30 MART 1999 AKRA TEFSİR SOHBETİ (Bakara: 37 - 39)

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN Rh.A

Hazırlayan: Erkayalar
.


HAZRET-İ ADEM'İN TEVBESİNİN KABUL EDİLMESİ

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak Televizyon izleyicileri ve Ak Radyo dinleyicileri! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun...

......................

Bakara Sûre-i Şerifesi'nin 37, 38 ve 39. ayet-i kerimelerini, sohbetimin konusu yapmak istiyorum.

Önce tabii bayramlarınızı candan tebrik ederim. Allah-u Teàlâ Hazretleri nice mübarek günlere sağlıkla, sıhhatle, afiyetle, esenlikle, huzurla, gönül huzuru ile ulaşmayı; sevdiklerinizle beraber dünyada ve ahirette aziz ve bahtiyar olmanızı nasib eylesin... Dualar ederim, en güzel dileklerimle Cenâb-ı Hak'tan hayırlar dilerim hepinize... Allah cümlenizden râzı olsun... Nice bayramlara erdirsin... Güzel yerlerde, güzel vesilelerle toplanmayı, buluşmayı, yüzyüze görüşmeyi nasib eylesin...

Böyle telefonla bağlantı kurduğumuz gibi, inşaallah İskenderpaşa Camimizde, yahut kardeşlerimizin yine Hocamız adına muhtelif yerlerde yaptırdıkları camiler var... Bir tanesi gözümün önünde, resimleri demin getirdiler. Mehmed Zâhid Kotku Camii diye, Umrâniye Yukarı Dudullu'da --Allah râzı olsun sebep olanlardan-- güzel bir cami yapmışlar. Tabii orada ibadet edildikçe, Hocamız'ın adına yaptıkları için Hocamız'a da sevap gidecek; yaptıranlar da sevap kazanacak, ibadet edenler de sevap kazanacak. Çok teşekkür ederiz.

İnşaallah böyle yerlerde, yüzyüze de sohbetler yapmayı Allah nasib eder.

a. Hz. Adem'in Rabbine Yönelmesi

Bakara Sûresi'nin 37. Ayet-i kerimesi şöyle, bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(Fetelekkà âdemü min rabbihî kelimâtin fetâbe aleyh, innehû hüvet-tevvâbür-rahîm.) (Bakara: 37)

Bu ayet-i kerimede Rabbimiz buyuruyor ki:

(Fetelekkà âdemü min rabbihî kelimâtin fetâbe aleyhi) "Adem Rabbinden kelimeler aldı, telakkî etti; (fetâbe aleyhi) Allah da ona teveccüh buyurdu, tevbesini kabul buyurdu. (İnnehû hüvet-tevvâbür-rahîm) Çünkü o tevbeleri çok kabul edicidir, çok merhamet edicidir."

Bu tabii siyak sibak, daha önceki ayet-i kerimelerin gelişi nasıl, gidişi nasıl?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri Adem Atamız AS'ı yarattığını, sonra zevcesini yarattığını ve cennette onlara "Nasıl isterseniz, nimetler içinde yaşayın!" dediğini ve "Şu ağaca yaklaşmayın!" buyurduğunu, bir ağaca yaklaşmaktan yasakladığını; fakat şeytanın onları bir yoldan ikna ederek, kandırarak o ağaca yanaştırdığını ve ondan yedirttiğini; bunun üzerine onların, "İnin aşağıya cennetten!" diye cennetten çıkarıldığını, dünyaya gönderildiğini bildiriyordu daha önceki ayet-i kerimeler.

Adem AS, Havva Anamız ile beraber böyle indirilince... Tabii şeytan da çıkarıldı. Adem Atamız ve Havva Anamız Aleyhimesselâm da cennetten çıkarıldılar. Çıkarılınca, "Rabbinden kendisine bir takım kelimeler verildi; o da o kelimeleri aldı. Yâni ilham olundu, öğretildi; o da o ilhamı aldı, anladı. Kendisine ilham olunan, verilen kelimeleri öğrendi ve onlarla Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne tevbe etti. Çünkü, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin tevbeleri kabul edicidir." diye bildiriyor bu 37. ayet-i kerime.

Şimdi tabii burada, Adem AS Rabbinden ilham yoluyla, nasihat yoluyla, işaret yoluyla, açıkca hangi kelimeleri aldı da, Rabbine tevbe etti; Rabbi onun tevbesini kabul etti?.. Nasıl, hangi kelimeler olduğu hususunda İbn-i Kesir diyor ki: Bu hususta ayet-i kerime var. Buyruluyor ki başka bir sûrede:

(Kàlâ) "Her ikisi de yeryüzüne indirilince, Adem ile Havva AS dediler ki: (Rabbenâ) Ey Rabbimiz, (zalemnâ enfüsenâ) biz günah işlemek sûretiyle kendi kendimize zulmettik, elimizden nimetleri kaçırdık, kendi kendimize zarar vermiş olduk, zulmetmiş olduk! (Ve in lem tağfirlenâ ve terhamnâ) Eğer sen bizi afv ü mağfiret etmez, mağfiretinle muamele eylemezsen, bize rahmeylemezsen, acımazsan, (lenekûnenne minel-hàsirîn) muhakkak ki hüsrana uğrayanlardan oluruz." (A'raf: 23)

İşte öğrendiği kelimeler bunlardı. Çünkü, başka ayet-i kerimede böyle dedikleri belli olduğuna göre, bunları Cenâb-ı Mevlâ onlara öğretti, verdi. Onlar da bu sözleri söylediler diyor. Bir rivayet bu.

Diğer bir rivayet: Benî Temim'den, --bir kabile tabii bu-- bir kişi İbn-i Abbas RA'a geldi. İbn-i Abbas, yâni Abdullah ibn-i Abbas Kur'an-ı Kerim ilimlerinde mâhir, Kur'an-ı Kerim'i çok iyi bilen, alim, fâzıl, bir meşhur sahabi. Peygamber Efendimiz'in zamanında gençti. Ona geldi ve sordu. Dedi ki:

(Mel-kelimâtülletî telekkà âdemü min rabbihî) "Kur'an-ı Kerim'de Adem'in Rabbinden telakkî ettiği, aldığı, öğrendiği bildirilen kelimeler nelerdi?" diye sordu. İbn-i Abbas RA buyurdu ki: (Kàle: Alleme şe'nel-hac) "Adem ve Havva AS'a haccın nasıl yapılacağını, hac meselesini Allah öğretti."

