AKRA FM Tefsir Sohbeti

17 Kasım 1998

--------------------------------------

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

FÂTİHA'NIN İKİNCİ BÖLÜMÜ

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak Televizyon izleyicileri ve Ak Radyo dinleyenleri!.. Allah'ın rahmeti, bereketi üzerinize olsun!..

Fâtiha Sûresi'nin ayetlerini konu alan tefsir sohbetimize devam ediyoruz. Fâtiha Sûresi'nin bütününe baktığımız zaman, anlam bakımından iki farklı bölüm ihtiva ettiğini görürüz. Şimdiye kadar birinci bölümü tamamlamış olduk.

Fâtiha Sûre-i Şerifesi, "Elhamdü lillâh" diye Allah'a hamd ile başlıyor. Allah'ın sıfatlarını bu hamd cümlesinden sonra ifade ediyor, sıralıyor. Rabbil-âlemîn, er-Rahmân, er-Rahîm, Mâliki yevmid-dîn diye dört sıfatını zikrederek Cenâb-ı Hakk'a hamdi beyan ediyor. Hamd etmeyi, hamdin onun olduğunu, kulların ona hamd etmesi gerektiğini işaret buyuruyor bu bölüm. Onun âlemlerin Rabbi olduğu, Rahman olduğu, Rahim olduğu, din günün mâliki ve meliki olduğu ifade ediliyor.

a. Yalnız Allah'a Kulluk Etmek

Ondan sonraki âyet-i kerime öbür anlam bölümüne geçiyor, ona geldik:

1/5: (İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn) Bu anlam bakımından: "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım isteriz." diye çevrilebilir Türkçeye.

Burada iyyâke kelimesi iki defa tekerrür ediyor. Ondan sonra da na'büdü ve nestaîn kelimeleri geliyor. Bunları izah edelim, anlam bakımından:

Arapçada zamirler, yâni ben, sen, o; biz, siz onlar'ın yerine geçen zamirler, yalın haldeyse özne durumda, yüklem durumunda, fâil durumunda ise başka şekilde olurlar; tümleç durumunda ise başka şekilde olurlar, kelimeye bağlanırlar. Tabii olarak Arap, "Biz sana ibadet ederiz." diyeceği zaman şöyle diyebilir:

(Na'büdüke) "Biz sana ibadet ederiz." Yâni sana sözünü yalın halde olmayıp, -e hâlinde olduğu için bağlı zamir, ez-zamîrül-muttasıl, bir kelimenin sonuna ekli, bağımlı zamir olarak kullanır. "Na'büdüke" der, tabii söyleyiş şekliyle böyledir

Na'büdüke ne demek? Na'büdünün başındaki n harfi de biz mânâsını taşıyor. Na'büdüke, biz sana ibadet ederiz demek olurdu. -ke, bağlı zamir, yani kelimenin sonuna bağlanan, kendi başına durmayan, yerine göre sana, seni mânasına gelen; sende, senden mânâsına da gelebilen bir kelime. Yâni zamirin yalın halin dışındaki halleri ifade eden şekli. Bağlı zamir, "ez-zamâirül-muttasıla" derler bunlara, kelimenin sonuna bağlanır.

Ama burada, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin bu ayet-i kerimesinde na'büdüke diye öğretilmemiş bize, öyle gelmemiş. Na'büdü'nün önüne sana mânâsını ifade etmek için -ke getirilmek istendiği zaman; -ke bağlı olarak durduğundan, tek başına olmadığından, iyyâ köküne bağlanmış, iyyâke na'büdü olmuş.

Burda bunu öne almakla "Ancak sana ibadet ederiz!" mânâsı ortaya çakıyor. Yâni ibadetin sadece ona olduğunu vurgulamak için, sona bağlamak yerine öne alıp müstakilen ifade edilmiş. (İyyâke) "Ancak sana (na'büdü) ibadet ederiz; (ve iyyâke) ancak senden (nestaînü) avn, yardım isteriz." denmiş oluyor.

Yâni -ke zamirini öne almak gerektiği zaman. o bir yere bağlanan bir zamir olduğundan, tek başına duramadığından iyyâ köküne bağlanıyor. İyyâke, sana demek. Öne alınması dolayısıyla "Ancak, sadece ve sadece sana ibadet ederiz!" mânâsı çıkıyor.

Abede-ya'büdü, ibadet etmek mânâsına bir kelime. Onun da aslı, esası saygın bir makama veya kişiye karşı kendisini aşağıda kılmak, mahviyetkârâne davranmak, zelîlâne davranmak demek oluyor. Zelil, aşağı mânasından çıkmış bir kelime bu.

Onun için Araplar'ın tarîkül-muabbed, yâni aşağıdaki yol, aşağı yol mânâsına kullandıklarını ve baîrun muabbed, yâni itaatkâr binek mânâsına kullandığını lügatçıler ifade ediyorlar.

Demek ki abede; saygın bir makama, saygın bir kişiye, zâta karşı zelîlâne, aşağı, itaatkârâne davranmak mânâsına gelen bir kelime.

Tabii bu şekilde davranmak, yâni saygı duyarak davranmak, kendisini aşağı tutarak, hor, zelil ve mahviyetkârâne davranarak muamele etmek hak yerde de olabilir, bâtıl yönde de olabilir. Nitekim bazı insanlar, Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinden kesin olarak biliyoruz, meselâ nefsine tapıyorlar, nefsini put ediniyorlar. Yâni nefsine saygı duyuyor, nefsini dinliyor, onun karşısında sanki onun esiriymiş, kölesiymiş gibi onun sözünü dinliyor.

Bazısı şeytana tapıyor. Şeytana saygı duyuyor âdetâ, şeytanın emirlerini tutuyor, şeytanın karşısında sanki onun kuluymuş, esiriymiş gibi davranıyor. "Kimisi paraya tapıyor" diyoruz, Türkçede de güzel kullanılıyor bu mânâ. Meselâ, "O adam, o kadına taparcasına bağlı." deniliyor, birisi bir kimseyi fazla sevgi ile gözlüyorsa "O kadına tapıyor." deniliyor. "Falanca şeytana tapıyor, filânca paraya tapıyor, falanca makama tapıyor..." deniliyor. Tabii bunlar mânevî mânâlar.

