ÇEVREMİZDEKİ TEHLİKELİ GELİŞMELER

Üzerimize sayılamayacak kadar çok nimetlerini saçmış olan; her anda, her yerde türlü türlü zahirî ve batınî nimetlerine daimâ mazhar olduğumuz Rabbımıza, hamd ü senâlar olsun... Dört günlük bir tatil devresini yakalayarak bir arada bulunmayı planlamış olduk, bir araya geldik.

Rehberimiz, nümûne-i imtisâlimiz, her hali ve her sözü başımızın tacı ve yolumuzun aydınlatıcısı olan; Efendimiz, Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ SAV Hazretleri'ne sonsuz salât ü selâmlar olsun... Allah-u Teâlâ Hazretleri, âline, ashabına, etbaına lütuflarını ihsan eylesin... Ve Peygamber Efendimiz'in hayatından sonra ümmetin emanet edildiği mübarek insanlar, mürşidler, evliyâullah-i kirâmın ve onların yolunda yürüyenlerin hepsine salât ü selâm olsun...

Toplanmamızın sebebi, bu peşpeşe yakışıklı düşmüş, uygun düşmüş olan günleri, beraber dinlenerek ve bazı konularda eğitimleri aynı zamanda yaparak geçirmek... Bu bir adet haline geliyor camiamız içinde... İlkini Ayvalık'ta Murat Reis Oteli'nde yapmıştık. "Vakıflarımız ve diğer kuruluşlarımızın yöneticileri, değişin gelişen dünya şartları karşısında görevlerini daha güzel yapmak için, ne gibi tedbirler almalı?.. Çalışmalarımızı hangi yönlere yönlendirmeliyiz?.." diye çok faydalı bir toplantı yapmıştık. Onun arkasından kış günlerinde Gemlik'te, lâpa lâpa kar yağan bir mevsimde; çok tatlı bir hafta, âdetâ üç aylık bir kurs gibi yoğun, her gün üç ciddî konferans verilerek güzel bir eğitim çalışması olmuştu. Sonra yine burada, iki otel ilerimizdeki May Oteli'nde; oranın bin yataklık kapasitesinin büyük bir kısmını doldurmuş ve üst katta bazı yabancı turistler olduğu için başka otellere kaymıştı kardeşlerimiz... Orada da faydalı ve sonuç itibarı ile katılan kardeşlerimizi memnun eden toplantılar, konuşmalar yapılmıştı.

O zaman, "Artık bu beş yıldızlı otellerde, binlerce kardeşimizi bir araya toplamak mümkün değil!" diye bir lâtife ile kapatmıştık toplantımızı... Demiştik ki: "Beş yıldızlı otellerden sonra, çok yıldızlı otellerde eğitim yapalım!.. Yâni, üstü açık gökkubbe olan, yıldızlarla donatılmış olan açık hava toplantıları olsun!" O da dördüncüsü oldu; Eğridir'in Kovada Gölü kenarında; hem göl sporları, hem dağ, çamlar ve ağaçlar arasında, o da gerçekten güzel bir toplantı ve eğitim devresi oldu... Şimdi bu beşinci toplantıda yine Söke'yi bulmuş oluyoruz. May Oteli'nin bazı sıkıntıları varmış kendi içinde; o bakımdan bu otelde toplanmış bulunuyoruz. Kapasitesi tamamen dolmuş ve yandaki otellere taşmış durumda...

Tabii müslümanların ve İslâm'ın karşılaştığı çok ciddî meseleler dolayısıyla, bizim dinlenme dediğimiz şeylerin bile altında dinlenmekten öte gayeler olduğunu herkes bilir. Aslında lokmaların bile boğazımızdan geçmediği, düğümlendiği şartlar altındayız. Allah'ın nimetlerine hamd ü senâlar olsun ama, istiyoruz ki bu nimetler bütün sevdiklerimizle beraber olsun, bütün müslümanlarla beraber olsun... O bakımdan dinlenmekten ziyade, "Bir takım meseleleri bir tatil huzuru içinde, iş telâşından uzak, rahat bir şekilde konuşalım, müzakere edelim!" diye bu toplantıları yapmış bulunuyoruz; aslı bu...

Dünya üzerindeki insan toplulukları içinde çok özel yapıya sahib, kafa yapısı onlardan çok farklı insanlarız, müslümanlar olarak... Ayrıca biz, bu diyarların çocukları, dedelerimiz Osmanlılar'ın torunlarıyız; onların problemlerinin de varisleriyiz, onların çilelerinin de varisleriyiz... Onların misyonlarının da varisleri olmalıyız. Yâni, gördükleri hizmetlerin, görevlerin de bizim üzerimizde olduğunu hissediyoruz ve "Onların yaptığı hizmetleri biz de yapalım!" diye düşünüyoruz...

Başka insanlardan çok farklı yapımız var. Esas itibarı ile, başka insanlar menfaati öne alıyorlar ve zevki öne alıyorlar... Rahat yaşamayı, eğlenmeyi, gününü gün etmeyi esas alıyorlar. Müslümanların durumu böyle değil... Müslümanların ana gayesi rahat etmek değil; çünkü, icabında cevr ü cefâya kendileri talib oluyorlar. Yâni, meşakkati kendileri arayıp, meşakkatin peşine kendileri düşüyorlar. Değil menfaat, icabında ellerindeki bütün menfaatleri gayeleri uğrunda veriyorlar. Maddî imkânlarını harcıyorlar, hattâ canlarını veriyorlar. O bakımdan gerçekten öteki insanlardan çok farklı durumdayız.

Allah'ın varlığını birliğini anlamış insanlar olarak ve dünyaya gelişimizin bir gayesi olduğunu bilen insanlar olarak, bütün bunları imanımızdan dolayı yapıyoruz. Bu dünyada Allah'ın rızasını kazanmak için var olduğumuzu, hayatın asıl mahiyetinin bir imtihan olduğunu; bu imtihanın sonunda, Allah'ın sevdiği bir kul olarak huzuruna varmamız gerektiğini düşünüyoruz. Bütün çalışmalarımız, planlamalarımız, gayretlerimiz bu ana fikir etrafında döndüğü için; diğer insanlardan, diğer milletlerden farklı bir görünümümüz var. Diğer müslümanların da durumu böyle... Sadece biz Türkler'e mahsus değil. Araplar'dan, Pakistanlılar'dan, Malezyalılar'dan, Afrikalılar'dan, Sudanlılar'dan müslüman olunca ana yapı, kafa yapısı böyle oluyor.

Allah'ın rızasını kazanmak istiyoruz. Allah rızasına cümlemizi erdirsin... Rızasını kazanmak için de, fedakârlık yapmak gerektiğini ve hizmet etmek gerektiğini görüyoruz. Dinimizin emirleri, bize bunu çok açık olarak gösteriyor ve hizmeti bir kaç istikamette yapma durumunda bulunuyoruz:

1. İslâm'a hizmet etmek zorundayız. Çünkü, müslüman olmak dolayısıyla hepimizin asıl mesleği, Sahabe-i Kiram gibi hareket etmek... Sahabe-i Kiram mesleği veya İslâm'ı yayma mesleği, İslâm'ı tanıtma-öğretme mesleği... Peygamber SAV'in niçin peygamber gönderildiğini düşünerek, onun bize işaret ettiği istikamette çalışmak... Tüccar değiliz, doktor değiliz, mühendis değiliz, iktisatçı değiliz, esnaf değiliz, işçi değiliz, çiftçi değiliz; hepsinin önünde müslümanız ve İslâm'a hizmet etmemiz gerektiğini biliyoruz. İslâma göre yaşamamız lâzım, İslâm'ı yaymamız lâzım!.. İslâm'ı başkalarına anlatmamız, tanıtmamız lâzım!..