Şimdi kurban bayramında biz Mekke'deyiz, hacdayız. Bu ayet-i kerime tam tevâfukan çok uygun bir zamanda sohbetimizin konusu olmuş oluyor.

O zaman tabii, Adem AS'la Havva Anamız haccın nasıl yapılacağını, Cenâb-ı Mevlâ'ya nasıl tazarru ve niyaz edileceğini Allah öğretince; demek ki, o tarzda kendilerini affettirecek işlemlere girişmişler.

Hacı kardeşlerimiz bilsinler; hacca gitmiş olanlar da, buradaki hatıralarını hafızalarında canlandırsınlar. Demek ki, bizim Kâbe-i Müşerrefe'nin etrafında dönmemiz, Adem Atamız'ın o işaret edilen mübarek yerde, Allah CC kendilerini affetsin diye dönmesi... Sonra Arafat'ta vakfeye durmamız, yalvarmamız, yakarmamız; hacıların Arafe gününde, Arafat meydanında dua ve niyaz etmeleri... Demek ki Adem Atamız oralara gelmiş, öyle tazarru ve niyaz eylemiş ve Allah-u Teàlâ Hazretleri onun tevbesini kabul eylemiş. Bir rivayet bu.

Süfyân-ı Sevrî ve daha başka alimlerin --Allah hepsini rahmetine erdirsin, büyük mükâfatlarla mükâfatlandırsın-- bir başka rivayetleri bu konuda, şöyle:

(Kàle ademü) Adem AS böyle cennetten çıkartılıp da yeryüzüne indirilince, Mevlâsına sordu: (Yâ rabbi, hatîetilletî ahta'tü şey'ün ketebtehû aleyye kable en tahlükanî ev şey'ün ibteda'tühî min kıbeli nefsî?)

"--Yâ Rabbi, şu benim işlediğim hata; yâni ağaca yaklaşma dedin dayanamadık, yaklaştık. Şeytan bize, 'Bu ağacı yerseniz cennette ebedi kalırsınız, elden gitmeyecek bir devlet, nimet, şevket, saltanata nail olursunuz.' dediği için tamah ettik. Ama, yapmamamız lâzımdı, iyi niyetle bunu yaptık. Yâ Rabbi, bizim bu hatamız, beni yaratmadan önce senin mukadderâtımıza yazdığın bir şey mi, yoksa ben bunu kendi nefsimden, kendim mi ortaya koydum?.." diye Mevlâsına sordu Adem Atamız.

(Kàle: Bel şey'ün ketebtehû aleyke kable en ahlükake) diye cevap geldi Cenâb-ı Mevlâ'dan. "Hayır sen bunu kendin yapmadın, ben mukadderât icâbı, seni yaratmadan evvel böyle yapacağını sana yazmıştım." diye buyurdu Cenâb-ı Mevlâ... Sorusuna böyle bilgi verdi Adem Atamız'a.

Onun üzerine Adem Atamız buyurmuş ki: (Kàle: Fe kemâ ketebtehû aleyye fağfirlî) "Madem sen bunu mukadderâtıma yazdın yâ Rabbi, alnıma yazdın bu meseleyi; o halde beni mağfiret eyle, bu hatamı bağışla!.." dedi.

(Kàle) Râvi bu ayet-i kerimeyi hatırlatarak demiş ki: (Fezâlike kavlühû teàlâ: Fetelekkà âdemü min rabbihî kelimâtin fetâbe aleyh.) İşte Adem'in Rabbinden, Mevlâsı'ndan bazı kelimeler, konuşmalar böyle telakki edip, mükaleme, konuşma olduktan sonra, soru cevap aldıktan sonra söylemeleridir. Bu ayet-i kerimede kelimât sözünden murâd budur." diye bir rivayet de bu.

Bu da bize Peygamber SAS'in sahih bir hadis-i şerifini hatırlatıyor: Mûsâ AS Adem AS ile karşılaşınca Mi'rac'da, Peygamber Efendimiz'in müşahede eylediği vech ile:

"--Allah seni kendi eliyle yaratmadı mı? Meleklerden üstün kılmadı mı? Esmâyı öğretmedi mi? Taltif etmedi mi? Cennette yaşa demedi mi? Niye yaklaşma dediği ağaca yaklaştın da, bizi cennetten çıkarttın?" diye Adem Atamız'a Mûsâ AS söyleyince; Adem AS da cevap olarak demiş ki:

"--Yâ Mûsâ, Allah'ın mukadderât kaleminin yazdığı, mürekkebinin kuruduğu bir husustan dolayı mı bana levm ediyosun, beni ayıplıyorsun, kınıyorsun?" dedi ve Mûsâ AS'ı susturdu diyor Peygamber Efendimiz SAS.

Demek ki, "Adem Atamız haklıydı, mukadderâtın bir cilvesiydi bu." demiş oluyor. Peygamber Efendimiz'in o hadis-i şerifinden de anladığımız bu.

Başka bir rivayet de şöyle... İbn-i Abbas'tan bu rivayet. Adem AS demiş ki:

(Yâ rabbi, elem tahluknî biyedik) "Yâ Rabbi, sen beni müstesna bir şekilde elinle yaratmadın mı?" (Kàle: Belâ) "Evet yarattım." buyurdu. (Kàle: Ve nefahte fîhi min rûhike) "Benim cesedim daha ruha sahip değilken, cana sahip değilken, benim topraktan yarattığın cesedime ruhunu sen üfürmedin mi ey benim Rabbim?.." (Kìle lehû: Belà) "Evet" denildi. (Eraeyte in tübtü hel ente râciî ilel-cenneh) Böyle cevaplar alınca, Adem AS adım adım arzusunu arzediyor Mevlâsına. "Yâ Rabbi, eğer ben tevbe edersem, tekrar beni cennete sokar mısın, döndürür müsün?.. Cennete dönenlerden olur muyum? Dönücü olur muyum?" deyince; (Kàle: Neam) "Evet." buyurdu Mevlâmız.

İşte bu konuşma, buradaki kelimât, Rabbiyle bir takım mükâlemesi işte budur diye, bir rivayet de böyle. Böyle sahih rivayetler var.

