30. 10. 1998 CUMA SOHBETİ

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN

_______________________________

Hazırlayan: Dr. Metin ERKAYA

MÜSLÜMANIN TOPLUMA KARŞI GÖREVİ

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!

Aziz ve sevgili Ak-Radyo dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri!.. Allah'ın rahmeti bereketi üzerinize olsun... Cumanız mübarek olsun... Allah-u Teàlâ Hazretleri vücutlarınıza sıhhat, afiyet versin... İşlerinizi güzelleştirsin, kazançlarınızı bollaştırsın... Amelleriniz makbul olsun, dualarınız müstecâb olsun...

a. Yöneticinin Sorumluluğu

Açtığım sayfadan Peygamber SAS Efendimiz'in hadis-i şeriflerinden seçtiğim hadis-i şerifleri okumağa başlıyorum. (Kàle rasûlüllah SAS) diyelim, öyle başlayalım:

RE. 378/7 (Mâ min ehadin yelî emra aşeratin femâ fevka zâlike illâ ye'tî yevmel-kıyâmeti mağlûleten yedühû ilâ unükıhî, yefükkühû adlühû ev yûsikuhû ismühû.) Sadaka rasûlüllah, fî mà kàl, ev kemâ kàl.

Peygamber SAS Efendimiz mübarek metnini okuduğum bu hadis-i şerifinde buyuruyor ki: (Mâ min ehadin yelî emra aşeratin femâ fevka zâlike) "On kişinin işini üstlenmiş, on kişi veya ondan daha fazla insanın başına âmir olarak, emir olarak, vazifeli olarak getirlimiş, onların ictimâî işlerini görmekle görevli hiç bir kimse yoktur ki, (illâ ye'tî yevmel-kıyâmeti mağlûleten yedühû ilâ unükıhî) elleri omuzuna boynuna bağlanmış, kelepçelenmiş olarak gelmesin..."

Yâni bir insan on kişi veya ondan daha fazla kişinin başına vazifeli olarak, müdür olarak, âmir olarak, başkan olarak, söz sahibi olarak, idareci olarak, salâhiyet sahibi geçmişse; bu bir sorumluluk, on kişinin işini üstlenmiş, bir iş görüyor, bir âmir oluyor. Dünyevî bakımdan sevinir. "Ben falanca mevkiye yükseldim, emrimde kimler var!" filan diye sevinir. Böyle bir insan kıyamet gününde eli boynuna bağlı olarak, kelepçeli olarak gelecek. Hani harpte esirleri karşı taraf yakaladığı zaman, ellerini arkaya bağlar, veya boynuna bağlar. Veya bir sopa koyuyorlar, sopaya ellerini geçirttiriyorlar, ondan sonra bağlıyorlar ki, kıpırdayıp bağlarını çözemesin, veya ani bir hareket yapamasın, kaçamasın diye. Kıyamet gününde amirler onlar gibi getirilir mahşer yerine...

(Yefükkühû adlühû) "Eğer adaletle, hakkàniyetle, dürüstlükle işini yapmışsa, âmirlik görevini, reislik görevini, başkanlık görevini adaletle yerine getirmişse..." Çünkü toplumun işidir bunlar, kişisel değildir. Toplumun işinin yapılmasında adaleti gözetmişse, hakàniyetli davranmışsa, dürüst davranmışsa, bu dürüstlüğü, adaletliliği, adilliği bu bağları çözdürtür." Yâni adil olduğu muhakeme sonucunda mahkeme-i kübrâda anlaşılırsa, ortaya çıkarsa, tebeyyün ederse, elleri çözülür. (Ev yûsikuhû ismühû) Eğer günah işlemişse, günahkâr davranmışsa, bu başkanlık görevini Allah'ın sevmediği şekilde yürütmüşse, bağları üstüne bağ bağlanır. Sımsıkı, daha beter bağlanır. Böyle bağlı olarak cezasını çekmek üzere cehenneme gönderilir.

Bir hadis alimi bir kitap yazmış, kadılarla ilgili, yâni hakimlerle ilgili bölümde zikretmiş. Tabii bu sadece mahkeme mesleğine, hakimlik mesleğine, adaleti icra mesleğine mahsus değildir ama, ona da şamildir. Her mesleğe, her idareciliğe, her çeşit başkanlığa şâmildir. Zâten bu konuda pek çok hadis-i şerifler var. Sahih hadis kitaplarında hepimiz karşılaşmış, okumuşuzdur, vaazlarda dinlemişizdir. Peygamber Efendimiz'in çok bilinen bir sahih hadis-i şerifi var:

(Küllüküm râin ve külüküm mes'ûlün an raiyyetihî) "Hepiniz güdücüsünüz, çobansınız, sevkedicisiniz ve hepiniz güttüğünüz sürünüzden, çekip götürdüğünüz insanlardan sorumlu olacaksınız." diye bunu biliyoruz.