Maddeten de insanlar, tarih boyunca kendilerine bazı ma'budlar, yâni ibadet edilecek varlıklar, putlar edinmişler ve onlara tapınagelmişler. Kimisi gökyüzündeki bazı varlıkları, yüksek şahsiyetli, güç kuvvet sahibi varlıklar sanmış. Onların dünyaya tesir ettiğini düşünmüş. Kimisi güneşe tapmış, kimisi aya tapmış. Kimisi beğendiği, parlak gördüğü yıldıza tapmış. Kimisi eliyle yaptığı bir takım eşyalara tapmış. Kimisi çevresinde gördüğü saygın, kendisine korku veren, hürmet hissi telkin eden bir muhteşem dağa, veyahut bir nehire tapmış, veyahut bazı hayvanlara tapanlar çıkmış... Yâni insanların tarih boyunca görülen acı, feci, zavallı durumu; muhtelif şeylere kulluk etmişler, ibadet etmişler.

Burada deniliyor ki: (İyyâke na'büdü) "Biz müslümanlar, biz mü'minler, yâ Rabbi, sadece ve sadece sana taparız! Sana taparız yâ Rabbi, başkasına değil. Hiç başka insanların yanlışlıkla tapındıkları gözümüzde yok. Onların hepsini itiyoruz, sadece sana ibadet ediyoruz yâ Rabbi!" deniliyor.

b. Yalnız Allah'tan Yardım İstemek

(Ve iyyâke nestaîn) Nestaîn sözü de, istif'âl bâbından, avn kökünden geliyor. Avn, yardım etmek demek. İstif'âl bâbına nakledilince, yardım istemek mânâsına geliyor. Meselâ istiğfâr, mağfiret istemek; istirhâm, rahmet istemek mânâsına geliyor. İsteâne-yestaînü-istiâne, avn istemek. (Ve iyyâke nestaîn) "Ancak senden avn isteriz."

Avn ne demek? Yardım demek. (Aleyke avnullah) "Allah'ın yardımı senin üzerine olsun!" mânâsına. Böyle belki bazı levhalarda görmüşsünüzdür, güzel hattatların eseri olarak.

Demek ki biz yardımı Allah'tan istiyoruz ve başkasından istemediğimizi, "Ancak senden istiyoruz!" mânâsına gelecek şekile iyyâke'yi öne alarak söylüyoruz.

Tabii bu bir Allah kelâmı. Cenâb-ı Hak bize edep de öğretiyor. Nasıl söylememiz, kendisine nasıl yalvarmamız, dua etmemiz gerektiğini Fâtiha'nın ayetlerinin sıralanışından öğreniyoruz. Demek ki pattadak, hemen, "Yâ Rabbi şunu ver, bunu ver!" deyip girişmeyecek kul. Duaya, niyaza, Allah'tan istemeye başlamadan önce, Allah'ın şanını, azametini büyüklüğünü düşünecek. "İşte O Allah'tır, âlemlerin Rabbi'dir, Rahman'dır, Rahîm'dir. Ahirette insanları toplayacak, mahkeme-i kübrâda mükâfatlarını, cezâlarını verecek. Biz onun kuluyuz, onun huzuruna varacağız, ona hesap vereceğiz."

Bunları, Allah'ın bu sıfatlarını böyle düşünüp, ona bunları söylediğimiz zaman, saygımızı ifade etmiş oluyoruz. Hamd duygumuzu, hayranlık, takdirkârâne saygı ve minnettarlık duygumuzu o sıfatla düşünerek ifade etmiş oluyoruz. "Ve sadece sana ibadet ederiz; bütün her şeyde de sadece senden isteriz yardımı!" demiş oluyoruz.

Evliyaullah büyüklerden, alimlerden birisi demiş ki, çok güzel bir söz, hoşuma gitti:

(El-fâtihatü sırrul-kur'ân) "Fâtiha Sûresi Kur'an-ı Kerim'in özetidir, sırrıdır, esrarı bunun içinde saklıdır. (Ve sırruhâ hâzihil-kelimeh) Fâtiha Sûresi'nin de sırrı bu, içindeki şu şimdi anlattığımız, (İyyâke nâ'büdü ve iyyâke nestaîn)'dir. Yâni, "Sadece sana ibadet ederiz ve sadece senden yardım isteriz." cümlesi Fâtiha'nın özüdür.

Bilmiyorum aklınıza geldi mi, hani dualar edilir edilir de, en sonunda, (Bihürmeti esrârı sûretil-fâtihah) denilir. Yâni, "Fâtiha'nın sırları üzerine yâ Rabbi, şu yapılan, yaptığımız duaları kabul eyle!" deriz ya, hep duymuşsunuzdur. İşte Fâtiha'nın esrarı, pek çok esrarı var ama asıl özü, esası bu; ancak Allah'a ibadet etmek ve ancak Allah'tan istemek...

Birincisi, ancak Allah'a ibadet etmek. "Ben şirkten, kâfirlikten, müşriklikten berîyim yâ Rabbi, ben mü'minim yâ Rabbi, ben senden gayriye tapmıyorum!" demiş oluyor, iyyâke na'büdü deyince kişiler, mü'min kullar.

İkincisi de:

(Teberreu minel-havli vel-kuvveh) Yâni, "Kendimin âcizliğini anladım yâ Rabbi! Benim gücüm kuvvetim yeterli değilmiş müşküllerimi çözmeye... İşlerimi sana ısmarladım, sana havale ettim, sana dayandım, sana güvendim, senden istiyorum!" demek, gücün, kuvvetin Allah'ta olduğunu idrak demek. Yâni;

(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) mânâsı saklı orda. Güç kuvvet sadece Allah'ın elindedir. Bir insan Allah'ın dostu oldu mu, ne mutlu! Allah'ın düşmanına da ne yazık!.. Mutlaka Allah'ın düşmanı hor ve zelil olur, Allah onu kahreder. Allah dostu da mutlaka sonunda iflâh olur, felâh bulur, saadete eder.

Yâni demek ki iyyâke na'büdü, "Lâ ilâhe illallah" demek âdetâ; ve iyyâke nestaîn de "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" mânâsı demek... Yâni, "Allah'tan başka ilâh yok yâ Rabbi! Onun için bütün ilâhların bâtıl olduğuna ben inandım, biliyorum; sana tapıyorum. Güç kuvvet de sadece senin elindedir, sen takdir ediyorsun. Sen nasib edersen olur, nasib etmezsen olmaz. Mukadderâtı yazan sensin. Senden yardım istiyorum. Güç kuvvet sendedir. Senden başka, hakiki güç kuvvet sahibi yoktur." denmiş oluyor.

Demek çok esrar saklı bu kısacık kelimelerin, mübarek sözlerin altında, arkasında... Çok güzel. "Fâtiha'nın esrarı işte bu sözlerdedir." deniliyor.

