11. 12. 1998 CUMA SOHBETİ AKRA
Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN
------------------------------------------------------------
Hazırlayan: Dr. Metin ERKAYA
HESAP GÜNÜNDE SORGU
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili Ak-Radyo dinleyicileri!.. Allah'ın selâmı, rahmeti bereketi, üzerinize olsun... Size Avustralya'dan bu cuma konuşmamı yapıyorum. Aldığım haberlere göre İstanbul karlıymış, hattâ Bursa'dan umreye gidecek kardeşlerimiz, kar dolayısıyla uçağa zor yetişmişler.
Buralarda tabii havalar güzel gidiyor. Aşağı yukarı yaz mevsiminin başlarındayız. İşte karpuz kavun yiyerek, buzlu sular içerek yaşıyoruz. Dünyanın hali böyle, yarısı yaz yarısı kış oluyor, yarısı gece yarısı gündüz oluyor.
a. Caminin Önemi
Size bugün okuyacağım hadis-i şeriflere geçmeden önce, beni çok etkileyen bazı hadis-i şerifleri zikrederek başlamak istiyorum. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
"Bir kimse Allah rızası için bir mescid binâ ederse, yaptırırsa, yaparsa; Allah da ona sevap olarak, mükâfat olarak cennette bir köşk ihsân eder. Yâni cennete girer, cennette köşkü olur bu camiyi yaptıran kimsenin." diyor.
Onun için ben dâimâ kardeşlerimi mümkünse kendileri namına cami yapmağa teşvik ediyorum. Hattâ latîfe yollu da söylüyorum, "Eğer kendi camimiz yoksa, Rahmetullàhi Aleyh Mehmed Zâhid Kotku Hocamız adına yapılmış Kotku Caminiz yoksa, beni çağırmayın, gelmem sonra!" diye latîfe de ediyorum.
Bir çok yerde cami çalışmalarımız iyi gidiyor, elhamdü lillâh... Meselâ İngiltere'de New Castle'da Kotku Camimiz var, cuma namazı dahi kılınıyor. Burada da hâkezâ çalışmalar güzel.
Bir de beni etkileyen hadis-i şeriflerden birisi: "Bir yerde beş müslüman aile varsa, eğer onlar ezan okumuyorlarsa, kamet getirmiyorlarsa, toplanıp cemaatle namaz kılmıyorlarsa, şeytan oraya hakim olur, orayı istilâ eder ve ordaki insanları esareti altına, hükmü altına alır." diye. Bu da beni çok etkileyen bir şey.
Onun için bir yerde üç-beş aile teşekkül ettiyse, diyorum ki:
"--Salonlarınızdan bir tanesini mescid haline getirin, orası beş ailenin mescidi olsun, namazınızı kılın! Ya da ayrı bir daire tutun, orası mescidiniz olsun!" diyorum.
Yâni şeytanın hükmü altına düşmemek, şeytanın esareti altına girmemek, şeytanın hüküm sürdüğü bir alanın içinde mecbûren oturan bir insan durumuna düşmemek için bunları böyle söylüyorum.
Şimdi hadis kitabından bugün açtığım sayfada da, melekler hangi evlere girer, hangi evlere girmezler diye bu hadis-i şerifler geldi karşıma... Onun için bunu hatırladım.
Biliyorsunuz, insan şeytanın emri altına girerse, mecbûren girerse; yâni ezan okunmuyor, namaz kılınmıyor diye şeytan orayı istilâ ederse, hakimiyetini oraya kurarsa; oradaki insan şeytandan yakasını zor kurtarır. Başı dertten, belâdan kurtulmaz. Günahtan, haramdan elini çekemez tabii.
Şeytanın şerrinden korunmak lâzım, Allah'a sığınmak lâzım! Şeytandan uzak olmanın yollarına bakmak lâzım!
Meselâ, insan evine girerken nasıl girmeli?.. Ezü billâhi mineş-şeytànir-racîm, bismillâhir-rahmânir-rahîm diyerek girmeli. O zaman şeytan kapıda kalır, içeri giremez. Neden?.. Ezü-besmele ile girdiği için şeytan dışarıda kalır.