Bütün görevler böyle... İster sular idaresinin başına gelsin bir insan, ister gümrük muhafaza memurluğuna gelsin, ister millî eğitim hizmetlerinde olsun, ister cami hizmeti olsun, ister çarşı-pazar zabıtası olsun, hangi iş olursa olsun, umûmî olarak on kişi ve daha fazla bir topluluğun başına âmir olarak geçen, âmirliğinden sorumludur. Yaptığı işin dürüst olmasına, dine, imana, Kur'an'a, Allah'ın rızasına uygun olmasına dikkat etmesi lâzım! Hepimizin dikkat etmesi gerekiyor.

Bunun dışında tabii herkesin muhtelif yerlere karşı görevleri vardır. Topluma karşı görevler, belediye görevleri, valilik görevleri, resmî görevler dışında da insanların sorumlulukları vardır. Evlât annesine, babasına hizmetle sorumludur. Anne baba çoluk çocuğunu yetiştirmekle sorumludur; yetiştirmezse, Allah sorar. Baba, ailesine bakmakla sorumludur. Herkesin bir sorumluluğu var. Kendi şahsıyla ilgili sorumluluğu var, ailesine karşı sorumluluğu var. Çevresindeki eşine, dostuna, akrabasına, büyüklerine, küçüklerine, komşularına karşı haklar ve görevler, vazifeler var...

Bu tamam... Bir de âmirlik, emretme selâhiyeti olan mevkîlerin de ayrıca diğer bir sorumluluğu var. Çünkü mevkîler yükseldikçe, insanın yaptığı yanlış kendisinde kalmaz, topluma yayılır, toplumu zarara uğratır. En büyük zararı da en yukarıda olan verir. Çünkü çok yukarıdadır, yaptığı bir yanlışlık bütün toplumu etkiler. Onun için bunların, özellikle amme hizmeti görenlerin adaletle hareket etmeğe, dikkatle hareket etmeğe, Allah'ın rızasına aykırı iş yapmamağa, her şeyi usûlünce hakkàniyetle, adaletle yapmaya dikkat etmesi lâzım!

Hepimiz kişisel olarak da sorumluyuz, çevremize karşı da sorumluyuz. Hepimizin sorumluluğu var. Fakat bunların bizim sorumluluğumuzla beraber, ayrıca bir de toplumda âmir olmalarından, yönetici olmalarından dolayı sorumlulukları var, aziz ve sevgili izleyiciler!

Bu umûmî bir şey, her işimize dikkat etmek zorundayız. Aldığımız her nefeste, attığımız her adımda, söylediğimiz her sözde, her günümüzde, her saatimizde, her dakikamızda dikkatli olmalıyız.

Onun için bizim tasavvuf büyüklerimiz, tasavvuf yolunun birinci esası olarak neyi zikrediyorlar?.. Hûş der dem; yâni her nefeste şuurlu olmak, gàfil olmamak, gaflete düşmemek, cahillik etmemek, yanılmamak, farkına varmadan bir şeyler yapmamak, dâimâ müteyakkız olmak...

Dâimâ müteyakkız olalım, her işimizi Allah rızasına uygun yapmağa çalışalım!

b. Kötülüğü Engelleme Görevi

RE. 378/9 (Mâ min ehadin yekûnü fî kavmin ya'melü fîhim bil-meàsî yakdirûne alâ en yugayyirû aleyh, illâ esàbehümüllâhu biikàbin kable en yemûtû.)

Diyor ki Efendimiz SAS: "Hiç bir adam, hiç bir kişi, hiç bir fert yoktur ki, (yekûnü fî kavmin) bir toplumun içinde, bir insan topluluğunun arasında yaşıyor olsun da, (ya'melü fîhim bil-meàsî) o toplumun içinde isyanlar, günahlar, yâni Allah'a isyan cinsinden olan çeşitli suçlar, pis işler, kötü işler yapsın; (yakdirûne alâ en yugayyirû aleyhi) o toplum da onu görüp de değiştirme imkânı varken değiştirmesinler; (illâ esàbehümüllâhu biikàbin kable en yemûtû) o toplum ahirete göçmeden evvel, o toplumun fertlerinin hepsi, Allah'ın bir kahrına, ikàbına, cezasına ölmeden evvel dünyada da mâruz kalırlar. Allah onlara dünyada da bir ceza verir."

Burdan ne anlıyoruz?.. Bir toplumun içine bir yaramaz adam, bir çirkin adam, bir suçlu adam, bir pervasız adam, bir edepsiz adam, bir terbiyesiz adam geldiyse; o toplum onların gözü önünde, onların farkına vardığı bir şekilde onun günah işlemesine seyirci kalmayacak. Seyredip de, "Ne yaparsa yapsın!" demeyecek; onu düzeltmeğe, onun kötülüğünü engellemeğe, ona kötülük yaptırmamağa gayret edecek. Müteyakkız olacak, engelleyecek, kötülüğü yaptırtmayacak.

