YENİ DÜNYA DÜZENİ VE TÜRKİYE

Sözlerime Allah'a hamd ile başlıyorum. Çünkü, her şeyimizin ondan olduğu biliyorum. Yaradanımız ve yaşatanımız, alemlerin rabbi, mülkün mâliki, hükmün sâhibidir. Ve bizi şerefli bir mahlûk olarak yaratmış; eşref-i mahlûkat diyor eskiler...

Sevimli bir ilim adamı olan İbrahim Hakkı Erzurumî Hazretleri; bir şair, musîkişinas, mutasavvıf, ârif, astronom... Eseri de bir ansiklopedi mahiyetinde biliyorsunuz, Ma'rifetnâme'si... Onun bir sözü her zaman benim hafızamdadır ve her fırsatta söylerim. Bu İslâm'ın da görüşüdür. Diyor ki:

"Allah-u Teâlâ, dû cihânı --dû, iki mânâsına geliyor-- iki cihanı; yâni, bu yaşadığımız dünyayı ve bundan sonra gideceğimiz öbür dünyayı, insanoğlu için yaratmıştır. İnsanoğlunu da kendi ma'rifeti için yaratmıştır. Yâni, kendisini bilsin, bulsun diye yaratmıştır." diyor. Onun için kitabına da "Ma'rifetnâme" ismini vermiş.

Demek ki, dû cihan bizim için yaratılmış. O halde, yaratıcımıza hamd ediyoruz. Hem bu dünya, hem de öbür dünya bizler için ve bizim mutluluğumuz için... Ve biz üstün bir varlık kılınmışız. Bütün varlıklar emrimize verilmiş ve kâinâtın boyutları önümüze açılmış...

Bizi öbür varlıklardan ayıran en önemli vasfımız, akıl ve fikir; yâni, düşünme yeteneğimiz... O da nimetlerin en büyüğü!..

Ve dinimiz bizi ilme, araştırmaya, gerçekleri bulmaya teşvik etmiş; ilmi, öğrenmeyi, öğretmeyi, öğreneni, öğreteni, düşünmeyi, düşüneni en sevablı, en kazançlı, mânevî mükâfatlı ibadetler eylemiş... Bu, çok güzel bir ortam bizim için... Son derece güzel mânevî bir ortam. Bu ortam için de hamd ediyoruz Allah'a...

Ve onun örnek insan olarak gönderdiği sevgili kulu ve peygamberi, Muhammed-i Mustafâ'sına salât ü selâm ve saygılarımı bağlılıklarımı arz ederek sözlerime başlamak istiyorum. Çünkü, faaliyetlerimizin bence bütün amacı, Allah'ın rızasını kazanmak ve onun elçisinin gösterdiği yolda yürümek...

Bana burda konuşma fırsatı; o da bir lütuf, ona da teşekkür ediyorum. Tertip heyetine teşekkür ederim.

Dükkânlarda levhalar vardır, bilirsiniz; "Müşteri velînîmetimdir." derler dükkân sahipleri... Çünkü, müşteri olmayınca, dükkânın faaliyeti olmaz. Kendi durumumuza adapte edecek olursak bu sözü, o halde dinleyiciler de biz konuşmacıların velînîmetidir. Sizlere de teşekkür ediyoruz ki geldiniz, salon dolu... Salon dolu olunca, dinleyiciler olunca, biz de konuşmak imkânını buluyoruz.

Bizim rahmetli Hilmi Ziyâ Ülken Bey; İlâhiyat Fakültesinde meşhur, filozof, felsefe profesörü, mütefekkir bir insan... Bizim sekreter takılmış şaka yoluyla kendisine, demiş ki: "Hocam, bunca yaşınızla İstanbul'da oturup da, Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde ders vermeğe gelinir mi?.. Hem masraf, hem zahmet, hem yorgunluk!.." demiş. Hilmi Ziyâ Bey rahmetlinin de sözü şu: "O zaman kiminle konuşacağım?.." diyor. Yâni evde kalsa, kiminle konuşacak?.. Çünkü, bilginin aktarılmasından mutluluk duyuluyor. Bilen de bildiğini başkasına anlatmak istiyor ve insanlar birbirleriyle konuşarak mutlu oluyorlar. Onun için hepinize teşekkür ediyorum. Candan... Yani, formel değil, şekil olarak değil, hakîkaten müteşekkirim.

Bir de, Bilkent kelimesini de seviyorum. Bende de doğrusu bir sükse hissi meydana getiriyor Bilkent... Güzel bir üniversite diye düşünüyorum. Arkadaşlarınıza da sordum, "Nasıl öğretim seviyeniz?" diye. İsim vermeyim de ötekiler darılmasınlar ama, Bilkent'te bilim seviyesinin yüksek olduğunu söylediler. Ben de uzaktan öyle biliyordum. İlk gelişim benim buraya... Belki, bundan sonra tekrar tekrar gelmek mümkün olur ama, ilk gelişim... Bilkent'in öğrencilerinin de yüksek puanlarla buraya girdiğini, ve değerli gençler olduğunu duyardım. İnşallah sizi şımartmış olmuyorumdur. Yüze karşı medhetmek iyi değil ama... O bakımdan da sizlerle böyle bir karşı karşıya gelmek, tanışmanın başlangıcı. Bu da beni sevindiriyor.

Birisi, tarlada çalışan birisine "Selâmün aleyküm!" demiş; tarladaki hiç cevap vermemiş. Yanındaki demiş ki: "Bak, geçen yolcu sana selâm veriyor, niye cevap vermiyorsun?" Demiş ki: (Esselâmü yecürrül kelâm) "Selâm vermek, konuşmaya götürür. (vel kelâmü yecirrü minel ikrâm) Konuşma da ikrama götürür. Onun için selâmı almıyorum." demiş.

Biz şimdi, selâmla konuşmaya, konuşmalar da --benden size ikram olabilir; çünkü, ben ağabeyim veya hocayım-- ikramlaşmaya sebep olacak, biz bundan kaçınmıyoruz.

Şimdi, bir şeyi söyleyeyim, tertip heyeti kardeşlerinizi tanıdım ve sevdim ama, bu bana böyle bir tepeden inme konu olarak geldi. Yâni, konuyu da yazdım yanlış söylemeyeyim diye: "Yeni Dünya Düzeninde Türkiye'nin Konumu" Ben âciz, nâçiz hocanız, İlâhiyat Fakültesi'nde edebiyatla, gazelle, şiirle uğraşırken, şimdi böyle bir ciddî konu, karşıma tepeden inme, uzay yoluyla gelmiş oldu. Ve ben seyahate çıkmışken gelmiş oldu. İstanbul'dan hareket etmiştim ama, hiç tahmin etmiyeceğiniz bir istikamete doğru, Edirne'ye doğru yola çıktım. Lüleburgaz, Edirne, Çanakkale, Bursa, Eskişehir ve şimdi durak Ankara... Şimdi böyle bir yolcunun, modern bir Evliyâ Çelebi'nin bu seyahati esnasında; bu kadar ciddî, devletler arası bir meselede söz söylemek nasıl olacak bilmiyorum... Amerika duyarsa halim ne olur?.. Avrupa duyarsa, Avrupa devletleri ve bizim yöneticiler ne derler?.. İnşallah sürç-i lisânda bulunmayız. Dikkat edelim, kimsenin tavuğunu taşlamayalım inşallah...

Ama, "Yeni Dünya Düzeninde Türkiye'nin Konumu"; bu bana bir kere isim olarak faullü geldi, yabancı geldi, yanlış geldi. Çünkü, Yeni Dünya Düzeni bizim düzenimiz değil ki, Amerika'nın düzeni!.. Amerika'nın dünyaya hakim olma düzeni... Amerika'nın felsefesi, Amerika'nın millî felsefesi, millî hayali, millî ülküsü... Dünyaya yeniden nizam verecek bizim coniler; yeni dünya düzeni olacak!?.. Bizim orda, Yeni Dünya Düzeni'nde konumumuz değil; Yeni Dünya Düzeni'ne karşı durumumuz bahis konusu olabilir. Arada bir fark var yâni.

Fuzûlî'nin bir beyti var, diyor ki:

Fakir olduysa zâtım, kimseden sağınma ke men;
Fakîr-i pâdişah âsâ, gedâ-yı muhteşemem.

"Her ne kadar yoksulsam da, kimseden aşağı olduğumu kimse sanmasın. (fakîr-i pâdişah âsâ) Padişah gibi bir fakirim ve (gedâ-yı muhteşemem) muhteşem bir gedâyım." Padişah gibi bir fakiriz elhamdü lillah ve muhteşem gedâlarız biz. Evet, yoksuluz... Bütçemiz açık veriyor... Dış borçlar 60 milyar dolara gelmiş... --Rakamları da hiç sevmem. Konum rakamlar değil, kelimeler ve güzellikler olduğu iddiam var. Hatırımda da tutmuyorum sevmediğim için. Ama, çok borçlanmışız dışa karşı filân diyor gazeteler.-- Ama, padişah gibi bir fakir olduğumuz için, onurumuz var. Kimsenin öyle uydusu ve kuyruğu veya izinden veya peşinden gitme niyetimiz yok doğrusu... Tek başımıza kalsak bile, dosdoğru bildiğimiz yolda gideriz.

Merkez-i hâke atsalar da bizi,
Kürre-i arzı patlatır, çıkarız.

Bu da Namık Kemal'in sözü. Onun için, hepimizde de bu arzu var, biliyorum. Bu bizim sosyal kabadayılığımız ve onurumuzdur. Hakîkaten kimseye râm olmak, teslim olmak ve hizmet etmek yapımızda yok... Mayamızın içine böyle bir şey katılmamış...

Onun için, "Yeni Dünya Düzeni'ne karşı Türkiye'nin durumu" olabilirdi bence. Kardeşlerimiz böyle bir konuşmayı önceden benimle yapsalardı, böyle düzeltmeyi bilmiyorum onlar da uygun görürler miydi?.. Veya ne olabilirdi?.. "Dünyadaki hızla değişen şartlara göre Türkiye'nin durumu" denilebilirdi. O zaman, kimseye de sataşmış olmazdık. Kimsenin de karşısına böyle kabadayı olarak çıkmamış olurduk. Yâni sadece herkesin kendisi, hürriyetlere göre, insan haklarına göre kendi hayatını tanzim etme hakkı olduğuna göre, milletlerin de böyle bir hakkı olduğuna göre; biz de, "Yeni şartlara göre ne yapabiliriz?" diye kendimizi düşünmüş olurduk. Kimseye de bir sataşma olmazdı. Belki böylesi mizâcımıza daha uygun olurdu. Şöyle diyelim bu konuşmayı: "Dünyanın hızla değişen yeni şartlarına göre Türkiye'nin konumu ne olabilir?"

Siz öğrencisiniz, ben de edebiyatçı emekli bir profesör... Kendi sahamız değil ama, hayal etmek serbest; hayallere zincir vurulamıyor. Düşünmek de serbest... O bakımdan bunları düşünebiliriz.

Ayrıca bir de, benim şöyle bir özel görüşüm var : --bilmiyorum nasıl görürsünüz-- Meselâ ben dikkat ediyorum, Türkiye politikasında bir ara askerler hakim olmuş; Mustafa Kemal asker, İnönü asker... Ondan sonra Cemal Gürsel'e kadar, devletin yüksek mercîlerinde askeriyenin hakimiyeti... Ondan sonra da kalkınmak için çalışan, ikiyüz yıldır bunun uğraşını veren bir topluluk olarak mühendisler gözde olmuş. Şu andaki politik manzaraya bakacak olursak: Süleyman Demirel mühendis, Erdal İnönü mühendis, Necmeddin Erbakan mühendis, Turgut Özal mühendis... Muhsin (Yazıcıoğlu) Bey mühendis mi, bilmiyorum. Galiba, tam böyle meslekten olan bir Aydın Menderes var galiba...

Yâni, devletin yöneticileri olan kimseler ya asker kökenli, ya hendese kökenli... Ama, devletin uğraş sahalarını ve devletin muhtaç olduğu stratejiyi çizecek olan kafaların sahib olması gereken genişlik, bu mesleklerde yoktur. Doktor, veya mühendis, veya asker, spesifik bir mesleğin özel bir alanının sahipleridir. Tabii bu alan ne kadar özel olursa, ihtisaslaşma --yâni, bilgisinin derinleşmesi-- o kadar kuvvetli olacağı için, biz bunu saygıyla karşılıyoruz ama; böyle dar görüşlü mesleklerin sahiplerinin devletin yönetimine sahib olması ve devletlerin stratejilerini çizmeye çalışması doğru olmaz.

Şeyh Sa'dî'nin bir şiiri var: "Kötü demirden iyi kılıcı kim yapabilir?" diyor. Yâni, bir kere malzemenin uygun olması lâzım. O bakımdan ben, meselâ Siyasal Bilgiler'den mezun olan kimseleri, devletlerin stratejilerini çizmeleri bakımından daha uygun görüyorum... Hukukçuları uygun görüyorum. Çünkü, hukuk hayatı, insanların birbirleriyle münasebetlerini tanzim eden bir alan olduğu için, insanla daha yakından ilgili... Herhalde, --eninde sonunda benim edebiyat fakültesinden mezun olduğumu öğrenip de, sonra tarafgirlik yapıyor demeyin ama-- edebiyat fakültesinde öğretilen konuların insana daha yakın; edebiyatın insanı en iyi tercüme eden alan olduğunu ve insan ilimleriyle meşgul olan kişilerin, insan topluluklarıyla meşgul olan kişilerin bu stratejileri çizmeleri gerektiğini düşünüyorum.

Eğer bizim millî stratejilerimizde ulusça tenkid ettiğimiz; gazetelerde, basında mütefekkirler tarafından tenkid edilmiş hususlar varsa; sanırım ana sebep, meslekleri yetersiz olan insanların bu işleri düşünmüş ve kararlaştırmış olmasından kaynaklanıyor. İnsanı tanıyan, halini bilen, sosyal yapıyı tanıyan, sosyolojiye vakıf; toplumu, toplumun kanunlarını, toplumun psikolojisini, milletlerin kültürel yapılarını bilen insanların bu konularda da sağlıklı düşünebileceğini, reel ve güzel kararları alacağını düşünüyorum. O bakımdan, kendimi biraz bu konulardan da uzak saymıyorum.

Ama tabii, en başarılı insanlar, bir konuyla meşgul olurken, o konuda mütehassıs olmuşken, öbür konuya da el atıp, bu konuya kendi konusunun tecrübelerini taşıyan ve aşılayan insanlar oluyor. Yâni, bir ağacın da kendisinin mahsulü iyi olmuyor da, bir başka ağaçtan kesip de aşı yaptığınız zaman daha verimli oluyor. Onun gibi düşünüyorum. Çünkü, o mesleğin klasik, rutin sahiplerinin göremediği şeyleri, dışarıdan oraya gelen ve bir de öbür mesleğinden bilimsel kafaya sahip olmuş bir insan, daha objektif olarak bakıp, daha güzel şeyler getirebiliyor.

Ben, Türkiye'nin sosyal ve kültürel stratejisini düzenleyen insanların, şimdiye kadar pek büyük hatalar yaptıklarını tesbit eden kimselerden birisiyim. O bakımdan, burada konuşmamda bu konuyu anlatırken, onlara da temas edeceğim.