Şeytan besmelesiz, teavvüzsüz yapılan işlerde ortak oluyor. Besmelesiz yemeğe başlamış insan, şeytan da onunla beraber yiyor. Onun lokmalarının bir kısmı şeytanın oluyor. Lokmasına, hattâ evlâdına, evine, her şeyine ortak oluyor şerik oluyor. Hatta geçen haftalar okumuştuk, besmelesiz filân olunca bu işler, insanın bazı çocukları şeytanın çocukları oluyor. Allah saklasın...
b. Meleklerin Girmediği Yerler
Şimdi bu açtığım sayfada da üç rivayet var. Birisini Aişe-i Sıddîka validemizden Ahmed ibn-i Hanbel; ve Ümm-ü Seleme validemizden Neseî rivayet etmiş. Diğeri Ebû Hüreyre RA'den rivayet edilmiş. Birisi de Hazret-i Ali Efendimiz (RA ve Kerremallàhu vecheh)'ten rivayet edilmiş.
Hazret-i Ali Efendimiz'in rivayet ettiğine göre Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
RE. 470/9 (Lâ tedhulül-melâiketü beyten fîhî sûretün velâ kelbün velâ cünübün) "Melekler bir eve girmezler, eğer o evin içinde sûret varsa..." Sûret, resim veya heykel demek. (Velâ kelbün) "Köpek varsa, köpeğin olduğu yere de melek gelmez. (Velâ cünüb) Cünüb insan varsa, gusül abdesti alması gerekmiş de yıkanmamış, öyle gusülsüz geziyor, duruyor. Oraya da melek gelmez." Bu Hazret-i Ali Efendimiz'in rivayet ettiği hadis-i şerif. Ebû Dâvud'da, Neseî'de ve Hakim'in Müstedrek'inde var.
Hazret-i Aişe ve Ümm-ü Seleme (Radıyallàhu anhümâ) validelerimizden rivayet edildiğine göre:
RE. 470/7 (Lâ tedhulül-melâiketü beyten fîhî cerasün velâ tashabü rakben fîhî cerasün)
Melekler hangi eve girmiyor?.. İçeride sûret varsa, resim, heykel, köpek veya cünüb insan varsa; yâni cenabet durumundan gusül abdesti alarak yıkanmamış, öyle kalmış insan varsa, oraya melek girmiyor. Başka?..
(Lâ tedhulül-melâiketü beyten fîhî cerasün) "İçinde çıngırak, çan olan eve de melek girmez. (Velâ tashabü rakben fîhî cerasün) Bir kervanda da eğer çan, çıngırak varsa, ona da melek gelmez."
İlginç. Bunları tabii, Peygamber SAS Efendimiz söylemeseydi biz bilemezdik. Şimdi biz buralarda geziyoruz. Çeşitli evlere çeşitli sebeplerle gitmemiz gerekiyor.
Meselâ, Çinliler bu şıngır mıngır şeylere çok hevesliler. Evlerinin kapılarına filân asıyorlar. Rüzgâr estiği zaman sesler çıkıyor. Nedenini öğrenmek için, artık onların medeniyetlerini incelememiz lâzım, tanımamız lâzım! Orta Asya'da yaşadığımız zamanlarda, Çin bizim doğu ve güney komşumuz idi. Şimdi de dünyanın en büyük devletlerinden birisi...
Onlar şıngır mıngır, çanlı manlı, zilli şeyleri seviyorlar. Ama melekler böyle cıngır mıngır bir şey oldu mu, o eve girmiyor. Bir kervan, bir kafile, yolculuk yapan bir katar içinde de böyle çan, çıngırak varsa, ona da melekler gelmiyor, kaçınıyorlar.
Üçüncü bir rivayet:
RE. 470/8 (Lâ tedhulül-melâiketü beyten fîhi temâsîlü ev tesâviru) "Melekler içinde timsaller ve tasvirler olan eve girmezler."
Timsal demek, resim-heykel demek. Tasvir, o da resim demek.
Tasvir denilen şey iki türlü olabilir. Birincisi, düz bir satha yapılmış, iki boyutlu olabilir; ona resim diyoruz. Üç boyutlu olursa, kabartma veya doğrudan doğruya mücessem olursa, o zaman da heykel diyoruz. Arapça timsâl deniyor. İşte böyle şeyleri sevmiyor melekler, gelmiyorlar.
Hattâ Peygamber SAS Efendimiz'e bir ara Cebrâil AS gelmedi. Gelmeyince de Peygamber SAS, "Acaba vahiy niye kesildi?" diye meraklandı. Meğer odanın içinde, bir eşyanın arkasında bir hayvancık vefat etmiş, onun leşi olduğundan gelmiyormuş melekler.
Bundan neyi anlıyoruz: Evimizin çansız, çıngıraksız, tasvir, heykel, resim olmayan, köpek olmayan bir ev olması lâzım! Böyle olduğu zaman melekler gelmiyor. Cünüb gezmemek lâzım! Cünüb olduğu sırada melekler gelmiyor. İnsanların kişisel olarak temiz olması lâzım!
