28. 03. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ (Bakara: 144 - 147)

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Hazırlayanlar: Dr. Metin Erkaya & M. Esad Erkaya

------------------

KIBLENİN KÂBE'YE ÇEVRİLMESİ

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı dünyada ve âhirette üzerinize olsun...

a. Rasûlüllah'ın Kıble Hakkında Arzusu

Tefsir sohbetime Bakara Sûre-i Şerifesi'nin 144. âyet-i kerimesini okuyarak başlamak istiyorum. Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki, bismillâhir-rahmânir-rahîm:

(Kad nerâ takallübe vechike fis-semâ', felenüvelliyenneke kıbleten terdàhâ, fevelli vecheke şatral-mescidil-harâm, ve haysü mâ kümtüm fevellû vücûheküm şatrahû, ve innellezîne ûtül-kitâbe leya'lemûne ennehül-hakku min rabbihim, ve mallàhu bigàfilin ammâ ya'melûn.) Sadakallàhul-azîm. Bu 144. âyet-i kerime. Önce kelimelerini açıklayayım âyet-i kerimenin:

(Kad nerâ) Kad, muzârînin başına geldiği zaman, bazı kereler mânâsını taşır. (Mâzî, geçmiş zaman; muzârî şimdiki zaman ve geniş zaman.) Yâni, "Zaman zaman, bazı kereler senin şöyle yaptığını görüyoruz. Ben Azîmüş-şan görüyorum ey Rasûlüm!" diyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.

(Kad nerâ takallübe vechike fis-semâ') "Zaman zaman yüzünü semâya çevirdiğini, gökyüzüne çevirdiğini ben azimüşşan, alemlerin Rabbi görüyorum, ey Rasûlüm!" buyuruyor. Biliyorsunuz azamet sîgasıyla, "Biz görüyoruz" şeklinde geçiyor ama, Allah-u Teàlâ Hazretleri vâhid ü ehad ü ferd ü sameddir; şerîki nazîri yoktur. Lâ ilâhe illallah'tır, Lâ havle ve lâ kuvvete illah billâh'tır... Kesin. Ama, burda biz denmesi azamet sîgası olduğundan, Arapça'nın üslûbundan.

Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'ye hicret ettiği zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri kendisine, "Namaz kılarken Beytül-Makdis'e, yâni Kudüs'e, Mescid-i Aksâ'nın olduğu şehre dönün!" diye emrettiği için, oraya dönerek namaz kılıyordu. 15-17 ay kadar Medine-i Münevvere'de böyle namaz kılmıştı. Ama namaz kıldığı zaman içinden Kâbe-i Müşerrefe'yi istiyordu, özlüyordu. Çünkü Kâbe-i Müşerrefe, İbrahim AS'ın İsmail AS'la beraber yenilediği yeryüzünün en eski mabedi. Kudüs'teki Beytül-Makdis'ten, Mescid-i Aksa'dan daha şerefli... Oraya arzusu vardı.

Mekke'deyken müezzin mahfeli tarafında namaza durduğu zaman, hem Kâbe-i Müşerrefe önünde oluyordu, hem de Beytül-Makdis'e doğru dönmüş oluyordu. İkisini birden idare etmek mümkün oluyordu. Bir dönüşte, ikisini birden sağlamak mümkün oluyordu.

Ama Medine'de, Kudüs'e doğru dönünce artık Mekke arkada kaldığından, Kâbe arkada kaldığından dolayı, kıblenin Kâbe olmasını temenni ederek gökyüzüne bakıyordu. Cenâb-ı Hak'tan duasını kabul etmesini istiyordu.

Belki de, Medine'de yaşayan yahudilerin, "Muhammed hem bizim dinimizi tenkid ediyor, hemde bizim saygı duyduğumuz Mescid-i Aksâ'ya dönüyor!" filan diye dedikodu etmelerine de üzülüyordu. Yüzünü semaya çevirip, öyle bekliyordu. "Bunu görüyoruz. Zaman zaman böyle yaptığını görüyorum ey Rasûlüm!" buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.

(Felenüvelliyenneke kıbleten terdàhâ) "Biz --ben azîmüş-şan, alemlerin Rabbi-- kesin olarak, muhakkak ve mutlakà, seni razı olduğun kıbleye döndüreceğiz, döndürüyoruz."

Şimdi burada vellâ-yüvellî, çevirip döndürmek mânâsına gelen bir fiil. Bunun başına le lâm-ı te'kidi geliyor. Fe takısı, "Madem böyle arzu ediyorsun, binâen aleyh, o halde ben de çevireceğim!" mânâsına bir alâka belirtiyor. Yâni nüvellî denmiyor, "Muhakkak çeviriyoruz, işte çevireceğiz!" mânâsına lenüvellî deniyor.