Tabii bu, Allah'a işlerini havale etmek, Allah'a tevekkül etmek, Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetlerinde bize emredilen çok güzel bir davranış. Bu hususta pek çok ayet-i kerimeler var. Hocamız (Rh.A)'in de tertib eylediği Evrâd-ı Şerîfe'sinde, tevekkülle ilgili ayetlerin toplandığı gün var özel. Tevekkülü emreden ayetleri okuyoruz orda. Allah kabul eylesin... Misâl olsun, teberrüken okuyalım. Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki bir ayet-i kerimede:

(Fa'büdhü ve tevekkel aleyh) "Allah'a ibadet et ey kulum ve ona tevekkül eyle. (Ve mâ rabbüke bigàfilin ammâ ta'melûn) Senin Rabbin sizin işlediğiz amellerin hiç birinden gàfil değildir, hepsini görüyor; alîm, basîr, semi', habîr ve her şeye kàdirdir."

Başka bir ayet-i kerime:

(Kul hüver-rahmânü âmennâ bihî) "O Rahman'dır; bizim Rabbül-àlemîn dediğimiz, taptığımız mevlâmız Rahman'dır. Biz ona iman eyledik, (ve aleyhi tevekkelnâ) ona tevekkül eyledik."

(Rabbül-meşrikı vel-mağribi lâ ilâhe illâ hüve fettahizhü vekîlâ.) "Allah doğunun, batının, meşrikın, mağribin sahibidir. Ondan başka ilâh yoktur. Onu vekil edinin!"

Allah'ın ayet-i kerimeleri, emirleri pek çok.

Bu çok güzel bir ayet-i kerime. Fâtiha'nın iki bölümünün ortasında, birinci bölüm Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin güzel esmâ-i hüsnâsını ihtiva ediyor, sıfatlarını ihtiva ediyor. Orda, "Ancak sana ibadet ederiz yâ Rabbi, ancak senden yardım isteriz yâ Rabbi!" deniliyor. Bu da güzel.

Burada tabii kişi bunu tek başına kıldığı namazda da söyleyebilir. Tek başına gezerken, evindeyken de bu Fâtiha'yı okuyabilir. Ama niye biz deniliyor?.. Na'büdü deniliyor, a'büdü denmiyor, estaînü denmiyor? Ben ibadet ederim, ben senden yardım isterim denmiş olsaydı, Arap dilinin özelliğine göre hemze ile söyleyecekti. A'büdü demiyor, na'büdü diyor. Estaînü demiyor, nestaînü diyor...

Tabii burada bir başka güzel edep var. Biz Allah'ın kullarından bir kuluz. Bizim gibi milyarlarca, sayısız kulları var. Biz neyiz? Hiç, bir nâçiz, bir aciz kuluz. Onu idrak etmiş oluyoruz. Sana nice nice güzel ibadet eden kullar var mânâsını seziyoruz. Peygamberler var, evliyâullah var, salihler var... Hepsi sana çok daha güzel ibadet ediyor. Belki ben ibadetimi onlar kadar güzel yapamıyorumdur, kusurluyumdur. Onun için "Ben sana ibadet ederim, senden yardım isterim!" demiyor da, "Senin güzel kulların kim bilir nice güzel hizmetler edebiliyorlar, benden daha başarılı olarak. İşte bütün bu yaratıkların, kulların, biz mü'minler yâ Rabbi, ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım isteriz!" diye denmiş oluyor. Biz denmesi, na'büdü diye söylenmesi böyle güzel mânâlar da ihtiva ediyor, elhamdü lillâh.

Tabii kul olmak, Allah'a kulluk etmek, abede. Yâni Allah'ın büyüklüğünü hissedip, kendisinin hiçliğini hissedip, onun önünde hor, zelilâne, fakîrâne, mahviyetkârâne ibadet etmek, bir kul için çok büyük şereftir. Çünkü Allah'a, àlemlerin Rabbine kul oluyor. Kul, àlemlerin Rabbine kul olunca, âlemlerin Rabbinden çok şeref kazanıyor. Kul olmaktan, ona intisabdan çok büyük rütbe kazanıyor. Onun için rütbelerin en yükseklerinden birisi kul olmak, kulluk makamıdır.

Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri, Peygamber Efendimiz'e bazı âyetlerde, (abdühû) "kulu" diye anmıştır. Bir kaç tanesini hemen zikredelim. Böyle şeref bahşetmek makâmında, kulluğun ne kadar şerefli olduğunu göstermek bâbında, Peygamberimiz'den "abdühû" diye bahsettiği ayetlerden meselâ, Kehf sûresinin başında nasıl geçiyor? Bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(Elhamdü lillâhillezî enzele alâ abdihil-kitâb) "Kulu (abdihî)" Yâni Peygamber Efendimiz Muhammed-i Mustafa, "Kulu üzerine kitabı, yâni Kur'an'ı inzal eden Allah'a hamd ü senâlar olsun! Hamd, kulu Muhammed üzerine Kur'an olan kitabını, Kur'an-ı Kerim'i indiren Allah'a mahsusutur." diye bak orda (alâ abdihî) diye Peygamber Efendimiz'in ismini söylemiyor, (abdihî) diye o sıfatla anıyor.

Başka bir ayet-i kerimede de Peygamber Efendimiz'den bahsederken;

(Ve innehû lemmâ kàme abdullàhi yed'hu) "Kulu kalkıp ona dua ederken..." diye geçiyor.

Sonra bu İsrâ ve Mi'rac gecesini yaşadık. Allah nice kandillere erdirsin, kandilleriniz mübarek olsun...

(Sübhânellezî esrâ biabdihî) "Kulunu bir gecede Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götürüveren, getiriveren Allah-u Teàlâ'nın kudreti ne kadar yücedir, ne kadar şaşılacak bir tecellîdir!" mânâsına, orda da (abdihî) diye geçiyor.

Abd olmak çok büyük şereftir. Ne mutlu bize ki Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne abd olmuşsuz, onun kulu olmak ne büyük şereftir. Onun bizim Rabbimiz olması ne büyük izzet ve devlet ve saadettir! Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi onun kulluğundan ayırmasın...

Şimdi, Fâtiha'nın birinci bölümünde Mevlâmızın sıfatlarını zikredip ondan sonra da "Ancak sana ibadet ederiz yâ Rabbi! Ancak senden yardım dileriz." Yâni ne hususta yardım dileriz, ne demek o?..Yardımı nerde isteriz?

