01. 01. 1999 AKRA CUMA SOHBETİ
Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN
-----------------------------------------------
Hazırlayan Dr. Metin ERKAYA
NEFİSLE CİHAD AYI
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi şu mübarek ayda üzerinize olsun... Allah-u Teàlâ Hazretleri maddî, mânevî, dünyevî, uhrevî her türlü mükâfâtlarla, ödüllerle sizleri sevindirsin... İki cihanın hayırlarına erdirsin...
a. Gıybet Orucun Sevabını Engeller
Çok güzel, çok mübarek, çok nurlu, çok kazanç imkânları olan güzel bir ayda bulunuyoruz. Bu münasebetle oruçla ilgili bazı hadis-i şerifleri size okumak istiyorum. Onlardan birisi, Ebû Hüreyre RA'den Deylemî rivayet eylemiş Müsnedül-Firdevs isimli eserinde. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
RE. 217/7 (Essàimü fî ibâdeti mâ lem yağteb müslimen ev yü'zîhi) Sadaka rasûlüllàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
Sàim, oruçlu demek. "Oruçlu, oruçlu olduğu müddetçe ibadet halindedir." İbadet halinde olunca tabii, devamlı sevap kazanacak. Sevap göstergesi diyelim; hani taksiye biniyorsunuz, taksimetresini açıyor, fiatını yazıyor. Saat ilerledikçe, kilometreler değiştikçe taksimetre çalışıyor. Siz de inerken arabanın parasını o taksimetreye bakarak veriyorsunuz. Devamlı çalışıyor; durakladığınız zaman da çalışıyor, gittiğiniz zaman da çalışıyor. Onun gibi, (Essàimü fî ibâdeti) "Oruçlu dâima ibadet halindedir."
Ama bir şartı var, Efendimiz'in bu hadis-i şerifte belirttiği, öğrettiği; ben de onu vurgulamak istiyorum zâten... (Mâ lem yağteb müslimen) "Oruçlu kimse bir müslümanı gıybet etmedikçe; (ev yü'zîhi) veyahut da onu üzmedikçe, ezâlandırmadıkça, bir müslümana eziyet vermedikçe..."
Demek ki, orucun sevabının çalışması için, saatin çalışması için, kazancın artması için şart, oruçlunun birtakım kötü işleri, günah olan şeyleri, zulüm olan şeyleri yapmaması lâzım!.. Bu hadis-i şerifte bunlardan zikredilen bir misâl, oruçlunun gıybet etmesi...
Gıybet nedir?.. Diliyle insanın yaptığı bir günahtır. Nasıl yapılır?.. Konuşulan yerde olmayan, o anda orada hazır bulunmayan, gaib olan, orada nâmevcut olan bir insanın aleyhinde bir şeyler söylemek; bu söylediği şeyler doğru olsa bile... Gerçekten yalan söylemiyor, doğru olsa bile, o orda olmadan onun arkasından konuşulduğu için gıybet oluyor. Günah, İslâm'da bu yok! Bir kimsenin arkasından, gıyabından konuşmak; onu olmadığı yerde, nâ-mevcut olduğu yerde, onun aleyhinde doğru da olsa kusurunu söylemek, doğru değil...
Eğer iyi niyetli isen, git yüzüne söyle; "Ben senin şöyle bir kusurunu görüyorum, düzelt bunu kardeşim." de! Veyahut gizlice, sessizce; "Kardeşim ben seni çok seviyorum ama, sende de şöyle bir hatâ var gibi geliyor bana... Acaba yanılıyor muyum, bilmediğim bir sebep mi var?" filân de! "Şunu düzeltirsen iyi olur. Gàlibâ sen şu hadisi bilmiyorsun, şu ayeti duymadın? Bak dinimizde senin yaptığın doğru değil. Ben bunun kusur olduğunu biliyorum, istersen bir müftüye, bir vaize, hocaefendiye de sor. Sen bunu yapmasan iyi olur." de!
Samîmî insan sessizce, evde kendi çocuğunu terbiye eder gibi; "Evlâdım bak, yabancılar yokken söylüyorum, şöyle yapma, böyle yapma!" dediği gibi söyler.
Samîmî insan kusurlu olan kimseye kusurunu tenha bir yerde söyler. Öyle mahcub edecek bir yerde söylemez. Hele aleyhinde söylemek ne oluyor, kötü bir huy oluyor. Çünkü adam bilmiyor ki kusurunu, düzeltsin... Ama başkaları biliyor, ona karşı muhabbeti azalıyor.
Onların yanında kusurunun söylenmesinin ne faydası var?.. Fayda yok, zarar var! Muhabbetler bozuluyor, bir kimsenin öteki arkadaşlarının gözünde değeri düşüyor. Cemiyet, toplum bozuluyor. Muhabbetler zarara uğradı mı, tahrib edildi mi, insanlar arasındaki muhabbet kalmadı mı, toplumlar çöker. Toplumları yükselten, o toplumu teşkil eden fertlerin, kişilerin birbirlerine muhabbeti, sevgisi, saygısı, bağlılığı ve fedâkârlığıdır. Onu tahrib ediyor.
Onun için gıybet dille yapılan bir günah... Haklı da olsa, bir kimsenini hatasını, kusurunu, o yokken başkalarının yanında başkalarına söylemek gıybettir; söylenmemesi lâzım!..
Haksız bir şey söylüyorsa, olmayan bir şey söylüyorsa; o iftiradır, o da günah...
"--İftira ediyor. Ben böyle bir şey yapmadım, aslâ aslı esası yok! Yanlış anlamış benim yaptığım işi, doğru değerlendirmemiş, beni kötü bir şey yaptı sanıyor ama, ben öyle bir şey yapmadım. Aslında böyle bir şey yaptım. Binâen aleyh, iftirâ..."