Bir de sonunda (-yenne) geliyor. Buradaki ye'den sonra enne'nin, yâni şeddeli bir nun'un olması, buna nûn-u te'kid-i sakîle derler. Arapçada fiilin sonuna böyle şeddeli nun gelirse, "Muhakkak, mutlaka bunu böyle yapacağım!" mânası çıkar. Cenâb-ı Hak burada ifadeyi iki türlü kuvvetlendirme ile, başına le getirip, sonuna da nûn-u te'kid-i sakîle getirerek kuvvetlendiriyor. "Muhakkak, mutlaka, işte madem böyle arzu ediyorsun, seni razı olduğun kıbleye çeviriyoruz, çevireceğiz!" denmiş oluyor.

Tabii Arapça da bu muzârî sîgası dediğimiz, bizim Türkçedeki şimdiki zamana, geniş zamana ve biraz da istikbale kayar manası. Yâni meselâ; çeviriyorum mânâsına da gelir, çeviririm mânâsına da gelir, çevireceğim mânâsına da gelir. Zamanın böyle bir kullanımı var. Tabii bu âyet yeni indiği sırada henüz çevrilmemiş olduğu için, "Muhakkak ve muhakkak, çok kısa zamanda, ey Rasûlüm senin istediğin kıbleye seni mutlaka çevireceğim, işte bu ayetle, bu emrimle çeviriyorum!" buyurmuş oluyor Cenâb-ı Hak.

(Fevelli vecheke şatral-mescidil-haram) "Haydi artık yüzünü Mescid-i Haram şatrına çevir!" Şatr, bir şeyin yarısı demek. Yâni bir elmayı bölsen, birini karşındakine versen --yarım elma, gönül alma-- işte şatrı, bir parçası, bölüğü demek olur. Burada taraf mânâsına geliyor, insanın yönlerinin bir tarafı olmuş oluyor. "O halde sen de yönünü el-Mescidül-Haram'a çevir hadi bakalım! Madem istiyordun, işte biz de seni istediğin kıbleye muhakkak çeviriyoruz. Al, duanı kabul ettim, temennîni ihsân eyledim sana... Ey Rasûlüm, yönünü hadi bakalım Mescid-i Haram'a çevir!" diye bu âyet-i kerime ile, Peygamber Efendimiz'e Kâbe-i Müşerrefe'ye dönmesini emretmiş oluyor.

Arkasından da buyuruyor ki: (Ve haysü mâ kümtüm) Burada künte demiyor, küntüm diyor. Küntüm, sizler demek, yâni çoğul. "Ey Rasûlüm, sen..." demiyor, "Ey Mü'minler, sizler..." denmiş oluyor. "Ey mü'minler, sizler de nerede olursanız olun, (fevellû vücûheküm şatrahû) Mescid-i Haram'ın olduğu tarafa yüzlerinizi sizler de döndürün!" Şimdi bundan dolayı, herkes namaz kılarken o tarafa dönecek, kıbleye dönecek.

Eğer bir insan nasip olsa, Mekke-i Mükerreme'ye gitmiş olsa, --şimdi bu hacı kardeşlerimize nasip olmuş olan durum-- Mescid-i Haram'a girmiş olsa... Şimdi burada açıklayayım, belki aralarında incelikeri bilmeyenler olabilir dinleyici kardeşlerimin içinde:

Bir Kâbe-i Müşerrefe var... Üstüne siyah atlastan, ipekten örtü bürünen; üstüne altın sırma ile âyetler yazılan, altından kapısı olan ve kuzey tarafında, üstüne gelen sular oradan aksın diye altın oluğu olan; bir kenarında da şöyle yarım daire şeklinde duvarı olan; çok iri, somya gibi büyük, iri taşlarla yapılmış olan, böyle gri renkli, duman renkli koyu taşlarla yapılmış, aradaki harçları beyaz bir bina... Örtüsü yarıya kadar kıvrılıp kaldırıldığı zaman, o yapısı da görülür. İşte Kâbe-i Müşerrefe denilen, Beytullah denilen asıl bina bu...

Altın kapılı olan, etrafında tavaf edilen bir köşesinde Hâcerül-Esved bulunan, öbür tarafında da yarım daire şeklinde kısmı olan, ki orası da Beytullah'ın bir kısmıdır, içi sayılır. Oraya giren, orada namaz kılan, Beytullah'ta namaz kılmış olur. "Beytullah'a namaz kılmağa giren de, Allah'ın rahmetine dalmış olarak girer; günahları affedilmiş olarak çıkar." diye hadis-i şerif var. Şimdi Kâbe-i Müşerrefe bu...