Dünya hızla değişiyor... Gözümüzün önünde değiştiği için, siz de sanırım derslerinizin arasında radyo dinleyip, televizyon seyredip, gazeteleri karıştırdığınız için, bu değişmeleri görüyorsunuz. Biz de sizin gelişmeye başladığınız zamandan biraz daha önceleri biliyoruz. İki kutup vardı dünya üzerinde... Doğu Bloku ve Batı Bloku diyorduk. Batı, kapitalizmi ile tanınmıştı. Avrupa ülkeleri ve Amerika buna dahil olarak düşünülüyordu. Bu Batı Bloku, umûmiyetle hristiyan kültürüyle yetişmiş, kapitalist bir topluluktu. Tabii, sosyalizm ve komünizm de onun içinden çıkmış ama, genel yapısı itibariyle böyleydi.

Doğu Bloku da Rusya ve onun etrafındaki peyk veya uydu dediğimiz ülkeler ve istilâ ettiği ülkelerin ve ondan sonra Kızıl Çin'in katıldığı bir blok idi. Onlar da komünizmi esas almışlardı. Biz, bu iki devenin arasında veya filin arasında, biraz da aşağısında bir ülke idik. Bunlar arasında ayak altında ezilmememiz veya aralarında sıkışmamamız gerekiyordu.

II. Cihan Harbi'nden sonra Rusya bizden Kars'ı ve Ardahan'ı istemeye kalkınca, bizimkiler de bir korunma ve savunma çaresi aradılar. Bu korunma ve savunma çaresi arasında, kendi istekleriyle müracaat ettiler, NATO'ya dahil oldular. Halbuki, NATO da Türkiye aleyhine bir kuruluştu. Belki bunu bilmiyorsunuz ama, bu noktada size bu sözümün kesin olduğunu, özel, şahsî bir görüş olmadığını söyleyebilirim.

Bunu şuna benzetebiliriz: İki boksör ringde çarpışıyor. Yumruklar yağıyor iki tarafa ama, birisi biraz fazla darbe yiyince, karşı tarafa yumruk vuramayacak duruma gelince ne yapar?.. Kendisine yumruk atana yanaşır ve sarılır. O zaman hakem ikisini ayırır. Yani yanaşmak, yumruk yememenin bir çaresi oluyor. Onun için, Türkiye de NATO'dan yumruk yememek için, NATO'ya girmiştir. Ama, NATO'nun ana felsefesi, tehdit eden güçlere karşı Avrupa'yı korumaktır. NATO'nun ana felsefesi budur.

1950'li yıllarda Türkiye'de neşredilen --belki 60'lı yıllarda, tarihini çok iyi hatırlayamayacağım; tarih de rakam olduğu için, onu da sevmiyorum, onlar da kafamda kalmıyor-- NATO Dergisi vardı. Morumsu mavi bir zemin, üstünde Ortaçağ'dan bir gravür... Avrupa'yı tehdit eden düşmanları esas almış ve bu düşmanlardan birisi olarak da biz Türkler'i yazmış!.. Dehşetli sinirlenmiştim ve o mecmuayı saklamıştım. Kütüphanemi karıştırsam, belki bulabilirim o mecmuayı... Orada Türkiye'yi, Avrupa'nın birliğini, bütünlüğünü tehdit eden bir yabancı kuvvet, düşman kuvvet olarak yazıyordu. Ben de, baştan sona kadar makaleyi okumuştum o zaman. Ve Türkiye'de Türkler için yazılmış, Türkçe yazılmış... İngilizce yazılsa, Avrupa milletlerinden birisinin konuştuğu dilde yazılsa; diyeceğiz ki, "Kendilerine yazmışlar, biz duymayız diye düşünmüşler." Ama, Türkler için yazılmış... NATO Dergisi'nde bunu açıktan yazmaları, bence büyük bir küstahlık... Yâni, nezaketsizlik.

Biz nezaket denilen şeye önem veririz. Karşı tarafı kırmamaya dikkat ederiz. Girdiğimiz evde, yemek yerken, hal hatır sorarken, davranışlarımızda, bizim tarihten gelen kültürel bir varlığımız var. Adamlarda böyle bir şey yok tabii. Babasının karşısında sigara içer... Babasının tabağının altına yemeğin faturasını koyar... Ayaklarını masaya dayayıp, babasıyla öyle konuşabilir... İsmiyle hitab edebilir... Bizde olmayacak şeyler. Yâni hayret ederiz bu gibi durumlara...

Bunlar, böyle şeyleri yapıyorlar ama, NATO'nun Türkiye'yi düşman olarak gördüğü bir gerçek!.. Osmanlılar Avrupa'ya hücum etmişler, Viyana'ya kadar gelmişler diye, Avrupa birliğini tehdit eden bir düşman olarak görmüşler.

İşte, bizi böyle gören bir gruba biz iltihak ettik. Çünkü, hani Mecelle diye bir eski büyük hukuk çalışması var... O Mecelle'nin başında "kavâid-i fıkhiyye-i külliyye" vardır. Yâni, hukukun genel kuralları... --İslâm'a göre-- Yüz kadar kural vardır burda... Orda bir kural vardır ki, "Ehvenüş şerreyn ihtiyar olunur." derler. Yâni, iki tane şer --şerr, kötülük demek-- karşınıza gelse; birisinin zararı %10, birisinin zararı %70... Başka seçeneğiniz de yoksa, hangisini tercih edeceksiniz?.. %10'u tercih edersiniz. Yâni, "Zarardır ama ne yapalım? Zararın neresinden dönülse kârdır. Az zarar çok zarardan nisbeten iyidir." diye onu tercih ederiz.

Biz de Ruslar'ın çok hızlı olduğunu düşünüp, Kars'ı Ardahan'ı istemesi, Boğazlar'ı istemesine filân bakarak; onların buraları almasını istemeyen Batı'ya --böylece onun da yumruklarından korunuruz diye-- yamanmışız, NATO'ya girmişiz. Onlar da bu durumu biliyorlar, biz de biliyoruz; ama, halkımız bilmiyor. Her şeyi gül-pembe göstermişler...

Halkımız, Batılılar bizim dostumuz diye düşünür. Ve Kuzeyliler bizim düşmanımız diye düşünür. Böyle bir genel kanaat vardır. "Almanya çok güzel dosttur, Amerika dosttur; ama, Rusya düşmandır." diye düşünür. Halbuki, dedelerimiz meseleyi çok kesin bitirmişler, halletmişler, atasözlerine indirmişler; çünkü, cihan tecrübesine sahipler. "Domuzdan post, gâvurdan dost olmaz!" demişler, bildirmişler. Yâni, hepsinin niyetinin ne olduğunu bildikleri için...

Ve biz burada hakîkaten bir müddet kendimizi korumuşuz. Buna da alıştırmışız kendimizi... Ben hatırlıyorum, İlâhiyat Fakültesi'nde profesörken, Rus Sefareti'nden bize yemek daveti, kokteyl daveti vs. gelirdi; ama, biz oraya gitmeye çekinirdik. Yâni, adımız Rus Sefareti'ne gitmiş hocaya, profesöre çıkar diye, gidemezdik. Bu kadar bir endişe vardı. Ben sonradan anlıyorum, ne kadar yanlış hareket ettiğimizi... Bizim Rusya'yı tanımamız lâzımdı, Rusça'yı öğrenmemiz lâzımdı. Rusya'daki Türkleri araştırmamız lâzımdı. Onların dillerini edebiyat fakültelerinde öğrencilerimize öğretmemiz lâzımdı... Balkanlar'daki Balkan dillerini öğrenmemiz lâzımdı... Türkiye'nin dışındaki bizden olan insanları aslâ ihmal etmememiz gerekirdi. Mümkünse gitmemiz gelmemiz gerekirdi... Bunları yapmamışız.

Bu bloklaşma böyle uzun zaman devam ettikten sonra, birden Rusya'nın taraf olmaktan çıktığını görüverdik. Ama bu, tabii benim söylediğim gibi birden olmadı. Şaşılacak bir şeydir ki, "Bu bloklaşmayı bırakalım!" diye ilk teklif Ruslar'dan geldi. Avrupalılar mütereddit karşıladılar. "Silahları indirelim!" tekliflerine kuşkuyla baktılar. Ama sonunda, onlar da ölçtüler, biçtiler ve bu işi uygun gördüler.

Silahlar azaltıldı; Rusya büyük paralar alarak Doğu Almanya'dan çekildi. Kuvvetleri azaltmayı, atom başlıklarını yok etmeyi, tankları vs.yi imha etmeyi imzaladılar. Böylece doğu ile batı arasında bir kutuplaşma kalmadı.

Eski bir hariciyecimizin konferansına gitmiştim, bunu o nakletmişti: Amerikan elçisine, Rus elçisi Washington'da demiş ki, "Size karşı müthiş bir oyun hazırlıyoruz!.." "Nedir o?" demiş. "Sizi rakibsiz bırakacağız!" Yâni, "Karşınızdan çekileceğiz. Siz bizimle rakib olmaktan istifade ediyorsunuz, sizi rakipsiz edeceğiz." demiş. Demek ki, Rusya'nın da kendisine göre bir takım hesapları var... Millî hesapları, düşünceleri, veya istikbâle yönelik stratejileri, planları, korkuları var... Hep öyle olmuş.

Bu, bizim için birden oldu ama, ben bir bakanla görüştüm, --isimlerini söylemiyorum, kusuruma bakmayın; isimler hatırımda ama böyle anlatıyorum-- dedim ki: "Amerika'daki Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, 1993 yılı ağustosunda Türkiye harbe girecek diyor. Bu falcı mıdır? Bu senaryo ihtimal mi demektir, plan mı demektir, proje mi demektir?.. Hakîkaten bunlar bu savaşı, kazanın altına odunları atıp ısıtmağa başladılar mı?.. Öyle mi düşünüyorlar, yoksa sadece bir hayal gücü müdür?.." filân diye sormuştum da; "Hocam, o ciddî bir müessesedir. Kocaman bir gökdelen binası vardır. CIA ile de ilişkilidir. Ben onlara bir brifing münâsebetiyle gitmiştim, bakan olduğum sırada; Türkî Cumhuriyetler sözünü ilk defa onlardan duymuştum, 16 yıl önce." demişti. Demek ki bizim birden gördüğümüz sahne değişikliğinin hazırlıkları çok öncelerden yapılmış. İhtimaller düşünülmüş, yeni gelişmeler üzerine de senaryolar hazırlanmış ama, biz meseleleri geç öğreniyoruz. Acaba halk olarak mı geç öğreniyoruz?.. Halk olarak geç öğrenmemiz, bir mazerettir. Çünkü, halkız; hepimizin ayrıca meslekleri var. Ama milletçe ve devletçe ve dış politika yönünden eğer geç öğreniyorsak; o zaman çok büyük bir zaaf, çok büyük bir gaf, çok büyük bir gaflet ve uyuşukluk demek oluyor.

Ben hatırlarım basını takib ettiğim zamanlardan, İngiliz gazetelerinden birisi veya dergilerinden birisi, çok yıllar önce "Sovyetler Birliği'nde Türkler'in nüfusu sür'atle artıyor, bu gidişle ikibinli yılların bilmem neresinde --2020'de, 2030'da-- Sovyetler Birliği'ne, nüfus patlaması dolayısıyla Türkler hakim olacak!" diye bundan 15 yıl kadar önce yazmıştı. Ben de .... Observer dergisinde böyle bir şey okuduğumu hatırlıyorum. Demek ki, onlar hesapları bizden önce düşünüp yapıyorlar. Maalesef biz geç öğreniyoruz.

Burada tabii Ahmed Mithat Efendi gibi şöyle bir köşeli parantez açıp, bir noktaya değinmek istiyorum: Peygamberimiz SAV buyurmuş ki:

(El ilmü hayâtül islâm) "İlim İslâm'ın hayatıdır, canıdır." Yâni, ilim varsa İslâm vardır. (ve imâdül îmân) "İmanın da direğidir." Yâni ilim varsa insanın mü'minliği sağlam durabilir. İlim yoksa, onun tenkidinden, bunun mesnedsiz verdiği vesveseden, bir filozofun söylediği bir abuk sabuk sözden, tereddütten, kuşkudan imanı sarsılabilir. İnançsızlığa düşebilir, buhranlara düşebilir. Kendileri de düşmüş filozoflar... Filozof Niçe meselâ, böyle olmuş.

Dinimizin hayatı ilim olduğu halde, imanımızın da direği ilim olduğu halde, biz ilimden geri kalmışız ve meselelerin çok ardından sürüklenerek takib ediyoruz. Yâni, iplerle bağlı olduğumuz için hareket eden bir atın arkasından sürüklenerek gidiyoruz; veyahut atın üstünden düşmüşüz amma ayağımız özengiye takılı kalmış, at gidiyor biz de paldır-kültür sürüklenerek gidiyoruz gibi... Tabii, inşallah, temenni ediyoruz ki, bu durumdan siz kurtarırsınız bizi... Yâni, böyle bilim çalışmalarıyla ve meseleleri müstakil olarak öz fikriyatınızla, kültürünüzle düşünerek kendiniz yeni şeyler bulursunuz diye, bu durumu değiştirmeyi sizden temenni ediyoruz, ümid ediyoruz.

Şimdi Avrupa'da bu durum değişti. Avrupa ve Amerika, Rusya'yı da kendi tarafına çekerek --peykleriyle, uydularıyla beraber-- bloklaşmayı kaldırdı. Bu bloklaşmayı kaldırdıktan sonra ne oldu?.. İşte bu bana teklif edilen "Yeni Dünya Düzeni" diye sözler ortaya çıkmaya başladı. Dünyada bir yeniden yapılanma ve düzenleme var. "Bu yeni düzen; yeni düzende şöyle olacak, böyle olacak!" diye sözler o zaman ortaya çıkmaya başladı. Ama, onun da temeli herhalde, 15-20 yıl önceye gider. Bizim için yeni ortaya çıkıyor bunlar.

Amerika'ya göre, Yeni Dünya Düzeni'nde --Amerikan mütefekkirlerinin düşüncesi--çarpışan güçler arasındaki dengeler sağlanacak ve Amerika dünya düzeninin bekçiliğini yapacak, koruyucu olacak, polisliğini yapacak... Amma, parantez içinde bizim bir yazarın, Yener Arıoğlu'nun değerlendirmesi var: "Petrol kaynakları korunup, batının elinde tutulacak!.." Yeni Dünya Düzeni'nin esasları bunlar...

İhtilâf olan yerlerde, ihtilâflar münasib bir şekilde çözülecek... Ortadoğu diyor; İsrail kelimesini hiç kullanmıyor ama, Kissinger'in filân ifadesine göre, asıl olan İsraildir. İsrail'le çevresindeki Irak, Suriye, İran ve diğerlerinin dengesi sağlanacak. Yeni Dünya Düzeni'nin amaçlarından birisi bu.

Uzakdoğu'da Japonya, Çin ve Rusya arasında dengeler kurulacak. Dünyanın başka yerlerinde zaten kendisine karşı koyabilecek büyük bir güç yok. O dengeler kurulduktan sonra da dünyanın bekçiliğini Amerika yapacak. Amerika için onurlu bir şey... Kuvvet de elinde olduğu için, her türlü isteğini de yerine getirebilecek.