Diyelim ki çalıyor; çaldırtmayacak... Diyelim ki huzuru bozuyor; bozdurtmayacak... Diyelim ki kötü bir takım işler çeviriyor; çevirttirmeyecek... Diyelim ki, çevreyi tahrib ediyor, ağaçları kesiyor, zarar veriyor; yaptırmayacak...

Günahların, Allah'a isyanın çeşitleri sayılamayacak kadar çoktur. Bunlar anlaşılır. Hem dînî bilgiden anlaşılır; ayetleri, hadisleri, şeriatı bilen insanlar neyin sevap, neyin günah olduğunu bilirler. Bir de umûmî esaslar var bu konuda... Yâni günah nedir?.. İnsanın kalbine tereddüt veren, insanı üzen, insana hoş gelmeyen şeylerdir. İnsan vicdanına müracaat ettiği zaman, bir şeyin doğru mu, eğri mi olduğunu da anlar. Vicdanı sızlar, vicdanı müsaade etmez; ordan da bir ölçü var. Dürüst insanların vicdanları bir terazidir.

İnsan toplumuna, çevresine ilgisiz kalamaz; toplumunu korumakla görevlidir. Topluluğu bozacak işler yapanlara da fırsat vermez. Bu tabii, emr-i ma'ruf nehy-i münker vazifesinin bir çeşidi oluyor, bir tarafı oluyor. Nehy-i münker; kötü, münker olan kötü olan, aklın ve şeriatın uygun görmediği bir işi yaptırmamak...

Peki, adam yapıyor. Ötekiler de bildikleri halde ses çıkartmıyorlar. "Allah cezasını versin! Allah kahretsin! Allah belâsını versin!" diyor, geçip gidiyor, engellemiyor. Öyle lafla olmaz! Allah dileseydi yeryüzünü hiç kâfirsiz, müşriksiz yaratırdı. Kâfirlerin hepsine de gözlerinin içine girecek mucizeleri gösterip, diz çöktürüp hepsini imana getirirdi.

(Velev şâe rabbüke leâmene men fil-ardı küllühüm cemîà) [Yunus: 83] Eğer Allah dileseydi herkes mü'min olurdu ama, imtihan olarak bu hayatı yarattığından, insanlara serbestlik verdiğinden; "İstediğinizi yapın! Benim emirlerim şunlar... Bak şeytan sizi aldatmasın, o sizin apaçık bir düşmanınızdır. Dikkat edin, işinizi yaparken eûzü-besmele çekin, bana sığının, şeytanın zararını bilin! Benim adımla başlayın, benden yardım isteyin, ben size yardım ederim.

Bunlar dinimizin temeli... Daha ilk günlerde Peygamber Efendimiz'e öğretilmiş esaslar. Böyle yapması lâzım insanın. Bunu yapmadığı zaman, emr-i ma'ruf nehy-i münker yapmadığı zaman, Allah o topluma bir ikàb gönderir. Buyuruyor ki: (İllâ esàbehümüllàhu biikàbin) "Allah ceza olarak onlara topluca bir musîbeti isabet ettirir; (kable en yemûtû) ölmeden evvel..."

Demek ki Allah o topluma, bu kişinin kötülüğünü engellemedi diye dünyada toplu ceza veriyor, toplumun düzeni bozuluyor.

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Milletler, devletler veya bizim kendi tarihimizden misâlimiz, o kadar devletler kurmuş ecdadımız, geçmişlerimiz. Bu devletler güçlenmişler, altın devirler yaşamışlar, şanlı işler yapmışlar, yüksek medeniyetler kurmuşlar. Sonra bozulmuşlar, yıkılmışlar.

Niye yıkılıyorlar?.. Bozulduklarından, Allah bir ceza verdiği için yıkılıyorlar. Her şey Allah'ın takdiri ile olmuyor mu?.. Allah itaat eden kullarına yardım ediyor, itaat etmeyen kullarını cezalandırıyor. Günah işleyen kulların günahını engellemeyen nemelâzımcıları da topluca cezalandırıyor.

Onun için müslüman uyanık insandır; "Aldırmam!" diyemez, "Karışmam!" diyemez, "Bana ne?" diyemez, "Neme lâzım?" diyemez. Toplumunu pırıl pırıl, çiçek gibi tertemiz, ışıl ışıl şıkır şıkır çalışan bir makina gibi sağlam; çelik, demir şeyler gibi çalışmasını sağlar. İlgisiz kalamaz.

Peygamber SAS Efendimiz, bize çok güzel şeyler öğretiyor. Kötünün kötülüğünü engelleyeceğiz.

Şimdi devlet bu kötülükleri engellemek için jandarma, polis teşkilatı, mahkeme teşkilatı, adlî teşkilat; ülkeyi korumak için ordu gibi çeşitli kurumlar kuruyor. İnsanlar devlet kuruyorlar, devletin de böyle çeşitli kötülükleri engelleme kurumları oluyor. Kanunları oluyor, nizamları oluyor, teşkilatları oluyor.