Bunun etrafında da tavaf ediliyor, namaz kılınıyor; kubbeler var, katlar var... Bu etrafındaki geniş namaz kılma alanı da, el-Mescidül-Haram... Elif-lamlı el-Mescid, Haram da onun sıfatı oluyor. Yâni Cenâb-ı Hakkın hürmetli kıldığı, ihtirama çok şayeste olan mübarek mescid. Bunun ortasında Kâbe binası var, Kâbe binasının etrafı da el-Mescidül-Haram... Tabii bu Mescidül-Haram'ın da kenarda, ortadaki avlu gibi kısmın etrafında kubbeli kapalı kısımları var... Sonradan bu yakın yıllarda yapılmış iki katlı, üç katlı kısımlar var, minareler var, kapılar var... Çeşit çeşit kapıları, çeşit çeşit minareleri var. Oradan dışarı çıktığınız zaman, Mescidül-Haram'dan dışarı çıkmış oluyorsunuz.

Bunları niçin anlatıyorum? Mescid-i Haram'da olan kimse nereye dönecek?.. Kâbeye yüzünü dönecek, yâni yüzü Kâbe'ye bakıyor olacak. Mescidül-Haram'ın içinde, o mübarek mescidde namaz kılan kimse, başka tarafa dönemez.

O mübarek mescidde namaz kılmak nedir? Yüzbin misli sevaptır. İstanbul'da, Ankara'da, Adana'da kılınan namaza göre yüzbin misli sevabı fazladır. Onun için hacı oraya gelip bir namaz kıldı mı, kazandığı sevaplarla bütün masraflar telâfi edilmiş oluyor.

Mescid-i Haram'dakilerin yönü Kâbe'ye dönecek. Mekke'dekilerin kıblesi, Mescid-i Haram'dır, çünkü daha geniş... Artık onlar ille Kâbe'yi tuturamaz ama, Mescid-i Haram'a dönecek.

Artık başka diyardakilerin kıblesi de Mekke'dir. O ince şeyi tutturamazlar ama, dünyanın her neresinde olurlarsa olsunlar, Mekke tarafına dönecekler. İstikbal-i kıble, kıbleye yönelmek demek.

(Ve haysü mâ kümtüm fevellû vücûheküm şatrahû) "Ey müslümanlar siz dünyanın neresinde olursanız olun, yüzlerinizi o Mescid-i Haram'ın, Kâbe-i Müşerrefe'nin, Mekke-i Mükerreme'nin olduğu tarafa çevireceksiniz bundan sonra!" diye, Peygamber Efendimiz'in arkasından biz müslümanlara da böylece emir verilmiş oluyor.

(İnnellezîne ûtül-kitâb) "Kendilerine evvelce kitap verilmiş olan kavimler..." Bunlardan maksat nedir? Yahudilerdir, kendilerine Mûsa AS Peygamber gönderildi, ve Tevrat indirildi. Hazret-i İsâ da hristiyanlara gönderildi. Daha doğrusu Benî İsrail'e son peygamber olarak gönderildi. Ona inananlara nasrânî, hristiyan denildi. Ona da İncil'i ihsan eyledi Cenab-ı Hak Teàlâ Hazretleri.

Şimdi onun için, bu hristiyanlara ve yahudilere Kur'an-ı Kerim'de, (ellezîne ûtül-kitâb) "Kendilerine kitap indirilmiş kimseler, ehl-i kitâb" diye bir ayrıcalık tanınıyor, bir ayrı isim veriliyor. Çünkü bunlar Allah'ın hak peygamberlerine tâbî insanlar. Allah'ın hak kitapları kendilerine indirilmiş ama, işte hatâlarını, eksiklerini de İslâm düzeltiyor. Nerede yanıldıklarını, nasıl hata ettiklerini de beyan ediyor. Meselâ, hristiyanların Hazret-i İsâ'yı peygamberlikten çıkartıp da, Allah'ın oğlu filân demelerinin yanlış olduğunu; sonra kitaplarda da bazı değiştirmeler, çıkarmalar, atlamalar, eksiklikler olduğunu beyan ediyor Kur'an-ı Kerim.

İşte kendilerine kitap verilmiş kavimler, bu insanlar... (İnnellezîne ûtül-kitâb) "O kimseler ki kendilerine Allah daha evvel kitap indirmişti; (leya'lemûne) o kavimler, yâni yahudiler ve hristiyanlar hiç şüphe yok ki, muhakkak ki biliyorlar, (ennehül-hakku min rabbihim) bu Rablerinden bir haktır. Yâni Peygamber SAS Efendimiz'in onlara bildirdiği gerçekler, gerçektir, Allah'ın emirleridir; Kur'an-ı Kerim Allah'ın emridir, Peygamber Efendimiz Allah'ın peygamberidir. Onlar bunu çok iyi biliyorlar."

Hattâ bazen Rasûlüllah SAS'in yanında tertibat alırlardı, aksırırlardı, hapşururlardı ki, Rasûlüllah "Yerhamükellàh" desin de, Rasûlüllah'ın duasına ersinler. Bilirlerdi, biliyorlardı. Zâten bir kısmı da bildiği için imana gelmiş, müslüman olmuştu.