(Alâ tâatike ve alâ umûrinâ küllühâ) "Sana güzel kulluk etmekte, ibadet ve taatte bizi muvaffak etmen için; şaşırttırmaman, şeytana kandırtmaman, nefse uydurtmaman hususunda ve bütün yapmak istediğimiz işlerde kolaylık ver diye senden yardım isteriz." demek oluyor.

c. Bizi Sırât-ı Müstakîme Sevket!

Bunları dedikten sonra, yardım isteriz, dedikten sonra, asıl isteğin ne olduğuna geçiliyor:

1/6: (İhdinas-sırâtal-müstakîm) ayet-i kerimesi geliyor. Yâni kulun ifadesi olarak...

Allah'a kul nasıl ibadet edecek, Peygamber Efendimiz nasıl ibadet etmiş, nasıl yakarmış, yalvarmış, dua etmiş?.. "Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn." demiş, "Errahmânir-rahîm." demiş, "Mâliki yevmid-dîn." demiş, "İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn." demiş. Ondan sonra asıl isteğin ne olduğunu, yâni gönlündeki muradı, zamîrinde gizlediği arzusu izhar edilmiş oluyor:

(İhdinas-sırâtal-müstakîm.) "Yâ Rabbi, bizi o sırât-ı müstakîme sevket, yönelt! O sırat-ı müstakîme sok!"

İhdinâ, hedâ-yehdî fiilinden geliyor, sevketmek, yöneltmek, yönlendirmek, götürmek mânâsına geliyor. Başka ayetlerde de geçiyor, meselâ:

(Ve hedeynâhün-necdeyn) "Tarîk-ı hayrı ve şerri kula, insanoğluna, yarattıktan sonra gösterdik, beyan ettik; oraya sevk ettik." demek.

(İctebâhu ve hedâhü ilâ sırâtın müstakîm.) "Allah o peygamberini korudu ve onu sırât-ı müstakîme hidayet eyledi, sevk eyledi." diye bir başka ayette geçiyor.

Sonra kâfirlerin, müşriklerin toplanıp cehenneme götürülmesi için Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin;

(Fehdûhüm ilâ sırâtıl-cahîm.) "Onların cehennemin yoluna sevk edin!" diye emrettiği belirtiliyor.

Demek ki bazen hedâ-yehdî fiili ilâ harf-i ceri ile kullanılıyor. Bazen ilâ harf-i ceri olmadan doğrudan doğruya tümlecini alıyor, harf-i cersiz olarak. Bazen de li ile kullanılıyor. Meselâ:

(El-hamdü lillâhillezî hedânâ lihâzâ) "'Bizi bu nimetlere, bu devletlere sevkeden, ulaştıran, eriştiren Allah'a hamd olsun!' diye cennet ehli böyle dua edecekler." diye ayet-i kerimede bildiriliyor.

Hedâ-yehdî, sevketmek demek. İhdinâ da "Bizi sevk eyle yâ Rabbi, bize hidayet eyle, bize delâlet eyle, bize yol göster, kılavuzluk eyle de, oraya gidelim!" demek. Nereye?..

(Es-sırâtal-müstakîm) Sırât, yol demek ama kıvrımı olmayan, dümdüz yola derler. Ama Araplar bunun ilk anlamı dümdüz yol olduğu halde, doğru veya eğri, kıvrımlı veya doğru yol için de kulllanmaya başladıklarından mânâ ayrılmasın, tam anlaşılsın diye müstakîm sıfatıyla da te'kid ediliyor. İhdinas-sırat, dese, "Bizi böyle eğri büğrü olmayan, dosdoğru yola yönelt, sevket, götür!" demek olacak; ama bu daha kuvvetlensin diye, (ihdinâs-sırâtal-müsmtekìm) "Bizi müstakîm olan, dosdoğru yola sevket!" deniliyor. İstikàmet ne demek? Doğru demek, eğrisiz demek, dümdüz demek.

Bu dosdoğru yoldan, essırâtal-müstakîm'den murad nedir diye bazı alimler beyanda bulunmuşlar. "Bu ne demek istiyor, yâni 'dosdoğru yola bizi ilet'ten murad nedir?" Bazıları demişler ki: Bu, kitâbullah demek. Hazret-i Ali Efendimiz RA buyurmuş ki:

(Kàle Rasûlüllah SAS: Essırâtül-müstakîmü kitâbullah) "Doğru yol Allah'ın kitabıdır."

Hakîkaten biz ilk dersimizde Hz. Ali Efendimiz'den bir takım kelimeleri, Kur'an-ı Kerim'i medih sadedinde söylemiş olduğu bazı kelimeleri size iletmiştik, söylemiştik söz arasında... Hz. Ali Efendimiz, merfu' olan bir rivayette, kendisine ref olunmuş bir ibaresinde şöyle buyurmuş:

(Hüve hablülllàhül-metîn) "Kur'an-ı Kerim, Allah'ın sapasağlam ipidir. (Ve hüve zikrül-hakîm) Bu hikmetli bir uyarıdır, fikirdir. (Ve hüve sırâtül-müstakîm) ve dosdoğru yoldur."

Yâni sırât-ı müstakîm kitâbullahtır diyenlerin ileri sürdükleri belgeler, kanıtlar bunlar. Bazıları da demişler ki: "Es-sırâtül-müstakîm, İslâm'ın bütünüdür." Meselâ böyle diyenlerden İbn-i Abbas RA:

(İhdinas-sırâtal-müstakîm, zâke el-islâm) "Bu sırâtal-müstakìm İslâm demek, İslâm dininin tamamı demek." buyurmuş.

Aynı mânâ İbn-i Mes'ud ve ashabdan bazı kimseler tarafından da --rıdvânullàhi aleyhim ecmaìn-- rivâyet edilmiş. Yâni o Peygamber Efendimiz'in ashâbı demişler ki:

"İhdinas-sırâtal-müstakîm'deki es-sırâtal-müstakîm, (hüvel-islâm) bütünüyle İslâm dediğimiz dindir." demişler. Bazıları da daha açık bir şekilde:

(Hüve dînullàh, ellezî lâ yukbelu minel-ibâdi gayruhû) "O Allah'ın, başka bir inancı kabul etmeyip, sadece onu kabul edeceğini bildirdiği İslâm dinidir." diye söylemişler.

Ayet-i kerîmelerde bu konuda:

(İnned-dîne indallàhil-islâm) "Allah'ın muteber saydığı geçerli din, sadece ve sadece İslâm'dır."