İftira da günah, yâni onda olmayan bir kusuru, kabahati, bir kötü durumu söylemek; iftira... Olan bir şeyi söylemek; o da günah, o da gıybet...
Şimdi, oruçlu ibadette idi ama, gıybet etti mi, bitti. Hani ibadeti kalmadı ki, günah işliyor. Günahla ibadet bir arada olmaz ki!.. İbadet işliyordu, ibadetini tahrib etti, bozdu; çünkü gıybet etti. İşte sevgili kardeşlerime, dinleyicilerine benim anlatmak isteğim ve her Ramazan geldiği zaman bütün hocaların, müftü efendilerin, vaiz efendilerin, yazanların, çizenlerin, konuşanların hatırlatması gereken önemli nokta bu...
Yâni oruç tutuyoruz, tamam... "Hocam oruç tutuyorum, çok memnunum! Oh, çok rahatım! Fazla kilolarım da gidiyor, yağlarım da eriyor, vücudumda da bir hafiflik oluyor. Sıhhî bakımdan da iyi oluyor. Şu Ramazan çok güzel ay..." vs.
İyi ama Ramazan sadece aç ve susuz kalmak ayı değildir. Ramazan nefisle savaş, nefisle cihad ayıdır. Büyük cihad, en büyük savaş... Çünkü insanlar nefsiyle cihad etmediği zaman; kendi kendini aşmadığı, yenmediği; kendi zalim nefsini aklının, imanının hizmetinde, uslu uslu hizmet eden bir varlık haline getirmediği zaman, zaman çok tehlikeli olurlar. Gangasterler, katiller, hırsızlar, gàsıblar, yol kesenler, haydutlar, çeteler, haram yiyenler, rüşvet alanlar, milletin kasasını soyanlar; hepsi neden oluyor?.. İşte bu zalim nefisler, insanların hırsları, hevâ-yı nefisleri, göz dönmüşlükleri nefsin terbiyesizliğinden, iç terbiyesinin alınmamış olmasından...
b. Ramazan ve Nefis Terbiyesi
Nefis terbiyesinin temeli dindir, imandır. O olmadan da nefisler terbiye olmuyor Adam fakülteleri bitiriyor, kolejleri bitiriyor, okulları bitiriyor ama adam haydut, canavar, eşkıya... Tüm topluma, tüm insanlığa asırlar boyu zarar verecek işler yapıyor. O bilgisiyle, o diplomalarıyla kötü şeyler yapabiliyor. Neden?.. Nefis terbiye olmadığı için.
Nefis terbiyesi İslâm'dadır. Peki nerden belli?.. İşte bir aylık oruç, Ramazan ayı, nefisle cihad, nefsi terbiye, nefsi kötü alışkanlıklarından kopartmak, nefsi güzel alışkanlıklara tenbellense bile çekmek, alıştırmak... Askerî eğitim gibi. Devlet askere alıyor, yetiştiriyor. Silâhı böyle tutacaksın, böyle yürüyeceksin, yere böyle yatacaksın, düşmandan böyle sakınacaksın, düşmana böyle saldıracaksın!.. Bunları öğretiyor, öğretmeden olmuyor.
İşte bu Ramazan ayı da, nefisle cihad ayıdır. Sahurda, "Ben oruca niyet ettim." derken ne diyeceksiniz?.. "Nefsimle cihada, nefsimle savaşa, nefsimin kötü arzularıyla da mücadeleye niyet ettim. Bugün harama gözümle bakmayacağım. Dilimle gıybet, yalan, dedi kodu, kötü söz, küfür, hakaret, karıştırıcı laflar; bunları söylemeyeceğim. Elimi harama uzatmayacağım. Ayağımla haram, günah, yasak yerlere gitmeyeceğim... Nefsin bütün kötü alışkanlıklarını bıraktıracağım. O zalim nefse, o laf dinlemez, kendi başına giden, kendi burnunun doğrultusuna giden, beni zarardan zarara sokan, günahtan günaha bulaştıran nefsi ıslah edeceğim!" diye niyet edecek oruçlu, o niyetle oruca başlayacak.
Sadece aç kalıyor, sussuz kalıyor; kolay, biraz da faydalı... Doktorlar da faydalı diyorlar, "Bu kiloları at!" kardeşim diyorlar. Beni de geçenlerde muayene ettiler; "Vayy, senin kanında kolesterol fazlalaşmış, aman hocam perhiz yap! dediler. Perhiz yaptım, geçti. Perhiz iyi geliyor; kolesterolün fazlalığına iyi geliyor, tansiyona iyi geliyor, mide rahatsızlıklarına iyi geliyor.
Tamam, amma iş sadece bir tıbbî tedavi işi değil. Tıbbî tedavi bedeni tedâvi ediyor. Bir de ruhun, nefsin tedavisi lâzım! Onun da hastalıkları var. Kendini beğenmişlik bir kötü hastalık... Harama bakmaktan kendini alamamak, irade zayıflığı bir hastalık... Alıştığı kötü işleri, "Seviyorum, ne yapayım, bırakamıyorum!" diye, kötü olduğunu bile bile yapmak bir hastalık...
Sigara elinde; "Biliyorum kardeşim bu çok zararlı, doktorlar da söylüyorlar." Cümle cihan bangır bangır söylüyor, sigara zararlı... "Biliyorum ama ne yapayım, bırakamıyorum." diyor. Biliyorsan, bırakacaksın. Kötü olduğunu bildiğin bir şeyi bırakmak lâzım!
Bırakamıyor. Neden?.. Nefsi kuvvetli. Zalim nefis bıraktırtmıyor. "Zararlı olsa da, ölsem de istiyorum!" diyor. Bunun daha kötüsü var; afyona, esrara, uyuşturucuya alışıyor. Onu elde etmek için anasını, babasını döğüyor. Cam çerçeve kırıp kasa soyuyor, polisten korkmuyor, hiçbir şeyden korkmuyor. İlle o parayı alacak, ille o uyuşturucuyu kullanacak...