Bunlara rağmen niye kötülük oluyor?.. Kanun var, anayasa var, mahkemeler var, jandarma var, polis var, ordu var; buna rağmen devletler niye yıkılıyor, niye çöküyor?.. Tabii bunun sebebi var. Ne yapılacak?.. Kişiler toplumuna sahip çıkacak, topluma karşı görevleri olduğunu bilecek. Bu çok önemli...

Şimdi ben müslümanlara bakıyorum, diyar diyar gezdiğim için... Almanya'daki müslümanlara bakıyorum, İsveç'tekilere bakıyorum, İngiltere'dekilere bakıyorum, Avustralya'dakilere bakıyorum; Endonezya'da, malezya'da, Brunei'de, Hindistan'da, Pakistan'da, Afganistan'da yürekler acısı...

Şu Afganistan misâline bakın, ne kadar acı!.. O Afganlı mücahidler dişe bağrımıza bastığımız insanların şu son birbirleriyle hallerine, çekişmelerine bakın!..

Bir zamanlar, "Ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz." diye öğdüğümüz, bir zamanlar yönettiğimiz, o İslâm medeniyetinin en önemli merkezlerinden biri olan Bağdat'ın durumuna bakın!..

İşte Şam'ın durumuna bakın, işte Kahire'ye bakın!.. İşte Libya'ya bakın, Tunus'a bakın, Cezayir'e bakın!.. Diğer ülkelere, Sudan'a, Somali'ye bakın!.. Hangi birini güzel bir örnek olarak, alkışlayarak söyleyebiliyoruz?.. Neden?.. Çünkü, toplumun gelişmesi kişisel çalışmalarla olmuyor. Toplumun içinden çok faziletli bir insan çıkabiliyor, yükseliyor, ama yetmiyor. Toplumun topluca iyi olması lâzım! Topluca iyi olmadığı zaman, kötülükleri engellemediği zaman toplum gelişmiyor. Yâni toplum, iyilikleri yapacak kötülükleri engelliyecek.

Bir vücudun kendisinin içine şu veya bu yoldan, yaradan, ağızdan, burundan, havadan, içtiği sudan, gıdadan gelen mikrobu sıhhatli bir vücut alt edebiliyor, sağlığını koruyabiliyor, devam ettirebiliyor. Çünkü koruyucu teşkilatı var... İşte akyuvarlar, alyuvarlar, vücudun şu teşkilatı, bu teşkilatı vücudu koruyabiliyor. sıhhatli bir beden kendisine gelen düşmanları, mikropları temizleyebiliyor. Temizleyemediği zaman, mağlub olduğu zaman yatağa düşüyor, hastalanıyor, zayıflıyor. Eğer ordan da kurtaramazsa, hastalığı yenecek bir savaşı da veremezse, bu sefer ölebiliyor.

Onun için müslümanın, toplumuna karşı da çok mühim bir görevi olduğunu unutmaması lâzım!.. "Ben aile reisiyim, aileme karşı görevim var, evlatlarıma karşı görevim var... Anneyim, çocuklarıma karşı görevim var. Çocuğum, anneme, babama karşı görevim var... Talebeyim, toplumuma karşı görevim var... Askerim, vatanıma karşı görevim var... Devlet memuruyum, iş sahiplerine, erbâb-ı mesâlihe karşı sorumluluğum var, görevim var!" deyip herkes görevini güzel yapacak.

Kalkınma, ilerleme ve yükselme kişisel bir olay değil; hürriyetlerle beraber toplumsal bir olay... Topluca toplumun fertleri, kişileri iyi olduğu zaman, uyumlu çalıştığı zaman toplum yükseliyor. Öyle olmadığı zaman hem Allah ceza veriyor, hem de sonuç kargaşa ve felâket oluyor.

Bugünlerde bir güzel kitap okuyorum, Osmanlı Devleti'nin kuruluşu, Osman Bey, Orhan Bey, Murad-ı Hüdâvendigâr (Rahmetullàhi aleyhim ecmaîn); onları devirlerini okuyorum. Çalışmalarına bakıyorum, gelişmelerine bakıyorum. Nasıl gelişmişler, nasıl büyümüşler?.. Babasından aldığı mirası, devraldığı emaneti bir misli daha büyütmüş, bir misli daha büyütmüş... Kısa zamanda bir devlet-i aliyye haline getirmişler. Adaletle, feragatle, dürüstlükle, tatlılıkla, basîretle, uyum ile, itaatle bu işi yapmışlar.

Ben o devrin edebiyatı üzerinde de uzmanım. Yâni Osmanlıların Fatih'e kadarki devresinde yazılan kitaplar son derece tatlıdır. Son daraca sâfî bir tatlılığı vardır. Toplumun her cephesinde bir dürüstlük vardır. Pazarcısında, vezirinde, memurunda, çiftçisinde, işçisinde... hepsinde yaptığı işi güzel yapmak aşkı, şevki, merakı, gururu, dürüstlüğü, zihniyeti vardır.