Bir de Übey ibn-i Kâ'b RA'den bir rivayet var. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:

(Kàle âdemü aleyhis-selâm) Adem AS dedi ki: (Eraeyte yâ rabbi in tübtü ve raca'tü aîdi ilel-cenneh) "Yâ Rabbi eğer ben tevbe edersem ve dönersem, beni cennete tekrar avdet ettirir misin? Cennete girenlerden olur muyum?.." diye sordu. (Kàle: Neam) Allah-u Teàlâ Hazretleri, "Evet Girersin." buyurdu.

"İşte (Fetelekkà âdemü min rabbihî kelimâtin)'deki kelimâtin budur, Adem AS'ın Rabbinden aldığı kelimeler bunlardır." diye, bu rivayeti de naklediyor İbn-i Kesir Rh.A.

Sonra Ebûl-Àliye isimli zât-ı muhteremden rivayette, "Adem AS bu kelimâtı öğrendi ve Rabbı'na tevbe etti." konusunda deniliyor ki:

(İnne âdeme lemmâ esàbel-hatîete kàle) "Adem AS, işte o ağaçtan yeyince dedi ki: (Eraeyte in tübtü yâ rabbi ve aslahtü) Yâ Rabbi ben tevbe etsem, islah olsam, halimi düzeltsem nasıl olur ya Rabbi?" dedi.

(Kalellah: İzen üdhilekel-cenneh) O zaman ben de seni cennetime dahil ederim." diye cevap gelince, Mevlâ'dan aldığı kelimeler işte budur diye rivayet ediliyor.

Tabii hepsi birbirini tamamlayıcı şeyler. (Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ) "Yâ Rabbi biz nefsimize, kendi kendimize kötülük ettik, zulmettik. Affetmezsen halimiz yaman olur. Bizi mağfiret eylemezsen, bize rahmetmezsen çok ziyanlara uğrarız." sözü, "Böyle tevbe etsem kabul olur mu?" diye niyazı; bunların hepsi birbirini tamamlayıcı şeyler.

Bir de Ebû Nüceyh, Mücahid'den (Rh.A) rivayet etmiş ki, Adem AS'ın sözleri şu kelimelerdi:

(Allàhümme lâ ilâhe illâ ente sübhàneke ve bihamdik, rabbi innî zalemtü nefsî fağfirlî inneke hayrul-gàfirîn.

Allàhümme lâ ilâhe illâ ente sübhàneke ve bihamdik, rabbi innî zalemtü nefsî ferhamnî inneke hayrur-râhimîn.

Allàhümme lâ ilâhe illâ ente sübhàneke ve bihamdik, rabbi innî zalemtü nefsî fetüb aleyye inneke entet-tevvâbür-rahîm.) sözleriydi." diyor.

Bu sözleri tabii, bizim Hocamız'ın tertiplediği Evrâd-ı Şerifemizi, dua kitabımızı okuyanlar hatırlayacaklar. Pazar günü tesbihatı arasında Adem AS'ın tesbihâtı olarak bunlar da var.

İşte böyle kelimelerle niyaz etti. Tabii bunlar da yine Allah'ın ilhamıyla oluyor, gönlüne düşürmesiyle oluyor. "Böyle Cenâb-ı Mevlâ'dan affını istedi." diye de geçiyor.

Buradan tabii, Allah rahmet etsin Mehmed Zâhid Kotku Hocamıza... Bize her gün okuyacağımız duaları hazırlamış. Her hafta bu Evrâd-ı Şerife'yi okuyunca, Adem Atamız'ın afv u mağfiret olmasına sebep olan kelimeleri öğretmiş oluyor, pazar günleri de okumuş oluyoruz. Nur içinde yatsın, makamı yüksek olsun, daha âlâ olsun... Allah evliyâullah büyüklerimizin şefaatine erdirsin...

Bu kelimelerin mânâsını şöyle hatırlayıverelim. Ezberlersek çok iyi olur ama, mânâsını bilmemiz de lâzım:

(Allàhümme) "Ey benim Mevlâm, Rabbim, (lâ ilâhe illâ ente) senden başka ilâh yok, mâbud yok, ancak sen varsın! (Sübhâneke ve bihamdik) Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Her türlü kemâle sahipsin, hiç eksiğin, noksanın yok. Her şeyi bilirsin, görürsün. Her türlü kemâl sıfatıyla muttasıfsın. Her türlü noksanlıktan münezzehsin. Sana hamd-ü senâlar ederim."

(Rabbi innî zalemtü nefsî) "Yâ Rabbi, ben nefsime kendim kötülük ettim, zulmettim. (Fağfirlî) Beni afv u mağfiret eyle; (inneke hayrul-gafirîn) çünkü sen mağfiret edenlerin en hayırlısısın."
Birinci cümle bu.

İkinci cümle yine onun gibi ama sonunda hafif bir değişiklik var:

(Allàhümme lâ ilâhe illâ ente) "Yâ Rabbi, mevlâm, rabbım, Allah'ım senden başka ma'bud ve ilâh yok, ancak sen varsın. Seni her türlü noksandan tenzih ederim, sana hamd ü senâlar ederim. (Rabbi innî zalemtü nefsî) Yâ Rabbi ben nefsime kötülük ettim, kendi kendime zulmettim. (Ferhamnî) Beni rahmetine erdir, rahmeyle bana, yâni acı... (İnneke hayrur-rahimîn) Çünkü sen merhamet edenlerin en hayırlısısın!"

Burada merhamet ikinci cümlede... Birincide mağfiret isteniyor, ikincide merhamet, rahmet isteniyor. Üçüncü cümlede de:

(Allahümme lâ ilâhe illâ ente sübhâneke ve bi hamdik) "Allah'ım, Mevlâm, senden başka ilâh yok! Ancak sen varsın, tek ma'bud sensin, seni her türlü noksandan tenzih ederim. Zàlimlerin, fâsıkların, kâfirlerin, müşriklerin söylediği abuk sabuk yalan yanlış sözlerden tenzih ederim. Sana hamd ü senâlar ederim. (Rabbi innî zalemtü nefsî) Ben nefsime kötülük ettim, kendim zulmettim. (Fetüb aleyye) Bana tevbe nasib eyle, teveccüh eyle; (inneke entet-tevvâbür-rahîm) çünkü sen çok teveccühkârsın; tevbeleri çok kabul edici, çok merhametlisin!" mânâsına geliyor. Bu Allàhümme ile başlayan dualar.

b. Allah'ın Tevbesini Kabul Etmesi

İşte böyle dualarla, Adem Atamız dua etti, yalvardı, yakardı, sözleri bunlar. Mekânlar da demek ki, bu haccın îfâ edildiği mukaddes mıntıkalar; Mekke, Kâbe-i Müşerrefe'nin olduğu yerler... Oradaki Kâbe'nin olduğu yerde, meleklerin yaptığı nurdan şeyin etrafında tavaf etti. Arafat'da vakfeye durdu, yalvardı. (Fetâbe aleyhi) "Allah-u Teàlâ Hazretleri de onun tevbesini kabul eyledi."

