BİR FİLMİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ....

İLİM SANAT EKİM 91

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN

Seçimden bir önceki televizyonda Afgan-Rus savaşı konulu bir film gösterildi: Çelik Canavarı! Afganistanla yakın ilişkim ve içten ilgim dolayısıyla, çok geç saatlerde olmasına rağmen merakla bekledim ve heyecanla izledim. İçinde hakiki savaş sahneleri ve dökümanter bölümler bulunmamakla beraber, Afgan halkının dramını, mücahitlerin durumunu, Rus askerlerinin duygu ve davranışları çok güzel ve canlı bir tarzda işlemiş, realist, didaktik ve etkileyici, sade fakat mükemmel bir film!

Olaylar, bir Rus zırhlı birliğinin teknik, üstünlüğe dayanarak zavallı bir Afgan köyünü, tanklarla, modern ve gaddar silahlarla nasıl yakıp yıktığını, halkı nasıl hunharca katliam eylediğini, yaralıları tank paletleri altında nasıl vahşice ezdiğini göstermekle başlıyor.

İşini bitiren birlik, geride kan ve gözyaşı, dumanlar tüten harabe bir köy, kin ve intikam dolu dul kadınlar, perişan yetimler bırakarak çekip gidiyor. Fakat gruptan bir tank, tozduman içinde ilerledikten bir zaman sonra, yolunu kaybettiğini, yanlış bir bölgeye girdiğini fark ediyor. Köyleri yakılıp yıkılmış, akraba ve arkadaşları katledilmiş bir avuç kırık dökük mücahit, izleri takip ederek tankın peşine düşüyor. Ellerindeki basit silahlar o müthiş çelik canavarı tepelemeye yeterli değil. Filmin nefes kesen sahneleri, tanktaki personelin duygu ve korkularını, tank komutanının katı askerce ve acımasız emirlerini, modern bir savaşın su kaynaklarını zehirleyerek, ölülerin altına bubi tuzakları kurarak... nasıl şeytanca sürdürüldüğünü, zavallı Afganlıların nasıl çağdaş, teknolojiden, savaş usullerinden habersiz olduklarını, nasıl sadece iman gücü ve sonsuz sabır ve tahammül kabiliyetle çarpıştıklarını, mazlumluk, acizlik ve cahilliklerini çok güzel sergiliyor.

Tankın içindeki personel içinde Afgan asıllı bir asker de var. Rus komutan onu da öldürüyor. Askerin kendini savunması enteresan; diyor ki: "İdeolojinize bağlı sadık bir yoldaşım, diyalektik materyalizme inanıyorum, oğlum Moskova'da tahsil yapmakta...." ama sonuç değişmiyor, makinalı tüfeğin kurşunları ile can veriyor. Münevver bir genç subay buna şiddetle karşı çıkıyor, komutanla arası açılıyor. Komutan onu da tanktan çıkarıp, kurtlar parçalasın diye vahşi kayalıklara bağlatıyor başı altına bir bubi tuzağı yerleştirip, dehşet ve terler içinde bırakıp gidiyor.

Takipteki mücahidler bozuk bir tanksavar silahı ile tek bir mermi buluyorlar. Kayalara bağlı genç rus subayı da görüyorlar. Başının altından yuvarlanıp kayanın dibinde patlayan bubi tuzağından sonra. Afganlılardan Allah adına eman dilenirse hayatının bağışlanacağını öğrenmiş olan subay; böylece eman dileyip öldürmekten de kurtuluyor. O bozuk tanksavar tüfeği tamir ediyor kendisi de tank komutanandan intikam almak hırsında. Bir vadide kestirme yoldan tankın önüne çıkıyorlar. Eldeki tek mermi maalesef ancak tankın top namlusunu tahrip edebiliyor. Tank kaçmaya devam ediyor. Mücahitler çaresiz, ümitsiz, perişan; çünkü avları ellerinden kaçmak üzere. Birisi ellerini göğe kaldırıp hırs ve ye's ile şöyle bağırıyor: "Allahım bizi niye terk ettin!"

Birden umulmadak birşey oluyor: Vadinin ileri yanındaki sarp ve çürük kayalar, tank ve top mermisi sarsıntı ve gümbürtüsünden, dağ yamacından kopup aşağı yuvarlanmağa başlıyor. Tank taşları arasında ve altında, yakıt sızıyor, paleti bozuluyor. Mücahidler korkarak ve ihtiyatla bu çelik canavara yaklaşıyorlar, sızan yakıtı ateşliyorlar, çaresiz personel kapaklarını açıp teslim oluyorlar. Tüm zalimlik ve gaddarlıkları emretmiş olan komutan, şehitlerin intikam ateşiyle yanan kadınları eline düşüyor. İki genç asker panik halinde dağa doğru kaçışıyorlar. Tam bu sırada gelen bir rus helikopteri ip sarkıtıp aman dileyip hayatını kurtarmış olan subayı alıp gidiyor...