O zaman toplum sağlam bir toplum oluyor ve gelişiyor. Hayran oluyor herkes... Hattâ, "Biz bunları istemiyoruz, sizi istiyoruz!" diye kapılarını açıyorlar, kucaklarını açıyorlar, dâvet ediyorlar bazı şehirler... "Gelin, bizi de idare edin!" diyorlar.

Demek ki biz de, kişisel olarak iyi olmaya gayret edeceğiz; bir... Ailemize karşı görevlerimizi yapacağız, iki... Topluma karşı, toplumumuza karşı, milletimize karşı görevlerimiz var, onları güzel yapmağa gayret edeceğiz. Kötülerin de kötülüğünü engelleme hususunda müteyakkız olacağız. Çünkü öyle olmazsa, topluma topluca bir belâ gönderiyor Allah-u Teàlâ Hazretleri...

Allah saklasın... Allah bize hakkı hak olarak görüp, ona uymayı nasib eylesin... Bâtılı bâtıl görüp, ondan sakınıp korunmayı nasib eylesin... Tertemiz bir ömür geçirip, çok güzel işler yapıp, huzuruna yüzü açık, alnı ak olarak varmayı nasib eylesin...

c. Haram Kazançtan Hayır Gelmez

Üçüncü hadis-i şerifi okumak istiyorum. Abdullah ibn-i Mes'ud RA'ın rivayet ettiğine göre, Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:

RE. 377/13 (Mâ kesebe racülün mâlen harâmen febûrike fîhi ve mâ tesaddeka minhü fekubile minhu ve lâ yetrukühû halfe zahrihî illâ kâne zâdehû ilen-nâr.)

Müthiş bir hadis-i şerif; yâni dehşet verici, korkutucu, tehditli bir hadis-i şerif, bu üçüncü hadis-i şerif... Aziz ve sevgili kardeşlerim, diyor ki Peygamber SAS Efendimiz:

(Mâ kesebe racülün mâlen harâmen) "Bir adam ki..." Adam ama, adam da olur, kadın da olur. Yâni cinsiyet mühim değil, kişi mânâsına... "Bir kişi ki, haram mal kazanmış. Yâni haram yolla, haram bir mal elde etmiş, kesbetmiş, iktisab etmiş, kazanmış. (Febûrike fîhi) Haram kazanç sağlasın da, onun bereketi olsun; mümkün değil!"

Yâni haramdan mal kazandı mı bir kişi, o malın bereketinin olması mümkün değil. Haydan gelen huya gider. Veyahut harmanı yanar, gemisi batar, bilmem arabası çarpar. Kendisi hasta olur, amansız hastalıklara düşer, parasını oralarda, buralarda harcar. Çünkü bereket yok, çünkü Allah bereket vermiyor. Çünkü haramdan kazandı.

"Bir adam haramdan bir mal kazanmadı ki, ona Allah bereket versin. Mümkün değil..." Yâni Arap üslûbu ile kelimelerin sıralanışı böyle. Türkçesi ne?.. "Bir adam haramdan bir mal kazandı mı, Allah o mala hayır bereket vermez; o adam o paranın, o malın hayrını görmez. Allah burnundan fitil fitil getirir. Dünyada ahirette onun cezasını çeker."

Kazandı da işte haramdan, rüşvetten, zinadan, içkiden, kumardan ve sâireden kazandı. (Ve mâ tesaddaka minhu fekubile minhu) Çıkardı, bir hayır yaptı, okul yaptı. Bilmem bir fakire bol bir para verdi, acıdı da. Haydut ama, haramdan kazandı ama işte tasadduk da ediyor. (Fekubile minhu) Tasadduk ettiğini Allah'ın kabul etmesi de mümkün değildir. Tasadduk etsin de Allah kabul etsin... Bu da mümkün değil.

--Allah Allah, veriyor ama?!..

Çünkü haramdan kazandı. Helâlden kazansaydı sadakası makbul olacaktı, hayrını görecekti. Sadaka yapması hayır getirmez.

Teferruatını Allah bilir, tarihte olmuş olay: Falanca efsanevî kişi, kahraman, zenginleri soyuyormuş. İşkenceyle, bağırta bağırta mallarını alıyormuş, fakirlere veriyormuş. Olmaz! Yâni kendisi helâlinden kazansın, fakirlere versin. Ama birisinden haram yolla, soyarak al, yol keserek al, gasb ile al; ondan sonra ötesine ver. Öbür taraftan da Allah'tan bir hayır bekle...

Bazısı bekliyor, yâni bir şey verecek sanıyor Allah. Vermez. Peygamber Efendimiz açıkça bildiriyor: Sadakası kabul olmaz. O malın bereketi olmaz. Ona bereket vermez, hayır göstermez.