--Kardeşim, otuz yaşında öleceksin, bırak bunu!..
Polisler peşinde, devlet peşinde... Uyuşturucu kaçakçılarına darbe üstüne darbe vuruluyor. Ama bir sürü istekli var, bir sürü müşteri var. "Aman bana bir parçacık uyuşturucu..." diye yalvarıyorlar ve kullanıyorlar. Neden?.. İradesi artık engelleyemiyor nefsini, ille onu kullanacak. Ondan kurtulmak çok zor...
İşte bu iradenin terbiyesi, bu nefsin terbiyesi demek. Bu nefsi ıslah etmek lâzım!
Oruçlu bunu öğreniyor. Bir ay, bilen bir insanın böyle anlata anlata bilgilendirmesi sonucu insan oruç tuttu mu, çok güzel bir eğitim olur bu... Ama alışkanlıklarla geçerse, olmaz. Kimisi Ramazanı ortaoyunu, Karagöz oyunu sanıyor. İşte bilmem eski Osmanlılarda Şehzâdebaşı'nda meşhur ortaoyuncusu filânca varmış da, falan kantocu, filân sanatkâr şöyle diyormuş da, böyle diyormuş da...
Kardeşim, oruç Karagöz oyunu değil ki, ortaoyunu değil ki, meddah işi değil ki... Şarkı türkü, dans caz, eski usül, yeni usül eğlence, haram, günah değil ki... Bunların zararlı olanlarını terk edebilme eğitimi... İşte onu yapmadığı zaman, oruçlunun artık ibadette olması kalmıyor. Sevabı kapanıyor, boşuna akşama çıkmış oluyor, oruç tuttum sanıyor. Halbuki çoktan orucun saati durdu. O gıybeti yaptığı için, mükâfât yazılmamağa çoktan başlandı.
Bir de ne diyor Peygamber SAS Efendimiz: (Ev yü'zîhi) "Bir müslümanı ezâlandırırsa..." Haa, müslüman kardeşine ezâ cefâ da etmeyecek. Üzmeyecek, itmeyecek, kakmayacak, çimdirmeyecek, yumruklamayacak, tekmelemeyecek, bağırmayacak, çağırmayacak, kalbini kırmayacak, hakaret etmeyecek. Çünkü bazan dil yarası, el yarasından ağır oluyor. Hattâ büyüklerimiz, ecdadımız atasözü söylemişler: "El yarası onulur da dil yarası onulmaz."
Onulmak ne demek, iyi olmak demek. Yâni elinle bir tane vurursun, kanar dişleri, dudağı patlar. Geçer sonra, bakarsın iyi olur. Yumruktu, bilmem kandı... Bazan yüzükle bir tane vuruyor ötekisinin yüzüne... O şövalye yüzüğü denilen altın, kenarlıklı yüzüğü mahsustan silâh olarak takıyor parmağına. Karşı tarafa bir tane yumruk patlatıyor, falanca yerinden filânca yerine kadar yırtıyor. Çünkü yüzük sert, kenarlı, köşeli, mahsustan öyle yapılmış. Haydi hastaneye, gömlekler, pantolonlar kan revan... Dikiş atıyorlar.
Tamam, o geçer de, dil yarası, yâni dilinle birisinin kalbini kırdığın zaman, ezâlandırdığın zaman, bazan ömür boyu devam ediyor. Hattâ ölürken bile onu görmek istemiyor, "Aman, o benim yanıma gelmesin!" filân diyor.
Demek ki ezâlandırmak, maddeten ezâlandırmak da olabilir, mânevî yönden de, kalbini kırarak, üzerek, hakaret ederek de olabilir. Onu da yapmayacak. Onu da yaptığı zaman da orucun sevabı işlememeğe başlıyor.
Orucun en önemli yönünü, bu hadis-i şerif vesilesiyle ifade etmiş oldum. Oruca niyet ederken, "Yemeyeceğim, içmeyeceğim, suyu içmeyeceğim, yemekleri yemeyeceğim, kimseyi üzmeyeceğim, hiçbir günaha bulaşmayacağım, her âzâmı her günahtan sakınacağım! Şu zalim nefsimle iyi bir mücadele edeceğim. Kötü arzularım karşısında iyice direneceğim. İyi şeyleri yapmak istemese de, isteksiz olsa, tembellense de, o iyi şeyleri yaptırtacağım; ibadetleri yaptırtacağım, alıştırtacağım, sevdireceğim."
Bir zaman geliyor, insanlar ibadeti seviyor, severek yapıyor. Bu kadar güzel ibadetleri, zor ibadetleri aşk ile, şevk ile yapıyorlar. Arkadaşım faks çekmiş bana, diyor ki: "Hocam, Beytullah'ta, Harem-i Şerif'te kırk gün halvete girmek istiyorum!" diyor. Mâşallah, Allah kabul etsin, ne kadar hoşuma gitti, takdir ettim. Kırk gün Harem-i Şerif'ten çıkmayacak, ibadet edecek. Kimseyle konuşma, mâlâyâni ile boş bir vakit geçirme yok; Kur'an okuyacak, ibadet edecek, tefekkür edecek, zikredecek... sevap kazanacak. Bunları aşk ile, şevk ile yapıyor.
Ama eğitim lâzım! Bir zaman gelir kıymetini anlar. Bizim burda, geçen sene Ramazan'ın son on gününde i'tikâfa girdi arkadaşlar. Bazıları diyor ki:
"--Hocam, o i'tikâfın tadı ne kadar güzeldi."