Böylece Yeni Dünya Düzeni, aslında Amerika literatüründe ortaya çıkmış bir şeydir. Burda şunu da belirteyim ki muhterem gençler: Amerika'da ve Batı'da sosyal ve kültürel müesseseleşme çok ileri seviyededir!.. Biz de bu yok... Meselâ Amerika'da bir çok şeyler önceden düşünülsün diye, bir çok müesseseler kurulmuştur. Bir tanesi bu Stratejik Araştırmalar Enstitüsü'dür. Sonra "think-tank: düşünce tankı" diye çalışmaları vardır.

Sonra ben bir ara Amerika'ya gittiğim zaman, arkadaşlar gülerek gösterdiler: "Hocam, CIA'nın çalışmasına bakın, burada gazeteye ilan veriyor!" Diyor ki meselâ, "Kazakistan'dan Türkiye'ye gelen göçmenlerin göçlerinin zamanı, sayısı; Türkiye'ye geldikleri zaman yaptıkları işler, kurdukları kurumlar; yaptıkları neşriyat, çıkardıkları dergiler vs. vs..." Bunu ihaleye çıkarıyor CIA... "Var mı bunu inceleyecek?.. Altı aya kadar, bir seneye kadar inceleyene, şu kadar para vereceğiz." diyor. Getirdi, benim gözümün önüne koydu gazete ilanını... "Hocam!" dedi, "Sizin mesleğinizle ilgili de böyle ilanlar çıkabilir; ihaleye girermisiniz, siz de alırmısınız?" "Aman," dedim, "Allah korusun! Sonra nereye çıkar insanın adı?.. Sonra ben şahsen, karşı tarafa bilgi verme taraftarı değilim." dedim. Yani meselâ, bu konferansı benden İngiltere'de, Amerika'da isteseler vermem!.. Biraz kıskançlığım vardır. Ben, benim olan insanıma veririm benim bilgimi, tecrübemi... Başkasına vermek istemem. CIA'nın öyle bir ilanı olsa, ben o ilanla ilgili bir çalışmayı yapsam; oraya vermem, Türkiye'ye veririm. Ama Türkiye'ye verince, o nereye gider yine, bilmiyorum!.. O ayrı mesele...

Şimdi Avrupa'da da böyle müesseseler var. Genellikle, sosyal ve kültürel müesseselerin, hayır kurumlarının arkasında da --en büyük güç olarak-- kilise vardır. Hatta bu yeni değişmelerin, politik alanda görünen ilk olaylarını Polonya'da seyrettik. Çek Walessa isimli bir şahıs, komünizme karşı diretti. Komünist bir ülkede, yâni hiç hürriyet olmayan bir ortamda mücadelesini sürdürdü; sonra da kazandı. Polonya değişti. Ama bunun arkasındaki kuvvet neydi?.. Kiliseydi.

Kilise, Polonya'yı --dinsizlik ve ateizme bel bağlamış, onu kendisine bayrak edinmiş olan-- komünizmin elinden kurtarmak istemişti. Çünkü, halihazırdaki Papa John Paul, Polonya'lıydı. Vatanına dinî yönden yardım etmek istediğinden, onu komünizmin elinden kurtardı.

Kilise Polonya'yı kurtardı, Doğu Almanya'yı kurtardı... Biliyorsunuz, perdeyi biraz aralar da, daha geriye doğru bakacak olursanız; Avrupa Topluluğu'nun arkasında dinî duygu vardır, hristiyan kültürü vardır, ve hristiyan kilisesi vardır. Çok net olarak kendileri de ifade ederler. Yâni kitaplarda, muhtelif yazarların ifadelerini böyle kara kara çizerek tesbit ediyoruz.

Katoliklik vardır AT'nin arkasında... Yâni, katolik birliğini kurmağa çalışıyorlar. Biz de gitmişiz, AT'ye de müracaat etmişiz. Biz müracaat etmişiz, --herhalde NATO'ya müracaat ettiğimiz gibi, yâni yumruk yemeyelim diye göğsüne yanaşma tarzında-- onlar da diyorlar ki: "Yahu biz 12 tane hristiyan ülkeyiz. Siz müslüman olarak bizim aramızda ne işiniz var? Ne arıyorsunuz?.. Kabul edemeyiz sizi!.. Uyum sağlayamazsınız, entegrasyon mümkün değil. Bakın, Almanya'daki işçiler bile 8 sene, 10 sene kaldılar aramızda; bir türlü bize entegre olamadılar." diyor onlar. Tabii, arkasında kilise ideali var.

Amerika'nın arkasında da, --koca Amerika'nın lobileri, mücadeleleri, senatosu, vs.si-- perdenin arkasına bakarsanız, orda da siyonizm var. Organize olmuş olan güçler, organize olmamış büyük kalabalıkları yönlendirebilir. %3 nisbetinde bir idareci grup, koca bir milletin yönünü istediği tarafa yöneltebilir, sevkedebilir, yönlendirebilir.

İşte bu Yeni Dünya Düzeni'nde perdenin arkasını aralarsak, hristiyan kültürü ve hristiyan kilisesi var. Hristiyan kilisesi --bir ara ateizmi kendisine devlet ideolojisi yapmış olan-- Rusya'yı da dize getirdi. Ve şimdi, hem Rusya'ya, hem de çok öncelerden hürriyetlerine kavuşacaklarını --16 yıldan, 20 yıldan beri-- bildiği, hesapladığı Türkî Cumhuriyetler'e büyük ölçüde misyoner ordusu gönderiyor.

Bugünkü gazetelerde vardı. Meselâ, bugünkü Türkiye gazetesinde başlık olarak göreceksiniz, baktığınız zaman: "Amerika, Kazakistan'a çok büyük miktarda, büyük ölçüde misyoner gönderiyor." Çünkü, meselenin arkasında hristiyan ideolojisi var!.. Daha doğrusu, hristiyan ideolojisiyle, o devletlerin politikaları özdeşleşmiş... Yâni, bir araya gelmiş. Çünkü, devletleri milletler içinden seçilmiş insanlar idare ederler. Onların da kafa yapıları devletlerin faaliyetlerine, atılımlarına yön vermekte, karar vermekte etkili olur.

Böylece Yeni Dünya Düzeni'nde, "doğu ve batı" diye bir yöne göre ayırma yerine, bu sefer "kuzey ve güney" diye bir ayırma meydana çıkmıştır. Çünkü, kuzeyde olan Amerika, Avrupa, Rusya, taa Alaska'dan, Avrupa'dan, Norveç'ten, İzlanda'dan Kanada'ya kadar bir çizginin kuzeyi tesadüfen hep hristiyan ülkeler, hristiyan kültürüyle yetişmiş ülkeler olmuşlardır. Bu çizginin üç aşağı beş yukarı aşağısında da, güneyinde de genellikle İslâm ülkeleri vardır. Onun için, Margaret Teacher dahil daha başka NATO ilgileri ve batı devletlerinin yöneticileri diyorlar ki: "Şimdi NATO'nun düşmanı kim?.." NATO'nun düşmanı Varşova Paktı'ydı, yıkıldı ve halledildi, anlaşma sağlandı. "Şimdi NATO'nun görevi ne ve düşmanı kim?.." Çok net olarak ifade ediyorlar; meselâ Teacher çok net olarak ifade etmiş kimselerden birisi... NATO ve BAB'nin --yâni, Batı Avrupa Birliği Savunma Teşkilat'nın-- asıl düşmanının, İslâm olduğunu söylüyorlar. Ve --gazetelerde herhalde sizin de gözünüze takılmıştır, görmüşsünüzdür-- "Eskiden hedef Moskova idi, şimdi Mekke!" deniliyor.

O halde "Yeni Dünya Düzeni'ndeki yerimiz nedir?" değil, "Yeni Dünya Düzeni'nin düzenbazlığı karşısında bizim durumumuz nedir?" dememiz lâzım. Adamların niyetleri ortada... Biz, ikiyüz yıldır onlara ilân-ı aşk ediyoruz, "Valla da seviyoruz, billâ da seviyoruz sizi!.. Canımız kurban olsun, yolunuza fedâ olalım!.." diyoruz; amma onlar, ikiyüz yıldan beri yapılan bütün çalışmalara rağmen, "Biz sizi kabul edemeyiz, siz bizden değilsiniz!.. Siz doğulusunuz, batılı olamadınız!.." diyorlar. "Hayır! Batılı olduk... İşte Trakya'da Avrupalıyız..." filân diye uğraşmamıza rağmen, onlar bizi kabul etmiyorlar. Yazarların ve politikacıların tesbitlerinde net olarak görülen bu...

O halde Yeni Dünya Düzeni'nde hedef İslâm, hedef Mekke!.. O halde bizler de güneydeyiz diye huzur duymalı mıyız, rahat etmeli miyiz?.. Hayır! Böyle bir huzur duyamayız. Çünkü biz onlara karşı, Orhan Veli'nin şiirinde de söylediği gibi; Orhan Veli diyor ki, "Bir sevdiğim var; ben onu severim, o beni sevmez!" Tam öyleyiz Avrupa ile... Biz Avrupa'yı neden sevmişiz, bilmiyorum!.. Altıyüz yıl savaşmışız... Hep savaşla geçmiş. Onlar, boyna haçlı ordusu tertib edip bize göndermişler; ama biz, sonradan savaşlarda yenilmişiz, nerdeyse istiklâlimizi de kaybedecek bir noktaya gelmişiz ama; savaşlardan önce kültürel yönden yenilmişiz ve kalb cephesinde yenilmişiz, düşmanımızı sevmeye başlamışız.

Tabii, bu sevmede ana faktör, onların bilimsel ve teknik yöndeki başarılarıdır. İlkönce onlardaki bu bilimsel üstünlüğü görünce hayran olmuşuz; "Valla, elin gâvuru ama, ne olursa olsun, doğrusu güzel yapmışlar!.. Evet hasmımız amma, bak buluşları güzel! İşte uçak yaptılar, işte şöyle oldu, işte böyle oldu..." diye bilimsel ve teknolojik yönden ileriliklerine hayran kalmışız ve bu hayranlıktan dolayı Batı'yı sevmişiz. Batı da, bu işi çok iyi biliyor... Biz onlara tekniklerini ve ilimlerini öğrenmek için gittiğimiz zaman, --dikkat ederseniz-- bize bilim ve tekniğini öğretmekten önce, --tabii bunu gözünüz görmeyebilir, dikkat edemeyebilirsiniz ama, sosyal bilimlerin sahibleri olarak biz görüyoruz-- bize kültürünü öğretiyor. Yâni, Avrupa'ya her gidenin, bir bilim adamı olarak döndüğünü söyleyemezsiniz.

Hattâ Avrupa'da iki çeşit doktora vardır. Ve Fransa'da deniliyor ki, doktora için: "Şark için yeterli!.." Yâni, ikinci sınıf doktora... Kendi öğrencilerine başka türlü doktora yaptırıyorlar, ama dışardan gelmişlere hafif bir doktora yaptırıyorlar; onları bilimsel bakımdan çok iyi yetiştirtirmiyorlar. E bu olmadı. Yâni bu aslında doktor olacak insan değil, mütehassıs olamaz!.. Bu işi tam öğrenememiş... "Orient için, şark için yeterli!.." demişler. Ülkesine gittiği zaman, yüksek mevkilere geçtiğini biliyorlar, ve onları ikinci sınıf öğrenci olarak yetiştirmeğe özel gayret gösteriyorlar. Onun için, gidenlerin çoğu bilim adamı olarak dönmemiştir... Ama, bir Batı hayranı olarak dönmüştür... Kendi kültürüne yabancılaşmış olarak dönmüştür... Kendi halkını sevmeyen bir insan olarak dönmüştür.

İşin sosyal cephede, edebiyat cephesinde acaibliğini kelimelerde görebilirsiniz. Bakın Türkiye'de "alaturka" sözü bir tebessüm uyandırır herkeste... Alaturka... Herkes güler. Yâni falanca iş mi, alaturka bir iş... Alafranga, onda bir hayranlık uyandırır, bir saygınlık ifade eder. Halbuki alaturka, Türk gibi demek; alafranga, Fransız gibi demek. Yâni neden Türkiye'de Türk gibi olmak komik oluyor da, Fransız gibi olmak komik olmuyor?.. Bu böyle yapılmış. Yâni Avrupa'nın her şeyini almak, her şeyini kullanmak ve alafranga --yâni Fransız gibi-- olmak ideal olmuş, alkışlanmış. Ama,Türkiye'de alaturka olmak, Türk gibi olmak küçümsenmiş... Belki bu bizim bilimsel geriliğimizden kaynaklanıyor ama, bilimsel gerilik telafi edilebilir.

Japon imparatoru, Japonya'daki öğrencilerini seçmiş; seçkin öğrenciler, süper öğrenciler hepsi de... Avrupa'da Amerika'da özel ihtisaslar yapmak üzere, okusunlar diye gönderecek... Fakat, göndermeden önce huzuruna kabul etmiş ve her birisine bir eğri hançer hediye etmiş ve demiş ki: "Gittiğiniz ülkede mutlaka başarı kazanın, mutlaka o ilmi öğrenin ve mutlaka o ilmin alimi olarak, mütehassısı olarak, bilgin olarak dönün!.. Bunu yapamayacaksanız, yapamadıysanız, başarısızsanız; bu hançeri size hediye ediyorum, orada harakiri yapın, öldürün kendinizi! Buraya gelmeyin bir daha!.." Yâni, böyle bir tembihle göndermiş. Ve bizimle beraber batılılaşmaya başlayan Japonya'nın bugünkü bilimsel seviyesi malûm.

Batılılaşma sözünü de sevmiyorum, itiraz ediyorum, protesto ediyorum, karşıyım! Çünkü, biz niye batılılaşacağız?.. Biz buralıyız işte, Türkiyeliyiz, Türküz,buralıyız, şarklıyız ve alaturkayız... Onun için, batılılaşma diye bir şeyi kabul etmiyorum. Biz biziz, onlar da onlar... Onların bizden çok eksik tarafları var: Bir kere yabanilikleri var, nezaketsizlikleri var... Ondan sonra, merhametsizlikleri var, çifte standartları var, kalleşlikleri var... Bunlar da çok çirkin vasıflar!.. Bizde bunlar yoktur.

Bizim --söz sözü açıyor-- profesörümüz vardı. Almanya'da uzun yıllar Hamburg Üniversitesi'nde kalmış bir kimseydi. Rahmetli, benim hocam, profesörüm. Diyor ki: "Ordan bir profesör geldi İstanbul'a... Bir ay misafir ettik, yedirdik, içirdik kerataya... Evimizde misafir ettik, baktık. Her tarafı gezdirdik. Sultanlar gibi yaşadı İstanbul'da... Hayatınının, binbirgece masalları gibi güzel bir ayını geçirdi. Giderken çok memnun ayrıldı ve bize dedi ki: 'Almanyadan bir isteğiniz var mı? Hemen göndereyim!' dedi. 'Estağfirullah, rica ederiz, lüzum yok!' filan dedik. Ama benim aklıma geldi, 'Yeni bir kitap çıkmış benimle ilgili, şu kitabı bana gönderirmisiniz?' dedim; çok rica edince, 'Lütfen söyleyin!' filân diye rica ettiği için... O kitabı söyleyince, 'Derhal gönderirim!' dedi. Not defterine yazdı ve hakikaten de gönderdi. 'Hah, aferin bak işte sözünde duruyor, hemen kitabı gönderdi.' dedim. Fakat bir ay sonra, bir zehir zemberek mektup; 'Ben sana bir kitap gönderdim, hâlâ bedelini göndermedin!' diye benden parasını istemesin mi!.." diyor.