(Ve lâ yetrukühû halfe zahrihî) "Sırtının arkasında bırakırsa o kazandığı haram malı..." Ne demek yâni?.. Ölür de miras olarak bırakırsa demek.

Yemedi, biriktirdi, biriktirdi, biriktirdi; şu kadar milyon, milyar oldu... Şu kadar köşk, saray, bu kadar tarla, bahçe, bu kadar para, pul, bu kadar senet menet, tahvil kazandı, malları yığdı, yığdı Firavun gibi... Haramdan hayır yaptı; kabul olmaz. Yurt yaptı, bilmem ne yaptı, mektep yaptı; donlar bile kabul olmaz. Evet toplum onlardan istifade eder ama, kişi ondan sevap kazanamaz.

Sonra öldü, yiyemedi hepsini... Zaten insanoğlu, kazancının çok üstünde biriktiriyor hırsla; ondan sonra yiyemeden de ölüp gidiyor. Ne olur ölüp gidince arkasında bıraktığı?.. (İllâ kâne zâdehû ilen-nâr) "Cehennem yoluna azığı olur."

Yolcunun yolda bir azık yemesi lâzım, yol azığı diyoruz. İşte çıkınını açarmış eskiden, kenara otururmuş, çeşmenin başına; peynirini, zeytinini yermiş, ekmeğini ısırırmış... Domates, soğan neyse yermiş. Şimdi tabii yollarda bunlar çok değişti. Parasına göre insanın çeşit çeşit kebaplar, kızartmalar, tatlılar, kaymaklar olabiliyor. Yâni eskiden yol azığı alırlarmış yanına... Bu da cehenneme doğru gidiyor. Cehennem yolunda bu malları ne olur?.. Cehennem yolunda azığı olur. Cehenneme daha hızlı gitmesine sebep olur. Cehennemde yanmasına, cehennemde azabının daha çok olmasına sebep olur.

Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim, müslümanlar olarak, imanlı kimseler olarak, hayatın fânî olduğunu bilip de, bir gün gelip bu dünyayı bırakacağımızı ve Allah'ın divanına varacağımızı, mahkeme-i kübrâda hesap vereceğimizi bilen, buna inanmış, bu bilgiye sahip mü'min kimseler olarak kimseye yük olmayacağız. Alnımızın teriyle kazanacağız. Çünkü her ferdi üretici olan toplumlar, çok çalışan toplumlar, ötekilerden daha ileri gidiyor. Çalışkan olacağız, çalışacağız. Aslanlar gibi olacağız, kazanacağız. Bizim artıklarımızdan tilkiler, çakallar yesin, o ayrı. Ama biz böyle helâlinden, mertçe, yiğitçe kazanacağız. Alnımızın teriyle, "Elhamdü lillâh çoluk çocuğuma haram bir lokma yedirmedim, çok şükür!" diyebilecek bir şekilde kazanacağız.

Kimseye yük olmamak, beleşten, sırtından geçinmemek, sömürmemek lâzım! Çünkü sömürürsen onun hakkı geçer, aldatırsan Allah aldattığını görür. Kendin kazanacaksın. Peygamberler bile kendi ellerinin emekleriyle bir şeyler yaparlarmış, ordan kazanırlarmış. Evliyaullah büyüklerimizin hayatlarını okuyoruz; el sanatı yaparmış, elinin emeğiyle bir şeyler hazırlarmış, üretirmiş... Topluma bir şey kazandırıyor, yâni bir değer kazandırıyor. Satarmış, ordan el emeği alır, kazanırmış. Bu el emeğiyle helâlinden kazanılmasına, yenmesine enbiyâullah, evliyâullah ve salihler çok dikkat etmişler. Biz de dikkat edeceğiz, çalışacağız.

Elle yapılan şey elin emeği olur. Kafayla olan şey de kafanın hüneri olur. Düşünmenin, ilmin, irfanın hüneri olur. O daha yüksek mevkiye çıkar. Yâni kazma sallamaktan, bir mühendis olup da güzel bir şeyler ortaya koymak, elbette topluma daha faydalı olduğundan, o da kafanın emeği oluyor. Yâni el emeği diye tabir olarak söylüyoruz bunu. Kendisi hak ederek, bir şey ortaya koyarak, toplumuna bir şeyler kazandırarak helâlinden kazanacak. Ondan sonra tasaddukunu yapacak, hayrını hasenâtını yapacak.

Eh birikmiş helâl parasından vefat ettiği zaman mirasçısına kalırsa, çoluk çocuğuna da fayda verecek, kendisine de faydası olacak. Ama, "Haramdan kazanırsa hayrını, bereketini görmez; sadaka verse kabul olmaz; geriye miras bıraksa cehennemde ateş olur, azab olur. Bu kazandığı haram paralar, cehennem yolunda azığı olur." diye Efendimiz ihtar ediyor.