Evin içini, duvarları neyle süsleyelim?.. Çiçekle süslenebilir. Bizim ecdâdımızdan kalma çok güzel töremiz, medenî zevkimiz ayrı... Güzel ayetler yazıyoruz. O ayetlerin hem yazılışı çok meşhur hattatlar tarafından, hem de işlemesi, tezhibleri, ebrûları, çerçeveleri hârika güzellikte oluyor. Hem de gözümüzün önünde bir nasihat oluyor, bir ayet oluyor, dînî ibare oluyor, Lâ ilâhe illallah sözü oluyor vs. Tabii bunların hepsi güzel şeyler.
Resim olunca melek gelmiyor. Demek ki böyle şeyler yapmayacağız.
Şimdi bu Avustralya'da gezerken görüyorum, bunlar heykele, resime çok düşkün... Medeniyetlerimiz farklı. Hele köpeğe çok düşkün... Bir evde birkaç tane köpek oluyor. Kucaklarında oluyor, koltuklara oturtuyorlar.
Bizim hanım iki bebeğin oturabileceği, geniş bir bebek arabası görmüş. İki tane oturma yeri varmış. Merak etmiş, "Demek ki kadıncağızın iki tane bebeği var, ikisini birden oturtmak için böyle çift oturma yerli, geniş bir bebek arabası var." diye bakarken, bir de ne görsün; bir tarafta çocuk oturuyor, öbür tarafa da böyle, öpe koklaya köpeği oturtmuş. Köpeği ile bebeği yanyana, onları öyle seviyor. Epeyce bir güldük.
Tabii medeniyet, anlayış ve inançlarda farklılık oluyor. Bizim bilmemiz gereken şu, öyle olduğu zaman melekler gelmiyor. Meleklerin gelmediği yer hayırdan, bereketten mahrum oluyor. Meleklerin gelmeyip de şeytanın geldiği yer, daha da fenâ bir yer oluyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri melekleri etrafımızdan eksik etmesin... Melekler bizi korusun, melekler bize yardımcı olsun... Melekler dualarımıza amin desin, melekler her türlü hayırları getirsin... Şeytanlar da uzak olsun... Allah şeytanın etkisi altında kalmaktan, onun yoluna sapmaktan ve ona kanmaktan bizi, çoluk çocuğumuzu, zürriyetimizi, aile efradımızı korusun... Evimizi korusun, evimiz nurlu, hayırlı, bereketli olsun...
Biliyorsunuz Kur'an okunan eve, ezan okunan yere şeytan gelemiyor, kaçıyor. Bakara Sûresi okunan yere gelemiyor. Bunları kardeşlerimizin bilmesinde faydalar var. Tabii buunları düşünüp, tedbirini alıp, ona göre bunları okuduğu zaman da, evi bereketli olacak, güzel olacak, tatlı olacak. O zaman kendisi de farkı anlayacak.
Şimdi arkadaşlarımızdan birkaç tanesi Jakarta'ya gittiler. Yâni Endonezya'ya, Avustralya'nın kuzeyinde en büyük İslâmî ülke... Karışıklıklar olduğunu filân duydunuz. Ordan elhamdü lillâh telefon haberleri geldi, çok güzel haberler... "Bir hayır var, bir bereket var. İşlerimizde bir himmet var, bir tatlı gelişme var, çok teveccühlü..." diyor.
Tabii, bir işin hayırlı olduğu zaman, himmetli olduğu zaman, bereketli olduğu zaman hali başkadır; bereketsiz, uğursuz, şom olduğu zaman hâli başkadır. Onu bilen bilir.
Onun için evlerimizi ona göre hazırlayalım! Hattâ Peygamber SAS Hazretleri Hazret-i Ali Efendimiz'i bir sefere gönderdiği zaman, vazifelendirdiği zaman, buyurdu ki:
RE. 470/12 (Lâ teda' timsâlen illâ tamestehû, velâ kebren illâ müşrifen illâ sevveytehû.) "Gittiğin yerde bir timsâl, heykel görürsen, hemen alaşağı et! Yüksek yapılmış, süslenmiş, şa'şaalı, saltanatlı kabir görürsen, onu da alaşağı eyle!" diye Hazret-i Ali Efendimiz'e emretmiş.
Bunlar da bizim dînî bakımdan bilgimizin olması lâzım, ona göre davranmamız gerekiyor.
c. Kendinize Beddua Etmeyin!