Ne yaptın i'tikâfta?.. Uykuyu azalttın, yemeği azalttın, ibadeti çoğalttın. Yâni başkaları bunlardan kaçıyor bucak bucak; sen bunu nasıl sevdin?.. Tatmayan bilmez. İnsan tattığı zaman o ibadetin zevkini, tekrar arıyor. "Ah keşke gelse de zamanı, tekrar yapsam!" diyor. Hattâ bir gül bahçesine girercesine ölüme gidiyor, şehid olmağa gidiyor. Süslenerek, davulla, zurnayla, düğüne bayrama gider gibi cihada gidiyor. İman meselesi bu...
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Bu nefsi, bu kötü alışkanlıklarından, bu kötü zevklerinden koparmak, düzeltmek, eğitmek lâzım! Yapılmıyor bu, kolejlerde olmuyor, üniversitelerde olmuyor. Nerde olacak bu eğitim?.. İşte dînî müesseselerde olacak. Keşke şöyle dînî yerler olsa, insanlar orada toplansa... Kahvede, oyun oynanan, sigara içilen, gürültülü, patırtılı, sıhhate aykırı yerlerde değil de, şöyle güzel yerlerde oturulsa...
Eskiden akşamları evin büyükleri, beyleri, çocukları nereye gitmişler?.. Tekkeye gitmişler. Hocaefendinin vaazını dinlemişler. Zikir yapmışlar, ilim öğrenmişler, edep öğrenmişler. Büyükleri saymayı, küçükleri sevmeyi öğrenmişler.
İşte bu bir eğitim meselesi... Onun için insanın bu nefsi düşman bilip, onunla mücadele etmeyi hatırından çıkartmaması lâzım! Orucun sevabını kaçırmamaya dikkat etmesi lâzım! Çünkü oruçlu, oruçlu olduğu müddetçe ibadetttedir, hattâ yatıp uyumakta olsa bile...
c. Oruçlunun Uykusu İbadettir
Enes RA'dan Deylemî'nin rivayet ettiğine göre Peygamber SAS şöyle buyurmuş:
RE. 217/6 (Essàimü fî ibâdetin vein kâne nâimen alâ firâşihî.) "Oruçlu ibadet halindedir, yatağında uyumakta olsa bile..."
Tabii bu, "Gece gündüz horul horul uyuyun!" mânâsına değil. Peygamber Efendimiz oruçlu için hafif bir gündüz uykusunu tavsiye ediyor. Bu uyku gece ibadetlerini neşe ile, aşk ile, şevk ile, severek, güzel, canlı yapmasına vesile olur. Ama o uyku bile ibadettir.
İşte bu güzel ibadeti, yanlış işlerle, günahlarla, nefse uyarak berbat etmemek lâzım!
d. Meleklerin Oruçluya Dua Etmesi
Üçüncü hadis-i şerif. Peygamber SAS Efendimiz'den yine bir müjde sayılır oruçlu kardeşlerimize... Tirmizî ve İbn-i Mâce rivayet etmişler. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
RE. 217/5 (Essàimü izâ ükile indehül-mefâtîru sallet aleyhil-melâikeh.) Sadaka rasûlüllah, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
"Oruçlunun yanında yiyecek, içecek bir şeyler yenilirse..." İştahı çekici, yenildiği zaman insanın orucunu bozacak şeyleri oruçlu yemiyor ama, karşıdaki çocuk yiyor, hasta yiyor, ihtiyar yiyor. Yâni oruç tutmaması mâzur olan kimseler var, veyahut gayrimüslim var. Karşı komşu gayrimüslim, o oruç tutmuyor.
Ama Osmanlılar zamanında duyarız; belki büyüklerden duydunuz, kitaplara da belki yazılmıştır. Ne diyorlar: O devrin gayrimüslimleri, müslümanların Ramazanı geldi diye, yiyecekleri içecekleri ellerine verip çocuklarını sokağa salmazlarmış. "Aman, müslümanların oruç zamanıdır, saygılı olmak lâzım! Onların gözü önünde bir şey yemeyin!" diye çocuklarını edeplendirirlermiş, yedirtmezlermiş. Kendileri yemezlermiş, gizli yerlermiş. Tabii mâzur olanların da gizli yemesi lâzım!
Fakat bütün bu nasihatlara rağmen birisi karşısında, tam oruçlunun canının çektiği bir şeyler yedi, içti. Buzlu su geldi, içti. Veyahut tatlı meşrubat veya canı ne istiyorsa... Şimdi Türkiye kışta tabii, şimdi meselâ sıcak çay istiyordur belki. Veyahut sabahleyin sâlep istiyordur, "Ah sıcacık bir sâlep olsa, sütlü, güzel, tarçın kokulu..." filân diyordur. Birisi de içiyor karşısında onun... Veya güzel kebap kokuları geliyor, birisi yiyor. Baklavacının önünden geçiyor, güzel tatlılar vs. görüyor.
"Oruçlunun önünde, mefâtîr denilen kendisiyle iftar edilen yiyecekler, içecekler yenilip içildi mi; o zaman (sallet aleyhim melâikeh) melekler oruçluya dua ederler."
"--Yâ Rabbi, bak bu senin oruçlu kulun, kendisi oruçlu olduğu için bir şey yemiyor. Canı da çekiyor, yutkunuyor ama yemiyor. O karşıdaki yedikçe, atıştırdıkça, höpürdettikçe, lıkır lıkır içtikçe, canı çekiyor ama sabrediyor; senin için sabrediyor yâ Rabbi!" diye ona dua ederler.
Meleklerin duası da tabii çok kıymetli, geçerli, önemli... Mü'mine meleklerin destek olması, ona dua etmesi çok hayırlı bir şey...
Tabii Türkiye'de şimdi oruç tutanlar var, tutmayanlar var. Büyük miktarda artık oruç tutmamak genişlemiş durumda... Eskiden oruç tutmayanrlar saklı yer içermiş. Şimdi insanlar da bir değişik oldu. Karşılıklı toplumsal muhabbetler de zedelendiği, örf ve adet de iyi öğretilmediği, ve her şeye de ileri geri tenkid yollu herkes bir laf söylediği için, millet neye inanacağını; neyin güzel olduğunu, neyin doğru olduğunu şaşırdı. Kimisi artık hiç aldırmıyor, açıkça yiyor.