Biz de ona göre ayağımızı denk alalım, helâl kazanmaya, haramdan kaçınmaya çok dikkat edelim! Kimsenin hakkını yemeyelim! Kimsenin ağlaması, inlemesi, sızlaması, gözyaşı dökmesi üzerine, onları ağlatarak kazancımızı böyle yollardan sağlamamaya dikkat edelim!

Şimdi kolay kazanç yolları rağbette... Herkes kaytarıp, kandırıp, aldatıp, ezip, hatta öldürüp öyle kazanıp, öyle yaşamaya gayret ediyor. Öyle değil, müslüman işin helâl olmasına dikkat edecek.

d. Zikrullahın Fazileti

Bu tehditli ve ihtarlı hadis-i şeriflerden sonra bir müjdeli hadis-i şerif okumak istiyorum. Muaz RA'den Ahmed ibn-i Hanbel ve diğer kaynaklar rivayet etmiş:

RE. 376/8 (Mâ amile âdemiyyün amelen encâ lehû min azâbillâhi min zikrillâh. Kàlû: Velel-cihâd fî sebîlillâh? Kàle: Velel-cihâd, illâ en tadribe biseyfike hattâ yenkatıa sümme tadribe hatta yenkatıa) Sadaka rasûlüllah, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Bu müjdeli, bizim yapabileceğimiz, istifade edebileceğimiz kârlı bir konu. Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz: "Bir Ademoğlu..." Âdemî, Adem'e mensup, onun soyundan gelen insan demek. "Bir Ademoğlu kendisini Allah'ın azabından, zikrullahtan daha güzel şekilde kurtaracak başka bir ibadet yapmış olamaz."

Yâni, Allah'ın azabından onu en güzel şekilde kurtaracak olan ibadet, amel nedir?.. Zikrullahtır. Ondan daha güzel bir amel olamaz. Onu Allah'ın azabından daha rahat, daha çabuk, daha süratle, daha kesin kurtaracak, zikrullahtan daha yüksek bir sevaplı iş yoktur. En yükseği zikrullahtır.

Zikrullah ne demek?.. İşte dervişlerin yaptığı demek, Allah'ı zikretmek demek. Asırlar boyu yapmışlar, evliyâ olmuşlar, dürüst yaşamışlar, sevmişler, sevilmişler. Yunus olmuşlar, Mevlânâ olmuşlar, Eşrefoğlu olmuşlar, Hacı Bayram olmuşlar vs. vs. İşte zikrullahla, Allah'ı zikrederek.

Dinleyenler şaşırmış. Bir soru sormuşlar. Daha önce duydukları sözlerden biliyorlar ki cihad çok sevap. (Kàlû: Velel-cihâd fî sebîlillâh?) "Yâ Rasûlallah, Allah yolunda cihad zikrullahtan daha iyi değil mi? Yâni zikrullah cihaddan da mı daha üstün?" diye sormuşlar.

Buyurmuş ki: (Velel-cihâd) "Evet cihad da değil! Onun derecesine cihad da ulaşamaz. Allah'ın azabından insanı en çok kurtaracak zikrullahtır. (İllâ en tadribe biseyfike hattâ yenkatıa) Kılıcın kırılıncaya kadar savaşman hariç..."

Yâni kılıcı alıyorsun vur Allah'ım, vur... Allah yolunda cihad ediyorsun. O hariç. (Hattâ yenkatıa) "Kırılıncaya kadar. (Sümme tadrıbe hatta yenkatıa) Sonra gene vuruyorsun, bir kılıç daha alıyorsun. Kırılıyor, vuruşuyorsun gene kırılıyor..."

Yâni başka bir hadis-i şerifte de geçmiş ki: "At da yaralanır, kendisi de yere düşer. Ancak o zaman kurtulur." Yâni şehid oluyor tabii o zaman...

Aziz ve sevgili kardeşlerim! Dinimizin aslı, esası nedir, hurâfe nedir? Gericilik nedir, ilericilik nedir?.. Kazanç nedir, sevap nedir, Günah nedir?.. Bunu nerden öğreneceğiz? Herkes bir laf söylüyor. "Ben falancayım, diyor. Ben şu mevkiye sahibim, ben şu rütbelere sahibim, şu ünvanlara sahibim. Din şöyledir, böyledir..." Atıyor, tutuyor, yalan söylüyor. Yâni dinlediğiniz zaman, siz de bazılarını anlıyorsunuz. Diyanet itiraz ediyor.

Kimisi peygamberlik iddia ediyor, kimisi başka şeyler iddia ediyor. Milleti kandırmak isteyen bir sürü diplomalısı, diplomasızı, akıllısı delisi, kravatlısı, kravatsızı, çeşit çeşit insan var... Yâni gözünü açması gereken bir ortamda yaşıyor müslümanlar Yirminci Yüzyıl'da... Aldatıcılar çok.