2. (İnnemel mü'minûne ihvetün) Ayet-i kerimesiyle bütün müslümanları Allah CC, birbirlerine kardeş etmiş olduğu için; müslümanlar birbirlerinin kan kardeşlerinden de önde gelen kardeşleri olduğu için; müslümanlara da hizmet etmeyi önemli bir gaye olarak karşımızda buluyoruz, kalbimizde buluyoruz... Bu hizmet, anlayışın inceliğine göre, çevrenin şartlarına göre çeşme yaptırmak, yol yaptırmak, Kur'an kursu yaptırmak, cami yaptırmak tarzında değişebiliyor ama, maddî fedâkârlıkta bulunuyoruz... Para veriyoruz, emek sarfediyoruz, ter döküyoruz... Müslümanları memnun etmek için, gönüllerini hoş etmek için, "Allah razı olsun!" diye bir dualarını almak için, "Ölürsek, arkamızdan fatiha okusunlar!" diye çalışıyoruz.

Renk farkı, sınıf farkı asla gözetmeden, kıvırcık saçlı bir zenciyi sevebiliyoruz... Kırk tane yamanın altında bulunan bir kardeşimizi, çok sıcak duygularla bağrımıza basabiliyoruz... Zenginlik, fakirlik, renk farkı, ırk farkı, dil farkı, milliyet farkı önemli olmuyor; mü'minse bir insan, canımız gibi sevdiğimiz bir kimse haline geliveriyor... Yunanlılar'la güyâ hasımız amma, müslüman olmuş olan Yusuf İslâm kardeşimiz, çok sevdiğimiz bir kimse oluveriyor... Ermeniler'le güyâ kavga, döğüş ve hesaplaşma içindeyiz ama, müslüman olmuş Zâhid Barsam usta hemen en yakın kardeşimiz oluveriyor... Amerikalı bir Ömer Abdullah, veyahut daha başka bir Japon, veyahut Hintli, veya Afrikalı, veya İngiliz... Farketmiyor, müslüman olunca kardeş oluyoruz ve "Onlara nasıl hizmet edebiliriz?" diye düşünüyoruz. Yusuf İslâm'ın, bu Bosna-Hersek müslümanlarının uğradıkları acıları dirndirmek için, şahsen ne kadar büyük gayretler sarfettiğini hatırlıyorum.

3. Üçüncü hizmet yönümüz, bütün insanlara karşı... Bütün insanların da iyiliğini istiyoruz. Hiç kimseye karşı bir art niyetimiz yok!.. Başkaları gibi yapamıyoruz. Başkaları bir gayeyi benimsedikleri zaman, o gayeye ermek için can yakabiliyorlar, kan dökebiliyorlar, kadın öldürebiliyorlar, çocuk öldürebiliyorlar... Treni sabote edebiliyorlar... Ama biz yapmıyoruz. Biz yapamaz mıyız?.. Terörün a'lâsını yaparız, dünyanın her yerinde... Çünkü, ölümden de korkmadığımız için, Japonlar gibi harakiri yaparak yaparız bu işi... Yâni, onların içine girerek, kendi hayatımızı da feda ederek milyonları mahvedebiliriz ama; bir canın hesabını düşünüyoruz, bir damla kanın hesabını düşünüyoruz.

İnsanları potansiyel bakımdan iyi insanlar haline dönüşebilecek varlıklar olarak da gördüğümüzden, ileride müslüman olabilir diye de hiç kimseyi üzmek istemiyoruz... Eşyayı bile tahrib etmek istemiyoruz... Çevreyi tahrib etmek istemiyoruz, çevreye çöp bile atmak istemiyoruz... Bir ağacın dalını bile kırmak istemiyoruz. Bir ağaç zarara uğradığı zaman, kalbimiz buruklaşıyor.

Demek ki, dinimizden dolayı bize aşılanmış olan duygular, aslında bütün insanlığa çok sıcak şekilde bakmak tarzında tezahür ediyor ve herkesin iyiliğini istiyoruz. Düşmanlığımız:

(Felâ udvâne illâ alez zâlimîn) "Ancak zalimlere bir husûmetimiz var, zulmettiği için..." Ya günah işlediği için kendine zulmettiğinden; ya da başkasının hakkını gasbedip başkasının hakkını çiğnediği için zulmettiğinden... Ancak, zulme düşmanlık besliyoruz. Mazlumun dostuyuz ama, zalimin amansız hasmı oluyoruz. Böyle bir yapımız var. Aslında bu, cihanı kurtaracak bir zihniyet tabii...

Ve bizim bu halimizi başkaları bildiği için, bunu istismar da ediyorlar. Biliyorlar ki biz, aramızda yaşayan gayrimüslimlere dokunmayız... Aramızda yaşayan gayrimüslimlerin ibadethanelerine tecavüz etmeyiz... Irzına namusuna göz dikmeyiz... Bunu biliyorlar. Onlar kendi ülkelerinde, bizim kardeşlerimize hücum edebiliyorlar... Camileri bombalayabiliyorlar, minareleri yıkabiliyorlar... Biliyorlar ki, biz burda kiliselere bir şey yapmayacağız. Mukabele bilmisil yapsak, Ürdün'de kilise kalmaz!.. Mukabele bilmisil yapsak, Türkiye'de hristiyan kalmaz!.. Mukabele bilmisil yapsak, İran'da, Irak'ta, Suriye'de gayrimüslim kalmaz!.. "Sen misin Bosna'da, Hersek'te müslümanları böyle çevirip imhâ hareketine girişen; ben de o zaman Suriye'de bir tane hristiyan bırakmam!.." desek, dünyada süryani kalmaz!.. Ürdün'de Beyrut'ta katolik kalmaz!.. Ama biliyorlar böyle bir şey yapmayacağımızı... Yapmayız da, yapmamışız da... Tarih boyunca da yapmamışız.

Ermeniler'in bize karşı iddiaları vardır; "Ermeni soykırımı yapılmış..." filân.. Peki yedi asır niye yapmamışız, çok kuvvetli olduğumuz zamanda?.. Yedi asır niye Ermeniler'e dokunmamışız, yaşamışlar?.. Niye onları vezir yapmışız, niye sağlık bakanı yapmışız?.. Niye malları mülkleri aynen kalmış?.. Niye kiliselerini camiye döndürmemişiz, niye yıkmamışız?.. Demek ki bizim tabiatımızda öyle bir şey yok!..

Amma onlar, Yunanlı İzmir'e çıkarma yaptığı zaman, Rus Erzurum'a hücum ettiği zaman, onlara rehberlik etmişse; onlardan aldığı güçle bize saldırmışsa; o zaman hak etmiştir!.. Elbette, (Elbâdi' azlem) "İşi başlatan en zalimdir." Başlattığı için, neticesine de katlanacak!.. Elbette kendisi, Rus Erzurum'a geldiği zaman müslüman köylerini basmış, müslümanları öldürmüşse; Rus gittiği zaman, kendisi onun cezasını elbette çekecek!.. Bunu çok tabii karşılamak lâzım. Bunun böyle olması normal... Yunanlı buraya geldiği zaman şımarmışsa; Yunanlı gittiği zaman elbette cezasını çekecek!.. Bu gayet normal.