Böyle bir Arapça cümlenin içinde, yeni başlayan cümleciğin başına fe gelince, çeşitli mânâlar ifade edebilir. Birisi; şöyle şöyle oldu, sonra da şöyle oldu mânâsına, peşpeşe birbirini takip eden olayları ifadede kullanılır. Bir de; "Şu şöyle oldu da, ona mukabil bu şöyle oldu." gibi bir mânâ taşır. Fâilin değiştiğini gösterir.

Adem AS, Rabbinden böyle kelimeler ilham olarak gönlüne geldi, veya doğrudan doğruya duyulur seslerle Rabbine sordu; "Tevbe etsem kabul olur mu?" dedi. (Allàhümme) diyerek göz yaşlarıyla yalvararak, yakararak affını, mağfiretini istedi.

(Fetâbe aleyhi) "Allah da ona tevbesini kabul buyurdu, teveccüh etti." Fetâbe'nin fâili (tâballàhu aleyhi), yâni (tâballàhu alâ ademe) "Allah Adem'e teveccüh etti."

Tâbe-yetûbu-tevbeten; rücû etmek, dönmek demek. Kul ne yapıyor?.. İsyandan döndüğü zaman, "Yâ Rabbi ben yanlış yoldan, isyandan döndüm." deyince; tâbe kul tarafında, kulun fiili olarak mütâlâa edildiği zaman, "Rabbine döndü, günahı bıraktı, itaate döndü. Rabbine teveccüh etti." mânâsına geliyor. Tevbe bu mânâya; yâni yanlışını bırakmak, yanlışından dönmek mânâsına.

Allah tarafından, (tâballàhu) "Allah tevbe etti." diye, Allah fail olarak kullanıldığı zaman, "Allah kuluna rahmetiyle teveccüh etti, rahmetiyle döndü. Yâni gazabını döndürdü, rahmetini tevcih etti, öyle teveccüh etti." mânâsına geliyor.

Burada, "Adem Mevlâsına tevbe etti." mânâsına da olabilir. Tabii hep zamir olarak kullanıldığı için, "O kelimeleri kullanıp öyle söyleyip, yalvarıp yakarınca, Rabbi ona teveccüh buyurdu, onun tevbesini kabul etti." mânâsına da olabilir. Yâni (tâbellàhu alâ âdeme) de olur, veya (tâbe ademü) de olur. Ama burada aleyhi ile kullanılması, (tâbellàhu alâ âdeme) mânâsına geldiğini kesin olarak gösteriyor.

Demek ki o sözleri söyleyip, yalvarıp, yakarınca, günahından dönünce; Mevlâsı onun tevbesini kabul etti. Bu hacca gelenler, umreye gelenler de aynı şekilde, hayatlarında o zamana kadar yapmış oldukları hataları, kusurları yâd ederek, tavaf ederek, gözyaşı dökerek, "Aman yâ Rabbi!.." diyerek, hâlisâne, muhlisâne Cenâb-ı Mevlâ'dan afv u mağfiret isteyerek, Arafat'ta kulların arasıda baş açık, yalın ayak, göz yaşlarıyla yalvarıp yakarınca; (fetâbe aleyhim) Cenâb-ı Mevlâ onlara da tevbe ediyor.

Tevbenin yolu bu işte. Allah-u Teàlâ Hazretleri bu hac ibâdetini, çok büyük bir tevbe fiili olarak nasib etmiş. Elhamdü lillâh, İslâm başlı başına her şeyi serapâ, bütün ahkâmıyla bir nimet... İçindeki ibadetler de çok büyük nimet, devlet ve saadet... Bu hac ibadeti de çok büyük, çok güzel bir ibadet... İşte böylece kullar afv u mağfiret oluyor. Adem Atamız da böyle Mevlâ'sından aldığı işaretlerle, telkinlerle kendisi tevbe etmiş; Allah'ın tevbesine mazhar olmuş.

(İnnehû) İnnehû'daki hû zamiri Allah'a râci, (İnnallàh) demek yâni. "Hiç şüphe yok ki Allah, (hüvet-tevvâbür-rahîm) Tevvâb ve Rahîm'dir." Yâni kendisine teveccüh edenlere, çok daha fazla teveccüh eder. Kul Mevlâsına dönünce, Mevlâ da kuluna çok daha fazla teveccüh ediyor. Tevvâb, Allah'ın sıfatı olunca o mânâya geliyor. "Çok teveccühkâr, çok yönelen, kulunun duasını kabul eden; dönüşüne mukabil, o da kuluna rahmetiyle muamele eden; gazabını kaldıran, affeden, mağfiret eden; tevvâb, tevbeleri çok kabul edici..."

Mübâlağa sîgası, fa'âl olunca mübalağa oluyor. Cenâb-ı Mevlâ tevbeleri çok kabul edicidir. Tevbe eden kulunu çok sever ve çok sevinir; kulunun tevbesinden, çok hoşnut ve râzı olur. Hadis-i şerifler kesin bu hususta.

(İnnehû hüvet-tevvâbür-rahîm) "Çok merhametlidir. Kullarına lütfediyor, azab etmek istemiyor; kullar tevbe etti mi tevbesini kabul ediyor, rahmediyor, lutfediyor."

Bu ayet-i kerime, böyle çeşitli güzel yönlerden bizi ümitlendiriyor. Yüzümüz ne kadar kara olsa, elimiz ne kadar boş olsa, suçumuz ne kadar çok olsa, Cenâb-ı Mevlâ Tevvâb'dır, Rahîm'dir, affeder, mağfiret eder, lütfeder, rahmeder, acır, bağışlar, günahları siler.

c. Hidayete Tâbî Olanlara Korku Yok

(Kulnâ) Ondan sonraki 38. ayet-i kerimenin başındaki ilk kelime. "Ben azîmüş-şân buyurdum ki..." diye Cenâb-ı Mevlâ kendisi bildiriyor. (Kulnâ) "Biz buyurduk ki, (ihbitû minhâ cemîa) Tabii Arapça'da sülâsi emirlerin başındaki elifler, hemze-i vasıl, geçilen elif olduğundan (Kulnehbitù) deniliyor. Tek tek okunsa, (Kulnâ ihbitù) denilecek.