Tamam, böyle bir durumda oruçlu ayrıca sevap kazanıyor. Onlar yedikçe, bunun canı çektikçe, melekler ona dua ediyor, Allah da ona mükâfât veriyor.
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim, siz oruçlarınızı tutun! Tutmayanların tutmaması sizi gevşetmesin veya, "Hay Allah!" filân diye tereddütlere düşürmesin. Yolunuzda sağlam yürüyün, çünkü güzel bir şey yaptığınız muhakkak!.. Allah kabul eylesin...
e. Oruç ve Kur'an'ın Şefaatçı Oluşu
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki, Abdullah ibn-i Amr ibnül-As RA'dan Ahmed ibn-i Hanbel'in, Hâkim'in, Hulvânî'nin, Taberânî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerif.
Geçen sene de okumuştum, ama tabii bu sene duymayanlar olabilir. Önemine binâen bunu da okumak istiyorum:
RE. 219/14 (Essıyâmü vel-kur'anü yeşfeâni lil-abdi yevmel-kıyâmeti yeklüs-sıyâm: Ey rab, innî mena'tühût-taàme veş-şehevâte bin-nehâr, feşeffi'nî fîh. Ve yeklül-kur'ân: Rabbi mena'tühû en-nevme bil-leyli feşeffi'nî fîhi feyeşfeàn.)
"Oruç tutmak ve Kur'an-ı Kerim kıraat etmek, kula şefaat ederler kıyamet gününde..." Biliyorsunuz mü'min kula çeşitli şefaatler var. Şefaat haktır. Peygamberlerin şefaatleri var... Allah'ın izin verdiği mübarek alimlerin, şehidlerin şefaatleri var... İşte böyle orucun, ibadetlerin ve Kur'an-ı Kerim'in şefaatleri var.
Şefaat ne demek?.. "Yâ Rabbi, bunu affediver! Yâ Rabbi, bunu iyilikle muamele buyuruver... Bunun cezasını affediver yâ Rabbi!.. Bunun mükâfâtını arttır yâ Rabbi!.. Buna mükâfât ver yâ Rabbi!" diye aracı olmak, iyiliği için Allah'tan bir şeyler istemek mânâsına...
Şimdi Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Kıyamet gününde kula oruç da şefaat eder, Kur'an-ı Kerim kıraat etmek de şefaat eder. (Yeklüs-sıyâm: Ey rab) 'Ey benim Rabbim!' der oruç."
--Oruç tutmak ağaç gibi, ev gibi, bulut gibi, dağ gibi maddî bir şey değil ki, nasıl böyle şefaat ediyor?..
Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle manevî varlıklara maddî bir şekil verdirtip, konuşturur ki, ancak maddî şekilleri görüp, duyup, anlayan insanoğlu onu anlasın... Yoksa görünmez bir şekilde oruç, Allah'tan böyle şefaat dilese, anlamaz. Ama onun anlayacağı şekilde olması için, Allah-u Teàlâ Hazretleri okuduğu Kur'an-ı Kerim'i, kıldığı namazı, ibadetlerini kulun anlayacağı şekilde karşısına çıkartır.
Güzel yüzlü bir arkadaş gibi karşısında bir adam.
"--Sen kimsin" diye sorar.
"--Ben Tebâreke Sûresi'yim." der.
Allah Allah! Tebâreke Sûresi'ne Cenâb-ı Hak, güzel yüzlü bir insan şekli verdirtip, kulunun karşısına çıkarmış. "Hani sen beni okurdun ya dünyadayken. İşte ben senin okuduğun Tebâreke sûresiyim!" der. Bu hususta hadis-i şerif var.
E şimdi oruç da böyle bir mücessem, kulun baktığı zaman göreceği, dinlediği zaman duyacağı bir şekilde Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin huzurunda şefaatçi olur. Allah her şeye kàdir. (Ve hüve bikülli halkın alîm) "Her türlü yaratmaya kàdir."
Nasıl bizim teypler, şeritler sesleri görüntüleri tekrar tekrar seyretmemize, dinlememize vesile oluyor. Nihayet bir şerit, yâni kurdele şeridi gibi bir şerit. Ama makinenin içine koyduğunuz zaman, çalıştırdığınız zaman sesi duyuyorsunuz, görüntüyü görüyorsunuz. Alıştınız da bu olağanüstü güzel şeylere, hiç de yadırgamıyorsunuz.
Ama aslında olağanüstü şeyler. Bak, nasıl konuşuyor, konuşur mu? Upuzun, yamyassı, dümdüz bir şerit. Nasıl konuşuyor? Bu makine nasıl bunu konuşturuyor?.. Konuşturuyor işte.
--Allah Allah! Bak, şimdi bu kaseti televizyonun içine koyduk, video tarafından bak, görüntüler çıktı karşımıza! Nasıl yapıyor bu işi?..
Nasıl yapıyorsa yapıyor. Bilimsel olarak, gidersen, fakültede okursan nasıl yapıldığını da anlarsın. Belki sen de yaparsan, belki daha güzelini yaparsın. Ama olabiliyor. Demek ki, Cenâb-ı Hak ona da o şekli vermeye kàdir.
Der ki oruç: (Yâ rabbi mena'tühüt-taàm) "Ben bu kulunu yemek yemekten men ettim, engelledim. (Veş-şehevât) İştihâ duyduğu, şehvet duyduğu şeyleri yapmasını men ettim."
