TÜRKİYE HARBE GİRECEK Mİ?

Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Vessalâtü vesselâmü alâ hayra halkıhî seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ muhammedinil mustafâ... Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmid dîn...

Bir faaliyetten elde edilen faydalar çok olsun diye, bir çok yönü düşünerek yola çıkıyoruz. Allah, planladığmız, umduğumuz faydaları bizlere ihsan eylesin... Hatırımızda hayalimizde olmayan daha fazla faydaları da ikram eylesin...

Ben şahsen, sulhü selâmeti seviyorum. Sanıyorum bu aramızda yaygın ve umûmî bir duygudur. Ufacık bir ihtilâf, bir kırgınlık, bir çatışma bile beni üzüyor, tedirgin ediyor. Her şeyin güzel ve iyi olmasını istiyoruz Rabbimiz'den... Ama Kur'an-ı Kerim'de buyuruluyor ki:

(Kütibe aleykümül kıtâlü ve hüve kürhün leküm) "Sizin üzerinize savaşmak bir görev olarak yazıldı. Bu sizin için nâhoş bir şey ama; (ve asâ entekrehû şey'en ve hüve hayrün leküm) sizin için bazı şeyler nâhoş olabilir, hoşlanmayabilirsiniz ama; bu sizin için daha hayırlıdır!" buyuruluyor. "Bazı şeyleri de seversiniz; aksine o iyi olmayabilir, hayırsız olabilir... Sevdiğiniz, istediğiniz, arzuladığınız halde; sonu iyi gelmeyebilir." Demek ki, insanoğlunun tabiatına da reel olarak bir işaret var, ayet-i kerimede...

Peygamber Efendimiz'in sahabesinden birisi de gelmiş, kendisine bey'at ederken demiş ki: "Yâ Rasûlallah, sana bey'at etmek istiyorum; ama, özel bir iki şartım var. Ben çok çoluk çocuklu bir kişiyim, benden zekât farzını kaldırsan, zekât vermesem olmaz mı?.. Şu kadarcık devem var, şu kadar aile efradım var; ancak geçinebiliyorum. Bir de zekât vermeye kalkarsam, zorlanacağım diye düşünüyorum. Bir de --dobra dobra, samîmî; Allah şefaatlerine erdirsin-- ben korkak bir insanım, cesur bir insan değilim. Beni cihadla da mükellef kılmasan; ondan da muaf olsam!.. Bu iki şartla bey'at etmek istiyorum." demiş. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: "Zekâtla cihad olmayan İslâm, nasıl İslâm olur?.. Bunlarsız nasıl müslümanlık olur?.." O kadar bir manâlı tarzda sormuş ki, tekrar tekrar tekrarlamış ki; "Yâ Rasûlallah, pişman oldum. Her şartını kabul ederek sana tabii oluyorum, bey'at ediyorum!" demiş. Yâni zekât da, cihad da, hayat da, ölüm de... (Fil mekrahi vel menşa') Hoşa gitmeyen durumda da, hoşa giden durumda da...

Evet, insan tabiatında güzel şeylere meyil vardır, sulha meyil vardır... Huzura sevgi vardır, mutluluğa ilgi vardır. Amma, hayat da her zaman, her yerde, olayların da bize öğrettiği üzere sert bir vakıa... Yaşamak kolay değil. Yaşamayı bir mücadele, hayat mücadelesi olarak vasıflandırıyorlar bir çok insanlar... Katı kuralları var. Kuvvetliler zayıfları eziyor; büyük balıklar küçük balıkları arkasından yetişip yutuyorlar.

Şimdi insan, akıl ve iman gözüyle, irfan gözüyle baktığı zaman; tabii, başkalarına nâhoş gelen şeyleri de sever. Meselâ, muhabbetullah galebe çalmış şaire; diyor ki:

Hoştur bana senden gelen,
Ya gonca gül, yahut diken,
Ya hil'at ü yahut kefen;
Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..

Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Gelse celâlinden cefâ,
Yahut cemâlinden vefâ,
İkisi de câna sefâ;
Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..

Tabii, lütfu sevebilmek her kişinin kârıdır da; kahrı sevebilmek, Allah'ın takdiridir diye ona da razı olabilmek, kadere rıza; o er kişinin, büyük insanların, evliyâullahın, olgun insanların kârı oluyor. Tabii ben, öyle büyük iddialarda olamayacağımızı düşünerek diyorum ki, "Yâ Rabbi, biz zayıf kullarınız; bizi büyük imtihanlarla karşılaştırma!.. Kaybederiz, başaramayız, dayanamayız, tahammül edemeyiz..."

Arkadaşımızın birisi bana, "Allah sabrını arttırsın!" dedi. "Aman!" dedim, "Şükrünü arttırsın de!" Çünkü, sabır için cefâ lâzım, cevr lâzım, sıkıntı lâzım... Tabii, herkes Eyyûb AS gibi olamaz.

Şimdi biz Allah'ın hikmetiyle, harb sıkıntısı çekmeden yetişmiş bir toplumuz. Umûmiyetle şu salonda beni dinleyenler, bizzat bir harb acısı yaşamamışlardır. Belki içlerinde Kore'ye gitmiş olabilenler vardır, belki Kıbrıs Harekâtı'na iştirak etmişlerdir ama, genel olarak sulh içinde yaşadık. Ve propagandalara --inanmayı istediğimiz için, gönlümüz de sulhü sükûnu istediği için-- kendimizi bir hayli kaptırdık. "Dünya gül gülistan olacak... Sulh olacak, sükûn olacak, huzur olacak, mutluluk olacak... Kurtla kuzu kardeş olacak..." filân gibi düşünüyorduk. Hakîkaten, bizim uzaktan yakından, kenarından takib ettiğimiz kimseler, birbirleriyle barışmaya başladılar. Bu da bizim ümitlerimizi takviye ediyor gibi göründü.