İşin doğrusunu nerden öğreneceğiz, hangisi doğru?.. Şimdi bu zikrullah doğru mu, eğri mi? Nerden öğreneceğiz?.. Kur'an-ı Kerim'den; Allah'ın kelâmı... Kimden öğreneceğiz? Peygamber-i Zîşânımız'dan, Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerinden; Allah'ın peygamberi... Allah'ın peygamberinden, Allah'ın kitabından daha sağlam müracaat yeri var mı, kaynak var mı?.. Onlar ne diyorsa öyledir. Peygamber Efendimiz diyor ki: "En sevaplı ibadet zikrullahtır."

O halde biz de dinî bilgilerimizi, dinî yaşantımızı neye göre ayarlayacağız?.. Kur'an-ı Kerim ne diyorsa ona göre, hadis-i şerif ne diyorsa ona göre ayarlayacağız.

--Cehennem azabından kurtulmak istiyor musun kardeşim?

--İstiyorum efendim, evet hocam, aman bunun yolunu bana bir göster!

İşte Peygamber SAS Efendimiz gösteriyor: Zikrullah...

Sevgili izleyiciler, dinleyiciler! Ben şimdi Bosna'ya gittim, ordaki ilgililerle görüştüm, Saraybosna'yı gezdim. Başka şehirlere pek gidecek vaktim olmadı ama,

Saraybosna'yı çok sevdim. Dediler ki: "Buraya Fatih Sultan Mehmed gelmeden önce şu tepenin üstüne, --Saraybosna'nın girişi, Belgrad'dan giderken yolun geldiği kısım o taraf-- ilk önce oraya Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî KS Efendimiz'in mensubu, yâni Mevlevî Tarikatı'ndan bir mübarek arif, derviş gelmiş, tekke kurmuş. Onlar halka kendisini tanıtmış, sevdirmiş, güzel yolu öğretmiş, dini, imanı öğretmiş. Ondan sonra ordular gelmiş." dediler.

Yâni Balkanlar'ın fütûhâtında bu böyle zikir erbâbı mübarek insanların, fedâkâr insanların, boynu bükük insanların, hizmet ehli insanların, iddiasız, kibirsiz, tatlı, her şeyi Allah rızası için yapan insanların çok büyük payı var.

Ordinaryus profesörler bunları kitaplarında yazıyorlar. Meselâ ben hatırlıyorum, rahmetli Ord. Prof. Ömer Lütfi Barkan böyle bir makale yazmış. Yâni bu Balkanlar'ın Osmanlılar tarafından elde edilmesinin şeklini, tarih içinde nasıl oluştuğunu, geliştiğini anlatan makale yazmış. Böyle dervişlerin nasıl oralara gidip, ordular gelmeden önce hazırladıklarını, nasıl insanlara İslâm'ı anlattıklarını, sevdirdiklerini, nasıl fütûhatın zemînini hazırladıklarını; fütûhattan sonra da oraları nasıl İslâmlaştırdıklarını, nasıl güzelleştirdiklerini, ma'mur hâle getirdiklerini yazıyor Ömer Lütfü Barkan... O ordinaryus profesör makalesinde yazmış, kitaplarda bunlar yazılıyor.

Ben de gözlerimle gördüm ki, hatta Osmanlı tarihi eserlerini onlar kadar muhafaza edememişiz. O şehre gittiğim zaman gördüm --daha güzel şehirleri olduğunu da söylediler, inşaallah oralara da giderim-- çok güzel korumuşlar. Osmanlı tarihi, Osmanlı çarşısı, Osmanlı adeti, Osmanlı yapıları ve sâireleri, Osmanlı eserleri, her şey... Yâni oraların valileri, beyleri, çok güzel hizmetler yapmışlar, çok güzel müesseseler kurmuşlar. Hayranlıkla seyrettik.

İşte zikrullah erbabı, zikir erbabı, o kimsenin beğenmediği, şimdi herkesin aleyhinde atıp tuttuğu o fedâkâr insanlar; laf değil iş yapan insanlar, gösterişi sevmeyip, Allah'ın rızasını kazanmak isteyeyen, çok güzel şeyler yaptıkları halde kimseden aferin beklemeyen o mübarek insanlar, ne güzel işler yapmışlar!..

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizlere de güzel şeyleri görüp güzel işleri yapmayı, iyi şeyler düşünüp Allah'ın rızasına uygun yaşamayı, arkamızda güzel eserler bırakıp Rabbimizin huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı nasib eylesin...

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi şu güzel İslâm dinini güzel anlayanlardan, ona sımsıkı sarılanlardan, bu asırda İslâm'ı ihyâ edip, müslümanlara faydalı hizmetler yapıp, şehidler gibi mertebeler kazanmayı, yüksek derecelere çıkmayı nasib eylesin... Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin.

Allah-u Teàlâ Hazretleri gönüllerinizdeki muratlarınızı dünyada, ahirette hepinize ihsân eylesin, aziz ve sevgili Ak-Radyo dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri!..

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

30. 10. 1998 - AVUSTRALYA

Hazırlayan: Dr. Metin ERKAYA