(Ve mallàhu bigàfilin ammâ ya'melûn.) "Allah onların böyle bildikleri halde gerçekleri saklamalarından, İslâm'a girmemelerinden, Rasûlüllah'a yardımcı olmamalarından, destekçi olmamalarından dolayı, yaptıkları hataları, içlerindeki hasedi, kızgınlıkları, fitneyi, fesadı biliyor; Allah onların işlediklerinden asla gàfil değildir, hepsini biliyor." Binaen aleyh, onun bir hesabı, cezası olacak demek. Bir tehdit bu...

b. Ashabın Rasûlüllah'a İtaati

Şimdi bu ayet-i kerime ile ilgili tefsir kitaplarında anlatılan rivayetleri nakledelim: Peygamber SAS Medine'ye gelince, Kudüs tarafına onaltı - onyedi ay kadar döndü. Kendisi de istiyordu ki, kıble Kâbe'ye doğru olsun... Onun üzerine bu okuduğum, izah ettiğim ayet-i kerime indi ve yön Kâbe'ye döndürüldü. Bu sefer Beytül-Makdis, yâni Kudüs arkada kaldı.

Biz şimdi Medine'deyiz, namaz kılıyoruz. Güneye doğru, Mekke'ye doğru kılıyoruz. Kudüs nerde kaldı?.. Arka tarafta kaldı. İlk kıble medine'ye göre kuzeydeydi, sonra güneye dönmüş oldu.

Şimdi Ebû Said ibn-i Muallâ isimli şahıs diyor ki:

(Künnâ nağdû ilel-mescidi alâ ahdi rasûlillâh) "Rasûlüllah'ın zamanında biz zaman zaman arkadaşlarımızla, onunla beraber namaz kılmağa, Peygamber Efendimiz'in yaptırdığı mescide giderdik."

Tabii, şimdi bu mescid ne kadar büyüdü, ne kadar büyüdü... O ilk mescidin direklerini işaretlemişler, "Peygamber Efendimiz'in ilk mescidi burasıydı, asıl saha burasıydı." diye; ortada küçcük bir nokta gibi kalıyor. Şimdi mescid çok muazzam bir şekilde büyüdü ve emin olun yer bulunmuyor!.. Hac bitti, hacıların çoğu memleketlerine döndü. Bir kısmı Medine'ye önceden geldikleri için Mekke'den kalktılar gittiler ülkelerine; haclarını yapmış olarak, mağfur olarak, günahları bağışlanmış olarak inşaallah... Yâni hacıların yarısı var belki...

Şimdi bu büyütülmüş olan Mescid-i Nebevî'nin bütün her tarafı tıklım tıklım dolu, bahçesi dolu ve yine mescidi büyütme ihtiyacı var. Halbuki eski mescide göre, Peygamber efendimi zamanındaki durumuna göre belki yüz misli daha büyük.

Şimdi bu zât-ı muhterem böyle anlatıyor. "Giderdik Peygamber Efendimiz'in mescidine, (fenusallî fîh) orda namaz kılardık." diyor. (Femerarnâ yevmen) "Bir gün yine oraya uğradık. (Ve rasûlüllah SAS kàidün alel-minber) Peygamber Efendimiz'e baktık ki minberin üstüne oturmuş. (Fekultü: Lekad hadese emrün) 'Haa, bir şey oldu, mühim bir olay var!' dedim. (Fecelestü) Oturdum." diyor.

(Fekarae rasûlüllah SAS hâzihil-âyeh: Kad nerâ takallübe vechike fis-semâ', felenüvelliyenneke kıbleten terdàhâ...) Peygamber Efendimiz minberde otururken, şimdi benim size okuduğum bu Bakara Sûresi'nin 144. ayetini okumuş; "Onu okudu." diyor. (Hattâ ferağa minel-âyeh) Ayeti kerimeyi okumayı bitirince, (fekultü lisàhibihî) beraber gittiğim arkadaşıma dedim ki: (Teàl, nerkâ' rek'ateyni kable en yenzile rasûlüllah SAS)

'--Gel, ayeti duyduk ya, Rasûlüllah minberden inmeden evvel, seninle Kâbe'ye doğru iki rekât namaz kılalım!' dedim." diyor.

Şimdi burda şu sahneyi gözünüzün önüne getirin, sevgili dinleyiciler ve izleyiciler! Peygamber Efendimiz yeni bir olayı, yepyeni çok mühim bir olayı, yâni İslâm dini geldikten sonra İslâm'da en önemli değişikliklerden biri; Kudüs'e doğru dönülmüşken, Kâbe'ye doğru dönülsün diye ayet geliyor, onu okuyor. Rasûlüllah daha minberin üzerinde, ayeti okumayı bitirir bitirmez, onu dinlemeye gelen bu Ebû Said ibn-i Muallâ isimli kişinin gayretine bakın!.. Nasıl aşk ile, şevk ile Rasûlüllah'ın emirlerini dinliyorlar!.. Ağzından çıkar çıkmaz, hemen uygulamaya geçiyorlar.