(Ve men yebtaği gayrel-islâmi dinen felen yukbele minhu) "İslâm'dan gayrı bir dinle tedeyyün edenler, ömrünü geçirenlerden ibadetleri, dinleri, dindarlıkları, zâhidlikleri, hayratları kabul olmayacaktır." diye bildirildi. "İşte o dînillâh, sırât-ı müstakîmden maksat budur." diye açıklama yapmışlar.

Tabii bunların hepsini iz'an ile irfan ile düşünürsek, hangi şekilde tevcih edilirse edilsin hepsi aynı kapıya çıkıyor. Yâni Allah'ın emirlerine, Peygamber Efendimiz'in sünnetine uymak demek. Selef-i sâlihînimizin, Peygamber Efendimiz'in mübarek ashabının, hülefâsının gittiği yol demek.

(Es-sırâtal-müstakîm, ellezî terekenâ aleyhi rasûlüllah) "Rasûlüllah SAS'in ömr-ü hayatında bizlere öğretip, bizi de işte bak böyle müslümanlar olacaksınız diye belli bir noktaya getirdikten sonra, ahirete teşrif edip gittiği zamanki, o asr-ı saadetteki güzel şeydir." O yolu istiyoruz. Yâni o İslâm dinini, o bozulmamış, tertemiz, sâfî hâlini, Kur'an-ı Kerim'le beyan edilen, şeriatle çerçevesi çizilen yolu istemiş oluyoruz, "İhninas-ısrâtal-müstakîm" deyince Allah-u Teàlâ Hazretleri'nden.

"Pekiyi, yâni müslüman zâten müslüman olduğu halde, niye bizi Allah'ın İslâm'a iletmesini, hak dine, Peygamber Efendimiz'in yoluna iletmesini istiyoruz?" diye sorulacak olursa; buna benzer mânâ ve buna benzer ifadeler Kur'an-ı Kerim'in başka yerinde de var. Bu te'kid, yâni şu demek oluyor:

"--Yâ Rabbi, bizi İslâm'da sâbit kadem eyle, İslâm'dan ayırma, ayağımızı kaydırma, orada sâbit tut!" mânâsına geliyor.

Misal olarak alimler vermişler bir ayet-i kerimeyi, meselâ buyruluyor ki:

(Yâ eyyühellezîne âmenû) "Ey iman edenler..." diye, ondan sonra da devam ediyor ayet-i kerime: (Âminû billâhi ve rasûlihî) "Allah'a ve Rasûlüne iman edin! (Vel-kitâbillezî nezzele alâ rasûlihî) Rasûlüne indirmiş olduğu kitaba, yâni Kur'an'a da iman edin! (Vel-kitâbillezî enzele min kabl) Daha önce indirdiği ilâhî kitapları da tasdik edin, onlara da iman edin!" deniliyor.

Yâni, zaten mü'min, ama iman edin ne demek? "Bizi bu imanda sabit kıl yâ Rabbi!" demek, "Ayağımızı kaydırma!" demek. Te'kid oluyor, yâni orada kalmayı istemek oluyor.

d. Kendilerine Nimet Verilen Kimseler

Sonra ayet-i kerimeler devam ediyor, bu Fâtiha sûresinin ikinci bölümündeki akış, "Bizi o sırât-ı müstakîm'e sevk eyle yâ Rabbi." Ondan sonra o biraz daha açıklanıyor:

1/7: (Sırâtallezîne en'amte aleyhim) "Şol kimselerin yoluna ki, sen onlara in'âm ve ihsanda bulundun, lütfeyledin. Yâni lütfeylediğin kimselerin yoluna... (Gayril-mağdûbi aleyhim) Kendilerine gazap ettiğin kimselerin yolu olmayan, ondan gayri olan; (ve led-dâllîn) dalâlete düşmüşlerin yolu olmayan, dalâletlerin yolundan gayrı olan, doğru olan, İslâm olan, Rasûlüllah'ın, Kur'an-ı Kerim'in, çerçevesini beyan ettiği o güzel yola bizi hidayet et." diye açıklama biraz daha geniş olarak ondan sonraki ayet-i kerimede de beyan ediliyor.

Tabii, (Sırâtallezîne en'amte aleyhim) "Şol kimselerin yoluna ki, sen onlara in'âm eyledin." Allah bazı kullarına in'âm eylemiş, nimet vermiş, ihsân eylemiş, lütfeylemiş, maddî, manevî derece vermiş... Dünyada, ahirette şeref, izzet vermiş, cennetiyle, cemâliyle taltif eylemiş.

Kim onlar?.. Ayet-i kerimelerde bunların açıklaması var. Meselâ, Nisâ Sûresi'nde âyet-i kerimede bildiriliyor ki, bismillâhir-rahmânir-râhim:

(Ve men yutıillâhe ver-rasûl) "Kim Allah'a ve o peygambere, yâni Muhammed'e, er-rasûle, Allah'ın gönderdiği o mâlum peygambere itaat ederse; (feülâike) işte o itaat eden, tâbi olan kimseler (meallezîne en'amallàhu aleyhim) Allah'ın kendilerine in'am, ihsan, ikram ettiği kimseler beraber olacaklardır, onların yanındadırlar."

Allah'ın in'âm ve ihsân ettiği kimseler, (ellezîne) şol kimseler ki (en'amallàhu aleyhim) Allah onlara in'am ve ihsan ve ikram eylemiş. Kim onlar?.. O in'am ettiği kimseler burda kelime kelime sayılıyor: (Minen-nebiyyîne ves-sıddîkîne veş-şühedâi ves-sâlihîn) "Peygamberler; sıddıklar, sıdk ü sadâkati tam olanlar; şehidler, Allah yolunda canlarını verenler; sâlihler, yâni hâli, dini, imanı salih, güzel olan kimseler. (Ve hasüne ulâike refîkà) Onlar ne güzel arkadaşlardır, ne iyi dostlardır!"

Onların yanında olmak ne güzeldir! Çünkü Allah'a ve Rasûlüllah'a itaat edenler, onlar ne güzel beraber olunacak refiklerdir, arkadaşlardır!" diye methediliyor.

Burdan anlıyoruz ki, Allah'ın ikram edeceği kimseler peygamberlerdir. Onun için Er-Rebi' ibn-i Enes'ten rivayet edilmiş ki:

(Sıratallezîne en'amte aleyhim kàle hümün-nebiyyûn) Bu, 'kendilerine ikram edilen kimselerin yolu' derken, ikram edilenler, bahşedilenler, peygamberlerdir" demiş.

İbn-i Abbas'tan bir rivayette:

(Hümül-mü'minûn) "Onlar tam mü'minlerdir." demiş.

Mücâhid'den ve Vekî'den rivayet edilmiş:

(Hümül-müslimûn) "Onlar tam müslümanlardır."