Yâni yemek yiyecek; oruç diyor ki: "Yeme oruçlusun!" Su içecek; "İçme!" diyor. Başka nefsânî arzusunu yerine getirecek: "Yapma, oruçlusun!" diyor. Oruçlu bunları yapmıyor. Oruç, Cenâb-ı Hakk'a diyecek ki:
"--Yâ Rabbi ben bunun yemek yemesini, şehvetlerini uygulamasını engelledim. (Bin-nehâr) Gündüzleyin..."
Oruç vakti nedir? Gündüz vaktidir.
(Ve külû veşrabû hattâ yetebeyyene lekümül-haytül-ebyadu minel-haytil-esvedi minel-fecr, sümme etimmüs-sıyâme ilel-leyl) [Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırdedilinceye kadar yeyin, için; sonra akşama kadar orucu tamamlayın!] ayet-i kerimesinden kesin olarak bildiğimiz şekilde, oruç fecr-i sâdıktan başlar, akşam ezanına kadar devam eder.
"--Yâ Rabbi, gündüzleyin bu kulunu ben yemek yedirtmedim, şehvetlerini uygulattırtmadım. Yâni hakkı olan, sevap olan, meşrû olan haklarını yaptırtmadım. (Feşeffi'ni fîhi) Bana bugün müsaade ver, benim onun hakkında şefaat etmemi lütfen kabul buyur. Ben bu kuluna şefaat edeceğim yâ Rabbi! Bunun taltif edilmesini, mükâfatlandırılmasını, ödüllenmesini, affedilmesini, cennete girmesini isteyeceğim yâ Rabbi! Bana lütfen bu hakkı selâhiyeti tanı yâ Rabbi!.." der.
(Ve yeklül-kur'ân) Kur'an okuyuş da, Kur'an okuması da der ki: (Rabbi mena'tühün-nevme bil-leyl) "Ben de geceleyin bu kulun uyumasını engelledim, beni okudu. Uyumadı da okudu. (Feşeffi'ni fîhi) 'Bana da müsade et, ben de buna şefaat edeyim. Benim de şefaatimi bunun hakkında kabul buyur, makbul buyur. Mer'î ve meşrû say, lütfeyle, tesirini ihsân eyle!..' (Feyeşfeân) Ve ikisi şefaat ederler."
Şimdi burda dikkat ederseniz, düşünürseniz, gündüz yemek içmekten oruç men ediyor, geceleyin Kur'an okuyuş uykudan men ediyor. Ne anlıyoruz? Demek ki oruçlu, gündüz oruç tuttuğu gibi, Ramazanda gecesini de ihyâ edecek. Nasıl ihyâ edecek?.. Kur'an okuyarak. Kur'an okuyuş nasıl olur?
1. Koltuğa oturup, Kur'an'ı açıp okumak şekliyle olur.
2. Eski devirde öyle koltuk, ışık çok yoktu. Peygamber Efendimiz'in zamanını düşünecek olursak, geceleyin belediyenin ışıkları mı vardı?.. Yoktu. Evler karanlığa bürünürdü. Evlerin penceresi mi vardı?.. Yoktu. Perdesi mi vardı?.. Yoktu. Aydınlatma çırayla, kandille olurdu ve pahalıydı? İsraf olmasın diye onları hemen kapatırlar, erkenden yatarlardı insanlar.
Pekiyi karanlıkta ne yapacak şimdi bu? Karanlıkta nasıl Kur'an okuyacak?.. Ay çıksa bile, ay ışığında Kur'an-ı Kerim gene okunmaz. Kur'an-ı Kerim ezberinde, aklında, hafızasında. Kalkar abdestini alır, "Allahu ekber!" der, namaza durur; uzun uzun Kur'an-ı Kerim'i okur. Peygamber Efendimiz SAS böyle yapardı. Sahâbe-i Kiram --rıdvânullahi aleyhim ecmaîn-- böyle yapardı.
Şimdi millet asr-ı saadet müslümanlığını istiyor: "Bid'atlardan uzak duralım, uzak duralım!" Buyur, işte senin en büyük bid'atın yatıp horul horul uyumak. Hadi bak, Peygamber Efendimiz gece uyumazdı. Kur'an-ı Kerim'de ayetler var. Sahabe-i Kiram gecenin yarısı veya üçte ikisi geçtikten sonra, veya üçte biri geçtikten sonra kalkarlar, abdest alırlardı; geceleyin Kur'an okurlardı.
(İnne kur'ânel-fecri kâne meşhûda) [Çünkü sabah namazına melekler şahid olur.]
(Ve minel-leyli fetehecced bihî nâfileten lek) [Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl!]
İşte böyle ayet-i kerimelerde namaz içinde okunduğunun emâreleri var. Kur'an-ı Kerim'in böyle kenarda açıp da okunması değil de, namazın içinde, namazla beraber, Allah'ın divanındayken, mânâsını tefekkür ede ede, bile bile okunması... Cenâb-ı Hakk'ın kelâmını ona karşı okuyarak, içinden onun mânâsını takib ederek, sanki Cenâb-ı Hak'la konuşurmuş gibi okunması... Cenâb-ı Mevlâ'nın divanına giriyor zaten, namaza duran kimse. Kur'an öyle okunur.
Şimdi bizim bid'at olan, kusurlu olan durumumuz nedir?.. Bir kere Kur'an'ı ezbere bilen az.
--Hafızlar ezberlesin!..
Eee, sen ne yapacaksın?
--Ben işte bir Elemtere keyfe'den aşağısını biliyorum, o kadar.
Ben affedersiniz, üzülüyorum da, kızıyorum da, böyle hocaefendilerin Elemtere'den aşağıyla teravihi kıldırmalarına... Diyanet İşleri Başkanlığı da demiş ki: "İşte halk bunu öğrensin diye bunlarla kıldırın!" Hocalar da öyle yapıyor. Öyle olur mu? Kur'an-ı Kerim'in her yerinden, her cüzünden, hatta geniş geniş hocalar çalışsın, Kur'an bilgisini arttırsın. Cemaat de çalışsın, dinlesin.