Avrupada II. Cihan Harbi'nde birbirleriyle kıyasıya çarpışmış, vuruşmuş; birbirlerinin şehirlerini bombardımanla yerle bir etmiş olan devletler, birleştiler. AET, Avrupa Ekonomik İşbirliği dediler, sonra AT oldular. Sonra peş peşe, baş döndürücü bir hızla, bir takım beynelmilel anlaşmalarla, Avrupa'nın güvenliğini sağlama, Avrupa'dan harbi uzaklaştırma çalışmalarını yaptılar. Ekonomik güçlerini birleştirdiler. Onlara yakınlık duydu yöneticilerimiz; ister istemez biz de onlara katıldık. Zaten 50-60-70 yıldır, 100 yıldır, 150 yıldır --batının bizden teknolojik bakımdan üstün olduğunu, acı olaylarla görmüş olduğumuzdan-- batıyla, "Batıdan alacağımız şeyler var, dost olmalıyız." siyasetiyle hareket ediyorduk.

Avrupa ile Rusya da bir sulh yaptılar, silahlarını azalttılar. Nükleer silahları, tankları, kimyasal silahları tahrib anlaşmaları peş peşe yapıldı. Silahlarını imha ediyorlar kendileri... Ve böylece Avrupa'nın üzerinden karabulutlar dağıldı, güneş göründü. Amerika'yla Rusya da, korkunç kıtalar arası füzelerle yıldız savaşları yapmayacağından, üçüncü dünya harbi biraz daha uzaklarda diye, geçtiğimiz yıllarda bayağı bir ümitlenmeye, sevinmeye başladık.

Derken bizim tarihî düşmanımız Rusya, acaib değişmeler gösterdi. --Hilmi Bey kardeşimizin dediği gibi-- üniforma değiştiriyor, forma değiştiriyor... Demirperde yıkıldı, seyahat imkânları doğdu ve Orta Asya'daki, Kafkasya'daki kardeşlerimizle görüşmemiz mümkün oldu, ziyaretler mümkün oldu. Ve herkesin ağzından, "21. Yüzyıl, Türkler'in yüzyılı olacak!" temennisi duyulmaya başlandı, gazetelerde yazılmaya başlandı. Fevkalâde heyecanlı idik. Biz de o heyecanla iki sene kadar önce, Özbekistan'a kadar gittik. 60-70 kişilik bir grupla Buhara'mızı, Semerkand'ımızı gördük, Taşkent'imizi gördük, Bakü'müzü gördük... Sahabe kabirlerini ziyaret ettik. Ordaki kardeşleri tanıdık, onları davet ettik; onların çocuklarını davet ettik ülkemize... Her şey tatlı tatlı gidiyordu, kaymaklı kadayıf gibi...

Fakat yavaş yavaş --Orhan Veli gibi-- taşın sert olduğunu farketmeye başladık; suyun insanı boğduğunu, ateşin yaktığını keşfetmeye başladık. Hayallerimizdeki dünya ile, karşımızdaki dünya arasında --(Eynes serâ mines süreyyâ?) "Nerde gökteki Süreyyâ yıldızı, nerde yeryüzü?.. Mesafe ne kadar uzak..."-- çok büyük farklar olduğunu gördük. Teknolojik üstünlüğünden, fazilet bakımından da üstün olduğuna bayağı kanmaya, inanmaya başladığımız batının, hiç de öyle olmadığını yeniden keşfettik. Henüz daha kâşifler ve icadlar ansiklopedisine girmediler ama, bunlar en taze keşiflerimiz bizim...

Ve bir de baktık ki, Türkî Cumhuriyetler'de bir takım hoşumuza gitmeyen olaylar oluyor... Tanklar hareket ediyor, bir takım insanlar öldürülüyor... İktidar bir birisinin eline geçiyor, bir ötekisinin eline geçiyor... Onbinlerce insan, hudutlardan öbür tarafa kaçmak zorunda kalıyor... Günde şu kadar insan, bu kadar insan ölüyor. Yâni, "Bu istiklâllerini yeniden kazanmış olan ülkelere ne oluyor?" diye bayağı bir afalladık. Yoksa, Rusya bize bir oyun mu etti?" demeye başladık.

Ondan sonra da, --bu iyimserlik müslümanların hepsinde var galiba-- bizim Bosna-Hersek'teki kardeşlerimizde de vardı bu iyimserlik... Onlar da, "Madem Yugoslavya yıkılıyor; biz de bir müslüman cumhuriyeti kuralım!" dediler. Biz de onu istedik tabii... Avrupa'nın göbeğinde, anlı şanlı bir İslâm cumhuriyeti; müslümanlardan ibaret bir devlet olması, bize çok tatlı göründü. Fakat, sonradan baktık ki, işler bizim düşündüğümüz gibi devam etmiyor.