Zeyd ibn-i Eslem'den rivayet olmuş ki:

(Hümün-nebiyyü ve men meahû) "O, Peygamber Efendimiz'dir ve onun etrafındaki kenetlenmiş mübarek ashabıdır. Yâni asr-ı saadetin mübarek neslidir." diye açıklanmış oluyor.

Demek ki: "Peygamberler, mü'min-i kâmiller, Peygamber Efendimiz ve ashâbı, ondan sonra evliyâullah... İşte onların yoluna yâ Rabbi bizi sevk eyle, yönelt!" denmiş oluyor.

e. Gadab Edilenler ve Dalâlete Düşenler

Ayetin devamında;

(Gayril-mağdûbi aleyhim ve led-dàllîn) Kendilerine gadap edilmişlerin yoluna değil, dalâlete düşmüşlerin yoluna değil..." diye açıklama biraz daha genişletilmiş oluyor.

"Gayril-mağdûbi aleyhim ve led-dàllîn" okuyoruz biz;

(Sırâtallezîne en'amte aleyhim, gayri sırâtil-mağdûbi aleyhim ve gayri sırâtid-dâllîn) demek oluyor bu tabii. Bunu, bir rivayette Peygamber SAS Efendimiz nasb üzere okurmuş, yâni bu hal üzere mânâsına. "Kendilerine gazap edilmiş halde değil, dalâlete düşmüş halde değil, kendilerine in'am edilmiş insanların yolu üzerine bizi sevk eyle, o tarafa götür yâ Rabbi!" demek diye o rivayet var.

Bu (sırâtil-mağdûbi aleyhim) kendilerine gazap edilenlerin yolu nedir, onlar kimlerdir?

(Ellezîne fesedet irâdetehüm) "Onlar, düşünceleri, kafaları bozuk olanlar; (fealimül-hakka) hakkı bildikleri halde (ve adelû anhu) ondan yüz çevirenlerdir. "

(Sırâtad-dâllîn) dalâlete düşmüşlerin yolu nedir? Onlar kimlerdir?

(Ellezîne fakadül-ilme) "Onlar, bilgisi olmayan, ilmi şaşırmış olanlar; (fehüm hâimûn) şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyenlerdir."

Açıklaması mânâ bakımından böyle ama, kimler kasdediliyor bundan diye rivayetlere bakacak olursak, bu hususta Peygamber SAS Efendimiz'den hadis-i şerifler var. Onları okuyalım;

Ebû Hüreyre RA'den rivayet edilmiş ki, (mağdûbi aleyhim) kendisine gazap edilmişler, yahudilerdir."

Bu hususta ayet-i kerimelerde izahat var. Böyle olduğunu başka ayetler açıklıyor. Meselâ, Yahudiler'den bahseden ayet-i kerimelerde Kur'an-ı Kerim'de geçiyor ki:

(Men leanehullâhi ve ğadibe aleyhi) "O kimseler ki, Allah kendilerine lânet etmiştir ve gadap etmiştir." Yahudiler hakkında bu ayetler.

Nasrâniler hakkındaki ayetlerde de:

(Kad dallû min kablu) "Ki onlar dalâlete düşmüş kişilerdi, (ve edallû kesîran) bir çok kimseleri de dalâlete sürüklemişlerdir, (ve dallû an sevâis-sebîl) yolun düzgününden, doğrusundan sapmışlardır." diye bildiriliyor. Demek ki kesin olarak bunlar.

Ebû Zer RA'den rivayet edildiğine göre --yine açıklayıcı hadis-i şerifler bunlar, ayetleri okuduktan sonra onları da okuyalım:

(Seeltü rasûlüllah SAS anil-mağdûbi aleyhim) Ebû Zerr-i Gıfârî RA, Peygamber Efendimiz'e sokulgan bir sahabi idi. O diyor ki: "Yâ Rasûlallah! Bu Fâtiha'daki el-mağdûbi aleyhim kimlerdir?" diye sordum. (Kàle: El-yehûd) "Yahudilerdir." buyurdu. Kultü: Ed-dâllîn?) "Dallîn kimlerdir?" dedim. (Kàle: En-nasârâ) "Nasrânîlerdir." buyurdu.

Bu mânâ İbn-i Mes'ud RA'den ve Peygamber Efendimiz'in ashabından pek çok kimseden rivayet edilmiştir:

(Gayril-mağdûbi aleyhim hümül-yehûd) "Kendisine gazap edilenlerin yolu değil, sözündeki gazap edilenler yahudiler; veled-dâllîn'deki dâllîn sözüyle kastedilenler (hümün-nasârâ) nasrânîlerdir." diye belirtilmiş.

Neden bu sıfatlara uğramışlar?.. Çünkü Allah'ın emirlerini tutmamışlar, Allah'ın ayetlerini değiştirmişler, inançlarını yanlış yönlere kaydırmışlar.

Zâten İslâm onların yanlış inançlarını düzenlemek için, onlara ehl-i kitab olarak bir pâye veriyor, müşriklerden ayırıyor. Yâni kâfirler var; müşrikler var puta tapanlar, bir de ehl-i kitap var, kendilerine kitap indirilmiş insanlar. Onlara da İslâm dini nasihat ediyor:

"--Bakın sizin peygamberleriniz size böyle dememişti. Siz bu işleri sonradan değiştirdiniz, saptırdınız. İşin doğrusu o değildir. İşin doğrusu Allah'ın bir olduğudur, şerîki nazîri olmadığıdır. Ona inanın, yanlış yollara sapmayın, dalâlete düşmeyin!" diyor İslâm.

Ötekiler de inatlarından, Allah'ın emirlerine aykırı hareket ettiklerinden, lânete uğramışlar, Allah'ın gazabına uğramışlar. Onun için onlara da mağdûbi aleyhim deniliyor.

Şimdi biz Fâtiha'da her gün:

"--Aman bu eski ümmetlerin, kendilerine hak peygamber geldiği halde şaşıran şaşkınları gibi olmayalım!" diye Allah'tan istiyoruz.

"--Bizi peyamberlerin, sıddıkların, şehidlerin, sâlihlerin, evliyânın yoluna yönelt yâ Rabbi! Aman o şaşırıp da senin gazabına uğramış, lânetine maruz kalmış kavimlerin yoluna; dalâlete düşmüş, inancını yitirmiş, Allah'ın sevmediği bâtıl inançlara düşmüşlerin yoluna düşürme yâ Rabbi!" diye söylüyoruz.