İlginç bulduğum konuyu anlattıktan sonra, diğer hadis-i şerife geçiyorum. Peygamber SAS buyuruyor ki:
RE. 470/16 (Lâ ted' alâ enfüsiküm velâ ted' alâ evlâdiküm, velâ ted' ilâ huddemiküm, velâ ted' alâ emvâliküm; lâ tüvâfik minallàhi sâaten nîle fîhâ atàün feyüstecâbü leküm.) Ebû Dâvud'dan Câbir RA rivayet etmiş.
Peygamber Efendimiz men ediyor, nasihat ediyor bize, buyuruyor ki: (Lâ ted' alâ enfüsiküm) "Kendinize beddua etmeyin!"
Hani duyuyorsunuz, "Allah benim canımı alsın!" diyorlar, "İki gözüm çıksın ki..." diyorlar. Söylemeyi, nakletmeyi bile istemediğim alışkanlık tarzında söylenmiş sözler oluyor. "İşte bundan sonra ben yaşamayayım; Allah beni şöyle yapsın, böyle yapsın..." lafları söylenebiliyor. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Kendi aleyhinize beddua, kötü dua etmeyiniz, kötü söz söylemeyiniz!" Başka?..
(Velâ ted' alâ evlâdiküm) "Çoluk çocuğunuza, evlâdınızın aleyhine de kötü sözler söylemeyiniz!"
Hani, "Canın çıksın!.. Boynun devrilsin, kahrol!" gibi laflar söylenebiliyor. Böyle sinirli anneler çarşıda, pazarda, sokakta gezerken bir yaramazlık yaptı diye kızıyor çocuğuna, ağzına geleni söylüyor. Çocuklarınızın aleyhine de kötü sözler söylemeyin, beddua etmeyin, kendinizin aleyhine de söylemeyin!
(Velâ ted' alâ huddemiküm) Hizmetçilerinizin, çalıştırdığınız memurlarınızın aleyhine de beddua etmeyin! (Velâ ted' alâ emvâliküm) Mallarınıza da beddua etmeyin!"
İşte, "Hay kahrolasıca otomobil... Hay kahrolasıca şu eşya, bu eşya... Allah kahretsin, şu bıçak da kesmiyor..." filân diye çeşitli alışkanlıklar vardır. Hikâyelerden, romanlardan, filimlerden, edebiyattan bilirsiniz, çevrenizden duyarsınız. Mallarınızın da aleyhinde böyle konuşmayın, beddua etmeyin!
(Lâ tüvâfik minallàhi sâaten nîle fîhâ atàün) "Olmaya ki Allah'ın duaları kabul ettiği, kullarına ihsân ettiği, isteğini verdiği bir saate denk gelir, (feyüstecâbü leküm) o bedduanız kabul oluverir de sonra kahrolursunuz." Kendi aleyhinize konuştuysanız, kendiniz kahrolursunuz. Çocuğunuza dediyseniz, çocuğunuz kahrolur. Hizmetçilerinize söylediyseniz, onlara bir zarar gelir. Malınıza söylediyseniz, ona bir telef gelir.
İnsan güzel konuşmaya alışmalı, kötü söz söylememeli! Alışkanlık yoluyla da olsa, edebiyat yoluyla da olsa, kızgınlıktan da olsa bu gibi şeyleri süzmeliyiz, alışkalıklarımızın arasından çıkartmalıyız. Kötü sözlerle ağzımızı böyle tehlikeli yollara çevirmemeliyiz, başımızı dertlere sokmamalıyız, aziz ve sevgili kardeşlerim!..
Bu da herhalde bize bir ibret... Sözümüze dikkat edeceğiz, beddua etmemeğe dikkat edeceğiz. Peygamber Efendimiz, önemli bir konuda bizi ikaz etmiş oluyor.
d. Cennet ve Cehennemin Büyüklüğü
Buhàrî, Müslim, Neseî ve diğer kaynaklarda Enes RA'den rivayet edilmiş bir hadis-i şerif:
RE. 471/11 (Lâ tezâlü cehennemü yülkà fîhâ ve tekl: Hel min mezîd? Hattâ yedaa fîhâ rabbül-izzeti kademehû feyenzevî ba'duhâ ilâ ba'dın ve tekl: Kattu kattu ve izzetike ve keramike. Velâ yezâlü fil-cenneti fadlün hattâ yünşiullàhü bihâ halkan âhara feyüskinihüm fî fudlil-cenneh.) Sadaka rasûlüllah, fî mà kàl, ev kemâ kàl.