"Rasûlüllah daha minberden inmeden, gel şu iki rekât namazı kılalım dedim arkadaşıma. (Fenekûne evvele men sallâ) Bu kıbleye ilk namaz kılanlar biz olalım dedim. (Fetevâreynâ) Şöyle kenara, arka tarafa çekildik. (Fesalleynâ hümâ) Bu iki rekât namazı biz kıldık. (Sümme nezelen-nebiyyü SAS) Sonra Peygamber Efendimiz indi minberden. (Ve sallâ lin-nâsiz-zuhra yevme izin) O gün öğle namazını insanlara Kâbe'ye dönük olarak kıldırdı." diyor bu râvi.

İbn-i Ömer RA'dan bir rivayete göre, Peygamber Efendimiz'in Kâbe'ye doğru ilk kıldığı namaz öğle namazıdır, salâtüz-zuhurdur. Ama bazı râviler de diyorlar ki: "İkindi namazıydı."

Kubâ mescidi, Peygamber Efendimiz'in mescidine göre mesafeli bir yer. Yaya gidildiği zaman bir saatten fazla süren bir mesafe. Kubâ'da namaz kılanlar, ertesi gün sabah namazında ancak haberdar olmuşlar.

Nüveyle bint-i Müslim isimli hanım sahabi diyor ki:

(Salleynez-zuhra --evil-asra-- fî mescidi benî hàriseh) "Benî Hàrise yurdunda öğle veya ikindi namazını kılıyorduk. (Festakbelnâ mescidi ilyâ', fesalleynâ rek'ateyn) Kudüs tarafına doğru iki rekâtını kıldık."

Bu Benî Hàrise yurdu denilen yer, şimdiki Mescid-i Kıbleteyn'in olduğu yer. "Orda öğle veya ikindinin iki rekâtını kıldık. (Sümme câe men yuhaddisünâ enne rasûlüllah SAS, kad istakbelel-beytel-harâm) Sonra biz o namazın içindeyken bir zât geldi, 'Ey cemaat! Allah'a and olsun, ben Allah'a yemin ederim ki Rasûlüllah'ın kıbleyi değiştirdiğini, Kâbe'ye doğru döndüğünü gördüm. Siz hâlâ Kudüs'e doğru dönüyorsunuz!' diye seslenince; (fetehavvelen-nisâü mekâner-ricâl, ver-ricâlü mekânen-nisâ') erkeklerin yerine kadınlar geldi, kadınların yerine de erkekler geldi." Yâni 180 derece bir yön değişikliği olduğu için, arkadakiler öne, öndekiler arkaya geçmiş oluyor.

(Fesalleynes-secdeteynil-bâkıyeteyni ve nahnü müstakbilûnel-beytil-harâm.) "İki rekâtı da bu sefer Kâbe'ye dönük kıldık." diyor.

(Fehaddesenî racülün min benî hàriseh, ennen-nebiyyü SAS kàle: Ülâike ricâlün yü'minûne bil-gayb) Bunlar böyle sözü duyunca, namazın içinde birisinin verdiği habere göre, iki rekâtı Kudüs'e doğru kılmışken, son iki rekâtı Kâbe'ye döndürmüşler. Yerlerini de değiştirmişler, kadınlar arkaya, erkeklerin yerine geçmiş. Peygamber Efendimizi onların bu itaatlerine, yâni duydukları habere hemen uymalarına memnun olarak buyurmuş ki:

(Ülâike ricâlün) "Onlar o er kişilerdir ki, (yü'minûne bil-gayb) gayba inanmışlardır. Gayba inanan er kişilerdir."

Hani Bakara Sûresi'nin başında medhediliyor ya müslümanlar:

(Ellezîne yü'minûne bil-gaybi ve yukîmûnes-salâte ve mimmâ razeknâhüm yünfikn.) [Onlar gayba inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.] diye. Mü'minlerin öğünülecek taraflarından bir tanesi, işte bu gayba imanlarıdır. İmanları sapasağlam olduğundan, Allah'tan emir nasıl gelmişse, sağlam haberi alınca, "Amennâ ve saddaknâ!" diyorlar ve emri tatbik ediyorlar. Ne kadar güzel!.. Efendimiz'in böyle medhine de mazhar olmuşlar.

Demek ki Peygamber Efendimiz, İbn-i Ömer RA'nın rivayetine göre ilk defa öğlen; veyahut başka rivayetlere göre ikindide böyle Kâbe'ye dönük namaz kılmış. Bu Mescid-i Kıbleyetn'de de aynı günde, aynı namazı kılarken iki kıbleye birden, birisinden ötekisine dönerek iki kıbleli kılmak da, Benî Hàrise yurdundaki müslümanların işi olmuş.

Selefi sàlihînimiz, emirleri böyle telakkî ederlerdi ve hemen anında uygularlardı. Biz de sağlam haberi alınca, onlar gibi yaparsak, Cenâb-ı Hak bizi de sever.