Neticede özetlemek istersek: Aslında biz, bütün insanların iyiliğini istiyoruz. Bütün dünyada iyiliğin hakim olmasını, hayrın hakim olmasını istiyoruz. Ana gayemiz Allah'ın rızasını kazanmak... Bu işlerden de herhangi bir kimseden ücret veya menfaat de beklemiyoruz. Kendi imkânlarımızı, "Bizden sonra hayır kalsın!" diye vakfetmeye de hazır durumdayız.

İslâm'ın bir inanç ışığı olduğunu; insanların Allah'ın varlığını bilmesi, Allah'ı bulması ve Allah'ın emrine göre yaşaması mesajı olduğunu, bizim gibi pek çok kimse de anlamış durumda... Sadece biz değil, yola bizden farklı kültürlerin içinden çıkmış olan pek çok insan var. Onlar, yolun sonunda İslâm'a gelmişler.

Meselâ Fransa'da yetişmiş, Fransa'da tahsil görmüş, Fransa'da ünvan kazanmış, Fransa'da profesör olmuş, Fransa'da politikacı olmuş, Fransa'da devlet adamı olmuş; komünizmi tanımış, kapitalizmin içinde yetişmiş ama, incelemeleri sonunda müslüman oluyor... Japonya'da yetişmiş; incelemeleri sonunda müslüman oluyor... Amerika'da yetişmiş, bluejean pantolonla spor yapan haylaz bir delikanlı olarak hayata başlamış; ama, inceledikten sonra müslüman oluyor... İngiliz olarak başlamış ama, inceledikten sonra müslüman oluyor... Demek ki İslâm'ın durumu, iletişimin ilerlediği, bilginin sınır tanımadığı çağımızda oldukça avantajlı... Ve İslâm iyi tanıdıldığı zaman, Peygamber SAV Efendimiz'in amacı tahakkuk ediyor; insanlar müslüman oluyorlar, insanlar hakkı görüyorlar, hidayete eriyorlar, iyi insan haline gelebiliyorlar. Bunu Sırplı da biliyor... Kiliseler çok iyi biliyor... Onun için Sırplı diyor ki: "Siz bize ne kızıyorsunuz ey Avrupalılar?.. Biz burda müslümanları öldürmekle, hristiyanlığa hizmet ediyoruz!.. Bu ne biçim din; sınır tanımıyor, konuştuğu insanları kandırıyor, İslâm'a çekiyor... Bunların başka çaresi yok!.. Onun için, bu katliamlarımıza ses çıkartmayın!.. Bizim bu katliamlarımız, hristiyanlığa faydalıdır. Biz Balkanlar'da müslüman bırakmamak istiyoruz." gibi bir mantıkla bunu açıkça da söylüyorlar.

Demek ki, İslâm'ın durumu iyi... İslâm'ın rakibi olan eski ideolojilerin, veya teşkilatların, veya inançların endişe edeceği bir duruma ulaşmış... Amerika'da, Avrupa'da, Asya'da, Afrika'da, Rusya'da insanlar İslâm'ı tanıyınca müslüman olabiliyorlar.

Fakat rağbet de var İslâm'a... Meselâ, Amerikada'ki bir profesör kardeşimiz, günde ortalama beş kişinin kendisine gelip müslüman olduğunu; sorular sorup, İslâm'ı kabul ettiğini söylüyor. Yâni, ayda 150 kişi eder; senede yüzlerce insan eder... Teksas'taki petrol kuyularının sahibi bir Yahudi zengininin, milyarderinin müslüman olduğunu, hatta derviş olduğunu; caminin halılarını süpürdüğünü, kapısının kenarına oturduğunu, gerçekten samimi olduğunu, Amerika'ya gittiğim zaman söylemişlerdi.

İslâm'ın durumu böyle de, fakat müslümanların durumu öyle değil... Yâni, müslümanların durumuna bakınca, evet müslümanlarda da bir uyanış var... Bir emperyalizm furyasının arkasından, hürriyetlerini kazanıyorlar ve münevverleri İslâm'ın hak yol olduğunu yazıyorlar. Halk onların eserlerini okuyor. Muhtelif dillere tercüme ediliyor... Ve İslâm, İslâm ülkelerinde, müslümanların çoğunlukta oldukları yerlerde kuvvetleniyor... Türkiye'mizde de böyle, Pakistan'da da böyle, Mısır'da da böyle...

Fakat, olması gerekenden çok geri durumda müslümanlar... Ellerinde acaba imkân mı yok?.. Niçin olması gerekenden geride?.. Niçin dünya politikasında sözleri dinlenmiyor?.. Niye istedikleri yerine getirilmiyor?.. Niye dünyanın bir çok yerindeki müslümanlar sefil ve perişan, mazlum ve mağdur; ezilen, müstad'af durumda?.. Niye hakları çiğneniyor?.. Niye zenginlikleri sömürülüyor?.. Niye bu çirkin oyun sona ermiyor?.. Paraları mı yok? Var!.. Belki bütün zenginlikler, Allah tarafından müslümanların yaşadıkları yerlere bol bol verilmiş; ötekilerden kat kat üstün durumdalar... Nüfus bakımından hiç bir eksiklikleri yok; dünya nüfusunun en aşağı beştebiri müslüman... Jeopolitik durumları, ülkelerinin konumları; bunlar da hepsi güzel... Fakat müslümanlar, dünyadaki müslümanların gözbebeği olan Türkiye'de bile, olması gereken konumun çok daha aşağısındalar... Ve Türkiye'de bile, demokrasiye rağmen, müslüman halkın istediklerinin yapılmasından çok uzak noktalarda... Hatta bir başörtüsü bile, yirminci yüzyılın, aklın mantığın kabul etmeyeceği bir şekilde, halâ bir takım direnen insanların direnmesiyle, bir zulüm mekanizması olarak ortada görülebiliyor.

Şimdi, geçtiğimiz toplantılarda --Ayvalık'ta, Gemlik'te ve burada May Oteli'nde-- değişen dünya şartlarını, --bizi heyecanlandırdığı için-- uzmanların, profesör kardeşlerimizin, üniversiteli kardeşlerimizin, ilim adamlarının ağızlarından müzakere ettik; dinledik öğrendik. Dünya değişiyor... Dünyadaki gelişmeler; Amerika'da ne olabilir, Avrupa'da ne olabilir, Asya'da ne olabilir, Afrika'da ne olabilir?.. Güneydoğu Asya'nın, Pasifiğin durumu ne olabilir?.. Bunlar hakkında geçen toplantılarda güzel ilmî açıklamalar yapıldı; onları dinledik. Fakat, benim şahsî müşahedem ve kanaatim, dinlediklerimizin gereği olan eylemlere geçemedik!.. Yâni, duyduk, dinledik, anladık, kabul ettik; peki sonra?.. Ondan sonrasında bu kalabalıkların, bu coşkun toplantıların arkasındaki hareketler istenilen hızda olmadı. Ve bu arada da, bizim müşahede ettiğimiz şartlar, bizim tahminlerimizden daha hızlı gelişmeler gösterdi.