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Cennet ve cehennem haktır, cennet ve cehennem vardır. Cennet ve cehenneme inanmak dinimizin, imanımızın önemli bir bölümüdür, ahirete inanmanın bir parçasıdır. "Cennet de, cehennem de bu dünyada..." diye bir söz duymluşsanız, onun mânâsı ancak şöyle olabilir: "Cennete de, cehenneme de bu dünyada müstehak olursunuz, çalışmalarınızla kendiniz hazırlarsınız." demek olabilir. Yoksa ahirette başka cennet, cehennem yok gibi bir mânâ yanlıştır, günahtır, haramdır. Böyle bir söz inkârdır, küfürdür, insanı Allah saklasın mahveder.
--Şimdi cehennem ne kadar büyüklükte?..
--Çok muazzam...
--Cennet ne kadar?..
--Çok muazzam, uçsuz, bucaksız.
Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz: (Lâ tezâlü cehennemü yülkà fîhâ) "Günahkârlar, kâfirler, müşrikler, katiller, haydutlar, zalimler, müstehak olmuş olan edepsizler, Allah'ın cezalandırılacak kulları ceheneme atılır atılır, atılmaya devam eder. O atılma devam ederken, (ve tekl) cehennem her seferinde der ki: (Hel min mezîd?) "Var mı daha, daha ziyadesi var mı? Varsa onu da onu da getirin!"
Yâni iştihası çok ve boyna gelsin, atılsın diye hışm ile, gayz ile "Var mı daha?" deyip duruyor. Hattâ başka hadis-i şeriflerden biliyoruz, alevleriyle sağa sola saldırarak, alevlerini uzattırarak, saldırgan bir tavırda kükreyerek, uğultusu çıkarak, cehennem böyle der durur.
(Hattâ yedaa fîhâ rabbül-izzeti kademehû) "İzzet ve Celâl sahibi Allah-u Teàlâ Hazretleri kademini ona koyuncaya kadar..." Bunun mânâsı ne demekse; yâni, "Bir şeye ayağımızla bastırıp da ezdiğimiz gibi kudretiyle cehenneme öyle baskı yapınca, (feyenzevî ba'duhâ ilâ ba'dın) cehennemin bir kısmı bır kısmına böyle geçer, göçer, katlanır. O tazyikten geriye itilir, büzülür. (Ve tekl: Kattu kattu ve izzetike ve keramike.) 'Senin izzetine, keremine and olsun ki tamam tamam, hiç hiç, aslâ aslâ, pes pes yâ Rabbi!' der. Artık hiç istemiyorum, kesinlikle hayır hayır mânâsına... Yâni demek ki, Allah onu durup dururken sindirecek, ezdirecek, bastıracak.
(Velâ yezâlü fil-cenneti fadlün) "Cehennemin bu durumuna mukàbil, bütün cennetlikler cennete girmeye devam ederler ve cennette yine geniş yerler kalır." Yâni izdiham, sıkışıklık, birisine yer kalmaması gibi bir durum bahis konusu değil, fazlalık kalır. (Hattâ yünşiullàhü bihâ halkan âhar) "Hattâ Allah cennetlik başka mahluklar yaratır, (feyüskinihüm fî fudlil-cenneh) cennetin bu fazla yerlerine o cennetlik başka mahlûkları da yerleştirir."
Yâni cennet de geniş, cehennem de geniş... Hattâ, "Herkesin cennette ve cehennemde işaretlenmiş yeri var. Sàlih amel işlerse, Allah cennete koyar, cehennemdeki yerinden kurtulur. Kötü iş yapan bir insan da cehenneme atılır, cennetteki yeri mü'minlerden birisine bağışlanır."deniliyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi bigayrihisâb, azabına, kahrına, gazabına uğramadan doğrudan doğruya cennetine giren, sevgili, iyi, has, hàlis kullarından eylesin... Yolunda dâim eylesin, ibadetinde müdâvim eylesin, aziz ve sevgili kardeşlerdim!..
e. Ahirette Dört Seyden Sorulması
Bir başka hadis-i şerif... Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
RE. 472/9 (Lâ tezûlü kademâ abdin hattâ yüs'ele an erba': An umrihî fîmâ efnâhü, ve an amelihî mâ feale fîhî, ve an mâlihî min eyne iktesebehû ve fîmâ enfekahû, ve an cismihî fîmâ eblâhü.) Tirmizî hasen sahîh demiş bu hadis-i şerife. Mânâsı şöyle:
(Lâ tezûlü kademâ abdin) "Bir kulun ayakları bir yerden öbür tarafa kıpırdamaz, bir adım kaymaz, ayrılmaz; (hattâ yüs'ele an erbain) dört şey kendisine sorulmadıkça..."