(Kulnehbitû minhâ) "Ben âzimuş-şân oradan, ondan ininiz buyurdum." Min, den takısı; hâ da, cennete gidiyor. "Cennetten ininiz buyurdum, (cemîan) hep beraber..." Cemîan olunca kimler oluyor?.. Adem Atamız AS, bir. Havva Anamız AS iki... Tabii iki kişiye olsa, iki kişiye emrin ayrı sigası var Arapça'da; (ihbitâ) denilir; (ihbitû) denmiş. Demek ki cemî olarak, murad zürriyeti olduğundan, yâni insan nesli yeryüzüne insin, yeryüzüne yerleşsin mânâsına... Onun için cemi olarak emredilmiş olabilir.

"Yahut da; hem Adem'le Havva Aleyhimesselâm, hem de onları kandıran şeytan. 'Sen kandırdın, sizler de kandınız; haydi bakalım ininiz, cennetten çıkınız!' denmiş. Yâni üç olduğundan, birisi de İblis olduğundan (ihbitû) diye cemi sîgasıyla söylenmiş olabilir." diyor açıklayanlar. Hep birden ininiz bakalım!..

Hubut; bir yerden, yüksek bir yeden aşağıya inmek. Şimdi bu daha öneki ayet-i kerimede de geçmişti bu ihbitû kelimesi. Orada da izah etmiştik inmek mânâsına geliyor. Ama bir orada ihbitû buyrulmuş,

(Ve kulnehbitû ba'düküm liba'din aduvv, ve leküm fil-ardi müstekarrun ve metâun ilâ hîn.) 36. ayet-i kerimede. Bir orada denmiş, bir de burada (ihbitû minhâ cemîan) "Beraberce buradan ininiz!" buyrulmuş.

Şimdi burada bu iki defa (ihbitû) denmesi te'kiddir. Çünkü Araplar meselâ bir kelimeyi iki defa söylerler, meselâ derler ki: (Kum, kum!) Kàme-yekùmu'dan emir. Kum kalk demek. "Kalk, kalk!" derler. (İhbitû minhâ, ihbitû minhâ) "İnin oradan, irin oradan!" diye te'kid olarak söylenmiş bir söz olabilir.

Bazıları da demişler ki: "Hayır, bu iki in emri başka başkadır. Bir; 'Cennetten inin semâya...' Ondan sonra iki; 'Buradaki semâdan yeryüzüne inin!' diye iki hubut kastedilmiştir. Bu ikisi arasında fark vardır." demiş oluyor alimler.

Birincisini tercih ediyor İbn-i Kesir. Yâni te'kiddir bu. (İhbitû minhâ) "Haydi cennetten çıkın!" dedi yine. Yâni tevbesini kabul ettiği halde yine, "İnin bakalım yeryüzüne!" diye buyurmuş oluyor Cenâb-ı Hak. Tabii bu mukadderâttan olduğunu da gösteriyor işin. Yâni bu olayların takdir-i ilâhiyle olduğunu da gösteriyor.

(Feimmâ ye'tiyenneküm minnî hüden) İmmâ, şart edatı; eğer şöyle olursa, şöyle olur mânâsına. "Eğer size benden bir hidayet gelirse..." Ama (ye'tiyenneküm) denmiş, nun-u te'kid-i sakîle kullanılmış. Yâni, "Muhakkak gelecek, kesin olarak gelecek." demek.

"Benden size bir hidayet geldiği zaman, (femen tebia hüdâye) benden size gelen o hidayete kim tâbi olursa; (felâ havfün aleyhim) bu tâbi olanlara hiç bir korku yok! (Ve lâ hüm yahzenûn) Dünyada bir korku yok, ahirette de mahzun ve mahrum kalmayacaklar."

Bu hidayetten kasıt nedir?.. El-hüdâ'dan kasdedilen, (el-enbiyâu ver-rusül) peygamberlerdir, enbiyâ ve mürselîndir; (vel-beyyinâtü) Cenâb-ı Mevlâ'nın mucizeleridir; (vel-beyânu) ilâhi kitaplar, ayet-i kerimelerdir. İşte böyle çeşitli vesilelerle Cenâb-ı Mevlâ kullarına hidayet gönderiyor, yâni yol gösterici emirler, işaretler gönderiyor. Peygamberler insanları doğru yola çekiyor. İlâhi kitaplar insanlara güzel ahlâkı, doğru yolu, güzel şeyleri öğretmek için iniyor. Ahkâm-ı ilâhiyye insanların dünya ve ahiret saadetini sağlamak için gönderiliyor. Ama tabii insanların hepsi bu hidayeti, enbiyâ ve mürselîni, mukaddes vahiyleri ve açıklamaları anlayıp dinlemiyorlar.

Bazı alimler, "Buradaki hüdâ'dan maksat Peygamber SAS Muhammed-i Mustafâ Efendimiz'dir." demiş. Hasan-ı Basrî de: "Kur'an-ı Kerim'dir." demiş. İbn-i Kesir diyor ki:

(Ve hazânil-kavlâni-sahîhàni) "Bu iki söz sahihtir." Yâni, ayet-i kerimeler her ne kadar Adem Atamız'ı anlatıyorsa da, Peygamber Efendimiz'e inmiş olduğundan ve muhatap da Peygamber Efendimiz'den bu ayetleri dinleyecek olan o devrin insanları olduğundan, bu işaretler de sahihtir. Yâni hidayet Peygamber Efendimiz'dir, hidayet Kur'an-ı Kerim'dir. O devrin insanlarının ona tâbi olması lâzım! Tâbi olurlarsa, onlara (felâ havfun aleyhim), yâni istikbalde, ahirette karşılaşacakları muamele iyi olacak, korkmayacaklar. Yâni itâb olmayacak, ikàb olmayacak, cehennem olmayacak, azap olmayacak, bir korku olmayacak onlar için...