Bu çok önemli, yâni imanın özü bu... Bizim de bu hususta çok müteyakkız olmamız lâzım diye, Fâtiha Sûresi bu tarzda bize açıkça ihtarda bulunuyor.

O halde sevgili dinleyiciler, biz ne yapmalıyız?.. Kur'an-ı Kerim'e sımsıkı sarılmalıyız! Peygamber SAS Efendimiz'in sünnet-i seniyyesini öğrenmeliyiz! Eski ümmetlerin acı tecrübelerinden istifade etmeliyiz! Onların düştüğü hatalara düşmemeliyiz!..

f. Fâtiha'dan Sonra Âmîn Denilmesi

Fâtiha Sûresi işte böylece tamamlanmış oluyor. Fâtiha Sûresi bittiği zaman "Âmin..." denilir. Fâtiha okunduktan sonra âmin demek müstehabdır. Çünkü bir çok rivayetler var ki, Peygamber SAS Fâtiha'yı okurken, "Gayril-mağdûbi aleyhim veled-dâllîn" dediği zaman, âmîn derdi ve sesini uzatırdı: "Aaaaamiiin..." diye. Hazret-i Ali Efendimiz'den, İbn-i Mes'ud'dan bu konuda rivayetler var.

Ebû Hüreyre RA diyor ki:

(Kâne rasûlüllah SAS: İzâ telâ ğayril-mağdûbi aleyhim ve led-dàllîn, kàle: Âmîn) Peygamber Efendimiz bunu okuduğu zaman âmîn derdi. (hattâ yesmeu men yelîhî mines-saffil-evvel.) İlk safta olanlar Rasûlüllah'ın bu âmîn dediğini duyarlardı.

Başka rivayetler de var; "Herkes âmîn dediği için mescid âmin sesiyle dolardı." diyenler de var. Bu rivayetler sağlam.

Demek ki Fâtiha bittiği zaman, bir de "Âmîn..." demek müstehab oluyor. Âmîn, Fâtiha'nın kendi kelimesi değil ama, o dualarla sûreyi okuyup bitirdikten sonra, âmîn demek müstehab oluyor.

Bu tabii ne mânâya geliyor? Âmin'in mânâsı,

(Rabbi if'al) "Böyle yap yâ Rabbi!" demek.

Lügatçi büyük âlim Cevherî demiş ki:

(Âmin kezâlike felyekin) "İşte böyle olsun yâ Rabbi, tamam." demektir.

İmam Tirmizî demiş ki:

(Ma'nâhu lâ tühayyib recâenâ) "Yâ Rabbi ümidimizi boşa çıkartma, bak bunu umuyoruz, ver yâ Rabbi!" demek.

Tabii âmin, emine kökünden geliyorsa, yâni "Bizim emniyetimizi sağla, duamızın emniyetini sağla, istediğimizi ver. Bizim umudumuzu boşa çıkarma, elimizi geri çevirme Yâ Rabbi!" mânâsına gelir diye böyle mânâlar verilmiş.

Ekseriyetle de kısaca:

(Allahümmestecib lenâ) "Yâ Rabbi, bizim bu dualarımız kabul et!" demek. Yâni her duanın arkasından yapılan âmîn, "Yâ Rabbi bu duayı kabul et!" mânâsına gelir diye ifade etmişler. Bunu da müstehab olarak biz de uyguluyoruz.

Peygamber Efendimiz'den rivâyet var. Hüreyre RA şöyle rivayet etmiş:

(Enne rasûlallah SAS, kàle:) Peygamber Efendimiz buyurdu ki: (İzâ emmenel-imâmü feemminû) "İmam önünüze geçip Fâtiha'yı okuduğu zaman âmin dedi mi, siz de âmin deyin! (Feinnehû men vâfaka te'minühû te'mînel-melâikeh, gufire lehû mâ tekaddeme min zenbihî.) Çünkü melekler de o zaman âmin der; kimin âmîn demesi meleklerin âmîn demesine denk düşerse, geçmiş günahları affolur."

Bir başka rivayette:

(İzâ kàle ehadüküm fis-salâti âmin) "Sizden biriniz âmin derse, melekler semâda amin derler. (Fevâfakat ihdâhümâ el-uhrâ) Birisi ötekisine düşerse, rast gelirse; (gufire lehû mâ tekaddeme min zenbihî) bu âmin diyenlerin geçmiş günahı affolur."

Tabii bu âminlerin birbirine denk düşmesi, muvafakat etmesi, uyuşması ne demek? Yâni: (Fiz-zaman) "Aynı zamana denk düşen, tam aynı zamanda söylenmiş olursa..." diyenler olmuş. (Fil-icâbeh) "Kabul bakımından, meleklerin kabul edildiği gibi onunki de kabul olur." mânâsına da diyenler olmuş. (Fî sıfâtil-ihlâs) "Aynı ihlâsla, meleklerin ihlâsıyla âmin denilirse, o zaman günahlar affolur mânâsına gelir." diyenler de olmuş.

Peygamber Efendimiz âmin demeyi tavsiye buyuruyor.

g. Namazda Fâtiha'nın Okunması

Aziz ve muhterem kardeşlerim, böylece Fâtiha sûresini bitirmiş oluyoruz. Bitirmeden önce bir hususu belirtelim, Peygamber SAS buyurmuş ki; Ubâdetübnüs-Sâmit RA'den, Buhârî ve Müslim'in kitaplarında rivayet edildiğine göre:

(Lâ salâte limen lem yakra' bifâtihatil-kitâb) "Fâtiha'yı okumayan kimsenin namazı olmaz."

Onun için Fâtiha namazda mutlaka okunması gereken çok mühim bir sûre. Bunu böyle geniş geniş açıklamış olduk. Ebû Hüreyre RA'den gelen bir rivayette de Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

[İbn-i Kesir, s. 12'ye bk.]

(Yekûlüllahu teàlâ:) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur ki: (Kasemtüs-salâte beynî ve beyne abdî) "Namazı kulumla aramda taksim ettim, (nısfeyni) ikiye taksim ettim; (fenısfuhâ lî) birisi benim, (ve nısfuhâ liabdî) ötekisi de kulumun. (Ve liabdî mâ seel) Kulum ne isterse, namazdan o istediği kendisine verilecektir."

(İzâ kalel-abdü: El-hamdü lilâhi rabbil-âlemîn) "Kul namazda Fâtiha'yı okurken, 'El-hamdü lillâhi rabbil-âlemîn' deyince; (Kàlellah: Hamidenî abdî) Allah-u Teàlâ, 'Bak, kulum bana hamd etti.' der." Hamd edeni sever Allah.