Şimdi burada bir mesele var: Şafiî, Ahmed ibn-i Hanbel ve Hanefî mezhebleri namazda yönümüzü Kâbe'ye dönüyoruz da, yüzümüyü, gözümüzü nereye çeviriyoruz?.. Ayakta iken, secde mahalline çeviriyoruz. Hattâ bazıları göğsüne bakması lâzım diye de söylüyorlar, huşû ve saygı böyle olur diye. Rükûda iken ayak parmaklarımızın ucuna bakıyoruz. Secdede iken de burnumuzun iki yanına bakmış oluyoruz. Secdede göz kapanmaz tabii.

Ama Mâlik ibn-i Enes (Rh.A)'in, Mâlikî mezhebinin ictihadı: "Mâdem ki yönünüzü kıbleye dönün demiş Allah-u Teàlâ Hazretleri bu ayette, binâen aleyh namaza durduğumuz zaman, yüzümüzü kıbleye doğru çevirmeliyiz!" diye önüne doğru bakmasını, yâni yatay olarak başı hizasına doğru bakması gerektiğini ictihad olarak çıkarmışlar. Onun dışındaki umûmî mezheb alimleri de, "Huşûa uygundur, gözü etrafa barsa, çok şeylere takılır da huşuu gider." diye secde mahalline bakmayı uygun görmüşler. "Yönünün, göğsünün dönmesi o dönüşü sağlar." demişler.

c. Ehl-i Kitâbın İnad Etmeleri

(İnnellezine ûtül-kitâbe leya'lemûne ennehül-hakku min rabbihim) "Kendilerine kitap verilenler, yâni yahudiler, bu kıblenin değişmesine itiraz edip, "Yâ, önce dönüyordu Kudüs'e, şimdi niye dönmüyor?" filan diye diyenler; onlar biliyorlar ki bunun böyle olacağı onlara daha önceden kitaplarında, şeriatlarında peygamberleri tarafından da bildirilmişti. 'Ahir zaman peygamberi gelecek, böyle böyle olacak.' diye onu biliyorlardı. Bu dönüşün olacağını da ve bu dönüşe itirazlarının haklı olmadığını da bilyorlardı." Ama yine de çeşitli ters duygulardan, inattan, küfürden, hasedden dolayı işte maalesef imana geliverip, Allah'ın rızasını sağlayacak davranışı sergileyememişler.

İmtihan tabii, herkes imtihan geçiriyor. Bakın Peygamber SAS Efendimiz'in, Allah'ın emrine itaatine bakın: "Ey Rasülüm Kudüs'e dön yönünü!" deniyor; "Başüstüne..." diyor, Kudüs'e dönüyor. Ondan sonra, "Ey Rasûlüm, bundan sonra Kâbeye dön yönünü!" buyruluyor; hemen Kâbe'ye dönüyor. Müslümanlar da öyle... Yâni emir nasılsa, onu uyguluyorlar. Ama Allah'ın öteki kullarının da öyle yapması gerekirken, birinci emrini tutup da ondan sonraki emrini tutmuyorlar, itiraz ediyorlar.

Allah-u Teàlâ Hazretleri insanı ters duygulara düşürmesin... Şeytanın kandırmasına kananlardan eylemesin... Samîmî, ihlaslı olarak Cenab-ı Hakk'ın razı olacağı en güzel davranışı seçip, onu yapmağa muvaffak eylesin...

Şimdi bundan sonraki 145. ayet-i kerimeyi okuyalım:

(Ve lein eteytellezine ûtül-kitâbe bikülli âyetin mâ tebi kıbletek, ve mâ ente bitâbiin kıbletehüm, ve mâ ba'dühüm bitâbiin kıblete ba'd, ve leinitteba'te ehvâehüm min ba'di mâ câeke minel-ilmi inneke izen leminez-zàlimîn.) Sadakallàhul-azîm.

Bu 145. ayet-i kerime. Şimdi burada Cenab-ı Hak Teàlâ Hazretleri, o zamanki yahudilerin davranışlarını, karşı gelişlerini, inatlarını anlatıyor:

(Ve lein eteytellezîne ûtül-kitâbe bikülli âyetin) "Eğer kendilerine evvelce kitap indirilmiş bu kavme, bu adamlara, bu topluluğa, bu eski din mensublarına bütün âyetleri getirsen..." Etâ-ye'tî gelmek demek ama, bi harfi ceriyle müteaddi oluyor. (Eteyte bikülli âyetin) Yâni, "Her ayeti getirsen" demek oluyor. Arapçada böyle bi harf-i ceriyle lâzım fiiller, geçişsiz fiiller geçişli hale geliyor. Onun burada uygulamasını görmüş oluyoruz.