Yâni şimdi, materyalistsen tam materyalist ol! Bu Türkiye'deki bir aylık zamanının da materyalistçe faturasını çıkart, senin yaptığın iyiliğin de faturasını çıkart!.. İkisini --kârını zararını, negatifini pozitifini-- hesapla; borcun varsa ver, alacağın varsa al!..Yâni ne tam materyalist, ne tam idealist, ne tam vefalı, ne tam iyilikten anlayan bir kimse; oportunist, fırsatçı... Batının ahlâkı bu!.. Bu da çirkin bir şey... Yâni biz bunu anlamıyoruz, onlar da bizi kolay anlayamazlar.

Şimdi bu kadar dağıttıktan sonra, toparlamak da zordur. Taşları böyle --beş taş oynarken-- yukarıya fazla atarsan, yere hızla çarptı mı, öbür tarafa dağıldı mı; hepsini birden nasıl toplayacaksın?.. Zor olur. Şimdi öyle oldu, böyle oldu bizim düzen değişti dünyada. Düzenbazlar tarafından değiştirildi ve yeni bir düzen oldu. Ben bu düzenbaz kelimesini yarı şaka söylüyorum, yarı da bir gerçeği ifade ettiği için söylüyorum. Çünkü, batının siyaseti oportünist kelimesiyle mi ifade edilir, makyavelizmle mi ifade edilir, materyalimle mi ifade edilir?.. Yâni devlet yönetiminde, bir Eflatun'un ahlâk anlayışı, filozofların faziletle devleti yönetmeleri gibi bir şey yoktur. Olayları dikkatli tahlil ederseniz, günümüzdeki olaylarda da aynı şeyi görürsünüz. Düzenbazlar bir yeni düzen ortaya koyuyorlar, yeni düzen adı. Yâni, kendilerinin değişen şartlara göre konumları...

Rusyayı yıldızlar savaşı ile yıldırıp saf dışı ettiler. Rusya baktı ki, Amerika'yla füzelerle, kıtalararası balistik füzelerle savaşamayacak, kendi varlığını koruyamayacak ve genişleyemeyecek... Zaten buğdayı bile yetmiyor, 10 senedir buğdayı Amerika'dan alıyordu. Yâni halkını beslemesi mümkün değildi, pes dedi. Zaten Rusya ile Çin'in arasını açmak, batının plânıydı. Yâni "Kapitalizmin komünizm karşısında hakim ve egemen olması için, Rusya'nın Çin'den koparılması lazımdır." diye stratejilerini kurmuşlardı. O şeyi sağladılar. Şu anda Rusya'yı da kendilerine benzetmiş oldular. Bizim Osmanlıları benzettiklerine uygun gibi geliyor bana...

Yâni uzun yıllar mücadele etmiş etmiş Osmanlı, sonunda NATO'da yeni düzende yer arayan bir devlet haline gelmiş... Rusya da uzun yıllar doğu-batı bloku derken, şimdi o blokun içinde... Ukrayna da AT'ye girmek istiyor, Birleşik Devletler Topluluğu da AT'ye girmek istiyor... Kazakistan da girmek istiyor ve Kazakistan'ın çok güzel isimli başkanı Nur Sultan Nazarbayev --ne güzel isimler bulmuşlar, Yâni isim ithal etmek lâzım ordan-- diyor ki:"Bizi de AT'ye alın! Eğer bizi AT'ye almazsanız, sonra karışmam, İslâmcılar hakim olur buraya!.." diyor tehdit olarak da. Yâni "Abanın altından sopa göstermek" derler bizde, dedelerimizin tabiriyle...Yâni üstünde bir aba var. Bir şey görünmüyor, örtüyor herşeyi ama; altından şöyle abanın eteğini kaldırıp da, orada bir kalın sopa olduğunu gösterdin mi, karşı tarafta şafak atar, korkar, senin dediğini yapar. Nezaketle söylersin, "Yâ şu şöyle olsun lütfen!" anlamaz. Abanın altından sopayı gösterirsen, "Ha, tamam tamam, başüstüne!" der, yapar. Yâni bütün hepsi şimdi AT'ye girme çalışması yapıyorlar.

Eksen değişti. Doğuyla batıyı ayıran bir dik eksen iken, kuzeyle güneyi ayırın yatay bir eksen var. Ve biz bu yatay eksenin alt tarafındayız, düşman cephesindeyiz. Ama diyoruz ki batılılara, "Biz sizdeniz, biz sizdeniz!.." Tabi biz sizdeniz dememize rağmen, onlar "Siz bizden değilsiniz!" diye iddia ediyorlar ve AT'ye alınma arzumuzu da reddediyorlar ve "Siz müslümansınız!" diyorlar. "Yalnız, bizim istediğimiz bekçiliği ve bizim yüklediğimiz misyonları yaparsanız; İslâm ülkelerine karşı hareketlerimizde bize öncülük etmeyi kabul ederseniz, ancak sizi aramıza alabiliriz." diyorlar.

Yâni bugün, yeni düzende Türkiye'nin üzerine yüklenilen görev; Türkiye'nin, tarihinde kader birliği yapmış olduğu milletlere karşı hıyanet etmesi esasına oturtulmuştur. Aksi takdirde, Türkiye bu tarafta yer alsa, onların karşısındadır. Almasa, yine arada kalmış olacaktır; durum bu...

Şimdi tabii, aslında bizim için burada tehlikeli bir durumun olduğu çok net olarak görülüyor. Batı ve Amerika; yâni, bekçiliği yüklenmiş olan Amerika çok güçlü... Çok modern silahları var ve bu modern silahların ne kadar hassas çalıştığını, bizim muavenet zırhlısının komuta kulesini uçurmakla gösterdiler. Bence bu olay çok mühim bir olaydı. Gerektiği şekilde derinlemesine incelenmedi ve gereken protesto yapılmadı. Disiplinsizlikle, birkaç askerin kusurudur diyerek, geçiştirildi. Ama, Bush'un haberinin olduğunu sanıyorum. Stratejik Araştırmalar Ensitüsü, herhalde düşünmüş taşınmış, kararlaştırmıştır. Ve filo komutanının da haberinin olduğunu sanıyorum...

Onun arkasında, bir takım derin manalar vardır. Yâni denmek isteniyor ki: "Bakın, bizim teknolojimiz nokta atışı yapıp, sizi istediğimiz yerden vurmağa yeterlidir. Ona göre ayağınızı denk alın!.." deniliyor. Belki bu jest, bizim askerlerimiz vatan severlik duygusuyla, onların empoze etttikleri bazı şeyleri yapmak istemedilerse, onun üzerine yapılmış diye de düşünüyorum. Tabii, askeriyenin içine girilmiyor. Perdenin arkasında ne cereyan ettiğini bilmiyorum. Ama, böyle birşey olduğunu düşünüyorum. Çünkü, askerimizin içinde ülkenin bölünmesini istemeyen, bölücülüğe karşı olan; yukarıdan veya batıdan gelen emirleri gelişigüzel kabul edemeyen insanlar vardır. Tabii, onlara bir göz dağı olabilir, böyle bir durum...

Şimdi bu kadar teknolojik üstünlüğe ve son derece organize olmuş sosyal kurumlara sahip ülkeler, kültürel yönden bütünleşmiş ülkeler, din gücünü --Papalık'la beraber-- arkalarına almış bulunuyorlar ve bir haçlı zihniyetiyle çalışıyorlar. Şu Bosna-Hersek'teki olayları dikkatle tahlil ederseniz görürsünüz ki, batı orada, savunduğu ideolojilerin, değerlerin hepsini terketmiştir. Ve batının çifte standartla hareket ettiği, artık her gazete tarafından; sağcı, solcu, ilerici, gerici bütün gazeteler tarafından kabul ediliyor. Neden?.. Çünkü yeni dünya düzeninde, güney kuzey ekseninde hrıstiyan ülkelerle müslüman ülkeler arasında bir mücadele düşünüldüğü için; NATO'ya İslâm düşman olarak gösterildiği için ve hrıstiyan ülkelere müslümanlar düşman gösterildiği için; Balkanlar'da bir İslâm ülkesinin müstakilen bulunması, hiç bir tarafça istenmiyor.

Bir Sırp tarafı var, bir katolik tarafı var; Hırvatlar ve Slovenler tarafı... Hırvat ve Slovenler, Almanya'nın ve Avrupa ülkelerinin desteğinde... Sırp tarafı da, onların Adriyatiğe inmesinden, fazla ileriye gitmesinden kuşkulanan Amerika'nın desteğinde... Şimdi Amerika da, Avrupa da orda bir sınır mücadelesi verirken, iktidar mücadelesi veya menfaatları bölüşme mücadelesi verirken; birbirlerine hasım oldukları halde, müslümanların ordaki tarihi haklarına, mal ve mülk varlıklarına, insan haklarına, yaşama haklarına, hürriyetlerine asla hiç birisi saygı göstermiyor.

Sudan'dan bir gemi geliyor; Fransız gemisi Adriyatik'te onu çeviriyor, silahlarına el koyuyor. Ama Romanya'dan, Macaristan'dan Sırplar'a silah geliyor; o tarafı hiç engellemiyor. Evet, eğer burada iç savaşın durması için silahlara ambargo koymak gerekiyorsa; asıl Tuna üzerine bir filo gönderip ordan, Karadeniz'den bir yardımın bu tarafa ulaşmamasını sağlamak lâzımken, yapılmıyor. Çünkü yeni düzenin felsefesinde Avrupa'da bir İslâm ülkesine yer verilmiyor ve düşman hedef olarak müslümanlar seçilmiş oluyor.

Tabi bunları ben meseleyi biraz örneklemek için söylüyorum. Ama Irak'ta insan hakları çiğneniyor,beynelminel kurallar da çiğneniyor, Birleşmiş Milletler'in kararları da çiğneniyor... Şimdi biliyorsunuz, o füze atışları sırasında radar üsleri tahrip edildi denildi. Buna hak veriyoruz, tamam; Saddam yeniden hücum tavrı takındığı için radarları tahrip ediliyor ve füze rampaları tahrip ediliyor... Fakat, perdenin arkasında bir olay var: Almanya'yla Amerika'nin bile bugünlerde arasını açmış bulunuyor. Reşit Oteli'ni hedef aldılar biliyorsunuz. Reşit Oteli neydi, niçin hedef alınmıştı; onu size anlatayım: --Gazeteler yazmamıştır çünkü.-- Saddam İslâm ülkelerine: "Bakın, ben beynelminel ajanslar tarafından devamlı kötüleniyorum ve mütecaviz gösteriliyorum. Ama meselenin bir de benim tarafından dinlenilmesini isterim. Durum öyle değildir. Karşı tarafın bu işte başka menfaatları vardır, petrole el koymak istiyor. Onun için, gelip beni dinleyin!" demiş ve İslâm ülkelerinden üçyüz delegeyi Reşit Oteli'nde toplantıya davet etmişti. Amerika o Reşit Oteli'ni bombalıyor. Yâni o stratejik hedef değil, askeri hedef değil. Hatta bir Alman da yaralandı, gazeteler onun resmini koydular. Almanlar'dan bir reaksiyon, bir protesto gazetelerde görmedim; belki Alman basınında çıkmıştır.Yâni sivil bir hedefe ve beynelminel konukların olduğu, uluslararası toplantının yapıldığı bir yere, özellikle nişan alınmış ve ateş açılmıştır. Bu bir büyük suçtur. Bunun bu tarafının da bilinmesi lazın.

Şimdi Hz. Ömer RA'in bir sözü vardır: (İlallahi eşkû da'fel emînü ve hıyânetel kaviy) "Güvenilen insanın zayıflığından ve hain insanın da güç-kuvvet sahibi olmasından Allaha sığınırım!" Yâni, güvenilen iyi insan zayıf; ama, hain ve kalleş kimse güç-kuvvet sahibi... Bu çok kötü!.. Yâni, eşkiyanın eline güç-kuvvet geçmesi demektir. Şimdi böyle bir durumla karşı karşıyadır İslâm ülkeleri...

Yâni bugün Bosna'da böyle bir garip durum var, ve batının oyalaması var. Dâimâ, Bosna düşsün diye tehir ediliyor müdahale... 15 gün sonra, 1 ay sonra, 20 gün daha sonra... Yâni istiyorlar ki, "Bosna düşsün de ondan sonra sulhu veya ateşkesi ilan edelim!" Orda bir bekleme var, müslümanların mukavemeti kırılsın diye...

Irak'ta bombalama var, Somaliye bir çıkartma var. Arkasından bir söylenti çıktı, reddedildi ama, iç yüzünü şu olaydan anlayabirsiniz: Somali'deki silahlanmaya bir iki seneden beri destek veren ve silah veren Amerika... Bir tarafa silahı veren Rusya, öbür tarafa silahı veren Amerika... Ondan sonra da oraya, işleri düzeltmek için çıkartma yapıyor. Demek ki, ortamı hazırlıyor. Zalimi kurtaracak, müdahaleyi meşru gösterecek şeyi körüklüyor. Yangını körükledikten sonra, "Söndürmek için oraya çıkıyorum!" diyerek çıkıyor. Denildi ki: Somali'de çok yüksek oranda imkânlar var, petrol yatakları var. Onun için oraya çıkarma yaptılar... "25 günde 26 tane kuyu açtı." dedi gazeteler. Amerika da bunu reddetti, tekzib etti; "Hayır, öyle bir şeyimiz yok!" dedi.

İnceleme imkânına sahip değiliz. Bilmiyoruz, belki öyle, belki değil. Fakat çok net olarak görülen bir şey var ki, dünyadaki petrol rezervlerinin azalmaya başladığı bir sırada Amerika allem etmiş kallem etmiştir, --rakip olarak oralara sızması muhtemel olan Rusya'yı da atlatmıştır, Avrupalı ortaklarını da atlatmıştır-- dünyanın en zengin petrol kuyularının bulunduğu 32. paralelin güneyine sahip olmuştur!.. Ve yine petrol yataklarının çok olduğu, 36. paralelin kuzeyinde de çok karanlık, sisli bir hava var...

Çok net olarak görülüyor ki, Allah'a inanmayan insanlar, menfaat için her şeyi yapıyorlar. Şahsen böyle olduğu gibi, devletlerin yönetiminde de Osmanlı'nın devlet yönetimindeki fazilet anlayışını bunlardan beklemek mümkün değil.

Tabii, bir hesap vardır aralarında. O hesap bazan çok çözümlü bir hesaptır. Yâni çok amaçlı çözüm düşünürler. Yâni, bir işi yapmaktan bir tek fayda varsa; bu bir amaçlı hamledir, harekettir. Ama umumiyetle bir işi yapmaktan çok amaç düşünülür ve amaçlar ne kadar çok olursa, çok amaçlı çözüm o kadar kıymetli olur. Sanıyorum ekonomide de okutuyorlar, buna benzer şeyleri...