O zaman dünya üzerinde tesbit etmiştik, "Rusya dağılıyor, doğu-batı blokları yumuşuyor, birbirlerine yaklaşıyorlar." diye. Bu galiba tahakkuk etti, işbirliği içine girdiler. Hatta batı, Rusya'ya yardımcı oldu. Krizin içinden çıkmalarını sağlayacak büyük destekler verdiler Rusya'ya... Ve doğu-batı ekseni, --Kızıl Çin'i bir tarafa bırakırsak-- komünist blokla, kapitalist blok arasındaki münâferet azaldı, rekabet azaldı. Bunun yerini kuzey-güney ekseni dediğimiz; hristiyan ülkelerle, bunların güneyinde yer alan İslâm ülkeleri arasındaki sıkıntılar aldı. Ve hatta, bir kurmay albay diyor ki, "Eskiden Amerika'nın askeri tatbikatlarında düşman kuvvetler kırmızı idi. Kızıl kuvvetler komünistleri temsil ediyordu. Şimdi düşmanı sembolize eden renk bile değişti. Şimdi düşmanı temsil eden renk yeşil oldu." diyor. Dedim, "Hakîkaten böyle mi?.." "Evet, tatbikatlarda şimdi düşman yeşil renkli!.." dedi.

Biliyorsunuz yeşil, daha ziyade müslümanları sembolize eder. Yâni, yeşil nedense bizi sembolize ediyor. Peygamber Efendimiz, yeşili severmiş; ondan mıdır?.. Peygamber efendimizin türbesinin kubbesi yeşil olduğundan mıdır?.. Yeşil hayatiyeti, bitkilerin gelişmesini sembolize ettiğinden midir?.. Kırmızı ateşi sembolize ediyor; yâni, hayatın bittiğini, şeytanı sembolize ediyor. Nedense bilmiyorum, yeşili biz benimsemişiz. Hatta, hasımlarımız bir ara bize çatarken, "Yeşil komünist!" filân diye çatıyorlardı. Kızıl komünistler ayrı... Bir de bize çatacakları zaman yeşil rengini kullanıyorlardı.

Şimdi Amerika ve Avrupa tatbikatlarında düşman kuvvetler yeşil olarak gösteriliyormuş. Televizyon filimlerine dahi derhal eğitimlerini intikal ettirdiler. Şimdi televizyon filimlerinde Amerika ile Rusya işbirliği yapıyor ve yeşil düşman kuvvetlerin bir takım stratejik mevkilerini bombalamak için, beraber hareket ediyorlar... Ve bombaladıkları yerler --sahneden görüldüğü kadarıyla-- meselâ, Irak filân gibi yerler, İslâm ülkeleri... Ve bombalıyorlar... Tamam, filim başarıyla sonuçlanmış bir olayı gösteriyor. Sonunda Rus'la Amerikalı birbirine dost... Birisi ötekisini Moskova'ya davet ediyor, berikisi onu Washington'a davet ediyor. Kız uçağa binerken Amerikalı'ya el sallıyor... vs. filân. Yâni, halkı bile buna alıştırma durumundalar.

Tabii bu, sadece böyle bir askerî tatbikatla da kalmış değil, sıcak savaşa dönüşmüş durumda... Yâni bu kuzeyle güney arasındaki mücadele sıcak bir savaşa dönüşmüş durumda ama, münakaşa edilebilir olaylar... Çeşitli, başka türlü yorumlar yapılabilir. Ben, genel yapı olarak öyle görüyorum. Meselâ Balkanlar'da çok net olarak bir İslâm katliamı var, müslümanların katliamı var, çevirme hareketi var. Zaman zaman müslümanlarla Hırvatlar bir arada gibi görünüyorlar; zaman zaman Hırvatlar da müslümanlara çeşitli oyunlar oynuyor... Onlara giden yardımların bir kısmı Hırvatların elinde kalıyor; yüz üzerinden onu ancak müslümanların eline ulaşabiliyor. Orayı görmeğe gitmiş olan kardeşlerimizin haber verdiğine göre, bütün kolluk kuvvetleri, polis vs. müslüman safındaki Hırvatların elinde... Müslümanların elinde herhangi bir şey yok! Onlar sadece işçi ve erat, resmî görevi olmayan, silahsz ve organizasyonsuz kalabalıklar olarak görünüyorlar. Orada bir müslüman kıyımı var.

Kafkasya'da bir takım olaylar cereyan ediyor, onların yapısını da çok iyi bilmiyoruz. Biz bu olaylara çok hazırlıksız bir zamanda muhatap olduk. Ne Kafkasya'yı tahlil edebilmişiz; ne kültürlerini, ne gruplarını biliyoruz!.. Ne Balkanlar'ı tahlil edebilmişiz! Doğru düzgün bir haritamız bile yok Kafkasya'ya ait... Etnografik bir tahlil yapacak gücümüz yok!.. Birisi birisine saldırdığı zaman; saldıran kim, saldırıya uğrayan kim, saldırının amacı ne?.. Bunlar basit, kavmî çekişme ve çatışmalar mıdır; arkasından daha başka bir gaye güdülen çatışmalar mıdır?.. Onları da doğru düzgün tahlil edemiyoruz. Yalnız, gördüğümüz bir şey var ki, Balkanlar'da da sıcak savaş var, Kafkasya'da da sıcak savaş var.

Bu Kafkasya'daki savaş, bir taraftan Abazalar'la Gürcüler arasında görülüyor, öbür taraftan Azeriler'le Ermeniler arasında görülüyor. Ve biz Türkiye olarak, ne doğrudan doğruya Şeyh Şâmil'in torunları olan Dağıstan'a uzanabiliyoruz; ne de aynı dili konuştuğumuz Azeriler'e doğru düzgün elimizi uzatabiliyoruz. Çünkü, aramıza Gürcüler ve Ermeniler yerleştirilmiş... Gürcülerin içinde hristiyanlar ve müslümanlar var; müslümanların nerde olduğunu bilemiyoruz. Çünkü, müslümanlar dünyanın hiç bir yerinde, politikaya hakim değil ve bir politikaları yok.

Demek ki, iki tarafımızda savaş var... Tacikistan'da savaş var... Tacikistan'da açıkça söylüyorlar; laik güçler ve bir de dinci kuvvetler diyorlar. Dinci kuvvetler, --biz de müslüman olduğumuza göre, orda başka din olmadığına göre-- İslâmcılar yâni... Lâikler de; Rusya'dan tank desteği alan, asker desteği alan ve orayı bırakmak istemeyen güçler... Orda da bir savaş var. Yâni, Rusya Tacikistan'ı elden bırakmak istemiyor... Geriye çekilmek zorunda kaldığı Türk illerinden elini tam çekmek istemiyor. İslâm'ın oraya tam gelmesi halinde rahat etmeyeceğini bildiği için, sıcak müdahalede bulunuyor oraya... Moskova'dan asker yardımı, ikmal vs. oluyor; komünist tarafdarları oraya hakim olmağa çalışıyorlar.