Bosna-Hersek olayı, bizim müthiş bir şekilde, dehşetler içinde şoka düşmemize sebep oldu. Korkunç bir şok ile karşı karşıya kaldık. Pespembe hayallerimiz, kapkara karardı... Camdan inşa edilmiş hayalî saraylarımız, şangır şungur kırıldı... Baktık ki, işin arkasında kilise var!.. Baktık ki, işin arkasında Slav milliyetçiliği var!.. Baktık ki, işin arkasında Rusya var, Amerika var, Almanya var, Fransa var, İngiltere var!.. Yâ, hani bunlar bizim eskiden beri dostlarımızdı!?.. İşte, belli ittifaklar içinde beraberdik; el ele, kol kola, yan yana, yanak yanağa resimler çektiriyorduk... Tabii biz de bazı temennilerimizi, sızıldanmalarımızı söylemeye başladık: "Hani sizin söylediğiniz, bir insan hakları vardı; o nerede?.. Niye uygulanmıyor?.. Hani halkların hürriyetleri diye bir şey vardı; niye tatbik edilmiyor?.. Hani imza koyduğumuz Helsinki anlaşması, hani AGİK, hani BAB?.. Hani Avrupa'nın şu veya bu konuda düzene sokulması için, alınan bir takım güzel kararlar?.." Baktık ki, onlar tatbik edilmiyor.

Sonra bizi en çok etkileyen olaylardan birisi sanıyorum, insanların böyle öldürülmesi kadar; kadınların, çocukların maruz kaldıkları muameleler oldu. Ve hiç kimsenin kılı kıpırdamıyor!.. Adamlar, susuzluktan kuyruğa girmişler, ellerinde boş bidonlar... Su doldururken, üzerlerine bomba düşüyor; 8 tanesi, 10 tanesi ölüyor...

Halbuki, İstanbul'da bir ihvanımız var, beni evine çağırdı. Ordan da, "Hocam, benim bir tarlam var; sizi oraya götüreyim!" dedi. Götürdü. "Aşağıda, tarlanın aşağı tarafında, çalının dibinde su da var." dedi. "Geçen gün gittim, baktım; suyun başında bir yılancık, su içmeye gelmiş. Dokunmadım zavallıya..." dedi. Yâni, benim bacım su içmeye gittiği zaman, yılana bile dokunmayacak kadar hassas, melek gibi; ötekiler, su kuyruğundaki insanları bombalayacak kadar hain!..

Cenaze oluyor, cenazeyi gömecekler; cenaze merasiminin ortasına bomba atıyorlar!.. Yâni, ölenlere son vazifesini yapan insanlara karşı bir gaddarlık... Doğrusu şunu sanıyorduk ki biz, --eski alıştığımız iyimserlikle-- "Amerika'dan feryadlar yükselecek, Avrupa'dan feryadlar yükselecek, dünya ayağa kalkacak ve haksızlık hemen durdurulacak." diye düşünüyorduk. Hiç de öyle olmadı. Yâni, kim kime, dum duma... Bizden başka kimsenin bu işle üzülüp ilgileneni olmadığını, üstelik ötekileri desteklediğini görmeğe başladık.

Beri tarafta, "32. paralelin, 36. paralelin altına üstüne çıkmayacaksın!.. Yok efendim, radarını bize doğru kilitledin!.. Yok şöyle yaptın, yok böyle yaptın..." diye her gün bir taraf bombalanıyor... Hırvatlar, Sırpların bilmem hangi şehrine hücum etti diye, bütün millet ayağa kalktı; "Birleşmiş milletlerin orda yaptığı anlaşmaya niçin itiraz ediyorsunuz?" diye, Avrupa bu sefer Hırvat'ların aleyhine de bir şeyler söylemeğe başladı... İki tane Fransız askeri bu hengâmede öldü diye, Fransa ordusunu ve bir uçak gemisini Adriyatiğe göndermeye başladı.

Şimdi ben, bu acı olayların hepsini, acı birer ilaca benzetiyorum. Yâni, sanıyorum ki artık Türkiyede hayal içinde yaşayan insan kalmadı. Herkes, hayatın nasıl bir mücadele olduğunu, insanların nasıl gaddar olduğunu, nasıl zâlim olduğunu çok iyi anladı. Biz de anladık, biz de dehşete düştük ve, "İğneyi kendine batır, çuvaldızı başkasına!" dedikleri gibi; bir de, "Ya Bosna-Hersek'te biz olsaydık!.." diye düşünmeye başladık. "Veyahut, Bosna-Hersek'teki olaylar Türkiye'ye taşınsa, Türkiye de öyle olayların içine girse!.." diye düşünmeye başlayınca; bu sefer adamakıllı şaşırdık ve adamakıllı heyecanlandık... Derken gazetelerde bir takım olaylar, bir takım araştırmalar yayınlanmaya başladı. Bunlardan beni şahsen en etkileyenlerden bir tanesi, Amerikan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü'nün iddiası: --senaryosu diyor gazeteler-- "1993 yılı ağustosunda, Türkiye harbin içine girer!" Yhani biz şimdi 1993 teyiz, ocak ayındayız; bitiyor ocak ayı... Demek ki "7 ay sonra bir harb olabilir!" diyor. Canım, elin adamı diyebilir, senaryo yazmak serbest... Senaryo, bir yazarın eline kalemi alıp, hiç bir kayıt tanımadan yazabildiği bir şeydir. Trajedi yazar, komedi yazar, dram yazar... Her şeyi yazabilir... Derken, bizim genel kurmay başkanımız, "Çok karamsarım, çok kötümserim; bir harb çıkabilir!" demeye başladı. Gazetelerden okuyoruz... Sonra bir de dışişleri bakanımız, "Türkiye bir harbin içine girebilir!" demeye başladı.