"Bu ehli kitaba bütün ayet-i kerimeleri getirsen ey Rasûlüm, yâni Kur'an ayetlerini getirsen..." Ayet iki çeşittir. Kur'an-ı Kerim'in cümleleri bir ayettir. İki, peygamberlerin gösterdiği olağanüstü olaylar, mûcizeler de birer ayettir. Yâni mûcize göstersen, ayet indirsen; (mâ tebi kıbleteke) onlar senin kıblene tâbî olmazlar. Yâni getirdiğin halde, getirmiş olsan bile tâbi olmadılar, olmuyorlar, olmayacaklar. (Mâ tebi kıbleteke) Tâbi olmadılar. Yâni sen getirmiş bile olsan bütün ayetleri, yine de bildiklerini okuyorlar, uymuyorlar.

(Mâ ente bitâbiin kıbletehüm) O halde senin de onların kıblelerine tâbi olmanın gereği yok. Mâdem onlar ayetler geldiği halde, Allah emrettiği halde, inat edip yapmıyorlar; o halde sende onların kıblesine tabi olmağa mecbur değilsin, uyacak değilsin; tâbî olma! (Ve mâ ba'dühüm bitâbiin kıblete ba'd) Birisi ötekisinin kıblesine tâbî olacak değildir, tâbî olmaya mecbur değildir.

(Ve leinitteba'te ehvâehüm min ba'di mâ câeke minel-ilmi inneke izen leminez-zàlimîn.) "Eğer sen Allah böyle ayetler indirdikten sonra, vahyettikten sonra, gerçekleri bildirdikten sonra, onların hevâ ve hevesâtına tâbi olacak olsan; onların gönülleri olsun diye onların dediklerini yapacak olsan, hevâ-yı nefislerine tâbi olacak olsan, onların isteklerine uyacak olsan; (inneke izen leminez-zàlimîn) yapmazsın ya öyle bir şey yapacak olursan, zàlimlerden olmuş olurdun, zàlimlerin arasına girmiş olurdun!"

Zâlim ne demek?.. Zulmeden, haksızlık eden adaletle hareket etmeyen, yanlış iş yapan... "Zaten öyle bir şey yapmazsın ama; yapmış olsan, o zaman zâlimlerden olmuş olurdun. Onlar bak nasıl ters tutumlar içine giriyorlar; binaen aleyh, seninde onlara yüz vermene gerek yok, tâbî olmana gerek yok!" diye buyuruyor. Onların davranışı karşısında, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin Peygamber Efendimiz'e takınmasını istediği, tavsiye ettiği tavır bu.

d. Ehl-i Kitâbın Peygamberimizi Bilmesi

146. ayet-i kerime:

(Ellezîne âteynâ hümül-kitâbe ya'rifûnehû kemâ ya'rifûne ebnâehüm, ve inne ferîkan minhüm leyektümûnel-hakka vehüm ya'lemûn)

(Elhakku min rabbeke felâ tekünenne minel-mümterîn) Bu da 147. ayet-i kerime.

Şimdi (Ellezîne) "O kimseler ki, (âteynâ hümül-kitâb) onlara biz daha önce vahiy indirmiştik, kitap vermiştik." Yâni, "Kendilerine vahiy edip, peygamber gönderip, kitap indirdiğimiz o eski kavimler, yâni yahudiler, hristiyanlar, (ya'rifûnehû kemâ ya'rifûne ebnâehüm) sana inen Kur'an-ı Kerim'in hak kitap olduğunu, senin hak peygaber olduğunu evlatlarını bildikleri gibi kesin bilirler."

Araplarda bu bir darb-ı mesel olarak bu söz kullanılırmış. "Evlâdımı bilir gibi bilirim!" derlermiş. "Çok kesin olarak bilirim!" mânâsına kullanılan bir tabirmiş. Onun için böyle buyruluyor. Evlatlarını bilir gibi, yani hiç şeksiz, şüphesiz, tereddütsüz bilirler; senin hak peygamber olduğunu, sana indirilen kitabın hak kitap olduğunu, Allah kelamı olduğunu onlar bilirler.

Bazısı da diyor ki: "Bir sürü çocuk olsa okulda bahçede, insan şöyle çocukların arasına bakar, kendi çocuğunu nasıl ayırır; 'Hah, şu benim oğlan, benim çocuk. Gel bakalım evlâdım!' diye hemen nasıl bulur. Öyle onu bildikleri gibi, bir sürü söz arasından, bir sürü hüküm arasından, doğruyu o kadar kesin bilirler." mânâsına diye de söyleyenler olmuş.

Bu yahudi âlimlerinden insaflı, imanlı, bilgili yahudi âlimlerinden birisi var, Abdullah ibn-i Selâm RA... Hazret-i Ömer ona demiş ki:

"--Muhammed SAS'in Allah'ın hak rasûlü, ahir zaman peygamberi olduğunu kendi çocuğunu bilir gibi, kesin bilirmisin yâ Abdullah ibn-i Selam?" diye sormuş.