Bir ara hakîkaten bir karşı darbe ile Tacikistan'ı elde etmiş gibi oldular. Fakat, anlaşılan dinciler --yâni bizimkiler-- biraz daha kuvvetli... Veyahut, canından gözünden yılmayan, gözünü daldan budaktan esirgemeyen insanlar oldukları için; ötekiler de ehl-i dünya olduğundan, temelleri olmadığından, orada olmalarının manâsı olmadığından, yine herhalde dinciler orda laik kuvvetleri şu günlerde terletiyorlar veyahut hakimiyeti elde etmiş durumdalar. Fakat, orda da bir çatışma var.

Afganistan'da bir kavga var... Afganistan'daki kavgayı anlayamıyoruz. İki taraf da müslüman görünüyor ama, müslüman ülkesi savaşın içinde netice itibariyle... Yâni, bu sonuca bakacak olursak, âsûde değiliz, rahat değiliz, orda da savaşın içindeyiz.

Hindistan'a, Keşmir'e bakıyoruz; Hintlilerin şöyle zulm ettiğini, böyle zulm ettiğini gazetelerden okuyoruz... Seylan'a bakıyoruz; Tamil gerillalarının müslümanların şu kadarını katlettiğini, bu kadarını katlettiğini duyuyoruz... Bengladeş'e bakıyoruz; müslümanların mağdur olduğunu görüyoruz. Güneydoğu Asya'da, Malezya'da vs.de çeşit çeşit sıkıntılar... Demek ki, batıdan doğuya doğru İslâm ülkelerinin kuzey hudutlarında yangınlar var, bir şeyler var; yanıyor yâni... Yangın var.

Bizim ülkemiz demokratik bir ülke, sulh ve sükûnu benimsemiş bir ülke; fakat, biz de harbin içindeyiz... Bizde de bombalar patlıyor, uçaklar uçuyor; biz de şu anda harbin içindeyiz. Büyük illerde olanlar, batıda olanlar hissetmiyor ama, Güneydoğu'da olanların hepsi bu ızdırabın içinde, hepsi tedirgin... Az veya çok, hepsi bu çatışmadan zarar görmüş durumda...

Ortadoğu'da İsrail var ve İsrail, "Büyük İsrail"i kurma çalışmaları içinde!.. Büyük İsrail, şimdiki İsrail'den çok daha geniş olacak; Suriye ve Irak'ı, Türkiye'nin bir kısmını avucuna almış olacak... Petrol mıntıkalarına hakim olacak... Haritaları çok net olarak basıyorlar, sözlerini çok açık olarak söylüyorlar. Nil'den Fırat'a kadar bir büyük İsrail hayal ediyorlar. Ama şu anda nüfusları ve bu lokmayı yutmağa boğazları müsaid olmadığından küçültmeğe çalışıyorlar. Yakalamışlar bir avı ama, "Yut bakalım!" desen, yutamaz; boğazına takılır kalır. Onun için şu anda yutmuyorlar; fakat, "Bunları yiyeceğiz!" diyorlar.

Amerika'ya yayılmış olan, Avrupa ülkelerine yerleşmiş olan, ekonomik bakımdan güçlenmiş olan, milyonları milyarları elde etmiş olan Ermeniler'in, Türkiye'de bir "Büyük Ermenistan" kurma çalışmaları var; çok net!.. Bu çalışmalara Osmanlılar'ın son devrinde başladılar, şimdi halen devam ediyorlar. Güneydoğu olaylarının altında yatan sebeplerden birisi, çok net olarak "Büyük Ermenistan" kurulmasıdır. Büyük Ermenistan, şimdiki Ermenistan'dan Kars'a, Kars'tan Van'a, Van'dan Adana'ya, İskenderun'a kadar uzanacak bir ülkedir. Bunun da haritaları yapılıyor ve çok net olarak bu da literatürde bahis konusu edilmekte...

Kemal Kurdaş vardı, ODTÜ rektörü... Rektörlük yaptığı yıllardaki bir sözü, benim çok dikkatimi çekmişti ve ayıplamıştım. "Türkiye'nin daha elli yıl yaşayacağına kanaatim yok!" diyordu. Yâni, "Türkiye daha elli yıl sürdüremez varlığını!.." Halbuki biz Osmanlı dedelerimizden beri, devlet deyince, devlet-i ebed müddet terimiyle düşünüyoruz zihnimizde... Yâni. devletimiz kıyamete kadar devam edecek bir devlettir. Çünkü madem müslümanlar olacak kıyamete kadar; o halde müslümanların da sahibi olan bir devlet, devlet-i âliyye, devlet-i ebed müddet olarak kıyamete kadar pâyidâr olacak...

(Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî yukatilûne alel hakkı zâhirîne ilâ yevmil kıyâmeh) "Mâdem ki, kıyamet kopuncaya kadar İslâm'ı tutan ve savunan bir takım has müslümanlar olacak; mâdem ki, Allah'ın nûru yeryüzünde sönmeyecek; o halde devlet, devlet-i ebed müddettir!.." diyorduk; dedelerimiz öyle diyordu. İşin aslı da öyle... Yâni, Osmanlı levhası indi ama, Osmanlı diyarına Türkiye levhası asıldı ama, --Selçuklu da aynı, Anadolu Beylikleri de aynı-- levha değişikliğinin altındaki öze bakacak olursanız, devlet ebediyete doğru gidiyor.

Fakat, "Elli yıl daha devam etmeyecek!" sözü, tabii batıda okumuş olan münevverlerin bazı bilgilerine dayanıyor. Kafalarına bir yerlerden okudukları bilgiler yerleştiği için, bu sözü söylüyorlar.

Nitekim Reisicumhur da, "Ortadoğu'nun haritası mutlaka değişecek!" demişti, Saddam'la savaş olmadan önce... Ben de arkadaşlarıma demiştim ki: "Basılmış olan bazı romanlar var galiba!.. Bu romanı bazıları baştan sona okumuş; konuyu biliyorlar ve sonucu da biliyorlar. Fakat biz, sayfa sayfa okuyoruz, sonucu merak ediyoruz... Sayfa sayfa karşımıza gelen olaylarla, olaylara muttalî oluyoruz. Ama bazıları romanı baştan sona okumuşlar galiba!.." diyordum. Hakîkaten de öyle gibi...

Demek ki Kemal Kurdaş, "Elli yıl devam etmeyecek Türkiye!" diyor. "Ortadoğu'nun haritası değişecek!" diye bir şeyi çok yetkili kimseler söyleyebiliyor. Bu değişiklikten Türkiye'nin zarar göreceği de çok net olarak ifade ediliyor.

Yunanistan, şu denizin karşı tarafındaki topraklara kadar sokulmuş... O toprakları dedelerimiz kanla almışlar; biz harpsiz darpsiz, kim vurduya getirilerek, kâğıt üzerinde verivermişiz. Yâni adamların bizimle savaşmaya gücü yokken ve biz savaşta onları yenmişken, ve bu topraklar dedelerimizin malıyken, onların eline geçivermiş... Şöyle baktığımız zaman görüverecek kadar yanımıza sokulmuş Yunanistan'ın büyük ideali var (Megalo İdea). Bu topraklara da sahib olmak; yâni, o adalardan bu tarafa doğru yürüyüp, şuraları da almak gayreti var. Bunları hep biliyoruz.