Amerika'nın yaptığı hamleler çok amaçlıdır ve hakikaten de İslâm Alemi'ni bölmüştür, darmadağın etmiştir. Kendisine büyük menfaatler sağlamıştır. Bize hiç bir şey sağlamamıştır. Yâni sigara gibi... Sigara için halkın tekerlemesi var: "Dumanını yel alır, parasını el alır; tasası, derdi, hastalığı bana kalır!" dediği gibi. Amerika petrolu alıyor; petrolun sahipleri mağdur oluyorlar, eziliyorlar, ölüyorlar. Bize de kıyıda balyoz sallayanın "He!" deyicisi olmak ve yorulmak durumu kalıyor.

Şimdi tabii, bu bizim mantığımıza uygun değil, imanımıza uygun değil. Allah'a karşı sorumluluğumuza yakışmıyor. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de net olarak, bize Allah'u Teâlâ'nın bir görev verdiği bildiriliyor:

(Küntüm hayra ümmetin uhricet linnâs ) "Siz insanlar için özel olarak yaratılmış, gönderilmiş, takdir edilmiş bir ümmetsiniz. (te'murûne bil ma'rûfi ve tenhevne anil münker) Emr-i ma'ruf, nehy-i münker yaparsınız, cihad yaparsınız." diye. Demek ki, aslında dünyanın fazilet üzerine dayalı yönetimi, ve dünyanın polisliği, bekçiliği görevi müslümanlarındır. Kur-an'ı Kerim'e göre müslümanlarındır. Olması gereken ideal düzenin bekçisi, inançlı insanlar olmalıdır. Allah-u Tealâ, Allah'a karşı sorumluluğu olan; kalbinden geçenleri bilen Allah'a karşı, niyetinin mutlaka iyi olmasını sağlayacak bir ahlâk anlayışında olan; dünya menfaati peşinde koşmayan; hiç bir kimsenin ağlamasına razı olmayan, hiç bir kimsenin kanının bir damlasının bile akıtılmasına razı olmayan insanların, dünyanın yönetiminde bekçi olmasını istiyor.

Kutsal kitabımızın bize yüklediği misyon budur. Ama biz bu misyondan şu anda uzaktayız; bu misyonu başkaları yapıyor. Yâni mafya çetesinin reisi, polis karakolunun başında şimdi; bugün işleri o yönetiyor. Tam böyle Amerikan filmlerindeki gibi, enterasan bir durum var. Tabii biz bu durumda ne yapacağız?..

Ellibeş milyon Türkiye'deki müslümanız. Altmış-yetmiş milyon Orta Asya'da müslüman kardeşlerimiz var, ırkdaşımız var, dilimizi konuşan insanlar var... Balkanlar'da her şeyini bize bağlamış insanlar var. "Hiçbir yerden doğru düzgün bir dostluk ve destek görmedik; bizim yegâne dostumuz Türkiye'dir" diyorlar Bosna-Hersek'in yöneticileri... Yıllarca idare ettiğimiz Ortadoğu var, Kuzey Afrika var, Güneydoğu Asya var. Yâni, bizim ecdadımza medhiyeler yazan insanların yaşadığı diyarlar var... Onun için, onları da hesaba kattığımız zaman, dünyanın üzerinde 1,2 milyar müslüman var. Yâni, her dört kişiden bir kişi benim idealimde, benim imanımda olan insanlar...

Şimdi bu insanların motive edilmesi lazım; misyonlarının, görevlerinin ne olduğunun bunlara duyurulması lâzım!.. Ve Allah'ın en sevmediği, en şen'î, en alçakça iş olan zulmün hiç bir çeşidinin, hiç bir yerde bırakılmaması lazım!.. Zulmün bitmesi lazım, adaletin gelmesi lazım... Estetiğin, güzelliğin gelmesi lazım... Hakların gelmesi lazım... Onun için, bizim üzerimize görev düşüyor, sizin üzerinize görev düşüyor. Yâni nesillerin, kuşakların üzerine bir ideal, bir amaç olan bir görev düşüyor. Onu yapması gerekiyor müslümanların... Yapmadıkları takdirde, namaz kılmalarıyla, oruç tutmalarıyla sorumluluktan kurtulamayacaklar diye düşünüyorum.

Bu görev nedir? Şimdi bizim elimizde hiçbir şey yok mu? Yâni biz birşey yapamaz mıyız? Biz bunların bekçisi miyiz? İşçisi miyiz? Kahyası mıyız? Memuru muyuz? Amelesi miyiz? Sonra, olaylar bizim üzerimizde cerayan ettiğine göre; bizim ülkerimiz yakılıp yıkıldığına, yandığına göre, bizim doğal servetlerimiz yağmalandığına göre, buna bizim dur dememiz lazım değil mi?.. Yâni şu mantığa nasıl razı olabiliriz ki: --Margaret Teacher çok açıkça söylüyor-- Amerika ARAMCO ile Suudî Arabistan'ın bütün petrollerini alıp faydalanıyor; Irak'taki petrol şirketleri Shell'in, Mobil'in kesesine para akıtıyor; bütün faydalar İslâm ülkelerinden sağlanıyor da, niye yeni düzenin düşmanı İslâm oluyor?.. Yâni, bunun bir mantığı var mı?.. Bunun insanlıkla, vefa ile, şükran duygusu ile ilgisi var mı?.. Yâni nezaket sadece, karşılaştığı insana "Thank you!" demek mi?.. "Thank you!" demekten mi ibarettir nezaket?.. İngiliz centilmenliği bu mudur yâni?.. Adamın petrolünü alacaksın, keseni dolduracaksın, malını ona satacaksın, hizmetçi olarak kullanacaksın; ondan sonra da, bir numaralı hedefin o olacak... Böyle bir mantığa sizin aklınız yatıyor mu?.. Benim aklım yatmıyor! Ben buna tahammül edemiyorum... Tabii onlar bir şey düşünürler, yapmak isterler. Bizim de bir söz hakkımız var, bizim de yapacaklarımız vardır. Onları düşünmeli ve yapmalıyız.

Onun için, ben sizden ilk önce ufkunuzun geniş olmasını diliyorum. Lütfen ön yargılarla meselelere bakmayın! Bilim adamı olarak yaklaşın!.. Net olarak olayları çözmeye çalışın! Problemin sonucunun doğru çıkıp çıkmadığını sağlamaya gayret edin, doğruyu bulmaya çalışın!.. Çünkü, İslâm'da en kutsal kavramlardan birisi doğruluk kavramıdır, hak ve hakikat kavramıdır. Ondan sonraki kavramlardan birisi de adalet kavramıdır.

(İnnallahe ye'muru bil adl) Yâni, "Allah adaleti emrediyor." Hem hanımımıza karşı, hem çocuklarımıza karşı, hem komşularımıza karşı, hem mahkemelerde tarefeyne karşı, hem insanlar arasındaki yargılamalarımızda, her şeyde adaletli olmak zorundayız. Müslüman olarak, Allah'ın yeryüzüne gönderdiği en hayırlı ümmetin bir ferdi olarak, kendimizi adaletle yükümlü ve hakikati bulmakla sorumlu hissediyorum. Onun için gerçekleri arayın! Yâni onun bunun sözü ile, propagandasıyla hareket etmeyin!.. Lütfen gazete, mecmua, televizyon ve radyo münevveri olmayın! Araştırma yapın!.. Sahte münevver olmayın, sahte aydın olmayın; hakîkî aydın olun!.. Meselelerin özel çözümlerini de kendiniz değerlendirin!.. Yâni özel olarak kendinizin zihninizi, muhakemenizi, tefekkürünüzü kullanarak, sonucu değerlendirin!.. Görüşünüzün ne olduğunu, bir tartın ve bunun için de kendinize mutlaka belge isteyin, delil isteyin!.. Şu şöyle söylüyor ama ne?.. Bu böyle yapıyor ama niye?..

Neden NATO'nun gemileri Adriyatik Denizi'nde, ambargo için nöbet tutuyor?.. Siz bunu anlayabiliyor musunuz?.. Yâni Sırplar'a silah doğudan ve kuzeyden geldiğine göre, batıda ambargonun manası ne?.. Ben tabi çok fanatik de düşünmüyorum. Yâni oraya, müslümanlar yardım etmesin diye duvar yapmışlar; illa Bosna-Hersek'liler yenilsin, onlara İslâm ülkelerinden silah gelmesin diye oraya durmuşlar; bu da mümkün. Çünkü, bazen bir şeyi yapmakta çok amaç olabilir. Fakat asıl düşündükleri, sanıyorum katolikliğin haklarını savunmak... Sırplar'ın kuzeyden desteği daha fazla alarak, Dalmaçya'da Venedik'e doğru, daha ileriye doğru ilerleme yapmasını engellemek için olsa gerek diye düşünüyorum.

Herneyse şimdi bizim yapacağımız şeyler nelerdir, bunları düşünmemiz gerekiyor. Ben bunu kendim şahsen düşünüyorum. Tabii kendi ekibimle de, arkadaşlarımla da düşünüyorum. Çeşitli çözümler arıyorum. Ümitsiz değilim. Çünkü Türkiye'nin pek çok avantajları vardır. Genç nüfusumuz vardır, ve genç nüfusun kültürel durumu İslâm'a yakınlaşma istikametindedir. Bu güzel bir şey... Bir politikacı ile görüştüm, "Evet hocam, aynen ben de katılıyorum." dedi. "Boğaziçi Üniversitesi'ne gittim, 'Namaz kılmam lâzım, mescid var mı?' diye sordum." dedi. Demişler ki, "Şu karşıki yurda gidin, en yakın yer orası... Yurtta hangi kapıyı çalsanız, odasında mutlaka seccade vardır."demişler. Boğaziçi Üniversitesi, eski Robert Kolej... Amerikalıların kurdukları bir okul... Yâni Osmanlı Devleti'nde batı kültürünü aşılamak için kurdukları, ve Balkanlar'ın komitecilerini yetiştirdikleri bir müessese... Papazların yönettiği bir okul... Şimdi burada hangi kapıyı çalsanız, yurdun içindeki öğrencinin yanında seccade var. Bu güzel bir şey...

Nüfusun yaş ortamasının aşağıda olması, güzel bir şey... Millî kültürünü, tarihini bilen, seven insanların çoğalması güzel bir şey... Orta Asya'nın bize açılması, Kafkaslar'ın bize açılması güzel bir şey... Ecdadımızın bize bıraktığı şanlı miras dolayısıyla, Orta Doğu'nun, Kuzey Afrika'nın, Uzak Doğu'nun bize sempati duyması iyi bir avantaj... Ve Türkiye'mizin kendine her yönden yeterli, bütün hudutları kapansa, kendi kendine yaşayabilecek olanaklara sahip bir devlet olması, güzel bir şey... Bu durumda olan bir Amerika var, başka ülke yok yâni... Dışa kapatıldığı zaman, teknolojisiyle, tarımıyla, herşeyiyle kendi kendine yaşamını sürdürebilecek bir Amerika var. Dış olaylardan etkilenmiyor, kendi üretimi ve tüketimiyle, tarımıyla, ziraatıyla, kendi kendisini besleyebiliyor. Rusya bu durumda değil, diğer ülkeler bu durumda değil. Kimisinin ekonomisi yok, kimisinin tarımı yok... Meselâ, Almanya aç kalır etrafı kapandığı zaman; satamazsa, alamazsa, tüketim ve üretim dengesi ve beslenme imkanı yoktur. Japonya mahvolur, perişan olur...

O bakımdan bilimsel yönden gelişiyoruz, genişliyoruz, yükseliyoruz... Çok avantajlarımız var. Bizim de yapacağımız şeyler var. Bunları önce kendim size empoze etmek istemiyorum, "Lütfen siz düşünün!" diyorum. Çünkü, şu toprakların evladısınız ve sizin üzerinizden füzeler geçip gidiyor... Sizin üzerinize de düşebilir. Siz gençsiniz, önümüzdeki yıllarda bu düzenbazların kurduğu düzenin planları, size de zarar verebilir. Kendinizi düşünmek demektir yâni bu...

Ben kısaca özetleyeyim isterseniz düşüncelerimi: Balkanlar'da Arnavutluğa büyük önem vermek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, nüfus ve kültür yapısı itibariyle bize yakındır, müstakil bir ülkedir. Onunla Kosova ve Sancağa ve Yugoslavya'ya yardım sağlayabiliriz; orasını bir üs olarak kullanabiliriz. Makedonya'ya yardım sağlayabiliriz.

Bulgaristan'ı önemli bir ülke olarak görüyorum. Şu anda sanıyorum %20 kadar yurttaşımız, dindaşımız kalmıştır ama; bir kısmı da her halde zorbalıklarla adlarını filan değiştirdiği için, bu rakam daha fazla olabilir. Bulgaristan'la ilişkilerimizi geliştirmeliyiz. Arnavutluk'la ilişkilerimizi geliştirmeliyiz ve Balkan Ülkeleri ile ilgili çalışmaları çoğaltmalıyız.

Ben şunu temenni ediyorum: Kardeşlerimizin, talebelerimizin, öğrencilerimizin bir kısmı kendisine --ailevî sebeplerle veyahut gönül bağlarıyla veya akıl bağlarıyla-- bir ülkeyi seçsin, o ülkeyle ilgilensin ve o ülkenin mütehassısı olsun. Yâni birisi Arnavutluğu seçmişse, Arnavutluğu diliyle, kültürüyle bilsin... Arnavutluğun tarihini bilsin, bizimle ilişkilerinde çalışsın. Ötekisi Bulgaristan'ı seçmişse, Bulgarca'yı bilsin, yazısını bilsin, tarihini bilsin, macerayı bilsin, politik gelişmeyi bilsin ve orda bizim menfaatlerimizi korumaya çalışsın.

Kafkasya'yı önemli bir bölge olarak görüyorum. İçindeki ırkdaşlarımız, dindaşlarımız, gönüldaşlarımız dolayısıyla...Ve hakikaten çok asil insanlar olduğunu biliyorum. Burada bizim onlarla bütünleşmemize bir set çeken Gürcü ve Ermeni duvarı var. Tabii bunun da düşünülmesi, halledilmesi gerekiyor. Azerbaycan'a çok önem vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Orta Asya'ya ve Kazakistan'a doğru açılan sahaların üzerindedir.

Doğuda İran'ı çok önemli bir ülke olarak görüyorum. İran'la bizim zıtlaşmamızın tarihte hiç bir faydası olmamıştır. Bunun faydası olmadığını çok öncelerden anladıkları için son zamanlarda --Osmanlı tarihinin sonlarına doğru-- İran'la Türkiye büyük bir çatışmaya girmemiştir. Ama bu yetmezdi; birlik ve beraberlik içinde olsalardı daha büyük faydalar sağlanabilirdi. Bence artık mezhep farkını düşünme zamanı geçmiştir. Çünkü hem bizde, hem de onlarda insanlar o kadar cahilleşmiş ki, "Peygamberin kim?" diye sorduğun zaman, kimisi "Hz. Ömer" diyor, kimisi "Hz. Ali" diyor. Çoğu kimsenin bir şeyden haberi yok yâni... Mezheb detayı ile ihtilaf çıkaracak bir durum zaten yoktur.