(Ve izâ kâle: Er-rahmânir-rahîm) "Fâtihâ'nın ayetlerine devam ederek, 'Er-rahmânir-râhim' derse; (Kàlallàhu teàlâ) Allah-u Teàlâ buyurur ki: (Esnâ aleyye abdî) 'Bak, kulum beni medhediyor, şânımı yüceltiyor.'"

(Feizâ kàle: Mâliki yevmid-dîn.) Kul, "Mâliki yevmid-dîn" deyince; (Kàlellàh: Meccedenî abdî) Allah: "Kulum beni yüceltti, temcid eyledi, azamet ve celâlimi, şânımı itiraf eyledi, ifade eyledi." der.

(Feizâ kàle: İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn.) Kul, "Yâ Rabbi, ancak sana ibadet ederiz, ancak senden yardım isteriz!" deyince; (Kàle: Hâzâ beynî ve beyne abdî ve liabdî mâ seel) Allah: "Evet, bu, kulumla benim aramda bulunan bir husustur, aramdadır ve kulum ne istemişse verilecektir. Mâdem bana ibadet ediyor, ibadetini kabul edeceğim. Mâdem sadece benden yardım istiyor, yardım edeceğim!" der.

(Feizâ kàle: İhdinâs-sırâtal-müstakîm. Sıratallezîne en'amte aleyhim gayril-mağdûbi aleyhim veled-dàllîn.) Kul böyle deyince; (Kàle) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur: (Hâzâ liabdî) "İşte kulumun hissesi budur; Fâtiha'dan, namazdan, namazda okunan Fâtihâ'dan kazancı bu olacak. (Ve liabdî mâ seele) Kulum ne istemişse, kulumun istediği kendisine ihsan olunacaktır." buyurur.

Demek ki Fâtiha, esas itibariyle en güzel ibadet, en güzel niyaz olan namazda, mutlaka okunması gereken bir sûredir.

Namazda "Allahu ekber!" deyip de, kul Cenâb-ı Mevlâ'nın dîvânına durduğu zaman, perdeler açılır, Allah'ın dîvânına girer. İki tarafta hûri kızları dizilmiş olur. Karşısında Cenâb-ı Rabbül-âlemîn olur, namaza durduğu zaman...

Önce hamd ediyor, Allah'ın güzel sıfatlarını söylüyor. O zaman, "Kulum bana hamd etti, beni yüceltti, bana övgüler sundu, benim şânımın büyüklüğünü itiraf eyledi, ifade eyledi." diye Allah-u Teàlâ Hazretleri memnun olur kulunun bu edebinden, bu ifadelerinden...

"Ancak sana ibadet ederiz, ancak senden yardım isteriz!" deyince; "Tamam, ibadetini kabul ediyorum, istediğini vereceğim!" der. Ondan sonra da doğru yola girmek istediğini, doğru yola sevkolunmak istediğini ifade edince; "Kulumun istediği kendisine ihsan olunacaktır, istediğini vereceğim!" der ve doğru yola sevkeder,

Bu Fâtiha Sûresi'ni, gördüğünüz gibi kelime kelime, dilimizin döndüğünce, saatlerin müsaade ettiği kadar anlatmaya çalıştık. Sohbetimize ayrılan kısmın ne kadar serbest de olsa, tabii hududlu olması dolayısıyla... Çok çok daha incelikler söylemek mümkündür. Muhakkak ki, kitaplarda nice güzel anlamlar vardır.

Çok mübarek bir sûre-i celîleyi öğrenmiş oluyoruz. İçi iman dolu, irfan dolu ve edep dolu, son derece güzel bir sûreyi öğrenmiş oluyoruz. Çok edepler öğrenmiş oluyoruz. Kulluk edeplerini, Cenâb-ı Mevlâ'ya nasıl kulluk edeceğimizi öğrenmiş oluyoruz. İmanın hakikatini, esrârını öğrenmiş oluyoruz. Bu esrâra vâkıf olarak, esrâra âşinâ kullar olarak Cenâb-ı Hakk'a güzel kulluk etmeyi Mevlâmız nasib eylesin...

Bir nükte daha vardı, onu arada böyle satırları gözümle araştırırken söylemeyi unuttum, onu da söylemeden geçmeyeyim:

Kul ilk önce "Hamd âlemlerin Rabbine, Rahmân ve Rahim, din günün sahibi Allah'a" deniliyorken, burda Allah üçüncü tekil sîga olarak söylenirken; Fâtiha'nın öbür yarısında (İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn) diye "Yâ Rabbi, ancak sana ibadet ederiz ve ancak yardım isteriz!" diye birden "sana" diye hitap ediliyor, ikinci şahıs haline dönülüyor ifadede.

Bu bir yakınlaşmayı; bir hazırlıktan sonra, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarıyla onu övdükten sonra, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna girmeyi ifade ediyor. Uzaktayken yakınlaşmayı ifade ediyor. Onları söyleyince, Allah kulu kendisine yaklaştırmış oluyor.

Allah'a hamd edince, güzel sıfatlarını itiraf ve ifade edince, ondan sonra da artık yüz yüze huzûr-u izzette âşikâre niyaz, dua ve duaya icabet oluyor. Artık muhatap sîgasıyla söyleniyor. O da çok güzel bir anlam, yakınlaşma oluyor. Yâni hamdeden, şükreden, Allah'ın sıfatlarını söyleyen kimse yaklaşıyor, Cenâb-ı Mevlâ'nın huzuruna kabul oluyor.

Allah-u Teàlâ bizi ilim ve irfan sahibi eylesin... Kur'an-ı Kerim'in esrârına âşinâ eylesin... Zevkini dimağımıza duyursun, tadını ağzımızdan kaçırtmasın... Kendisine aşk ile, şevk ile, zevk ile, rızasına uygun vech ile, ihlâsla, iman-ı kâmil ile ibadet etmeyi nasib eylesin...

Kur'an-ı Kerim'i bize şefaatçi eylesin... Peygamber-i Zîşânımızı bize şefaatçi eylesin... Onların şefaatiyle, rehberliğiyle cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...

Peygamber Efendimiz'e Firdevs-i A'lâ'da komşu eylesin. Şu Kur'an-ı Kerim'i Cenâb-ı Mevlâ'dan cennette dinlemeyi şu nâçiz kulaklarımıza nasib eylesin... Rıdvân-ı ekberine cümlemizi vâsıl eylesin...

Aziz ve sevgili izleyiciler, esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

17. 11. 1998 - AVUSTRALYA