Yâni Kur'an bilgimiz az. Büyük tenkidimiz bu... Büyük bid'atımız, bizim Kur'an'dan uzaklaşmamızdır. Kur'an-ı Kerim'i elimizden düşürmememiz lâzım. Ezberlememiz lâzım, ahkâmını bilmemiz lâzım! Dilini bilmemiz lâzım, ne söylediğini anlamamız lâzım! Okurken, dinlerken şıpır şıpır gözlerimizden yaşları dökmemiz lâzım! Geceleri uyumayıp, kalkıp namazlar kılarak, uzun uzun Kur'an-ı Kerim okumamız lâzım!
Peygamber Efendimiz'in yanına giden akrabası, evinde kalan gençler, yeğenleri ve sâir kimseler rivayet ediyorlar: Peygamber Efendimiz gece kalkardı. Bazen onlar da Peygamber Efendimiz'e ittibâ ederlerdi, iktidâ ederlerdi. (Allàhu ekber diyor, onun arkasında duruyor.) Efendimiz Bakara Sûresi'ni okurdu, Âl-i İmran Sûresi'ni okurdu, daha sonraki sûreyi, daha sonraki sûreyi... E bunların hepsi kaç cüz?.. Okurdu, okurdu; arkadakiler Peygamber Efendimiz'in o uzun okuyuşuna tahammül edemeyecek kadar yorgun düşerlerdi.
Sabahlara kadar Peygamber Efendimiz okurdu, sahâbe-i kirâm okurdu.
(İnne nâşietel-leyli hiye eşeddü vat'an ve akvemü kìlâ.) [Şüphesiz gece kalkışı, kalb ve uzuvlar arasında tam bir uyuma ve sağlam bir kıraate daha elverişlidir.] Yâni gecenin o güzel vakitlerini böyle ihyâ ederlerdi. Ne güzel şeyler...
İşte burdan anlıyoruz ki, Kur'an-ı Kerim diyor ki: "Yâ Rabbi, ben de geceleyin bunun uykusunu engelledim, okudu beni." Ama nasıl okudu?.. Namaz içinde, namaz kılarak.
Demek ki, "Gündüz olalım sâim,/ Gece olalım kàim." Gündüz oruçlu olalım, geceleyin ayağa kalkalım. Ne demek ayağa kalkmak, kapının önünde kazık gibi durmak mı?.. Hayır. Abdest alıp, Cenâb-ı Hakk'ın divanına durup namaz kılmak demek. Kur'an'ın şefaat etmesi de.
Tabii namaz kılmadan da okusa, o da sevap. Ama namazın içinde okuduğu zaman, çok çok daha büyük feyizler kazanmış oluyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Kur'an-ı Kerim'le ilgili aşkınızı, şevkinizi, sevginizi körükleyin! Bu ay Kur'an-ı Kerim ayıdır. Ramazan oruç ayıdır, bir de Kur'an-ı Kerim ayıdır. Lütfen Kur'an-ı Kerim'i iyi okuyun, mânâsını anlayın, mânâsını takip edin! Öğrendiğiniz mânâsına uyun. Yâni bu bir roman değil, bir hikâye değil.
--Bir okuyalım bakalım da, ne olursa olsun...
Öyle bir kitap değil bu. Ahkâmı icrâ edilsin, emirleri tutulsun, yasaklarından kaçınılsın diye Allah'ın indirdiği kelâm-ı ilâhîsi.
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim, ramazanda oruç tutarken, gündüz nefisle cihad etmeyi düşünerek orucunuzu güzelce tutun! Geceyi de Kur'an-ı Kerim'le değerlendirin!
Tabii, kısmen bu topluca yapılıyor. Terâvihe gidiyoruz. Hocaefendiler terâvihte, Kur'an-ı Kerim'i namaz içinde okuyorlar; biz de onlara uyuyoruz. Bu emir kısmen tutulmuş oluyor. Bir miktar uykumuzu terâvih kılacağız diye feda ettiğimiz için, yine o oluyor. Tabii âşık-ı sâdıklar daha uzun boylu, daha çok okurlar, daha uzun kılarlar. Dayanıklılar, Kur'an-ı Kerim aşıklıları, hatim ile terâvih kıldırılan camileri ararlar, bulurlar. Kıyıda köşede küçük mesciddir. Çünkü herkes, ahâli oraya gelip de o namazı kılamaz.
Halbuki ne kadar fark eder? Hatimle kıldırılan namazla, öteki Elemtere'den aşağısıyla kıldırılan namazın farkı nedir yâni? İbadet ediyorsun; Kur'an-ı Kerim'i tanıyacaksın, kıraatini öğreneceksin, hafızanı kuvvetlendireceksin, Kur'an bilgini tazeleyeceksin... Onun tadına doyum olur mu, kaçırılır mı?..
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim, oruçla beraber Kur'an'a himmetiniz, gayretiniz, çalışmanız, bağlılığınız, sarılmanız, Kur'an ile meşguliyetiniz de artsın ki, oruç da, Kur'an-ı Kerim kıraati de şefaatçi olacaklar.
Muhterem kardeşlerim, izah etmek lâzım: Kur'an fu'lâl vezninde mastardır, karaa fiilinin mastarıdır; yâni okumak demek. Karaa-yakrau-kıraaten ve kur'ânen. Yâni kıraat demek. Onun için Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:
RE. 293/3 (Zeyyinül-kur'âne biasvâtiküm) "Kur'anı seslerinizle zînetlendiriniz."
Kur'an-ı Kerim'in zînete ihtiyacı mı var? Elmas gibi, mücevher gibi Kur'an-ı Kerim'in ayrıca zînetlendirmeye ihtiyacı yok. Bu ne demek?.. (Zeyyinül-kur'âne biasvâtiküm), (Zeyyinû kırâeteküm biasvâtiküm) demek; yâni "Okuyuşunuzu, Kur'an okuyuşunuzu, kıraatinizi sesinizle süsleyiniz!" demek.