Bu ayaklarının bir yere kıpırdamaması, ayrılmaması ne zaman olacak?.. Ahirette olacak, mahkem-i kübrâda olacak. O zaman insanlar Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda, mevkıf-ı azîmde durdurulacaklar. Ordan bir yere kıpırdamak yok, insanlara şu dört şeyden sorulacak:
1. (An umrihî fîmâ efnâhü) "Ömrünü nerelerde geçirdin, nerelere harcadın?" diye herkese soracaklar. "Kaç yaş yaşadım, bu ömrünü nerelerde harcadın?" diye soracaklar.
Ömür bir sermaye, hayat bir emanet, Allah-u Teàlâ Hazretleri bunu soracak. Seneleri, günleri, saatleri, zamanları nerede harcadığını; ömrünü, gençliğini, ihtiyarlığını hepsini soracak Allah-u Teàlâ Hazretleri... Sorgu sualin olmadığı mâsum devre bitip de, büluğ çağına erişip àkıl, bâliğ olduktan sonra, yaptığı şeylerin hepsinin cezası, mükâfâtı işleme giriyor. Ömrün kıymetini bilmek lâzım, aziz ömrü iyi kullanmak lâzım, boşa harcamamak lâzım, günahlardan uzak durmak lâzım; bu bir... Bunlar sorulacak.
2. (Ve an amelihî) "Neler işlediğinden sorulacak. (Mâ feale fîhî) Ne gibi ameller işledin?
"--Sen mü'min misin?.."
"--Mü'minim."
"--İman ettiğine göre, neler yaptın bakalım?.. Farzları yerine getirdin mi, haramlardan kaçındın mı?.. Benim emrettiğim vazifeleri yaptın mı, zekâtını verdin mi?.." diye amelini soracak Allah...
Ne işler yaptığını, ne ibadetler yaptığını veya yapmadığını, niçin yapmadığını soracak. Bu da çok önemli. Yapmamız gereken şeylerin neler olduğunu bilmeli ve yapmalıyız. Yapmamamız gereken şeyler nedir, onları bilmeli, onlardan da sakınmalıyız.
Allah bize ne görevler yüklemiş, görevlerimizi bilmeliyiz. Bu görevleri alimlerimiz önemlerine göre sıralamışlar. Mutlaka yapılması gerekenlere farz deniliyor. Yapılırsa sevap kazanılacak olanlara sünnet, müstehab deniliyor. Serbest, yapsa da olur, yapmasa da olur, kendi keyfine kalmış, yapmazsa bir cezası olmayana mubah deniliyor. Yapması iyi olmayana mekruh deniliyor. Kesinlikle yapmaması gerekene haram deniyor.
E bunları bilmek lâzım! Niye bunları böyle sıralamışlar?.. Kulların yaptığı işlerin cinsini, önemini kullar bilsin diye...
Meselâ, içki içmek haram... Haram demek, çok fenâ demek, hiç yapılmayacak demek. Yalan söylemek haram... Müslümanın müslümana üç günden fazla dargın durması haram... Haram denildi mi, hemen kırmızı ışık yandığını anlayacak, o işi yapmayacak müslüman.
Farz dediği zaman da, "Aman farzları bileyim, yapayım!" diye çoluk çocuğuna küçük yaşta farzların neler olduğunu öğretecek. "Aman evlâdım, bak şunlar Allah'ın çok önemle bize emrettiği vazifelerimizdir; sakın bunları ihmal etme!" diyecek.
Şimdi düşünün muhterem izleyiciler, dinleyiciler; namaz farz... Hattâ namazın içinde nice nice farzlar da var. İçinde birçok farzlar olan mühim bir farz ibadet... Bu farz ibadeti yapmazsa insan, ne kadar suçlu bir duruma düşüyor.
Zekât farz bir ibadet. Dünyanın üstünde bir sürü fakir müslüman var. Yurt içinde, yurt dışında, çevremizde, Balkanlar'da, Kafkasya'da, Bosna'da, Hersek'te, Afrikada, Filipinlerde... Zaten bu Güneydoğu Asya'yı ve Okyanusya'yı bizim Türkiye'deki kardeşlerimiz çok az biliyor. Maalesef, varsa yoksa batı demişler, bir şeyden haberleri yok...