"Güneydoğu Anadolu'da bir Kürt devleti kurulacak!" deniyor. Biz bunu bir Ermeni kışkırtması olarak söylemek istiyoruz amma, biz bize açıkça, mertçe konuşmak gerekirse; Güneydoğu'da kalmayan olaylardan, Anadolunun bir çok illerine sıçrayan vukuatlardan anlıyoruz ki, bazı kardeşlerimiz maalesef bu masala kanmış ve o masal uğrunda çarpışıyor!.. Yâni, gerçekten bir "Kürdistan" kurma ideali ile kan döküyor, can yakıyor, sabotaj yapıyor... Bu da çok net olarak görülüyor. Hepsini Ermeniler'e fatura etmemiz mümkün değil, çok net olarak bunu görüyoruz.

Şimdi açıkça söylüyorum ki, Türkiye'nin bölünme tehlikesi bahis konusu!.. Herkes söylüyor zaten... Yâni, gazetelerde söylenilen şeyler bunlar; müzakeresi yapılmağa başlanan şeyler... Biz otuz yıldır, kırk yıldır bu meseleyi takib ediyorduk; elimizden geldiğince bir şeyler yapabilir miyiz diye düşünüyorduk, konuşuyorduk. Şimdi artık herkes konuşuyor, harc-ı alem bir konu oldu.

Ben bundan dolayı bazı asker dostlarla, uzman kimselerle görüştüm... Bir insan asker olarak emekli olabilir, normal... Fakat, kendi konusuyla ilgilenir. Meselâ, Afganistan'da bir sıcak savaş vardı. Bu sıcak savaş, müslümanlarla Ruslar arasındaydı. "Acaba durum nedir?.. Stratejik bakımdan, askerî bakımdan bizim müslümanların çarpışma şekli uygun mu, değil mi?.." gibi ilgilenebilirdi. Gazeteler yazmıştı; bir general Azerbaycan'a gidip de orayı derleyip toparlayınca, Ermeniler'e karşı iyi bir durum elde edilmeğe başlanmış... Yâni, bilgi uygulandığı zaman sonuçlar güzelleşebiliyor.

Şimdi, askerlere sordum: "Bizi çok zarara uğratmadan, bir parçamızı almakla böyle bir operasyon yapılsa... Hudutlarımız biraz daha küçülebilir. Alışmışız zaten; Tuna Vilâyeti'ni vermişiz, Mora Eyaleti'ni vermişiz, adaları vermişiz, Kırım'ı vermişiz... Bir ara Kars'ı vermişiz, almışız... filân. E biraz da şurayı burayı veririz, onu da sineye çekeriz... Böyle kalır mıyız?.." dedim. Bir asker bana dedi ki: "Hocam, ben işin bu kadarla kalacağını sanmıyorum; biz aynen Bosna-Herseğin duruma düşebiliriz!.. Eğer Güneydoğu olayları Kafkasya olaylarıyla birleşir de, bir Ermenistan, Gürcistan, Süryanistan hristiyan kıskacı bizi doğuda kıskaca alır, batıdan da bir ortodoks harekâtı olursa; biz Anadolu'da --Bosna-Hersekliler'in imha edildiği gibi-- çevrilerek, hiç bir yerden yardım alamaz, abluka altına alınmış durumda, bir soy kırımına uğrayabiliriz!.." dedi. Bu tabii, askerlerin askerce görüşleri olabilir, bir endişe olabilir. Temennî etmeyiz, olmamasını dileriz.

Böyle bir durum olursa, biz yardımı nerden alırız?.. Yâni güneydoğuda Irak'tan bize yardım gelmez... Suriye'den bize yardım gelmez... Suudî Arabistan'dan yardım gelmez, Mısır'dan yardım gelmez, İran'dan yardım gelmez... Biz böyle, Bosna-Hersek gibi bir durum olursa ne yaparız?..

Bosnalı bir bakan, İstanbul'a geldiği zaman bizim bir arkadaşa söylemiş; hayretler içinde kaldım. Bosna-Hersek Cumhuriyetini, istiklâlini ilân ettikleri zaman... Yugoslavya dağıldı. Herkes bir cumhuriyet ilân ediyor, hürriyet ve istiklâlini beyan ediyor... Lafla bu iş olacak sanıldı. O zaman, ellerindeki silahlar için demişler ki: "Biz bu silâhları ne yapalım?.. Türk kardeşlerimize verelim; onların orduları var, askerleri var. Türk kardeşlerimize verelim bu silahları!.." demişler. O esnada da artık bu Bosna-Hersek olayları başlamış... Yâni, şu basiretsizliğe, şu askerî düşüncenin yokluğuna, stratejik ve taktik planların olmayışındaki sefalete bakın ki; ellerindeki silahları bile iyi niyetle Türkiye'ye vermeyi düşünüyorlar da, kendilerine lâzım olacağını düşünmüyorlar!.. Bir şair diyor ki:

Herbir şeye döküp hoyratça gözyaşlarını;
Bir damla da en son deme lâzım demedik!

"Her tarafa gözyaşı döktük de, en son ana da bir gözyaşı lâzım diye, gözyaşı stoku yapmadık!" diyor.

O kadar sefil ki müslümanların durumları, o kadar plandan programdan yoksunlar ki; yıllar yılı Sırplar, "Balkanlar'da müslüman bırakmayacağız!.. Balkanlar'dan müslümanları süreceğiz!.." diye çalışıyorlar. Hatta, "Anadolu'dan süreceğiz!" diye bir söz de duyuluyor... Bize duyurulmuyor ama, kendileri söylüyorlar. "İran'a gitsinler, Suudî Arabistan'a gitsinler, Orta Asya'ya çekilsinler!.." diye bizi oralara kadar kovma niyetleri dile getiriliyor... Hazırlanıyorlar... Fakat, bizim kardeşlerimizde bir çalışma yok...

Bakın bizim burda, İstanbul'da gayrimüslimler yaşardı; Ermeniler, Yahudiler, Rumlar... Bunlar ekseriyetle adalara yerleşmişlerdi. Büyükada, Heybeli, Kınalı, Burgaz... Buralarda daha ziyade gayrimüslimler vardı. Niçin?.. Herhangi bir hücum olursa savunmaları kolay olsun diye... Her yerde kendilerinin bir mahalleleri vardı.

Şimdi bizim yayınlarda av tüfeği ilanları çıkıyor. Süperpoze, yâni üst üste iki tane kurşun alacak veya şöyle olacak, böyle olacak... Konuşurken birisi dedi ki: "Hocam, şu anda Türkiye'deki gayrimüslimler, çok daha modern silahlarla şahsen silahlanıyorlar; çok daha modernlerini alıyorlar." dedi.

Ben şahsen bu toplantıyı... Tabii bir dinlenme toplantısı ve bir eğitim toplantısı... Rahat insanlar içindir böyle toplantılar... Yorulmuştur, dinlenecek; zaman geniş... Eğitim yapacak; zaman geniş... Eğitim, ömrü alan bir faaliyettir, ömür boyu süren bir faaliyettir. Uzun bir faaliyettir, heyecandan uzak bir faaliyettir. Şimdi ben asıl burada, etrafımızda dönen olayların, bizim düşündüğümüzden daha vahim olduğunu size duyurmak için, bu toplantıyı bir fırsat telâkkî ediyorum.