Ben o zaman, Türkiye'de bir grubun sorumluluğu ile, bağlanılmış bir kimse olarak kendi kendime; "İlle de bunların yalan olduğuna kendimizi inandırmağa ve vuku' bulmayacağına dair temennîlerimizin hakikat olmasını, can ü gönülden istemeye devam ediyoruz ama; acaba, bizim bu hayal ve temennilerimiz ile, olayların inkişafı paralel mi gidecek?.." diye bir soru geldi hatırıma... Ve onun üzerine Ankara'ya gittim. Ankara'daki muhtelif aklı başında, bilimsel seviyesi olan, muhakemesi kuvvetli, mantığı sağlam olan; bilgisi, görgüsü, tecrübesi olan samîmî dostlarla görüştüm. Bunların bir kısmı bakanlık yapmıştı, bir kısmı profesördü, bir kısmı yüksek bürokraside tecrübe kazanmış kimselerdi. Bir tanesine sordum: "Bu Amerikan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, roman yazma enstitüsü müdür?.. Ne yapar bu böyle? Bu senaryoların manası nedir?" diye sordum. O bana dedi ki: "Amerikan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, CIA --yâni, Amerikan Merkezî Haber alma Örgütü-- ile ilgilisi olan, yan kuruluşu gibi olan, çok geniş bir teşkilattır; bir gökdeleni vardır... Ciddiyeti vardır, saygınlığı vardır, etkinliği vardır. Onun senaryolarının bir kısmı uygulanır ve hakîkat olur. Yâni, projelerinin uygulandığı da vardır." dedi. "Meselâ, ben bundan 16 yıl önce Amerika'ya gittiğim zaman, 'Sovyetler Birliği dağılacak ve Türkî Cumhuriyetler meydana çıkacak!' diye ilk defa orda duymuştum." dedi. Yâni aşağı yukarı, avamın, halkın, sade vatandaşın bu meseleleri görmesinden 13-14 yıl önce, orada bunun konuşması yapılmış. Tabii, bunun sezilmesi ve hazırlanması için de muhakkak biraz daha gerilere gidilmiştir. Demek ki, o zaman ona anlatılan şeyler, sonra gerçekleşmiş.

Tabii, böyle bir müessesenin ortaya attığı senaryolar gibi, başka müesseselerin senaryoları da gazetelerde herhalde sizler tarafından da okundu. Meselâ, Ruslar bir senaryo hazırlamışlar; "İkibin bilmem kaç yılında, Araplar Türkiye'yi istilâ edecek!" diye. Tabii bu çok cazip bir başlık olduğu için, sanıyorum hepiniz okumuşsunuzdur. Çünkü, meşhur bir iki gazetedeydi. Tabi onu da okuduk. O da bir senaryo, yâni tahmin... Yâni, istikbale yönelik bir takım görüşler, zanlar, tahminler veyahut temenniler; veya senaryo diye bir takım kimselere, bir takım işaretlerin verilmesi... "Bakın, bizim planımız böyledir! Siz hazırlanın!" filân diye.

Biraz evvel Hilmi Bey'in çok zarif konuşması vardı. O da --aşağı yukarı-- dünyada süper devletlerin samimi olmadığını, bizim hayal ettiğimiz gibi olmadığını, kazın ayağının öyle olmadığını; bu adamların dünya efkâr-ı umûmiyesi ile bayağı alay ederek, küçük devletleri hiçe sayarak, dünya üzerinde bir takım menfaatleri götürdüklerini; ve bu işi zorbalıkla, silah zoruyla, teknolojik üstünlükle yaptıklarını, bir uzman olarak söylemiş oldu. Yâni, konuşmasının özeti budur.

Bütün bunların hepsini bir araya topladığımız zaman, aslında çok ciddî bir dünyada yaşayan insanlarız. Yâni net olarak çıkan budur. Hiç de öyle gülünecek, şaka yapılacak, omuz silkilecek, aldırılmayacak; herkesin elbebek-gülbebek vakit geçireceği bir dünyada değiliz. Etrafımızda kurtlar uluyarak dolaşıyor, canavarlar dolaşıyor... Hedef biz olduğumuz için, bu işin bizi çok ilgilendirmesi lâzım!..

Hani, Kuzey Amerika'daki Amerika Birleşik Devletleri Güney Amerika'da, Şili'de, Arjantin'de bir şey yapmış; Bolivya'da bir şey yapmış bizi ilgilendirmiyor... Çünkü, arada Atlas Okyanusu var, kilometreler var, binlerce kilometre var. "Eh, ne yaparlarsa yapsınlar; bizi doğrudan ilgilendirmiyor." diyebiliriz. Vietnam Savaşı da bizi pek ilgilendirmemiş olabilir, Uzakdoğu'da diye... Ama bu sefer görüyoruz ki, olayların bir tarafı biziz.

Meselâ NATO'nun karşısında Rusya vardı, Varşova Paktı vardı. Hür devletler denilen Batı Bloku, komünist devletler denilen Doğu Bloku; bunların arasında da iki tarafa uymayan, Tarafsızlar diye dünyada alıştığımız bir gruplaşma vardı. İkisi anlaştı... İkisi anlaşınca, ortadaki tarafsızlar da afalladı; ne yapacaklarını şaşırdılar. Dünyanın politik, askerî, ekonomik durumu hızla değişti. Fakat bu arada, "NATO ne yapacak?.. Fesih mi edelim, NATO'yu kaldıralım mı?.." derken, NATO'ya başka görevler yüklenilmesi gerektiği NATO'lu ilgililer tarafından söylendi. Meselâ bunlardan birisi, eski İngiltere başbakanı Margaret Teacher... Çok net olarak, açık olarak söyledi ki, "NATO'nun hedefi İslâm'dır!.."