Halbuki burada bir büyük alem var, büyük nüfus var. Müslümanların en kalabalık olduğu bölge buraları.. Buralarda başka ülkeler harıl harıl çalışıyorlar. Endonezyada ikiyüz kişiye bir misyoner düşüyormuş. Ne kadar korkunç bir hızlı çalışma... Ne kadar kuvvetle yüklenmişler. "Ordaki insanları, köylüleri, cahilleri, acaba İslâm'ı öğrenmeden kendi dinimize çekebilir miyiz?" diye çalışmak için ne kadar gayret gösteriyorlar.
Ben Avrupada'yken televizyonlarda seyretmiştim, Eskimoların arasına gidiyorlar. Herhalde bizden Eskimolara giden hiç yok gibidir. Gidiyorlar, hristiyanlığı öğretiyorlar. Dünyanın her yerine gidiyorlar.
Demek ki çalışmamız lâzım, vazifeleri bilmemiz lâzım, farzları bilmemiz lâzım! Haramları bilip, haramlardan da kaçınmamız lâzım, çok önemli...
Farzları ve haramları mutlaka öğrenmeli, çoluk çocuğumuza da öğretmeliyiz. Çünkü Allah neler işlediğimizi soracak. İşlediğimiz şeyler iyi şeylerse, onlardan mükâfat var. İyi şeyleri işlemediysek, ceza var. Kötü şeylerin işlenmemesinde sevap var. Kötü şeyler işlendiği zaman da şiddetli cezalar var.
Cehennem işte, "Var mı daha?" diye sağa sola saldırıp duruyor, isteyip duruyor. Onu hiç gözümüzün önünden ayırmamamız lâzım!
3. (Ve an mâlihî min eynektesebehû ve fîmâ enfekahû) "Malından da sorulacak insan, kazancından sorguya, suale tâbî olacak ahirette..." Dünyada da soruyorlar, sorabiliyorlar, soramıyorlar. Vergi kaçırılıyor, haksızlık yapılıyor, gayrimeşrû kazanç vs. dünyada da sormaya çalışıyorlar. Ama ahirette kesin, her şeyi bilen, alîm ve habîr Allah-u Teàlâ Hazretleri malını soracak.
(Min eynektesebehû) "Malı bu kul nereden kazandı? Haramdan mı kazandı, helâlden mi kazandı, bu para nerden eline geçti?.." Tabii, haramdan kazandıysa, muazzam ceza...
(Ve fîmâ enfekahû) "Ve malı nereye sarfetti, harcadı; hayra mı, şerre mi, zevke mi, keyfe mi?.." İşte [yılbaşı] geliyor önümüzdeki günler, Allah saklasın; içkiler, kumarlar, eğlenceler, barlar, pavyonlar, haramlar, zinalar, fuhşiyat, münkerat... neler neler olacak. Allah her türlü haramdan, günahtan korusun...
Malı da Allah soracak; nereden kazandığını soracak, bir de nereye harcadığını soracak.
4. (Ve an cismihî fîmâ eblâhü.) "Bir de vücudundan soracak Allah insana... 'Sen bu vücudu nerde yıprattın, gel bakalım?' diyecek."
Sevgili kardeşlerim, İslâm'a göre vücud bizim değil.
--Sana ne, benim vücudum işte benim elim, beni bacağım, benim dizim, benim ciğerim, benim kalbim, benim midem...
Senin ama emanet; yâni tam senin değil, Allah sana bunu emanet vermiş. Bu cismi nerede yıprattığını Allah soracak. "Nerde yıprattın bu ciğeri, nasıl yıprattın?.. Bu kalbi nasıl böyle yordun, hasta ettin?.. Bu gözü nerede harcadın, kullandın?.. Bu dizin niye böyle yıprandı?.. Bu vücudun niye böyle sarardı, soldu? Bu gücünü, kuvvetini niye yitirdin?.. Ne yaptın, niçin böyle hor kullandın bu aziz emaneti?.." diye Allah-u Teàlâ Hazretleri insanın cismini, vücudunu da soracak.
Sevgili izleyiciler, dinleyiciler, şimdi biz burada görüyoruz, ikindiden sonra görüyoruz, sabahleyin namaza giderken görüyoruz. Kadın erkek, yaşlı, genç böyle sokaklarda yürüyorlar. Daha iş saatine çok var. Kısa şortlarını giymişler, uzun uzun kilometrelerini yürüyorlar, koşuyorlar.
Yâni vücudunu sağlıklı tutmak için çalışıyor, idman dediğimiz işleri yapıyor. Yürüyüş, koşu, yüzme, çeşitli oyun şeklindeki vücudu çalıştırıcı, hünerini, kabiliyetini artırıcı şeyler...
