ enzelnâhu sûresinden biliyoruz ki; Leyle-i Kadr'i kim ihyâ ederse, bin aydan daha hayırlı bir iş başarmış oluyor. Bir geceyi ihyâ etmiş oluyor. Bir ömre bedel bir gece... Demek ki bir gece, içinde Leyle-i kadir bulunmayan bin aylık bir zamandan daha kıymetli, daha kazançlı olabiliyor. Allah her şeye kàdir. Rahmetine bahâ istemiyor, rahmetini vermeye bahane buluyor, bahane icâd ediyor. Bir bahane ile kulunu taltif ediyor. Çünkü ekremül-ekremîndir, erhamür-rahimîndir.
Bizi de rahmetine erdirsin, keremine mazhar eylesin, aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
18. 06. 1999 - AVUSTRALYA
Hazırlayan: Dr. Metin ERKAYA