(Ve lâ hüm yahzenûn) "Mahzun da olmayacaklar." Dünyadaki işlerinden, amellerinden dolayı, "Hay Allah, niye yaptık?" vs. gibi mahzunluk vs. de bahis konusu olmayacak. Çünkü dünyadayken Allah'a itaat etmişlerdi. Kur'an-ı Kerim'e, peygamberlere, ilâhi kitaplara uymuşlardı. Orada bir hüzün ve pişmanlık, perişanlık olmayacak.

Tabii bu husustaki ayet-i kerimeler, bu mânâyı ifade eden ayet-i kerimeler, başka sûrelerde de çok karşımıza geliyor, okuyoruz, biliyoruz. Meselâ:

(Ve men a'rada an zikrî) "Kim benim hatırlatmamdan, uyarımdan, zikrimden yüz çevirirse; hatırlatılmasına rağmen, zikredilmesine rağmen, hakikatları dinlemez, sırtını çevirirse, dönerse, kabul etmezse; (feinne lehû maîşeten dankâ) ona böyle sıkışık bir yaşam, tatsız bir hayat vardır. (Ve nahşüruhû yevmel-kıyâmeti a'mâ) Biz onu ahirette gözleri kör olarak ba'sederiz." Ba'sü ba'del-mevt'te, ahirette a'mâ olarak kalkar ve söyler:

"--Yâ Rabbi, ben dünyada gözü gören bir insandım, niye burada gözümü kör eyledin? Hiç etrafı göremiyorum."

"--Dünyada Allah'ın ayetleri sana okunduğu zaman, ayetler geldiği zaman dinlememiştin. İşte onun cezâsı olarak sen de şimdi burada a'mâ olarak haşroldun." diye, böyle önümüzdeki ayet-i kerimelerde, bu mânâ gelecek.

Ebû Saîd el-Hudrî Hazretleri ki, Ebû Saîd künyedir, ismi Sa'd'dır. Ebû Saîd, Sa'd ibn-i Mâlik ibn-i Sinân el-Hudrî RA. Çok hadis rivayet etmiş sahabeden bir zât, rıdvânullàhi aleyhim ecmaîn... Onun bu konuda rivayet ettiği bir hadis-i şerifi okuyalım. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:

(Emmâ ehlün-nâr, ellezînehüm ehlühâ) "Cehennem ahâlisine, cehennem ehli olan insanlara gelince ki, (ellezînehüm ehlühâ) tam onlar cehennemliktirler. Tam kâfir, müşrik, böyle cehennemin tam asıl sahipleri, ahâlisidirler. (Felâ yemûtûne fîhâ) Cehennemde azap görünce yandık, kesildik, kafamız parçalandı, tokmaklarla vuruldu... her neyse, yâni ne türlü azap olursa olsun, orada ölmeyecekler. Azaplardan dolayı ölüverip de kurtulmak yok.

(Ve lâ yahyevne) Ama cehennemin içindeki o yaşamaları da yaşamak değil. Ölmeyecekler ama, azabı çekecekler. Yaşamaları azâbı çekmeleri için, o da hayat değil yâni... Çok berbat bir şey, azap içinde bir yaşam; yaşıyor sayılmazlar. Tamamen cehennemlik olanlar böyle. Ölmeden azabı daima çekecekler. Azap dolu bir cehennem yaşamı olacak onlar için...

(Ve lâkin) "Buna mukabil, (akvâmün esâbethümün-nâr bihatâyâhüm) dünyadaki günahlarından dolayı cehenneme atılmış insanlara gelince ki, bunlar mü'mindir." Aslında cennetlik olması lâzım ama günah işlediler, içki içtiler, faiz yediler, kumar oynadılar, zinâ ettiler vs. vs.. Allah'ın yasak ettiği günahlar belli.

Ben her zaman söylüyorum: Bunları duvara yazın, bir liste halinde çocuklarınıza öğretin, ezberletin; günahları işlemesinler:

"--Yavrum şunları yapma! Bir sürü tatlı, helâl meşrubat var, haramları içme!.. Bir sürü güzel, insanın gönlünü hoş edecek şeyler var, şu haramlara yaklaşma!.."

Hani demiştim ya, cennette de Adem Atamız'a Allah-u Teàlâ Hazretleri:

"--Yeyin, için sıhhatle afiyetle, nereden, ne zaman isterseniz, cennet nimetlerinden hangisini isterseniz yeyin; ama, şu ağaca yaklaşmayın!" buyurmuştu.

O kadar geniş bir imkân önlerinde ama, gittiler, o ağaçtan yediler. Yâni çok ilginç. İnsanoğlu dünyada da bu hatayı tekrar ediyor. Bu kadar geniş helâller var, onları bırakıyor, haramlara sapıyor. Haramlar az, helâller geniş, çok... Ama helâllerle yetinmiyor, gidiyor gidiyor tehlikeli olan haram işe bulaşıyor. Tabii onun da cezâsını çekecek. Madem söz dinlemedi, o da cehenneme atılacak.

Cehennemde ne olacak? Peygamber Efendimiz burada bildiriyor:

(Feemâtethüm) "Cehennem ateşi onları öldürecek. (İmâteten) Yâni, bir çeşit öldürme ile onları öldürecek." Ama öteki asıl, cehennemin asıl kâfir ahâlisine ölmek yok. Onlar daima azâbı canlı olarak çekecekler. Ama bunları şöyle bir çeşit öldürmeyle öldürecek cehennemin ateşi, yakması. (Hatta izâ sàrû fahmen) "Kömür gibi oldukları zaman, (üzine fiş-şefaati) onların kurtulması için şefaate izin verilecek."

O ehli imanın da, günahları kadar azâbı sürecek. Tabii milyonlarca sene yine... Hadis-i şeriflerden biliyoruz ki, çok uzun zaman yanacaklar. Cehenneme bir giren milyonlarca sene yanacak, kesin olarak... Sonra onlar, orada bir çeşit ölümle ölecekler, kömür gibi olduktan sonra... Şefaat olununca kendilerine, Allah-u Teàlâ Hazretleri onları, hayat nehri denilen nehirde yıkattıracak. Nehire atılınca bunlar, kömür gibi olmuşken tekrar canlanacaklar. Kendi hallerine gelecekler, kendi vücutlarını kazanacaklar. Allah onları cennete o zaman sokacak. Bu okuduğum hadis-i şerifi Müslim rivayet etmiş.