* * *

Filmdeki "Allahım bizi niye terk ettin!" isyankâr feryadı hâlâ kulaklarımda gibi. Hâşâ, sümme hâşâ, yüce Allah mümin kullarını terk etmez, mülkün sahibi ve kainatın mutasarrıfıdır, her anda ayrı bir şa'ndadır, ni'mel-mevlâ ve ni'men-nasirdir, yolunda cihad edenleri yardımsız bırakmaz, mücahidleri ya şehadetle taltif eder, en yüksek mertebeye erdirir, ya da az bir kuvvetle nice kalabalık düşmana karşı galip ve muzaffer eyler. Tarih boyunca hep böyle olagelmiştir.

Allah müslümanları terk etmemiştir ama maalesef müslüman halklar Allah'ı terk etmişlerdir, yani dinini terk etmişlerdir, emirlerini terk etmişlerdir, iman ve irfan yolunu terk etmişlerdir; Alimlere, evliyaullaha tabi olmuşlardır, ahiret saadetini kazanmayı terk etmişlerdir, dünya hayatını esas almışlardır; düşman için çaydırıcı, kdrkutucu tedbirler hazırlamayı; siilâh, âlet, araç, gereç yapmayı terk etmişlerdir, mal, mülk, mevki, makam, gösteriş, süs, zinet, rahat peşine düşmüşlerdir; Allah'ın istediği birlik ve beraberliği terk etmişler, tefrikaya, rekabete, buğz-u adavete düşmüşler, hilafeti terk etmişler, emperyalistlere uydu küçük küçük saltanatlar haline, hain ve kukla idareler haline gelmişlerdir. Müminin mümine yardım prensibini terk etmişler, sevgi ve şefkati unutmuşlar, düşmanları dost edinmişler, dostları düşman tutmuşlardır; ilmi, keşifleri, icadları, teknolojiyi ciddi takip etmemişlerdir; emr-i ma'ruf nehy-i münkeri, malıyla, canıyla cihadı terk etmişlerdir, İslam'ın iki cihan saadetini sağlayan hayata nizam kazandıran, düzen ve intizam veren, ölüyü dirilten, çölü yeşerten, karanlığı ışıtan yüce prensiplerini terk etmişlerdir...

Hem de nice yıllardan, hatta asırlardan beri terk etmişlerdir de ulu Allah yine onların hemen kahr ve mahv etmemiş, bilakis afetmiş bunca uzun zaman onlara fırsat ve mühlet tanımıştır.

Gerçekte müslümanların bugünkü perişanlıklarının kökleri, dinlerinin asıl ve esaslarını unuttukları, alabildiklerince dünya zevklerine daldıkları eski zengin ve müreffeh imparatorluk zamanlarına kadar gider. Bugünkü acı ve ızdıraplar, o iyş nuş demlerinden, o şarkı, türkü ve gazel alemlerinden, o dansöz ve rakkaselerden, o hanende ve sazendelerden, içkilerden, meyhanalarden, kadın-kız ve oğlan zevkperestliklerinden, ihmallarden, tembelliklerden, sorumsuzluklardan, düzensizliklerden, rüşvetlerden; ihtimaslardan, ehliyetsizliklerden, körü körüne itaat ve taklitçiliklerden... gelir. Ozamanlar güle güle günah işleyen ümmet, bugün ağlaya ağlaya ceza çekiyor. Çünkü dinlerini ve Allah'a itaati unutanlar, dünya ve ahirette hor ve zelil, fakir ve hakir, haib ve hasır, pişman ve perişan olurlar. Bu bir ilahi kanundur. İhmal edilen ödev ve görevler bir çığ gibi büyüyüp o tembel ve ihmalkar toplumları ezer geçerler. "Allah kullarına zulmedici değildir. Lakin kullar kendi nefislerine zulmederler."

Avrupa çoğrafi keşiflerle dünyayı zaptetmiş, zenginleşmiş, ülkeler, sömürgeler, mallar, mülkler, sonsuz imkanlar kazanmıştır. Batılılar menfaatleri gerektirdiği zaman derhal birlik ve bereberlikler tesis ederler, haçlı seferleri böyle yapılmıştır. Binbir ırktan müteşekkil Amerika 50 devleti birleştirmiş, koskoca bir güç oluşturmuştur. Rus ve Çin tehlikelerine karşı NATO, CENTO, SEATO... gibi paktlar kurulmuştur. Şu günlerde Avrupa, 350-360 milyonluk bir siyisi ve ekonomik güç ve birlik kurma yolundadır. Böylece ABD'nin baskı ve vesayetinden kurtulmayı, Doğu Avrupayı hatta hrıstiyan Rus devletçiklerini de içine alacak dev bir kuruluş haline gelmeyi tasarlamaktadır.

Peki, bütün bunlara karşılık müslümanlar nerede; İslâm âleminin siyasi ve ekonomik birliğini kim sağlayacak; bu ümmeti ezilmekten ve sömürülmekten kim kurtaracak? Müslüman milletleri ilerlitecek, yüceltecek aydınlar, alimler, filozoflar, kaşifler, mucitler, yöneticiler, halis-muhlis idealist uzman kadrolar nerede?

Onların şiddetle özledik, ve derin hasretle beklemekteyiz.