Yâni düz okursanız, nutuk atar gibi okursanız; veya bilmem bir tiyatro oyununda kalın sesli bir adamın okuduğu gibi okursanız... Kur'an-ı Kerim böyle okunmayacak. Kur'an-ı Kerim'in Peygamber Efendimiz'den âdab olarak, an'anevî olarak gelen okunuş şekli ile, hazin bir makam ile, dokunaklı bir şekilde, tatlı bir sesle, insanın tüylerin ürpertecek güzel nâmelerle, ama ciddî nâmelerle, şarkı gibi değil, ibadet olarak, tatlı sesle, makamlı okunacak.
(Ve rettilil-kur'âne tertîlâ) [Kur'an'ı tane tane oku!] buyrulmuştur. Tertil ile okunacak, sesin güzelliği kıraatin içinde görülecek, uygulanacak.
İşte bu: "Kur'an da şefaat eder." demek de, kıraatiniz, yâni sizin Kur'an okuyuşunuz şefaatçi olacak. Tabii sonuç itibariyle Kur'an-ı Kerim'in kendisi de insanın karşısına mücessem olarak çıkıp: "Yâ Rab, bu şahıs beni kıraat etti, buna şefaat etmeme müsaade buyur da bir şefaat edeyim, lütfen sen de kabul buyur!" diyecek mânâsına da geliyor. Sonuç itibariyle ikisi de aynı kapıya çıkıyor.
f. Hepinizin Evi Kur'an Kursu Olsun!
Aziz ve sevgili kardeşlerim, Ramazanlarınız mübarek olsun! Beni de duadan unutmayın!.. Allah size de dünya ve ahiretin hayırlarını ihsan etsin... Kur'an-ı Kerim'e sımsıkı sarılın, ahkâmına sımsıkı sarılın! Kur'an-ı Kerim'i hayatınıza rehber edin!..
Hepinizin evi Kur'an kursu olsun! Hepinizin evi Kur'an kursu olsun!.. Türkiye'de kaç tane müslüman evi varsa o kadar ev Kur'an kursu olsun, o kadar ev imam-hatip lisesi olsun!.. Her ev imam-hatip lisesi olsun!..
--Nasıl olacak bu hocam?
Babalar, anneler, mücahid babalar, o sâliha anneler evlâtlarını dilerse öyle yetiştirirler. İmam-hatip okulundaki hocalardan daha güzel, daha şevkatli, daha heyecanlı yetiştirirler. Daha müttakî evlâtlar, dini için canını verecek daha hâlis, muhlis müslümanlar olarak yetiştirebilirler evlâtlarını...
Gayret edin ki, evlâtlarınızı cehennemden korumak sizin vazifenizdir. Onları iyi müslüman yetiştireceksiniz. Onlar da sizin gibi sâlih insanlar, müslümanlar olacak, ihlâslı müslümanlar olacak, Allah'ın sevgili kulları olacaklar. Onlar da sizinle beraber cennete girecekler.
Şimdi burada anlattılar: Bizim arkadaşlardan birisinin kızı Türkiye'ye gitmiş, başörtülü, müslüman, mütedeyyin... Çünkü dinimiz başın örtülmesini emrediyor. Bizim mezhebimize, âdetimize, töremize göre --bütün İslâm ülkelerinde, nereyi gezerseniz öyledir-- başının örtülmesi, saçların görülmemesi lâzım! Çünkü saçlar zinettir. Çünkü Allah: "Zinetlerinizi örtün!" diyor. "Ancak mahremizinize gösterin, yabancılara göstermeyin!" diyor. Onun için örtünmesi lâzım müslümanın...
Arkadaşımızın kızı gitmiş. Kaynanası demiş ki bir aracı vasıtasıyla: "İşte şuna rica etseniz de, demiş, lütfen başını açsa..." demiş.
Müslüman başını açar mı? Müslüman başını açar mı?.. Ben anlamıyorum, yâni baş açtırmaya çalışanları anlamıyorum. Başı örtenlere düşmanlık edenleri hiç anlamıyorum. 20. Yüzyıl'dan ne kadar uzakta, hiç mi medeniyet, insan hakları, din inanç hürriyeti hususunda diğer ülkelerdeki uygulamaları duymadılar?..
"Söyleseniz de şu kız başını açsa.." demiş. Şimdi babası bunu bana anlatırken diyor ki: "Halbuki onun annesi öyle dindar bir kadındı ki, öyle dindar bir kadındı ki, vefat etttiği zaman mahallenin hocası çok medhetti: 'Bu çok dindar, çok sâliha, çok cömert, çok hayırsever, çok kıymetli bir hacı teyzemizdi.' diye anlattı." diyor.
Bak, hacı teyze kızına kendi inancını aşılayıp kızını kendisi gibi yetiştirememiş. Demek ki ziyandayız.
Evlâtlarımızı kendimizden daha iyi yetiştirmemiz lâzım! Daha bilgili, daha görgülü, daha yüksek yetiştirmemiz lâzım!.. 21. Yüzyıl'a hazırlamamız lâzım! Hem çağdaş olması lâzım; hem ihlâslı, tertemiz, pırıl pırıl olması lâzım! Onları güzel yetiştirmek görevimiz.
Allah-u Teàlâ Hazretleri evlâtlarımızı güzel yetiştirmeyi nasib etsin... Bizim de güzel müslüman olmamızı nasib etsin... Hepimizi cennetiyle, cemâliyle taltif eylesin... Hâbîb-i Edîbine Firdevs-i Âlâsında komşu eylesin...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri ve Ak Televizyon izleyicileri!..
01. 01. 1999 - AVUSTRALYA