Rusya'yla bütün tarihî kavgalar, gürültüler bitmiş gibi görünüyor. Rusya dağıldığına göre Ukrayna var, Beyaz Rusya var, Birleşik Devletler Topluluğu var, Moldavya var... Karadeniz'de bunlar KEİB anlaşmasıyla işte bizim dostumuz... Görüyoruz, votka getiriyorlar; votkayı içenler kıvranıp ölüyor. Yâni zehirli, kontrolsüz... Kadınları geliyor; hastalık yayılıyor burada... Neresinden bakarsanız, çeşit çeşit sıkıntılar... Yâni, bizim tarihî düşmanımız şimdi dost mu oldu?.. Kırk yıllık düşman, birden dost mu oldu?.. Hayır! Kokusunu duymağa başlıyoruz. Kırımlıların derneklerinden, sözcüsü olan şahıslardan, "Kırım Türkleri bir soy kırımına uğramak tehlikesi altında!.." diye duyuyoruz.

Kırım'da bir soy kırımı olsa biz ne yapabiliriz şu anda?.. Kuzeyden, eski Rusya'dan beklediğimiz tehlikeye karşı NATO'ya sığınmıştık. NATO'yla onlar barıştıklarına göre, bir tehlike gelirse ve bir anlaşma bahis konusu olursa, biz kiminle işbirliği yapıp da onlara karşı kendimizi savunuruz?.. Biz Bosna-Hersek'te olsaydık, acaba nasıl tedbirler almamız gerekirdi?.. Türkiye yarın öbürgün bir Bosna-Hersek olabilirse, olma tehlikesi varsa, bunu askerler ciddî ciddî söyleyebiliyorlarsa, gazeteler de bunu yazabiliyorlarsa --ki, yazdılar, okuduk; yâni, bir takım gazetelerde bu haberler vardı-- Türkiye de o duruma gelebilir. Bizim yapacağımız çalışmalar neler olmalıdır?.. Alacağımız tedbirler neler olmalıdır?.. Ben şahsen, toplantıların içinde bunların da istişare edilmesi gerektiği kanaatindeyim.

Kısaca söylemek gerekirse, şahsî tedbirlerinizi hepiniz alın!.. Yâni, fert olarak, şahıs olarak yuvanızı savunmanız için, ne tedbir almanız mümkünse, onu alın!.. Mevcud imkânlar içinde alabileceğiniz bütün tedbirleri alın!.. Bu bir.

Sosyal tedbir olarak, grup tedbiri olarak, "Böyle bir tehlike olursa nerde bütünleşebiliriz, nerde toplanabiliriz, nerde savunmamızı yaparız?.." diye onu da düşünün!.. Ev alacağınız zaman, mahalle kuracağınız zaman, yerleşeceğiniz zaman, bu noktayı da nazar-ı dikkate alın!..

Dînî bakımdan hazırlıklı olun!.. Peygamber SAV Hazretleri buyuruyor ki:

(Accilû bit tevbeti kablel mevt) "Ölüm geliverir, tevbenizi hazır edin! Hakka dönüşünüzü hemen yapın!.. Çünkü, ummadığınız bir zamanda ölüm geliverir." buyuruyor Peygamber Efendimiz... Onun için, dînî bakımdan hazırlıklı olmamız gerektiği kanaatindeyim. Yaşamımız, ekonomik mücadelemiz, iş hayatı, uğraşlarımız böyle devam edip dururken, birden bir şey olabilir. Onun için dînî bakımdan, insan borçlarını ödemeli, tevbesini yapmalı, ibadetinde taatinde olmalı, kul haklarını halletmeli, hazırlıklı olmalı!..

Siyasî bakımdan, müslümanlar arasında bir iletişim, işbirliği yok maalesef... Bosna-Hersek'te Sırp ordusu yüzellibin kişiyi öldürüyor... Yugoslavya'nın öbür tarafındaki müslümanlar Türkiye'ye geliyorlar, konuşuyoruz; müşterek düşmana karşı hiç bir müşterek hareket çalışması yok!.. Kosava, duruyor; Sancak Bölgesi, duruyor; daha başka yerlerdekiler, duruyorlar... "Madem kardeşlerimize onlar saldırmış; biz de burdan bir şeyler yapalım da müşterek düşmanı susturalım, durduralım!" gibi bir hareket yapacak durumda değiller. İletişim eksikliğinden, olayları da bilmiyorlar. Bizde gazeteler yazıyor, okuyoruz; radyolardan dinliyoruz. Onların belki radyosu da yok, gazetesi de yok; bu konuları bilmiyorlar. O bakımdan mutlaka bir iletişim şebekesine sahip olmamız lâzım geliyor. Yurt içi ve yurt dışında haberleri doğru alabilmemiz ve birbirimize iletmemiz için mutlaka sağlam iletişim sistemlerimizin olması gerekiyor. Bunu radyo yayını, televizyon yayını yapmaya kadar geniş bir çalışma sahası olarak görüyorum.

Şimdi bana mektup yazıyorlar, zarf gönderiyorlar... İsparta'daki kardeşlerim, bir zarf göndermişler; --Fahreddin sağ olsun-- "Radyo ve Televizyon çalışmalarınız için, işte âcizâne şunu gönderiyoruz." filân diye. Üç milyon, dört milyon, beş milyon... Filânca yerden bir hanım kız telefon açıyor; "Hocam, biz burda bir çalışma yaptık, biraz para topladık; hangi hesaba yatıralım?" diye. "Ne kadar topladınız kızım?" diyorum. "İşte dört milyon yüzbin..." Bilmem ne... Ankara'da bir sempozyumumuz vardı. Gençler aralarında para toplamışlar, bir zarfa koymuşlar. Harçlıklarından tabii, çok kıymetli... İşte bir küsür milyon filân...

Dünya politikasına etkinliği olacak bir grup, bir devlet, bir ümmmet, böyle çalışmalarla bir noktaya varamaz!.. Bugün, bazı şahıslar bile şahsî dirayet ve başarılarıyla bir kaç televizyon kanalına sahip olurken; ümmetin radyo istasyonlarının olmaması, televizyon kanallarının olmaması, iletişim imkânlarının zayıf olması, neşriyatının eksik olması, çok acı bir durum!.. Meselelerin ciddiyetini idrak edemediklerinin ve dinleri için gerekli fedâkârlıkları yapamadıklarının işareti... Ve tabii, başlarına acı bir olay geldiği zaman da, gafil yakalanacaklarının işareti... Çok net olarak bu böyle!.. Onun için iletişim sahasında, her türlü iletişim, muhabere, irtibat cihazlarını mutlaka sağlamamız lâzım!..

Sonra batı ile biz arasında, yâni kuzeyle güney arasında, müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki bu dengesiz durumun; büyük ölçüde bilimsel gerilikten kaynaklandığı, yıllardır biliniyor ve konuşuluyor. Biz bilimsel sahada bir hayli ilerlemiş durumdayız. Fakat kendimiz, özel buluşlarımızla, karşı tarafa bağımlı olmadan, kendi kendimize ayakta durabilecek bir seviyeye, bir uygulama durumuna geçebilmiş değiliz.