Ben bunu maalesef böyle vesikalı konuşmuyorum; Hilmi Bey gibi çantayla, bir şeylerle gelemedim ama, bir kitapta okudum. Basında yayınlanmış şeyler olduğu için, umûmî şeyleri özetliyorum diye düşünüyorum. Ama Margaret Teacher, çok net olarak, NATO'nun İslâm'a karşı konuşlandırılması gerektiğini, yerleştirilmesi gerektiğini beyanatlarıyla ifade etti. Sonra, İngiltere'nin iki meşhur hafta sonu dergisi, bunları makalelerinde işlediler ve NATO'nun gerçekten İslâm ülkelerine karşı tavır alması gerektiğini ve yeni hedefin Moskova değil, Mekke olduğunu söylediler. Tabii Mekke de bize uzak geldiği için, bizimkilerin bir kısmını ilgilendirmeyebilir.

Dünyanın endüstrisinin, ekonomisinin kanı ve canı durumunda olan malzeme ve maddeler, İslam ülkelerinin elinde... Petrol gibi, değerli madenler gibi bir çok şey batılıların elinde yok... Her ne kadar onlar, dünyanın en güzel yerlerini, en kaymaklı yerlerini, koca koca parçalar halinde almış, bir kenarını ısırmış ve yutmakla meşgullerse de; müslümanların elindeki topraklarda da, çok önemli stratejik malzemeler olduğunu biliyorlar. Ve 1950'li yıllardan beri, "İslâm ülkeleri ilerleyebilir; batı ülkeleri zamanla --hammaddeye sahip olmadıkları için, geri kalmış ülkeler de kendilerine yeterli teknolojik seviyeye çıktıkları için-- alacak satacak bir şey bulamazlar... Batı ülkeleri fakirleyebilir. İstikbalin en güçlü devletleri İslâm ülkeleri olabilir. Meselâ Araplar, Suudlular son derece zengin olabilir." diye sözler söylüyorlardı.

Sonra yine 8-10 yıl önce, İngiliz mecmualarında, "Sovyetler Birliği'ndeki nüfus artışı İslâm kavimlerindedir. Bu hızlı nüfus artışı devam ederse; Sovyetler Birliği, kendi içindeki müslüman halkların istilâsı altına, hegemonyası altına düşer. Ekseriyette müslümanlar olur, Türkler olur. Sovyetler Birliği 2020'li yıllarda onlar tarafından yönetilen bir ülke haline gelir." diye konuşuldğunu biliyorum.

Tabii, "Arap ülkeleri zengin olabilir, batı ülkeleri fakirleşebilir." gibi şeyleri onlar --böyle bizim büyük otellerde toplandığımız gibi-- işadamlarını toplayıp, ciddî bilim adamlarını karşılarına getirip; "Böyle tehlikeler var; bunların karşısında ne yapmamızı önerirsiniz? Ne teklif edersiniz?.." diye ellili yıllarda bunları konuşuyorlardı. Tabii ülkelerini korumak için gerekli ekonomik stratejileri, askerî stratejileri, politik stratejileri düşündüler, taşındılar, kurdular...

Bir kere tek tek oldukları zaman, bu müşkilleri yenemeyeceklerini anladıkları için, birleştiler... Ama. kendileri için birleşmenin faydasını, önemini gördükleri halde; bize birleşmeyi tavsiye ve empoze etmediler. Aksine, bizi --yâni İslâm ülkelerini-- dağıtma ve düşman bloklar ayırma ve kendi içinde de daha küçük parçalara bölme çalışmaları yaptılar...

Ondan sonra, çok büyük bir oyunla, dünyanın en önemli petrol merkezi, istihsal bölgesi olan Ortadoğu'ya --Rusya'yı da atlatarak-- yerleştiler... Rusya bir rakibdi. Balkanlar'dan ve Kafkasya'dan bu petrol bölgesine sarkabilir ve petrol bölgesini elde edebilirdi. Çünkü Suriye, Rusya'yla işbirliği yapmıştı... Irak, solcu Baas Partisi'nin elindeydi; yine Rusya'ya güveniyordu... Barzânî, Rusya'da tahsil yapmıştı... Kafkasya, Ruslar'ın elindeydi. Bir adımlık mesafe vardı. "Petrol bölgeleri onun eline geçebilir!" derken; Amerika bugün petrol bölgelerine --çok ince düşünülmüş çalışmalarla-- yerleşmiş durumda... Suudî Arabistan'a yüzbinlerce askerini yerleştirmiş durumda ve maaşını Suud hükümetinden çifte maş olarak alıyor. Yâni maaşını kendisi ödemiyor; Suud'a, "Ben sizi koruyorum!" diyerek askerine çifte maaş verdirmek suretiyle, Suud'a ödetiyor. Ortadoğu'daki mevcudiyeti yetmiyormuş gibi, dünyanın başka yerlerine de el koydular.

Şimdi, "Yeni Dünya Düzeni" diye konuşulan bir düzen var. İşte, "İhtilaf olan yerlerde denge kurulacak... Bu dengelerin korunması, Amerika'nın bekçiliği ve koruması altına verilecek... Petrol bölgeleri batının, Amerika'nın elinde olacak..." diye, yeni dünya düzeninin üç ana hedefi olduğunu, basında gazeteciler söylüyorlardı. Biz de yeni dünya düzeni deyince, sanıyorduk ki, insanlar kardeş olacak ve sulh ve sükûn içinde yaşayacağız... Biz de gittikçe kalkınan bir ülkeyiz. Balkanlar'da ırkdaşlarımız, dindaşlarımız var; Orta Asya'da da var... Böylece Demirel'in bile söylediğini hatırlıyorum. "Adriyatık Denizi'nden Çin Seddi'ne kadar bir alemin lideri durumundayız. Çok güzel durumumuz, kondisyonumuz..." filân diye beyanatlarını hatırlıyorum.