Demek ki: (Lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenun) "Hidayete tâbi olanlara korkmak yok, mahzun olmak yok, cennette nimetlerle mütena'im olacaklar."

d. Kâfirler Cehennemde Ebedî Kalacaklar

(Vellezîne keferû ve kezzebû biâyâtinâ) "Ama kâfir olanlar, küfredenler..." Yâni küfreden deyince, Türkçede ağzıyla sebbetmek mânasına geliyor; öyle değil. "Kâfirliği kabul edip, kâfirlik yolunda gidenler, (ve kezzebû biâyâtinâ) ve bizim kendilerine indirdiğimiz ilâhî vahiyleri inkâr edenler..." Kur'an-ı Kerim'e inanmıyor. Bu kadar güzel, bu kadar sahih, bu kadar sağlam Allah'ın haberlerine inanmıyor, karşı geliyor, inkâr ediyor, itiraz ediyor... (Ülâike eshàbün-nâr) "İşte onlar cehennemin ashabıdır."

Ashab, aslında bir insana yapışan, yanında gezinen, onunla sohbet eden insana derler. Yâni yapıştığı için, beraber olduğu için, beraberlikden dolayı ayrılmadığı için ashab deniyor. Bunlar da cehennemin ashabı oluyorlar. Yâni cehennemden ayrılmadıkları için, cehennemde hep kaldıkları için, cehennemin arkadaşı, cehennemle her zaman beraber... Tabii azabı çekmek için. "İşte onlar cehennemin ashabıdırlar. Yâni, cehennemden hiç ayrılmayacak kimselerdir."

(Hüm fîhâ hàlidûn) "Onlar orada, cehennemde ebediyyen kalacaklar." Hulûd, ebediyyen, yâni sonu olmayan bir şekilde orada kalacaklar. (Bakara: 39)

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Allah-u Teàlâ Hazretleri bildiriyor, işte ayet-i kerimeler... Ben de size sohbetle bunları açıklıyorum. Tabii elhamdü lillah, bizim ülkemiz mü'min insanların ülkesi... Çok geniş bir ülkeydi. Şimdi bu Sırpların saldırdığı Kosova, Bosna... her taraf bizim idaremizdeydi ve insanlar mutluydu. Ama düşmanlar mutlu insanları kandırdılar, kavga, gürültü filân derken, Osmanlı Devleti'ni parçaladılar. Bazıları da hıyanet etti, devletin parçalanmasında payı oldu, günahı oldu, sorumluluğu oldu.

Devlet küçüldü, küçüldü... Küçüldükten sonra geriye bu kaldı. Mü'min insanlar; işte bu süzmesi, sâfisi... Hani böyle bir şeyi, sütü çalkalıyorsun, çalkalıyorsun, kaymağı ortaya çıkıyor. Burada da şimdi memleketimiz müslüman, mütedeyyin, %100'ü, %99'u müslüman. İşte biraz da misafirimiz gibi olan başka dinlerden vatandaşlar var...

Ben bazen imanla ilgili ayetleri ve saireleri okurken, rahatsız oluyorlar. Niye rahatsız oluyorsun kardeşim?.. Allah'ın emrini naklediyorum, peygamberlerin sözünü naklediyorum. Yâni, sen Hazret-i İsâ'ya bağlıysan; Hazret-i İsâ'nın râzı olacağı sözü söylüyorum. Hazret-i İsâ geldiği zaman, sana söyleyeceği sözü söylüyorum. Musa AS'a bağlıysan, Musa AS gelse söyleyeceği sözü naklediyorum. Allah'ın sözünü naklediyorum. Çünkü onlar Allah'ın peygamberleri. Biliyorsunuz ki, Allah'ın mübarek kulları. Tamam, Allah'ın emrini naklediyorum.

Dokununca itiraz ediyorlar. Ama hakikatleri söylemeden nasıl bilecek insanlar, nasıl bulacaklar? Elbette hakikatlerin söylenmesi lâzım! Biz onları sevdiğimiz için, acıdığımız için söylüyoruz.

Gazetenin birisi de şey demiş:

"--Es'ad Hoca gayrimüslim vatandaşlara küfrediyor."

Hayır, benim zaten terbiyem müsait değil. Ben öyle bir şey yapmıyorum, onların iyiliğini istiyorum. Yâni, onların da Allah'ın rahmetine ermesini istiyorum.

"--Allah'ın rahmetini bırak, biz böyle inanalım..."

Allah böyle buyurmuyor Kur'an-ı Kerim'de... Yanlış itikad olursa, kabul etmiyor. Kâfir olursa, kabul etmiyor. Müşrik olursa, kabul etmiyor. Allah'tan gayrıya taparsa, kabul etmiyor.

(İnned-dine indallàhil-islâm) "Allah'ın indinde geçerli din İslâm'dır." (Âl-i İmran: 19) Peygamber Efendimiz'in zamanında da hristiyanlar varmış, müslüman olmuşlar. Yahudiler varmış, müslüman olmuşlar.

Tarih boyunca da, bir çok yerde biliyoruz müslüman olanları. Benim işte profesörlük dolayısıyla yaptığım bu Risâle-i İslâmiyye çalışması... Yâni İbrâhim-i Müteferrika var, meşhur matbaacı, çok aydın bir insan. Onun eserini neşrettim. O da eskiden papazmış, müslüman olmuş, İslâm ülkesine gelmiş. Hatta Romanya'da yaşarken kendisi gelmiş, gerçekleri anladığı zaman... Hayatını inceledim, böyle.

Böyle bunları niçin neşrediyorum, niçin bunların üzerinde duruyorum? Herkes gerçekleri bulsun diye. Türkiye ile de sınırlı kalmasını istemiyorum, dünyadaki insanlar gerçekleri anlasın.

Peygamber Efendimiz SAS nasıl İslâm'ı anlatmak için Mısır'a, Mısır Hükümdârı Mukavkise mektup göndermiş, elçi göndermiş. Nasıl Bizans Hükümdârı Herakliyus'e elçi göndermiş, mektup yazmış. Nasıl Bahreyn Hükümdârına elçi göndermiş. Nasıl Habeşistan'a İslâm'ı yaymış... Yâni çevresinde, o zamanın imkânlarıyla ulaşabileceği her yere elçi gönderip, onları Cenâb-ı Mevlâ'nın yoluna davet etmiş.