İşte, kültürel bağlarımız olduğu için ve bizim ecdadımızın orda uzun zaman hakimiyet sürmesi dolayısıyla; %40-45 kadar ahalinin ırkımızdan, Türkçe konuşan insanlar olması dolayısıyla; İran'la kültürel ve sosyal yönden, ekonomik ve ticari bağlarla mutlaka ilgilenmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, İran'la biz problemlerimizi çözebilirsek, Güneydoğu Asya ve Orta Asya'yla tıkanıklığı açmış olacağız, bütünleşme imkânı bulacağız. Bunu mutlaka yapmalıyız. İran'ın 50-60 milyon nüfusu, bizim 50-60 milyon nüfusumuzla birleştiği zaman, batının istediği her şeyi yapmak zorunda olmayan bir güç oluşturabiliriz. Bu önemli bir nokta! Dinleyicilerime ve politikacılara teklif ederim.

Çünkü ben İran Dili ve Edebiyatı'nı da okumuş bir insanım. İran'ın inkılabdan sonraki durumunu da gittim orda gördüm. Yâni aradaki ihtilaflar sunidir, izâle olunabilir. İzâle olunduğu zaman da, iki taraf bundan çok istifade eder. Gerçi bunu politikacılar düşünmüşler ve SENTO gibi kuruluşlar ile birtakım iş birliği çalışmaları yapmışlardır. Ama verimli bir tarzda işletememişlerdir. Biliyorsunuz bir müesseseyi kurmak önemli değildir, işletmek önemlidir. Rantabilite önemlidir, kârlı bir şekilde yönetmek önemlidir. Sermayeyi kediye yükletmemek için çalışmak lazım gelir.

İran'ı çok önemli görüyorum. Uzakdoğu'ya, Pakistan'a ve Orta Asyaya açılan bir sahada kilit ülke olduğu için, İran'la ilişkilerimizi düşünün!.. Farsçayı öğrenin!.. Farsça çok güzel bir dildir, çok edebi bir dildir ve bizim Türkçe'mizin anlaşılması için de lazımdır. Osmanlıca'nın da anlaşılması için de lâzımdır. Ecdadımızın tanınması, anlaşılması için bile lazımdır. Misal verelim; "hoşaf" diyoruz, ne demek meselâ?.. Hoş, güzel demek; ab, su demek. "Güzel, tatlı su" manasına geliyor. Şirin, tatlı demek. Her şeyimiz yarı yarıya onların diliyle ilişkilidir.

Bunu politik bakımdan da öne almayı düşünüyorum. Hatta ben kendi grubum olarak, kültürel çalışmalarda geçen aylarda burda bir hamle başlattım; ve böyle bir konferansa, İran elçiliğinden müşahitler de geldiler. Sonra eve de geldiler, konuştuk. Dostluğun gelişmesini temenni ediyorum; Türkiye'nin menfaati burdadır.

Irak'a, bu adamların gördüğü gözlükten başka bir gözlükle bakmamız ve mutlaka problemleri çözmemiz lâzım. Sanıyorum, Kuzey Irak'ın bombalanmasını bizim hükümet istemiştir. İncirlik'ten uçakların kalkmasını filân onlar istemiştir. Çünkü, Irak'ın oraya yerleştirdiği füzelerin bize zarar vereceği, belki barajı vuracağı veya İncirliğe ateş açacağı düşünülmüş olabilir. Bazı politikacılarımız --meselâ Ecevit gibi-- gittiler konuştular; onların atılımlarını takdir ediyorum. İki komşu ülkeyiz. Amerika'nın gözlüğüyle meseleleri görmek zorunda değiliz. "Irak'ın bütünlüğüne saygı duyuyoruz." sözü güzel bir şeydir ama, hakikaten saygı duyup da meseleyi beraber çözersek... Nasreddin Hoca'nın, sırtından yorganı hırsızlara kaptırdığı gibi bir duruma düşmeyelim.

Aşağıda bir patırtı olunca, Nasreddin Hoca geceleyin kalkmış... Üşümeyeyim diye de yorganı sırtına almış. Kapıyı açmış, "Yahu kavga etmeyin!" filân derken, hırsızlar yanına yanaşmışlar; yorganı çekmişler, savuşup gitmişler. Yukarıya gelmiş, yorgansız... Hanımı sormuş, "Ne oluyor, dışarda ne oldu?" "Hiç... Kavga vardı." demiş. "Sonra ne oldu?.." "Yorgan gitti, kavga bitti!" demiş. Hırsızlar, çalmak için bir plan yapmışlar demek ki, yorganı çalınca iş bitmiş.

Bizim petrolümüzü başkası değil, Amerikalı değil, biz kullanmalıyız. Irak'taki petrolü, Suudî Arabistan'daki petrolü, Kuveyt'teki petrolü, o ülkenin ahalisi kullanmalıdır. Müslümanlar istifade etmelidir. Başkalarının oyunlarına gelmemize lüzum yok! Irak'la durumumuzu düzeltmemiz lâzım...

Ben, kocaman bir söz yazdım mecmualarımıza... Bilmiyorum Irak'a gitmiş midir o söz ve adamlar nasıl karşılamışlardır. Dedim ki: "Irak'ın yerine kendimi koyuyorum; Irak'ın kurtulmak için bir tek çaresi vardır: 'Biz zaten Osmanlılar zamanında Türkiye ile beraberdik.' deyip, Türkiye ile birleşmek!" Bunu açıkça yazdım. Başka hiç bir çaresi yoktur şu durumda... Belâdan kurtulmak için, başka türlü seçeneği yok; Türkiye ile birleşirse, kurtulur. Biz de, bunun olması için çalışmalıyız.

Suriye ile aramızın düzeltilmesi gerektiği herkes tarafından anlaşıldığından, başbakan şimdi Suriye'de bulunuyor. Elbette düzeltilmesi lâzım! Çünkü, hududun öbür tarafında, hududun bu tarafındaki ailelerin yarısı vardır. Kültürümüz aynıdır, hiç bir farklılık yoktur. Ülkeler arasındaki çekişme, yöneticilerin inadından başka bir şey değildir. Yoksa, halklar aynı halklardır.

Akdenizi önemli bir bölge olarak görüyorum ve KEİB gibi bir de --AKEİB mi diyelim-- Akdeniz Ekonomik İşbirliği kurulmasını teklif ediyorum. Akdeniz önemli bizim için.

Yunanistan'la mücadelemizde İtalya önemli olabilir. İtalya hem teknolojik bakımdan ileridir, hem de Almanlar gibi pahalıcı bir ülke değildir. Onlarla işbirliği yapmamız bize daha büyük fayda sağlayabilir ve Yunanistan'la olan rekabetini kullanmamız bize de fayda verebilir. İtalya'yı o bakımdan önemli bir ülke olarak görüyorum.

Sonra bir şeyden de ümitleniyorum: Peygamber SAV Hazretleri buyurmuş ki, "Roma da fethedilecektir!" Evet, "İstanbul fethedilecek!" buyurdu ve İstanbul fethedildi. "Roma da fethedilecektir ama, o savaşla olmayacaktır. Müslümanlar Roma'ya kadar varacaklar; 'Lâ ilâhe illallah' diye diye Roma'yı müslüman edecekler." buyuruyor hadis-i şerifte... Yüzyıllar önce, 1400 yıl önce söylenmiş hadis-i şerif tabii bu... O bakımdan İtalya'yla ilgilenmeyi, dinî bakımdan da bir görev sayıyorum.

Papazlarda da bir gelişme var. Gazeteler yazdılar, ilmihallerini değiştirmişler; artık teslise --yâni üçlemeye, triniteye-- inanmıyorlarmış. Bizim Kur'an-ı Kerim'imizdeki Fatiha'nın hakîkatlerini kabul edip, Allah'ın birliğini kabul edip; Hz. İsa'nın da Allah'ın oğlu değil, peygamberi olduğunu kabule yanaşmışlar ki, bu İslâm'ın istediği çizgiye gelmeleri demektir. Yavaş yavaş "Lâ ilâhe" demişler galiba, "illallah"ı kalmış. O bakımdan İtalya'yla uğraşmalıyız.

İki müjdeyi de bu arada anlatayım: İtalya'da zaten 853-871 yılları arasında, Bari'de bir İslâm emirliği kurulmuş... Bari, Adriyatik sahilinde, Toronto'nun biraz kuzeyindedir. Napoli'nin doğusuna rastlıyor. Milâdî 853-871 tarihlerinde, --yâni, bizim dedelerimiz Anadolu'ya gelmeden önce-- orada bir İslâm emirliği kurulmuş... Fatih Sultan Mehmed de biliyorsunuz, Toronto kalesini almıştı. Mora'yı aldıktan sonra, İtalya'nın çizmesinin ökçesini zabtetmişti. Zaten oralarda bizim eskiden hukukumuz vardır, arsalarımız vardır. İnşallah, orayla da ilgilenmek lâzım... İtalyanca'yı öğrenmek lâzım, onlarla konuşmak lâzım.

Bir İtalyan müzisyen gelmişti Hocamızın evine... Müslüman olmuş, Malezyalı bir hanımla evlenmiş... Bir de 10-12 yaşlarında çocuğu vardı yanında; çok güzel Kur'an-ı Kerim okuyordu. "Roma'da bir cami yapıyoruz. Yaptırmamak için çok uğraştılar ama; başardık, yapıyoruz." demişti. "Lâ ilâhe illallah"ı duya duya elbette yola gelecekler.

Akdeniz'in Doğu Akdeniz kısmı --Suriye, Lübnan, Ürdün, Mısır,Tunus, Libya, Fas-- Afrika'nın kuzeyine doğru bizim eski eyaletlerimizdir. Oralarla ilgili çalışmalar yapmamız lâzım...

Tabii, nasıl olacak bu çalışmalar?.. Batı buna bir örnektir, bize misal göstermişlerdir. Önce --biliyorsunuz-- "Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)" diye başladılar. O zaman bizler gazetelerde, "Bunun amacı siyasî birliktir!" diyorduk. Onların yöneticileri de: "Hayır, öyle bir şey yoktur; sadece ekonomik topluluk!" diyorlardı. Biz biliyorduk ama, halk bilmiyordu. Sonra AET'nin E'si düştü, AT kaldı. Yâni, "Avrupa Topluluğu" oldu.

Ticârî işbirlikleri yakınlaşmaya sebep oluyor; ekonomik işbirlikleri sonunda siyâsî işbirliklerine dönüşüyor. O bakımdan, Akdeniz'deki bu ülkelerle ekonomik işbirlikleri kurmaya çalışmalıyız.

KEİB'i, yâni Karadeniz Ekonomik İşbirliği projesini güzel karşılıyorum. İhtiyatlı fakat iyi bir atılım olarak görüyorum. Bizim pazarımızı genişletebilir ama, bazı tehlikeleri de vardır. Gazetelerde onları yazıyorlar. Kültürel yönden yozlaşma, ahlâken dejenere olma... gibi dezavantajları vardır. Bunların çareleri aranmalı!..

Afrika'yı önemli bir kıta olarak görüyorum; bâkir, yeşil, güzel bir kıta... Orayla çok geç ilgilendik. Hatta, yine de ilgileniyoruz sayılmaz. Yâni, Afrika'yla ilişkilerimiz esef vericidir. Halbuki, Afrika'da bizi seven çok insan vardır. Meselâ, ben Suudî Arabistan'a gittiğim zaman, oradaki şirket yöneticisi kardeşlerimize sordum; "Çalıştırdıklarınız arasında Pakistanlılar vs. milletler var. En iyi uyum sağladığınız millet Pakistanlılar mı?.. Onlarla mı çok iyi geçiniyorsunuz?" dedim. Bana sürpriz bir cevap verdiler: "Hayır, bize en çok Sudanlılar benziyor. Çok mert insanlar, onlarla çok iyi anlaşıyoruz." dediler.

Ben de ertesi gün Mescid-i Nebevî'de oturuyordum. Arkadaşlar geliyorlar, bana "Merhaba hocam!" filân diyorlar. Bir halka teşkil ettik. Etraftan bize bakıyorlar,bunlar kim diye, ben kimim diye merak ediyorlar... Tiplerinden de Sudanlı olduklarını anladım, onlara "Selâmün aleyküm!.. Sudanlısınız galiba?" dedim. "Evet." dediler. "Arkadaşlarla konuştum, biz Türkler siz Sudanlıları çok seviyoruz!" dedim. --Çünkü, bir akşam önce öyle konuşmuştuk. Ben de seviyorum. Boylu poslu oluyorlar, yakışıklı oluyorlar, kocaman sarık sarıyorlar... Yâni, güzel, babayiğit insanlar.-- Dedi ki; böyle üstüne bastıra bastıra, biraz da sitemli cevap verdi: "Biz sizi, sizin bizi sevdiğinizden çok daha fazla severiz!" dedi.

Onun için, ben buraya geldiğim zaman, Türkiye'ye döndüğüm zaman arkadaşlara dedim ki: "Bir kısmınız Sudan'a okumaya gidin!.. Yâni, imam-hatipten mezunsunuz, ilâhiyat tahsili yapacaksınız... Fasih Arapça konuşuyorlar. Yâni net, güzel, kaideye uygun, düzgün bir Arapça konuşuyorlar. Orda tahsilinizi yapın!" dedim. Ama herhalde, bir Allah'ın kulu da kalkıp, benim nasihatimi dinleyip gitmedi. Oraya giden talebem olmadı galibâ... Ama, böyle şeyleri yapmamız lâzım... Ben hem talebeleri, bazı dış ülkelerde okumaya teşvik ediyorum, hem de --beni mazur görün-- evlenmeye bile teşvik ediyorum. "Gidin oradan evlenin! Dünürlük, kaynanalık, kaynatalık, kayın biraderlik yoluyla münasebetler daha samimi olur." diye söylüyorum.

Afrika önemli... Sudan ve Kuzey Afrika ülkeleri, Orta Afrika ülkeleri önemli... Nijerya; petrolü vs.si var... Daha aşağıları bilmiyoruz. Beni Güney Afrika'dan çağırmışlardı, gidemedim. Çünkü, akıcı bir İngilizce'm yok... Yâni, İngilizce vaaz verebilsem, oralara da gideceğim. Akıcı bir İngilizce'm olmadığı için gidemedim. Ama, İngilizce'yi tahsilinde öğrenen siz gençler için, çok güzel böyle dış ülkeler... Mutlaka oralara gidip, tarihî misyonlarınızı, görevlerinizi oralarda yapmalısınız.

Avrupa Ortak Pazarı, bizim için uygun değildir. Zaten onlar da uygun görmüyorlar. Biz onların arasına katılırsak, onüçtebir nisbetine düşeriz. Onüçtebir, yüzde kaç ediyor bilmiyorum ama, devede kulak gibi kalırız ve onlara hiç bir şey yaptıramayız. Bizim, onların karşısında eşit şartlara sahip, ayrı bir grup teşkil etmemiz lâzım!.. Bunu, bir ara bizim tarafımızdan yönetilmiş olan ülkelere hizmet götürerek, onlarla bütünleşerek sağlayabiliriz.