Şimdi bu işin böyle olmadığı görülüyor. Yâni çok ciddî olarak meselenin, kabağın bizim başımızda patlatılmak istendiği görülüyor. Bu böyle olduğuna göre, bu meselenin müzakere edilmesi lâzım. Böyle bir harb çıkar mı çıkmaz mı?.. Böyle bir harbin çıkma ihtimali, yüzdesi ne kadardır?..%50 nin üstünde midir, altında mıdır?.. Harp çıkarsa düşman nereden gelir?.. Düşman kimdir?.. Rusya mıdır, Amerika mıdır, Bulgaristan mıdır, Yunanistan mıdır, Sırbistan mıdır, Fransa mıdır, İngiltere midir, Suriye midir, Irak mıdır, İran mıdır?.. Kim olduğunu bilmiyoruz ama, bildiğimiz bir tek şey var; kimsenin dost olmadığını biliyoruz. Bunların hepsi, bizim aleyhimize bir anda dönebilecek durumdadır.

Meselâ ben şahsen, Ortadoğu'daki komşu ülkelerimizle --İran, Irak, Suriye-- iyi geçinmemiz gerektiğini düşünüyordum. Arayı bozmak için, o kadar güzel provakasyonlar yapılıyor ki; bu devletleri birbirleriyle tutuşturmak, çok kolay hale geliyor. Irak Türkiye'yi, Fırat'ın sularını Araplar'a vermemek suçuyla Araplar'a şikâyet etmiş... Yâni bütün Arap alemi, su meselesinden Türkiye'ye ters bakıyor. Demirel Suriye'ye gittiği zaman, daha havaalanında "Irak'ın suları beynelmileldir; sadece Türkler'in değildir!" sloganıyla karşılanıyor... Biz geçen seneden hac mevsiminde dergilerimizde bahis konusu etmiştik; "Ortadoğu'da su meselesinden bir savaş çıkabilir!" diye bir özel sayı yapmıştık İslâm mecmuasında... Suudî Arabistan'da ve Arap ülkelerinde, "Sudan dolayı sizin Türkler'le çarpışmanız gerekir!" diye Amerikalılar hazırlık yapıyorlar.

Şimdi gözünüzü yumun veya başınızı iki elinizin arasına alın ve ciddî ciddî düşünün: Bir harb olduğu zaman bize kim yardım edecek?.. Yunanistan yardım etmez; ezelî kinleri, düşmanlıkları, zıddiyetleri var... Sırbistan'ın bugün dünya üzerinde en çok hınç beslediği devlet durumundayız. "Sen misin, zulmü yapma diyen?" diye, en çok bize kızıyor şimdi... Slav ırkçılığı ile ve hristiyan haçlı seferiyle tehdit ediyor bizi... Romanya Slavdır, bölünmüş olan Rus devletleri Slavdır; Karadeniz'den komşudur onlar bize... Demek ki, Balkanlar'da bir hayır, bir ümid, bir müttefik görünmüyor.

Kafkasya'ya dört tane kız gitmiş... İkide birde gazeteler, hattâ televizyon kanalları bahis konusu ettiler. Aynen şu sözleri söylüyor giden kızlar, --belki görevli gittiler, belki bir hevesle arzuyla gittiler-- diyorlar ki: "Bosna-Hersek'te yapılan katliamın aynı, eksiksiz Abhazya'da, Kafkasya'da yapılıyor!.. Orada da askerler geliyorlar; anasının babasının gözü önünde, çocukları öldürüyorlar. Orada da büyük katliamlar oluyor; orada da dünyanın gözü önünde, böyle korkunç olaylar cereyan ediyor. Dehşet içindeyiz... Şimdi döndük ama, tekrar gideceğiz. Oraya yardımcı olmak lâzım!.." filân diyorlar. Yâni, Kafkasya'dakiler bizden yardım bekliyor; bizim onlara yardım etmemiz zor... Ordan bir yardım gelmesi mümkün değil; çünkü, zaten onların başına bir belâ sarılmış durumda...

İran, büyük bir devlet; çünkü, 50-55 milyon nüfusu var. Bunun %40-45 i Türk asıllı; mezheb farkı var. Kendi başına bir politika uyguluyor gibi görünmekte... Ama o politika ile, onların ne yapacağını şu anda bilemiyoruz; düşünmek lâzım... Irak'ın başındaki bu yönetimiyle Türkler'e dost olmadığı ortada... Suriye'nin PKK'yı barındırdığını, beslediğini; yıllarca Güneydoğu Anadolu'daki terör olaylarına destek verdiğini biliyoruz.