Ondan sonraki asırlarda da, Allah'ın has kulları, halis kulları, sorumluluk taşıyan kulları, İslâm'ı seven, Allah'ın rızasını kazanmak isteyen kulları, dünyanın her yerine İslâm'ı yaymaya, götürmeye gayret etmişler.

Meselâ ben şimdi "Güneydoğu Asya'da İslâm'ın Yayılışı" diye bir kitap okuyorum. "Endonezya'ya, Malezya'ya İslâm ne zaman girmeye başladı, nasıl yayıldı, ne şekilde yayıldı? Sonra neler oldu? Avrupalılar nasıl geldiler, nasıl istilâ ettiler, nasıl sahip oldular, nasıl ahâliyi evirdiler, çevirdiler?" bunları okuyorum. Bunları herkesin bilmesi lâzım!

Niye başkaları müslüman diyarlarına gelip onları hristiyanlaştırırken, bu beyler ses çıkartmıyor da, biz gerçeği söylerken itirazlar oluyor?.. Bir de yalan yanlış sözler oluyor... Tabii şeytan onlara öyle göstererek, bir hak sesi susturmaya çalışıyor. Peygamber Efedimiz'i de susturmaya çalışmış Mekke'nin müşrikleri, Kureyş'in kâfirleri... Hatta öldürmeye çalışmışlar, hicrete zorlamışlar.

Tabii dünya hayatı geçici... İnsan bir müddet yaşıyor, Allah'ın takdir ettiği kadar yaşıyor. Alnına yazılmış ömrünü yaşıyor, ondan sonra ölüyor. İşte herkes geldi, gitti. Peygamberler, enbiyâullah, evliyâullah, sàlihler, hükümdarlar, fasıklar, zâlimler, Firavunlar, Nemrutlar... Kimse kalmıyor, herkes gidiyor. Herkes bu dünyada imtihana tâbî...

Bu ayet-i kerime çok önemli bir ayet-i kerime. Bunu yazıp, duvara asmalı:

(Femen tebia hüdâye felâ havfun aleyhim ve lâ hüm yahzenûn) "Hidayete tâbî olanlara, Allah'ın gönderdiği uyarıları anlayıp dinleyenlere, dünyada ahirette huzur ve saadet var! Mahzun ve mahrum kalmak yok, korkmak yok, üzüntü, hüzün yok!.."

İnsan saadeti istemeli, iki cihan saadetine ermeye çalışmalı ve bunu da yaygınlaştırmaya çalışmalı!.. Şimdi İslâm'ın gittiği yerlerde ne var? Yangın var, hunharlık var, cânilik var... İşte görüyoruz Kosova'da köyleri basıp, mâsum insanları nasıl katlediyorlar... Neler oluyor görüyorsunuz. İslâm gitti mi; insanlarda ne ahlâk kalıyor, ne insaf kalıyor, ne medeniyet kalıyor, ne insan haklarına saygı kalıyor; hayvanlardan beter oluyorlar. O zaman çok kan döken, can yakan mahlûklar oluyorlar.

İnsanların eğitilmesi lâzım, medenileştirilmesi lâzım! Medenileştirilmek için de, insanların mü'min olması lâzım, Allah'tan korkması lâzım, iman etmesi lâzım, sorumluluk taşıması lâzım! "Ahirette Allah bunu bana sorar. Ebedî azabda kalmayayım, ebedi nimetlere ereyim!" diye insanların kendisini düzeltmesi lâzım!..

Sonra, meseleler bilimsel çalışmalarla müzâkere edilir. Kim haklı, kim haksız ortaya çıkar. Hodri meydan... Yâni gerçekleri konuşalım! Cenâb-ı Hakk'ın varlığıyla ilgili, buyursunlar inanmayanlarla konuşalım, anlatalım! İslâm'ın hak din olduğuna inananlar, inanmayanlar; buyurun münâzara edelim, konuşmalar yapalım, açıkoturumlar yapalım!..

Görülsün, gerçekler anlaşılsın, ortaya çıksın. Ama insanlar yanlış işler yapmasın. Yâni 20. Yüzyıl'da basit varlıklara tapıp da ahiretlerini mahvetmesinler. Yeri göğü yaratma gibi bir şeyi olmayan, insanın Rabbi olmayan, yaratıcısı olmayan varlıklara Rab diye tapmak çok yanlış.

Cenâb-ı Hak bir hadis-i kudsî'de buyuruyor ki: "İnsanlara benim büyük gazabım, hışmım olacak. İnsanlar çok büyük bir yanılgı içinde... Onları ben yarattım, benden gayrıya ibadet ediyorlar. Ben rızıklandırıyorum, benim rızkımı yeyip, benden gayriye yöneliyorlar." Bu tabii çok büyük bir yanılgı ve çok muazzam bir suç... Tabii Allah onun cezasını verecek.

Biz, insanlar cezadan kurtulsun, tevbekâr olsun, Allah tevvâbur-rahimdir; Cenâb-ı Hakk'ın lütfuna ersinler, iki cihanda aziz ve bahtiyar olsunlar diye istiyoruz. Bütün çalışmalarımız ondan...

Bütün dinleyicilerimden, kardeşlerimden, ihvânımdan rica ediyorum: Bu tebliği yapabilmemiz için kurmuş olduğumuz televizyonlarımız, radyolarımız, dergilerimiz, gazetelerimiz, okullarımız, müesseselerimiz günden güne büyümeli!.. Yâni olduğu yerde durması bile ziyan, iki günü eşit olması bile ziyan. Günden güne büyümeli, yayılmalı, uluslararası hüviyete kavuşmalı!.. Dünyanın her yerinde, herkese doğruyu anlatan, doğru insan, iyi insan, faziletli insan yetiştiren bir toplum olmayız.

Bize Allah bu hususta güzel çalışmalar nasib etsin... Her türlü fedakârlığı yapmaktan kaçınmayalım! Her türlü desteği lütfen sağlayın! Burca dikilen bayrak, burçtan aşağıya inmesin! Ulubatlı'nın diktiği bayrak, tevhid bayrağı burçta daimâ böyle şanlı şanlı dalgalansın...

Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlenizden, cümlemizden razı olsun... Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!

Allah nice bayramlara sıhhat ve afiyetle erdirsin, aziz ve sevgli izleyiciler ve dinleyiciler!..

30. 03. 1999 - Mekke