Amerika, önemli bir ülke... Kendi içinde hürriyete geniş yer vermesi iyi. O bakımdan Amerika'nın içinde İslâmî çalışmalar iyidir. Yedi milyon kadar müslüman vardır Amerika'da... Oradaki İslâmî çalışmaların takviye edilmesinin sonunda, bir İslâmî gelişme, patlama tarzında ilerleme olabilir. Bunun emâreleri de vardır. Kendisi Amerikalı olduğu halde İslâm'ı seçen pek çok insan biliyorum. En yakından tanıdığım Ömer Faruk Abdullah'tır ki, bir profesördür orda... Bluejean pantolonlu bir Amerikalı iken, Kur'an-ı Kerim'i okumuş müslüman olmuş ve İslâm için çalışan bir insan haline gelmiştir.

Sözlerimi şöylece toparlayabilirim:

Dünyada yeni değişiklikler oluyor, yeni düzenler kurulmaya çalışılıyor. Her millet kendi menfaatini düşünüyor, bunları tabii karşılıyoruz. Tabii olmayan, herkes menfaatini düşünürken, bizim kendi menfaatimizi düşünmememiz...

Bloklaşmanın yönleri değişmiştir. Doğu -Batı bloku yerine, Kuzey -Güney gelmiştir. Necib Fazıl'ın bir sözü var: "Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın!" diyor. İnsana hareket ve ifade kabiliyeti vermesi bakımından, dinamizm getirmesi bakımından düşman da lâzım olduğundan; Rusya yıkılınca, adamlar İslâm ülkelerini dişlerine göre bilmişlerdir, bulmuşlardır. Teknolojik bakımdan geridir. Ucuz kabadayılıklar yapabilirler... Oturdukları yerden hedef alırlar, otelleri bombalayabilirler... Tatil anındaki, dinlenme anındaki gemileri güvertelerinden vurabilirler... Bunlar ucuz kahramanlıklar!..

Bizim bu düzen içinde hedef alındığımızı, ve oyunun bizim ülkelerimizde ve bizim zenginliklerimize karşı olduğunu, çevremizdeki zenginliklere karşı olduğunu bilmemiz lâzım!.. Kendi avantajlarımızı düşünmeliyiz. Bu avantajları, avantajları bizimle birleşen diğer milletlerle bütünleşerek genişletmeliyiz!.. Karşı tarafın kurmak istediği dünya düzeninde, bize düşünülen çok küçük, çok horlayıcı ve aşağılayıcı yer yerine; kendi lâyık olduğumuz yeri almalıyız!.. Onlara karşı da kültürel ve sosyal çalışmalarımızı, aktivitemizi devam ettirmeliyiz!..

Bu konuda yeni yetişen gençleri, yeni usüllerle yetişen gençleri; yabancı dil bilerek, bilim ve teknoloji alanında başarılı tahsiller yaparak, doktora yaparak yetişen gençleri bir güvence olarak görüyorum. Türkiye'nin ümidi olarak olarak görüyorum... Bunların içine sizler de girebilirsiniz. Bir kuşku, bir tehlike; sizden önceki nesillerin Avrupa'ya gidip, Avrupa'nın --ilmini, teknolojisini değil-- kültürünü alıp, ondan etkilenip, radyasyon alıp, buraya hastalıklı olarak gelmeleri durumuna siz düşmeyiniz!.. Siz oraya kendi benliğinizle gidin ve dik başlı olarak, onurlu olarak çalışın!.. Onlardan almanız gerekeni alın, vermeniz gereken dersleri verin ve ülkeniz için çalışın!..

Dilerim ki Allah, sizlere ve ülkemize iyi günler göstersin... Bizim hakkımızda kötü şeyleri düşünenlere fırsat vermesin... Bizi, hiç kimsenin karşısında hor ve zelil düşürmesin... İzzet ve itibar içinde yaşamayı ve --mâdem dû cihan bizim için yaratılmıştır; İbrahim Hakkı Erzurumî'nin dediğine göre-- iki alemde mutluluğa ermeyi diliyorum...

Hepinize başarılar diliyorum.

SORU:

Türk aydınları ve yazarları arasında Neo-Osmanlıcılık ve II. Cumhuriyet akımları var; bu konuda ne düşünüyorsunuz?

CEVAP:

Benim konuşmam, zaten bu sorunun cevabıdır. Yâni ben, bizim kendimizin onurlu, övünç duyduğumuz, iyi bir performansımız olduğunu biliyorum. Batıyı da gezmiş, doğuyu da gezmiş bir insan olarak, çok avantajlarımızın olduğunu biliyorum. Ama bu avantajlarımızın farkında değiliz. "Ol mâhîlerdir ki, deryâ içredirler, deryâyı bilmezler." durumundayız. Bunun farkına varmanızı ve kimseyi taklide lüzum olmadığını, kimseden akıl alacak durumda da olmadığımızı bilmenizi istiyorum.

Ben, Neo-Osmanlıcılık sözünü biraz eskimiş görüyorum. Neo sözü de doğru değil, Osmanlıcılık sözü de doğru değil. Çünkü, zaman içinde, hiç bir noktasında olay bir önceki gibi değildir. Şartlar değişmiştir, mutlaka bir fark vardır. Benzetmeler insanı aldatmamalıdır. Yeni şartlara göre, onurlu bir çalışma içinde olmamız gerektiğini düşünüyorum. Kimsenin hizmetçisi değiliz... Kimseye, ne yapacağımızı sormak zorunda değiliz.

SORU:

Bazı çevreler, "Türkiye'de yönetim değişip de şerîatla yönetilecek olsa, bu birden bire olabilir mi? Yoksa, yavaş yavaş mı geçilebilir?" diye tartışıyorlar. Bu konudaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?

CEVAP:

Ben yönetimde, inanan, Allah'a karşı sorumluluk duygusu taşıyan, fedâkâr, ahlâklı insanların hakim olmasını candan temenni ediyorum; onun için çalışıyorum. Bütün çalışmalarımın hedeflerinden birisi o... Yâni istiyorum ki, ülkemizde zulüm olmasın, haksızlık olmasın, aldatmaca olmasın... Hazine çarçur edilmesin... Hizmetler güzel yapılsın, fedâkârca yapılsın... Kimse haksız kazanç sağlamasın... Dışarda da, olumlu bir dış politika takib edilsin... Tabii, bunların yapılması için, bir kadronun başa geçmesi lâzım. Bu kadronun geçmesini temenni ediyorum. Sizlerin de böyle bir şeye hazırlanmanızı dilerim. Olmasa bile, ideal olarak hazırlanmanızı dilerim.

Çünkü, göz önünde misaller vardır. Elli yılllık esaretten sonra ve bölünmüşlükten sonra Almanya, çalışıp birlik ve beraberliğini sağlamıştır. Şimdi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi, onun hakim olduğu yerlere yayılmayı bile düşünüyor. O halde hiç olmazsa, düşünmek ve hayal etmek serbesttir. Onun için, bu günlere hazırlanmanızı temenni ediyorum.

Hazırlanmadan da böyle bir değişiklik olabilir. Yâni, bir seçim olur; seçim kazanıldığı zaman, benim tarif ettiğim zihniyetteki insanlar, seçimde kazanabilirler, başa gelebilirler... Ama, bu seçimi kazanmak kâfi gelmiyor. Birkaç bakımdan kâfi gelmiyor. Çünkü, bir ülkenin politikası, sadece kendi içine bağlı olmuyor. Dışardan da baskılar ve çeşitli oyunlar oluyor. Onları yenebilecek güçte olmak lâzım. Dışarıya içerden alet ve maşa olanlar oluyor... Dışarının kuyrukları oluyor... İçerde beşinci kolları oluyor. Onları yenebilmek lâzım...

Ama, ben bundan daha önce, şu sulh ve sükûn, huzur ve sükûnet zamanında, düşünme fırsatı olduğu zamanda; bu meselelerin çok net olarak, bilimsel olarak düşünülmesi, projelerin hazırlanması gerektiğini düşünüyorum... İşlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yapılmadığı zaman, hazırlıksız veya ehil olmayan insanların böyle görevlere geldiği zaman, çeşitli üzücü şeyleri meydana getirebileceğini düşünüyorum. Onun için, bilimsel bir hazırlık devresinden geçmeyi isterim.

Birden olabilir... Seçim birden kazanılırsa, birden olur; neden olmasın?.. Yâni, şimdikiler bütün berbatlığına rağmen, ahlâkî dejenerasyona rağmen idare ediyorlar da; dürüst insanlar birden başa gelirlerse, niye idare edemesinler?.. En aşağı onlar kadar idare ederler!.. Belki tam bizim istediğimiz kadar olmaz. Ama hiç olmazsa, haram yemezler, rüşvet yemezler, haksızlık yapmazlar... Hazineyi hayalî ihracatlarla tarümâr etmezler... Haksız, yersiz kredilerle, haksız kazanç sağlamazlar... Bu bile büyük bir kazançtır. Türkiye için de, yönetim için de ahlâk büyük bir sermayedir. Yâni, yönetim ahlâklı olursa, hazine epeyce kâr eder.

SORU:

Öncelikle siyasetin ve idareciliğin meslekle değil, daha çok kişilikle ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu konuda sizinle aynı fikirde değilim. Örneğin, Sayın Akbulut hukukçu idi ama, sadece mizahımıza katkısı oldu.

CEVAP:

Şimdi önce, aykırı olduğumuz şeyi bir anlamaya çalışayım: "Öncelikle siyasetin ve idareciliğin meslekle değil, daha çok kişilikle ilgili olduğunu düşünüyorum." diyorsunuz. Tabii, kişilik her yerde lâzım ama, --bizim edebiyattan cevap vereyim-- "Hasır dokuyanı, hiç bir zaman ipek dokuma tezgâhının başına geçirmezler!" diyor Şeyh Sâdî... Yâni, bir de meslekî bilgi önemli. Hukukçuluk tabii nisbeten yakın mesleklerden biri ama, tam o meslek değil. Sanıyorum asıl Kamu Yönetimi mezunları, kendilerini bu iş için yetiştirmiş oluyorlar... Siyasal Bilgiler'den mezun olanlar, daha iyi yetiştirmiş oluyorlar. Ama, şurası bir gerçek ki, okullardan diploma almak meseleleri çözmüyor.

Ben bir mühendis biliyorum, benim yanımdaki evi kiralamıştı. Yüksek mühendisti üstelik... Ama, evinin sigorta telini ben takmıştım. --Ben edebiyatçıyım.-- Beceremedi yâni, geldi benim kapımı çaldı. Sigorta takmasını bilmiyor.

Yüksek Ticâret'ten mezun olup da, defter tutmasını bilmeyenleri bilirim... İlâhiyat Fakültesi'nden mezun olup da, aşr-i şerif okuyamayanları bilirim, hutbe okuyamayanları bilirim... Bir yerden mezun olmak her şeyi bitirmiyor.

Aynı şeyi düşünüyoruz, aykırı düşünmüyoruz. "Sizin gibi düşünmüyorum!" diyorsunuz, o beni rahatsız etti. Ama, ben sizin gibi düşünüyorum. Binaen aleyh aramızda bir fark yok... Yâni, ehil insanın başa getirilmesini düşünüyorum.

Siyasal Bilgiler'den bin tane mezun olur da, bir tanesi başbakanlığa ehil olur; onu getirmek lâzım... Gidip de, sınıfı ite kaka, zorla geçmiş, kopye çekerek geçmiş insanı getirmek yerine; hakîkaten süper, bir takım deneyimlerden geçmiş, bir takım yönetimlerde başarısını isbat etmiş insanı getirmek lâzım...

SORU:

Arap ülkeleriyle ilişkilerimizi geliştirmek için, neler yapılmalıdır? Çünkü, belli çevrelerce bu, özellikle engellenmeye çalışılıyor.

CEVAP:

Çok şeyler yapılabilir. Önce tabii, politik alanda bir yakınlaşma kapısının açılması lâzım... Eskiden çok katıydı bu. Bir zamanlar, bizim yöneticilerimizden birisi, petrol anlaşması için Suud'a gittiği için; "Oraya petrol istemeye gidilir mi?" diye, hop oturup hop kalkan gazeteciler hatırlıyorum. Bu taassub yıkıldı. Şimdi artık, "Arap ülkelerine gidilebilir, gelinebilir." deniliyor. Kimse hor görülmüyor. "Araplar ille kötüdür, batılılar ille iyidir." gibi bir düşünceye kimse itibar etmiyor. Son olaylarda da gördük ki, Avrupa'nın da bir çirkin tarafı vardır; iyisi vardır, kötüsü vardır... Bu tarafın da iyileri vardır.

Önce politik bir yakınlaşma ve kolaylık olması lâzım... Sonra, kalkınma için bölgesel işbirlikleri, müşterek çalışmalar geliştirmek lâzım... Meselâ, yol projeleri, enerji projeleri, daha başka projeler hazırlamak lâzım... Halklar üzerine de, birbirlerini sevmek ve birbirleriyle ilişkiler kurmak gerekmektedir. Zaten tanıdığı zaman, sevilecek olduğunu görecek ve sevecektir.

Ben onun için hacda bütün kardeşlerime, konuşmalarımın sonunda özellikle söylüyorum; "Bakın, burdan üç-beş kimsenin adresini alın, dost olun!.. Sevdiğiniz insanları ülkenize çağırın, misafir edin!.. Onların da ülkesine gidin!.. Aranızda bir münasebet gelişmesi olsun; tanıyın birbirinizi!.." diyorum. Çeşitli şekillerde, bu ilişkileri geliştirmek için çalışılmalıdır.

"Bazı çevreler bunu engellemeye çalışıyor." Doğru. Çünkü, bizim kendi başımıza, müstakilen bir varlık sahibi olmamızı, düşmanlar istemez!.. Yunanistan istemez, Avrupa da istemez!.. Rusya da istemez, Ermenistan da istemez!.. İsrail de istemez!.. Ermenistan'ın ve Yunanistan'ın lobileriyle, İsraili'in lobileriyle hakim olduğu Amerika da --dolayısıyla-- istemez!.. Ama biz, onlar istemese de, onları çatlatırcasına bu işleri başarmalıyız!.. Ne yapmamız gerekiyorsa, kendimiz düşünürüz yaparız; o şuura ermeliyiz!..

SORU:

Bildiğiniz gibi, siyasî yelpazede yeni oluşumlar var; bunlara bakış açınız nedir? Hakkı hakim kılmak için mücadele ettiğini söyleyen filânca partiye karşı olan biri olarak, muhtemel seçimde yeni oluşumları destekleme ihtimali nedir?

CEVAP:

Şimdi, siyasî yelpazedeki yeni oluşumlar, bir takım ihtiyaçlardan kaynaklanıyor. Halkın içinde bir özlem ve bir istek var. Bu istek 1980'li yıllarda da vardı ve ben bunu ilk defa 1987'de, Refah Partisi'nin başkanı Ahmed Tekdal'a söylemiştim. Yâni, "Böyle derme-çatma politik çalışmayla bu iş olmaz! Herkes size ümid bağlamış olduğuna göre, bunu bilimsel ve ciddî bir şekilde yapmak lâzım!.." diye söylemiştim. O bakımdan ciddî çalışmalar yapmak lâzım... Ben şimdi çalışma yapanlara sevgi ve saygıyla bakıyorum. İsimlerini saymağa lüzum görmüyorum; eski ve yenilerine ve bunların oluşumlarına yardım etmek gerektiği kanaatindeyim. İyi bir oluşum, iyi bir organizasyon kurmalarına yardımcı olmağa çalışmak lâzım... Ve acı eski siyâsî tecrübelerden istifade etmek lâzım... Eski hataları tekrar etmemek lâzım...