Şimdi ben burdaki bu toplantıyı, bu önemli konunun; mühim, yılın en önemli konusunun; yılın başında, iş işten geçmeden, günler boşa harcanmadan müzakere edilmesi için tertib ettim. Yâni maksadım, beş yıldızlı bir otelde toplanmak, eğitim, çok amaçlı çeşitli çalışmalar ama; sizi üzmek de istemiyorum ama, bir taraftan da meseleleri beraber müzakere etmemiz lâzım!.. Yâni, bu sözler söylendiğine göre, gülüp geçelim mi?.. "Hadi canım sen de; köpeğin duası kabul olsa, gökten kemik yağardı. Onlar hiç bir şey yapamazlar!" mı diyelim?.. Rahatımıza devam mı edelim; yoksa, ihtiyaten hazırlık mı yapalım?.. Yoksa meseleleri daha ciddî takib edip, çalışmalarımızın en önemli işini bu nokta haline mi getirelim?.. Bütün işlerimizi buna göre mi ayarlayalım?.. Altı yedi ay içinde olanca gücümüzle, böyle bir şeye karşı hazırlanalım mı?.. Hazırlanabilirsek neler yapabiliriz?..

Acaba, harbin çıkmaması için, sulhün devam etmesi için, selâmet üzere bizim ve sevdiklerimizin; Balkanlar'daki, Kafkasya'daki, Ortadoğu'daki kardeşlerimizin selâmet içinde olması için, bizim yapabileceğimiz bir şeyler var mı? Yok mu?.. Acaba şairin dediği gibi: "Hâzır ol cenge, eğer ister isen sulh ü salâh!" kaidesi burada söker mi?.. Cenge çok kuvvetli bir şekilde hazırlanırsak, moralman yüksek olursak, sosyal yönden organize olursak, kültürel yönden yetişmiş olursak, bilinçli olursak, hazırlıklı olursak; 50 milyon 55 milyon, 60 milyon insan; hepsi organize... Acaba caydırıcı bir durum ortaya çıkar mı?.. Bu kadar hazırlıklı, bu kadar şuurlu bir toplulukla biz, böyle olur olmaz itişip kakışma içine girmeyelim denir mi? Denmez mi?.. Yoksa bu senaryo ille bir plan olarak uygulanacak da, Amerika bunu uygulayacak da, şimdiden kıyıda köşede stratejik noktaları tutmağa çalışıyorsa; eğer bu harb çıkacak da, biz de 6-7 ay sonra kendimizi elimizde silah cephede veya şurda burda göreceksek, ona göre nasıl hazırlanabiliriz?.. Yâni yaşayacaksak, nasıl yaşayacağımızı; öleceksek, nasıl ölmemiz gerektiğini planlamamız lâzım!.. Ölmenin de herhalde bir şekli şemâili vardır, bir yolu yöntemi vardır. Eğer ümitsizsek, öleceksek, yaşamayacaksak... Yâni, ahirete nasıl olsa göçeceğiz. Allah'ın yazdığı kader, hükmünü icra edecek. İnsanın ömrü ne kadarsa, o kadar yaşayacak; ondan sonra ahirete göçecek. Tabii ne yapmamız gerekiyorsa, onu yapmamız mı lâzım?..

Tabii ben şahsen, bu soruların cevabını kendim vermiş durumdayım. Onun için, bu toplantıyı yapıyorum. Yâni ailece, çoluk çocuk olarak, hanımlar olarak, beyler olarak hazırlıklı olmanız için bu toplantıyı yapıyorum. "Hazırlanın, hazırlıklı olun, tedbirinizi alın!.. Çevrenizdeki olayları bilin!" diye yapıyorum. Ama dua ediyorum ki, inşallah, bir dahaki sene gene Dedeman Oteli'ini tutarız; tatlı tatlı daha başka konularda daha güzel toplantılar yaparız.

Tabii en büyük tedbir olarak, --muhterem kardeşlerim-- Allah ile olan kulluk münâsebetlerini düzenleme konusuna eğilmek gerektiği kanaatindeyim. Şunu demek istiyorum ki, Türkiye içinde de son günlerde bir takım mühim olaylar var. Meselâ Zaman gazetesi tutturdu: "Darbe olur mu, olmaz mı?.." Hoppalaaa!.. Nerden çıktı bu?.. "Darbe olursa; millet yutar mı, yutmaz mı?.. Mukavemet eder mi, etmez mi?.." "Nerden çıkarttın bunu şimdi, durup dururken; yâni, tam böyle hiç kimsenin hatırında hayalinde yokken?.." derken, arkasından Uğur Mumcu'nun öldürülmesi olayı çıktı. Birden baktık ki, sokaklar yüzbinlerce insanla dolu... Türkiye'nin her yerinden büyük şehirlere gelmiş insanlarla dolu... Cinâyeti işlediyse, --şimdiye kadar gazetelerde neşredilen ip uçlarına göre-- İranlılar işlemiş olabilir; öyle gibi görünüyor. Adamlar "Kahrolsun İran!" demiyor, "Kahrolsun şeriat!" diyor... Madem sen "Kahrolsun şeriat!" diyeceksin, bu adamın cenazesini camiye niye getirdin?.. Şeriatın binası cami!.. Hem şeriat kahrolacak, hem de cenâze gelecek camiye... Yâni, bunun manâsını anlamak mümkün değil. Bu adamların içinde hiç, dinin şeriat olduğunu bilen insan yok mu acaba?.. Hepsi bu kadar zır câhil mi?.. Bu kadar aptal mı?.. Bu işin içinde, yoksa bir başka oyun mu var?.. İnsan hayret ediyor...

Bir insan, bir insanı öldürse; öldürenin babasına bile bir şey yapmıyor kanun... "Ne yapalım, suçun şahsîliği prensibi var. Suç işleyen şahsa aittir." diyor. Şimdi, gazetecilerin bir kısmı şeriate sövdü diye, ben de din adamı olarak bütün gazetecilere çatmalı mıyım?.. Bütün politikacılara, bütün partilere ben de öyle mi yapayım yâni?.. Bu mu isteniyor?.. Bunun akılla, mantıkla ilgisi yok!.. Suç kiminse işte mahkeme, işte adliye, işte polis... Ama, ne yapılmak isteniyor?..