Bunların bir kısmını --güreş gibi-- Peygamber Efendimiz tavsiye buyurmuş, teşvik buyurmuş. Çünkü insanın bedenî kabiliyetini arttırması lâzım olacak hayatında... Sonra ata binmek gibi şeyler; bu devirde çeşitli cihazları kullanmak olabilir. Sonra ok atmayı tavsiye etmiş Peygamber Efendimiz. Nişancılık, bu devrin çeşitli silâhlarını bilmek... Bunlar önemli.
Çeşitli idmanlar yapılması lâzım ve vücudun yıpratılmaması lâzım, hor kullanılmaması lâzım!..
Adam sigara içiyor. Niye içiyorsun bu sigarayı?.. Duman, acı, para da veriyorsun, içiyorsun; ondan sonra da ciğerlerin zifir doluyor, öksürmeğe başlıyorsun. Bunlar ciğerinin içini kapladığı için nefes alanın daralıyor, sararıyorsun, soluyorsun.
Sonra o ciğerlerin içinde akciğer kanserine sebep oluyor, damar sertliğine sebep oluyor. Adam kırkbeş yaşında, bakıyorsun sapsarı sararmış, solmuş. Elinin parmaklarına bakıyorsun, sapsarı... Nikotinden, tütünün kokusundan parmaklarının bile rengi değişmiş, dişlerinin rengi sararmış solmuş... Hakkın yok ki senin kendini böyle yıpratmağa! Çünkü bu vücut senin değil, emanet bu... Allah bunun da hesabını soracak.
Onun için aziz ve sevgili kardeşlerim! Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin huzuruna çıkacağız, bu dünya hayatından hesap vereceğiz ya; bu hisabı vermeden önce, burada iken aklımızı başımıza toplamamız lâzım! Orada mahkeme-i kübrâda nasıl hesap vereceğimizi düşünmek lâzım! Hesabı verilmeyecek bir acaib işimiz, yalan yanlış işimiz olmamalı; her işimiz açık olmalı, güzel olmalı, Allah'ın rnızasına uygun olmalı!..
Çok güzel... Şimdi Türkiye'den gelen kardeşlerimiz bizim orda hazırlattığımız bir şeyimiz vardı, onu getirmişler. Yazıyor:
(İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî)
Bizim şiarımız, bizim esasımız, bizim Peygamber Efendimiz'in tavsiye ettiği ana düşüncemiz nedir?.. Her yaptığımız işi Allah rızası için yapmaktır.
(İlâhî ente maksdî) "Yâ Rabbi benim maksûdum, arzum, istediğim, gece gündüz durmayıp dilediğim, temenni ettiğim sensin! (Ve rıdàke matlûbî) Ve ben senin rızanı kazanmak istiyorum. Senin rızanın olduğu her şeyi seve seve yaparım, senin rızanın olmadığı işi de yapmam; çünkü sen istemiyorsun, razı değilsin. Senin istemediğin şeyi yapmam yâ Rabbi!"
Her müslümanın böyle hareket etmesi, böyle düşünmesi, bu zihniyete sahip olması lâzım! Bu bayrağı her müslüman evine asmalı, göğsüne rozet olarak --rozet değil, yaka gülcüğü olarak-- takmalı! Parmağına yüzük olarak takmalı! Eskiden yüzükleri mühür olarak da kullanırlarmış. Şöyle bastığı zaman da (İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî) diye görülmeli!
Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi gaflet uykusundan uyarsın, uyandırsın... Her yaptığı işi Allah'ın rızasına uygun yapmak durumuna Allah hepimizi getirsin... Yolunda dâim eylesin.. Ümmet-i Muhammed'e faideli eylesin...
Yüksek seviyeli, olgun müslüman olmayı nasib eylesin... Tatlı, efendi, edepli, ahlâklı, faydalı, çalışkan, bilgili, görgülü insan olmayı nasîb eylesin... İnsanca, insan-ı kâmil olarak ömür sürmeyi nasib eylesin... Huzuruna, mahkeme-i kübrâya sevdiği razı olduğu kul olarak, bigayri hisâb, sana hesap sormağa lüzum görmüyorum, gel kulum, cennetime gir!" dediği, bigayri hisâb cennetine dahil eylediği, cemâlini gösterdiği kullarından eylesin Allah cümlemizi, sevdiklerimizle beraber...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri ve izleyicileri!..
11. 12. 1998 - AVUSTRALYA