Tabii, bu bir parçalanma da gösteriyor. Bu parçalanmanın da tabii olmadığı, sun'î olduğu ortadadır. Halkı temsil eden partilerin, her halde halkın istediği istikamette bir çizgiye geleceklerini tahmin ediyorum. Gazetelerde de onun emareleri vardır. Halk ve gazeteler, onları birleştirmek konusunda tazyik yapıyor; "Madem ki fikirleriniz aynıdır, birleşin!" diye.

Buna karşılık, liberal partiler için de, liberal kanatta bir başka parti, "Anayol" filân diye bir şeyler kurma çalışmalarından bahsediliyor. Yâni, Doğruyol'u Anap'la birleştirecekler; Anap'ın "Ana"sı, Doğruyol'un "yol"u "Anayol" olacak filân gibi. Onlar da liberal kanatta böyle bir çalışma düşünüyorlar.

Tabii, bu hakkı hakim kılma mücadelesinde, ahlâkına güvendiğimiz müteşebbisler var. Çalışmalarını yapsınlar. Oluşumlarına yardımcı olmak lâzım... Ondan sonra da, birlik ve beraberlik içinde çalışmalarını, sonuca ulaşmalarını temenni ederim. Çünkü geçtiğimiz seçimde de, seçim kanununun antidemokratik engellemelerine rağmen, bir birlik teşkil ettiler ve herkes bundan istifade etti. Ömründe meclise girmesi mümkün olmayanlar, meclise girdiler. O kadar büyük bir başarı sağlayamayacak gibi görünenler, daha büyük başarı sağladılar. Demek ki, birlikten kuvvet doğuyor.

SORU:

Irak'ın kurtulması için, Türkiye ile birleşmesi gerektiğini söylediniz. Türkiye Amerika'nın uşağı olduğu için, Irak kendini Amerika'ya teslim etmiş olmaz mı?..

CEVAP:

Böyle bir şey olabilir tabii. Eğer burda Türkiye Amerika'nın uşağı ise, o zaman Amerika'ya teslim olur. Ama zaten Irak'ın Amerika'ya teslim olup olmadığı da şüphelidir şu anda... Saddam'ın bir ara CIA ajanlığını yaptığını biliyoruz. Ama şu anda karşısında gibi görünüyor. "Acaba Hacivat-Karagöz oyunu gibi, Amerika'nın oraya müdahalesini sağlamak için rol almış bir insan da olamaz mı?.." diye de düşünebilirsiniz. Ben Saddam'ı düşünmüyorum ama; Irak'ın selâmetinin, bölge halklarının selâmetinin. birlik ve beraberlik içinde olmaktan geçtiğini düşünüyorum.

Bunu Avrupa da bildiği için, kendisi birlik ve beraberlik yolunda çalışma yapıyor. Nitekim Fransa ile Almanya, II. Cihan Harbi'nde kıyasıya harbettiği halde, şimdi AT'de bir aradalar... Rusya ile Amerika, birbirleriyle yıldız savaşları hazırlığı içindeyken, şu anda birbirleriyle barışmış durumdalar. O halde onlar barışıp dururken, biz de boyna ayrılma, boyna dağılma... Bu onların projesidir. Bizim de karşı projemiz, bizim zihniyetimizde olanların birleşmesidir. Bu çok normal.

Eğer biz öbür tarafın uşağı isek, ki olmamalıyız. Biz varken, bu da inşaallah olmaz. Kısmen böyle bir durum varsa, inşallah tamamen izale olur. İnşallah, müstakil bir şahsiyete sahib bir Türkiye, birbirimizle beraberliği sağlar; temennimiz o... Düşmanın da kuşkusu, korkusu odur. Türkiye'ye düşmanlık da onun içindir. "Türkiye eski tarihî misyonunu kazanır da, Ortadoğu'da bir süper güç olarak karşımıza çıkar; Osmanlı yeniden canlanır." diye korkuyorlar, açıkça bunu söylüyorlar. Yâni, bizim canlanmamızı istemeyen batıdır. Her insanın hakkı olduğuna göre, her milletin hakkı olduğuna göre; bizim de canlanmayı istemeye hakkımız var.

SORU:

Dünyada ulusçuluğun yeniden canlanmasını temelde nelere bağlıyorsunuz?

CEVAP:

Şimdi dünyada hakim güçler var ve bir de onların planlarına göre --istese de, istemese de-- hareket etmek zorunda kalan küçük gruplar var. Hakim güçlerin ana düzenbazlıklarını, ana düzenlerini anlatmaya çalıştım. Tabii, o düzenlerini kurmak için yaptıkları bir takım provakasyonlar vardır... Bir takım kışkırtmalar vardır, bir takım desteklemeler vardır. Meselâ, bir ülkede karışıklık çıkarmak istedikleri zaman, o ülkenin içindeki fanatik bir gruba özel yardım yaparlar; karışıklık çıkar. Bu her yerde bilinen bir husustur. Bir bakıma ondan dolayıdır, bu ulusçuluğun, milliyetçilik cereyanının yeniden canlanması...

Yoksa esas itibarı ile, onlar tek bir hristiyan kültürünü empoze etmeye çalışıyorlar. Yâni, küçük bir takım provakasyon, hesaplar, bölgelerdeki bir takım ince politik oyunlar bir tarafa bırakılırsa, yeni dünya düzenindeki amaç; tek bir kültürle dünyayı, kendi batı kültürü altında ezip yönetmektir. Asıl amaç budur. Bunu da radyo ile, televizyon ile, radyo ile, çeşitli iletişim araçlarıyla sağlamaya çalışıyorlar.

SORU:

Efendim, bir grup İlâhiyat Fakültesi öğrencisi olarak, Türkî Cumhuriyetler'le ilgilenmeye başladık. Bize bu konuda yol açıcı tavsiyeleriniz nelerdir?

CEVAP:

Türkî Cumhuriyetler'le ilâhiyatlıların ilgilenmesi, tabii çok doğal ve çok faydalı... Ben DPT'nin bir takım komisyonlarında görevliyken, o zaman teknokratlar arasında ilâhiyat fakülteleri ve imam-hatip okullarının gereksiz olduğuna dair bir görüş vardı. Biz onlara karşı çıkıyorduk ve diyorduk ki, "Bu imam-hatip okulları, sadece camilere imam ve hatip yetiştirme okulu değildir; bu bizim başka bir takım amaçlarımız için gereklidir." diyorduk. Gerçekten de öyledir. Şimdi dünyanın her yerinde, Türkiyenin tarihî misyonunu îfâ edebilmesi için, faaliyetlerini sürdürebilmesi için, tarihini ve kültürünü iyi bilen elemanlara ihtiyaç vardır. Bu kültürümüzün iyi bilinmesinin anahtarı da ilâhiyat kültürüdür.

Onun için, elemanlarımızın hem ilâhiyat kültürüne sahib olmasını, hem de çağdaş bilgilere ve teknolojiye sahib olmasını sevinçle karşılıyoruz. İlâhiyat fakültesinden mezun bazı kimselerin, teknik üniversitelere gitmesini, mühendis olmasını, hukukçu olmasını, politikacı olmasını sevinçle karşılıyorum. Çünkü, onların bu tavrı, --yâni iki kanatlı, iki taraflı yetişmesi-- Türkiye'nin dünya üzerindeki misyonunu güzel îfâ etmesinde, faydalı eleman olacaklarına alâmettir. Bu kardeşlerime tabii, önce lisan öğrenmelerini tavsiye ederim. Yâni, oranın mahalli lisanını iyi öğrenmeyi tavsiye ederim. Ondan sonra, oralara gitmelerini ve oralarda faaliyetde bulunmalarını tavsiye ederim.

SORU:

1988 Yılında Refah Partisi'nden ayrılırken, intisab ile bey'atin aynı kişiye yapılması gerektiğini açıkladınız. Bunun fıkhî delillerini söyler misiniz?

CEVAP:

1988 Yılı değildir, 1990 yılının başındadır. Biliyorsunuz Peygamber SAV Efendimiz'in çağında, insanların hepsi Peygamber Efendimiz'e bağlanıyorlardı ve bu bağlanmaya bey'at deniliyordu. Meşhur bey'atlerden birisi Akabe'de olmuştur. Peygamber Efendimiz, hac için Mekke'ye gelmiş olan civar şehirlerin ahalileriyle konuşup, onlara İslâm'ı anlatıyordu. Ve bu anlatmadan sonra, onların müslüman olmasını istiyordu. Bir grup hacı bunu kabul etmişler ve Akabe denilen, Mekke'ye çok yakın bir yerde, kendisine bağlılıklarını beyan etmişlerdi. Buna I. Akabe Biatı diyoruz. Ondan sonra, daha geniş bir grup halinde Mekke'ye gelmişlerdi; II. Akabe bey'ati olmuştu... Daha sonra Hudeybiye'de bir bey'at olmuştu. Hudeybiye'de bütün ordu mensupları tekrar Peygamber Efendimiz'e bağlanmışlardı.

Demek ki bey'at, bağlılık demektir. İntisab da bağlılık demektir. Peygamber Efendimiz zamanında böyle, bey'at ile intisab kelimeleri arasında bir ayrılık düşünülmüyordu. Bunu Refah Partisi çıkarmıştır bizde... Kendisi politik eğitimini yaparken; "Bey'at başkadır, intisab başkadır, imamette iktida başkadır... Camiye gelen, imamın arkasına 'Allahu ekber' diye durur; buna imamette iktida derler. Tasavvuf terbiyesi almak için bir şeyhe bağlanır; buna intisab derler. Ama bey'at, bir politikacıya olması lâzım." demişlerdir. Bu kendilerinin görüşleridir, İslâmî görüş değildir. Çünkü, İslâm'da politikacıya tabi olmak yoktur, Allah'a tabi olmak vardır!.. Allah'a tabi olmak, Rasûlullah'a tabi olmakla olur... Bir politikacıya bağlanmak, lâik bir şeydir. Aslında İslâm, dinin esaslarına göre hareket etmeyi amaçladığı için; İslâm fıkhı, "Dinin emirlerini en iyi bilen insanlara bağlanmak, böylece Kur'an'ın emirlerine göre yaşamak mümkün olur." diye düşünmek durumundadır.

İslâm, hangi grup olursa olsun --küçük-büyük-- mutlaka birisinin başkan olmasını emrediyor, düzeni emrediyor. Namazda nasıl birisi öne geçip namazı kıldırıyorsa, onun gibi düzenli olmayı emrediyor. Meselâ, siz 10-15 kişilik bir grupsunuz, seyahat ediyorsunuz. Peygamber SAV buyuruyor ki: (Hel yeummehüm akrauhüm) "Bu gruba Kur'an'ı en çok bilen, Kur'an'a en çok aşina olan kimse imamlık etsin!.. (Feizâ emmehüm fehüve emîruhüm) İmamlık yaptığı zaman da, emirleri de odur." Demek ki, imamla emir aynı kimsedir ve Kur'an-ı Kerim'i en iyi bilen kimsedir. Bu bir hadis-i şeriftir. Fıkhî delilini soruyordu soruyu soran...

İkinci bir delilim şudur ki: Peygamber SAV Efendimiz, bir kısım insanları bir sefere gönderiyordu. Gidecek insanların hepsini tek tek yanına aldı, konuştu. Kur'an-ı Kerim'den ne kadar bildiklerini sordu. "Kur'an-ı Kerim'den ne kadar biliyorsun? Ezberin ne kadardır?" diye. Nihayet bir genç geldi karşısına... Peygamber SAV Efendimiz, ona da sordu: "Kur'an-ı Kerim'den ne kadar bilgin var? Nereleri ezbere biliyorsun?" dedi. O genç dedi ki: "Yâ Rasûlallah, şunları şunları biliyorum; bir de Bakara Sûresi'ni ezbere biliyorum!" dedi. Bakara Sûresi --biliyorsunuz-- Kur'an-ı Kerim'in Fâtiha'dan sonra gelen, 286 ayetlik, 2,5 cüzlük --yâni 50 sayfalık-- büyük bir bölümüdür. Ve umumiyetle fıkıh ahkâmını ihtiva eden bir bölümüdür. Peygamber Efendimiz ona memnunlukla sordu: "Bakara Sûresi'ni biliyor musun?.." "Evet biliyorum!" dedi. (İzheb, fe ente emîrühüm!) "Madem böylesin, o halde git, onların komutanı sensin!" buyurdu. Yâni, "Genç olduğun halde, madem ki Kur'an'ı en iyi biliyorsun; emirleri sensin!" buyurdu.

Çünkü, söylediğim gibi müslümanın ana mantığı Allah'a itaat etmektir, Allah'ın emirlerine uymaktır. Allah'a isyan etmekte, kula itaat edilmez!... Babası da olsa, kocası da olsa, hocası da olsa, başbuğ da olsa, başkan da olsa... Şu da olsa,bu da olsa; yasak bir şeyi emredemez ve emrederse, ötekisi de dinlemez. Bu bizim kanunlarımızda da vardır. Amir memuruna, gayr-i kanûnî bir şeyi emredemez. Memur gayr-i kanunî bir şeyi yaparsa yine mes'ul olur diye kanunlarımızda da vardır. Yâni bu doğru bir şeydir.

O bakımdan, bir seferde Peygamber Efendimiz bir kimseyi başkan seçmişti. "Sen başkansın, bunların başkanısın!" demişti. Onun üzerine, o şahıs kapris yaptı bir yerde; kızdı yönettiği insanlara... "Odun toplayın!" dedi. Herkes odun topladı, başkan emretti diye... "Ateş yakın!" dedi. Ateşi yaktılar... "Girin içine!" dedi. "Ben emrediyorum, emirinizim; Peygamber beni emir tayin etti. Girin bunun içine!.." dedi. Bir onun yüzüne baktılar, bir ateşe baktılar... Dediler ki: "Biz ne senin sözünü dinleriz, ne ateşe gireriz, ne de bu işi burada bırakırız! Biz gidip bunu Rasûlüllah'a soracağız." dediler. Geldikleri zaman Peygamber Efendimiz'e sordular. "Yâ Rasûlallah, sen onu bize emir seçmiştin. O bize ateşe girmeyi emretti. Sözünü tutup ateşe girmemiz mi lâzımdı?.." dediler. "Hayır!" dedi Peygamber efendimiz. "Hayır, girmeniz lâzım değildi. İtaat ancak Kur'an-ı Kerim'in, şeriatin uygun gördüğü noktadadır. Ona uygun olmayan noktada itaat bahis konusu değildir." dedi.

O halde dinini bilmeyen bir kimse başkan olur da dine uygun olmayan emirler verirse, ötekilerin ona itaat etmesi zaten gerekmez. Çünkü, hakimiyet Allah'ındır; kulun Allah'a itaat etmesi gerekir.

Hepinizi sevgiyle, saygıyla selâmlıyorum. Sorular bittiği için teşekkürlerimi arz ediyorum. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..

21 Ocak 1993 - Bilkent / ANK.