Yâni, ben Allah'a inanmışım, elhamdü lillah... Kur'an-ı Kerim'e inanmışım, elhamdü lillah... Müslümanım, elhamdü lillah... Onlardan bir adam ölmüş; bütün ağızlar benim aleyhimde, benim dinim aleyhinde veryansın ediyor. "Kahrolsun şeriat!.." Sen kahrol!.. Ben niye kahrolayım, sen kahrol!.. Sen bu memlekette şeriat yüzünden varsın! O şeriatın kurbanları şehid oldukları için, bu topraklar müslümanların eline geçtiğinden, sen burda yaşıyorsun!.. Senin baban da belki şeriatçiydi, deden de belki şeriatçiydi... Öyle değilse, belki Ermeni'yse; ona bir şey demem. Veya başka yerden gelmişse, Rus'sa, bir şey demem ama; sen kahrol! Niye şeriat kahrolsun?..

Sonra, bu gibi sözler, Allah'ın gayretine dokunur. Allah'ın gazabını celbeder. Şuursuz insan, bir yığın kalabalık kalkmış, "Kahrolsun şeriat!" diye bağırıyor. "Kahrolsun İslâm!" demek yâni... Şeriat ne demek? İslâm demek!..

O bakımdan, meselenin ciddiyetini gösteren bir durum. Yâni ağustos ayında harb çıkacaksa, memleketin içi de yekvücud olmasın... İçerde de bir takım karışıklıklar çıksın... Bir takım kamplar birbirlerine karşı hınç beslesinler... Devrimci şeriatçiye kızsın... Şu ırktan olan, falanca ırktakine kızsın... Vatan hainliği bu!.. Böyle bir işi, böyle bir noktaya getirmek; vatanını seven bir insanın yapacağı bir şey değil! Ama, şu günlerde işin ciddiyetini gösteren bir başka emare... "Senin maksadın bostan yemek mi, bostancıyı döğmek mi? Ne yapmak istiyorsun?.." diye sorarlar insana...

Yâni, ciddî olayların olduğu muhakkak... O halde biz de, her şeyden önce Cenâb-ı Hakk'ın yoluna rücu' edelim, avdet edelim, dönelim... Aşk ile, şevk ile tevbe edelim; günahları bırakalım... Borçlarımızı ödeyelim... Allah'ın sevgili olmak için ne yapmak gerekiyorsa, onu yapalım... Kul haklarını ödeyelim... Hazırlıklarımızı tamamlayalım...

Dervişlik, bence, ölüme hazırlıklı olmak mesleğidir. Yâni, ölmeden evvel ölmek; ölüme hazır olmak mesleğidir. Hazır olalım... Allah ömür vermişse yaşarız; yaşayın, çok yaşayın... Allah huzur versin, mutluluk versin; dünyada ahirette izzet versin, şeref versin... Çoluk çocuklarınızla, torunlarınızla bahtiyar olun... Ama yine de önce tevbe ederek, önce Allah'ın yoluna tam dönerek, ufak tefek hesapları kapatarak, ana hedefleri düşünerek, toptan pazarlık yapıp; hayatımızı ana hedeflere göre sanıyorum kısa zamanda bir tanzim etmek zorundayız. Yâni sanki harb olacakmış gibi, tanzim etmek zorundayız hayatımızı...

Ama, bu bir istikbal... İstikbali biz bilmiyoruz. (Vel müemmelü gaybün) İstikbalde ne olacağı bizim için meçhul... Allah bildirmese, bilinmez; bilidirirse bilinir. Biz bu tedbirleri işimizi aksatmadan, kendimizi düzenleme tarzında yapalım; hazırlıklı olalım... Boş işlerle uğraşmayı bırakalım; faydalı olacak, sonuç getirecek, hayırlı olacak ciddî işlerle meşgul olalım... Birbirimizle işbirliğimizi arttıralım... Yurt içinde ve yurt dışındaki dostlukları kuvvetlendirmeğe çalışalım...

Nasıl Avrupalı ülkeler, "Biz hristiyan kültürüyle yetişmiş milletleriz; bizim müşterek kültürümüz var." diye kendi aralarında birleşebiliyorlarsa; nasıl süperler, birbirleriyle dalaşmadan, meselelerini masa başında halledebiliyorlarsa; harb edecekken, silahları tasfiye tarafına bile gidebiliyorlarsa; biz de yurt içinde ve yurt dışında, sulhü getirici, huzuru getirici, harbi itici, harbin çıkma ihtimalini önleyici çalışmalar yapalım... Onların bir barış gönüllüleri var; gittikleri yerlerde insanları hristiyan yapmağa çalışıyorlar, sahte bir isim ile... Biz de hakîkaten sulhün, sükûnun, selâmetin, huzurun korunması ve daha güzellerinin daha yüksek seviyede gelmesini sağlamak için; ciddî görevler alalım, iş bölümü yapalım, çalışalım...

Allah-u Tealâ Hazretleri bizlere, evlatlarımıza ve nesillerimize güzel günler göstersin... İki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin... Korktuklarımızdan emin, umduklarımıza nâil eylesin... Yolunda daim, zikrinde kaim eylesin... İki cihanda dileklerimize, temennilerimize, muradlarımıza erdirsin... Cennetiyle, cemaliyle ahirette müşerref eylesin... Allah hepinizden razı olsun...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..

28 Ocak 1993 - NEVŞEHİR