Hazret-i Ömer, onlarla konuşurmuş bu konuları, sormuş. Onun cevabı şöyle: (Kàle: Ne'am ve ekser)

"--Evet, onun gibi biliyorum, hattâ ondan daha iyi biliyorum!" buyurmuş ve şöyle ilâve etmiş:

(Nezelel-emînü mines-semâi alel-emîni fil-ard) Gökten Cibrîl-i Emîn, yâni emin lakaplı Cebrail AS, Allah'ın mübarek meleği indirdi gökten. Kime?.. (Alel-emîni fil-ard) Muhammed el-Emin lakaplı emin peygambere indi, o Allah'ın hak peygamberidir. Emin Cebrail'in, Emin Muhammed'e vahyi haktır. Ben onu evladımı bildiğim gibi, ondan daha iyi olarak biliyorum." demiş.

(Bina'dihi fe araftühü) Yâni o bize eski rivayetlerimizde, kendi aramızda bulunan kitaplarda bildirildiği şekilde aynen vasfedildiği şekilde öyle gelmiştir. Bende onu o şekilde biliyorum. (Vebnî) Ama evlâdıma gelince, (lâ edri ma kâne min ümmihi) evet bizim hanımdan doğdu ama, Allah bilir. Ama Peygamberimizin hak peygamber olduğunu evladımdan daha iyi bilirim." diyor. Böyle ifade ediyor.

Bu kadar kesin bildikleri halde, kendi kendilerine düşündükleri zaman, (ve inne ferîkan minhüm) onlardan bir fırka hakkı kabul etti. Ferik ne demek? Ayrılmış bir zümre demek, tabi hepsi aynı durum da değil.

Şu zamanda bile hakkı kabul eden, imana gelen ehl-i kitap âlimleri var, hahamlar var papazlar var, senatörler var... Amerikan senatörlerinden, milletvekillerinden insanlar var... Clinton'un hanımına Kur'an-ı Kerim hediye edilmiş, o da çok güzel bir teşekkürnâme göndermiş, "Benim için en değerli hediye..." filan diye.

Almanya'dan bir arkadaş bugün anlattı. Almanya'da televizyonda konuşmuşlar bir papazla. İslâm'ın ve Kur'an-ı Kerim'in ne kadar sağlam olduğunu, bir harfinin bile değişmediğini, o papaz nasıl takdirle karşılamış. Yâni hep böyle insaflılar kabul ediyorlar, her devirde her zaman.

(Ferîkan minhüm) "İçlerinden bir fırka da, bazıları da şeytana kanıyor, bu gerçekleri kabul etmiyor. (Leyektümûnel hakka) Hakkı muhakkak gizliyorlar. "Acaba gizliyorlar mı?" değil, muhakkak gizliyorlar. (Vehüm ya'lemûn) Bile bile yapıyorlar bu işi; bile bile gerçekleri saklıyorlar. "Aman Muhammed şu bizim kitaplarda yazılan bilgileri öğrenmesin!.. Aman söylemeyin, daha çok takviye olur." filân diye saklıyorlar.

(El-hakku min rabbike) "Rabbinden gelen haktır. (Felâ tekûnenne minel-mümterîn) Sakın ey Rasûlüm tereddüd edenlerden, münakaşa edenlerden, bu konuyu münakaşa mevzuu yapanlardan olmayasın!" Yâni bu kesin, bu böyle ama, onlar işte böyle duygularla bu işleri yapıyorlar. Sakın sen bu konuyu münakaşa edilecek konu yapma; onların yaptıkları budur." diye Cenab-ı Hak Teàlâ, onların inatları karşısında münakaşayı yasaklıyor

Tabii o yapanlar o duygularıyla öyle hareket edenler geçtiler, Abdullah ibn-i Selâm RA gibi gerçekleri söyleyip, "Evet Tevrat'ta bu bilgiler var, aynen biz bunları şu, şu ifadelerle yazılı buluyoruz. Okuduk, zaten bekliyorduk böyle bir peygamber geleceğini..." diyenler de tabii imanlarının mükâfâtını görüp, Allah'ın lütfuna, ikramına erip, cennetlik oldular.

Şu dâr-ı dünya imtihan dünyasıdır. Allah-u Teàlâ Hazretleri imtihanı başarıp, imanını koruyup, fitnelerden kurtulup, musîbetlerden sıyrılıp, dinini güzelce icrâ edip, Allah'ın sevgili kulu olup, iman ile ahirete göçmeyi cümlemize nasib eylesin... Huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak, yüzü ak, alnı açık varalım!.. Rabbimiz bize rahmetiyle muamele eylesin... Cennetiyle, cemaliyle cümlenizi, cümlemizi müşerref eylesin...

Aziz ve sevgili izleyicier ve dinleyiciler! Aman imtihanları kaybetmemeye dikkat edin!.. Aman nefse uymayın, aman şeytana kanmayın!.. Aman fânî dünyanın geçici menfaatlerine aldanmayın!..

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

28. 03. 2000 - Medine