Bakın, Saratoga olayını misal olarak vermek istiyorum. Saratoga olayı, çok önemli bir olaydır. Çünkü müttefik kuvvetlerden müteşekkil bir filo içindeyken ve "green period" dediğimiz istirahat halinde iken; yâni, tatbikat esnasında değilken ve tatbikat planında yok iken, bizim gemimiz nişan alınıyor, hedef alınıyor ve bizim müttefikimiz olan bir gemi tarafından vuruluyor!.. Tahminen gemi tarafından vuruldu deniliyor ama her şey meçhul!.. Acaba Sakız Adası'ndaki üsten mi atıldı, yoksa gemiden mi atıldı?.. O da belli değil... "Sea Sproud" füzesiyle vurulduğu söyleniyor; mümkün değil!.. Çünkü o füzeler, hava hedeflerine karşı kullanılan füzelerdir. Eğer bir gemiye atılsa, suya çakılmaktan başka bir sonuç doğurmaz. "Sea Sproud" füzesiyle olmadığı anlaşılıyor. Başka bir şeyle vurulmuş ve bu, radara yakalanmayacak kadar denizin sathına yakın hareket edip, öyle radarda görünmeden gidip, ondan sonra yükselerek --bizim Cobra güdümlü füzelerde yükselme mekanizması vardır, öyle olduğunu tahmin ediyorum-- komuta kulesini vurmuş...

Eğer radara yakalansaydı... Acaba bir Amerikan gemisine böyle bir hücum yapılsaydı, o kendisini savunabilir miydi?.. "Evet; dakikada şu kadar mermi atan silahlarla bir duvar meydana getirilip, füze hedefine ulaşmadan yolda tahrib edilebilirdi. Belki, bu kısa mesafede o da bir şey yapamazdı." deniliyor.

Fakat sonuç şu muhterem kardeşlerim: "Bilimsel geriliğimiz dolayısıyla, bizim hava ve deniz güçlerimiz, böyle bir savaşta iyi bir sonuç alamayacak!.. Ancak biz karada gerilla harbiyle bir direniş gösterebileceğiz; büyük hedefleri koruyamayacağız!.." demektir.

Biliyorsunuz Amerika ile sataşma işine, Rusya yıldız savaşı projesiyle başladı. Kıtalar arası füzelerin havada tahribi meselesinde, Rusya pes etti... Sonra Kazzafi, hazırlamış olduğu silahlarla, işaret ettiği hattan "Daha güneye geçerseniz vururum!" dediği halde, Amerikalılar geçtiler. Teknolojik üstünlükle Amerikalılar, Kazzafi'nin sarayını bile vurdu ve Kazzafi'nin silahları tesir etmedi. Böylece Kazzafi'nin de bütün gözükara görünmesine rağmen, ilmî ve teknolojik gerilikten dolayı bir şey yapamadığı anlaşıldı...

Sonra Saddam bu işe girişti. Bir hayli hazırlık yapmıştı ve elinde bir hayli modern silah vardı. İran'a karşı kendisini besleyenler, bazı silahlar vermişlerdi. Fakat, o da bir oyuna geldi ve bu işi başaramadı.

Demek ki milletçe, bilimsel bakımdan kendi kendimize yeter duruma gelmek zorundayız. Mesele artık şahsî bir mesele olmak durumundan çıkmıştır. Hani, politik bakımdan bir seçimi kazansak da, %100 iktidara gelsek; veya Abdülhamîd Han, tarih içinden zaman tüneliyle geçip başımıza gelse ve biz küçük Osmanlı Devleti oluversek şu anda... Türkiye Cumhuriyeti yerine, küçük Osmanlı Devlet-i Aliyyesi oluversek; bilimsel eksikliğimiz dolayısıyla düşmana bir şey yapamayacağız!..

O halde bilim adamlarımızın bu mesele üzerinde düşünüp, bunu çözümlemesi lâzım; başka çaresi yok!.. Bunun için her türlü parayı vermek lâzım!.. İcabında tuz-ekmek yemeye razı olup, düşmanın bize saldırmaya cesaret edemeyeceği hazırlığı mutlaka yapmamız lâzım!.. Bu, Allah'ın emridir.

(Ve eiddû lehüm mesteta'tüm min kuvvetin ve min ribatil hayli türhibûne bihî adüvvallahi ve adüvveküm) Düşmanı korkutacak bir hazırlık şarttır!.. Bize ekmek yanında katık yemek haram olur, bu işi hazırlamadan önce; eğer cahil ve gafil durursak!..

Mesele iktidar veya muhalefet, şu veya bu parti olmanın çok daha üstüne çıkmıştır. Çünkü hedef, topyekün beldemizdir, topyekün ümmetimizdir. O bakımdan meseleyi çok daha büyük çapta düşünmek lâzım!.. Sırplı Boşnağa hücum ederken, onların içinden kandırıp da komünist ettiği kimseleri ayırmıyor!.. Yâni, "Sen komünistsin, sen bu tarafa geç! Ben namaz kılan müslümana düşmanım, onu öldüreceğim!.." demiyor. Darbeyi vuracağı zaman, kandırmış olduğu, kendi tarafına çekmiş olduğu komünist Boşnağı da vuruyor... Ateist, kendisinin kafasına tamamen yatkın bir Boşnağı da vuruyor.

Demek ki eğer böyle bir şey olursa; Tükiye'deki hainler, Türkiye'deki gafiller, Türkiye'deki modernistler, Türkiye'deki reformistler de herhangi bir ayırıma tabi olmayacaklardır. Veya başka bir İslâm ülkesinde böyle bir olay olursa, böyle bir ayırıma tabi olmayacaklardır. Felâket geldiği zaman, önce onlara gelecektir. Çünkü, Allah'ın adaleti de onu gerektirir. İlkönce onların gideceğine, ben %99,9 kaniim. İlkönce onlar, topun ağzında olurlar.

O bakımdan bilimsel bir ileri teknolojiyi --her ne pahasına olursa olsun-- yakalaması gerekiyor İslâm ülkelerinin!.. Türkiye'nin, Türkiye'nin içindeki falanca veya filanca grubun --nasıl yaparsa yapsın-- bu işi başarması gerekiyor.

Pakistan'ın atom bombasını yaptığı söylenir. İran'ın, Kazakistan'ın atom alimlerini alıp da orada müstakilen bir atom bombası imâline muvaffak olup olamayacağı düşünülür. Yâni, bir çok İslâm ülkesi aslında kendisini savunacak bir silahın peşinde ama, bunu yapabilmiş değil şu anda... Hiç olmazsa mutad silahlarla, konvansiyonel silahlarla, kendisini koruyacak tedbirleri alması lâzımdır. İç ve dış politikada bu kuzey-güney hattını bozacak ve bütün müslümanları birleştirecek, bütün bîtarafları böyle bir oyunun içinde rol almaktan dışta bırakacak bir büyük çalışma içine mutlaka girmek lâzımdır!..

Meselâ İran şiîdir, biz sünnîyiz; İran'la bizim problemlerimiz vardır, vs... Şimdi bunu düşünecek zaman değildir. İran'la Türkiye'nin anlaşması lâzımdır!.. Irak'la problemler vardır, şöyledir, böyledir... Irak'la Türkiye'nin mutlaka anlaşması lâzımdır!.. Suriye ile Türkiye'nin çeşitli problemleri vardır. Bunların birbirleriyle mutlaka anlaşması lâzımdır!.. Mısır'la Türkiye'nin durumu vardır... Mısır'la Sudan'ın, Mısır'la Libya'nın, Libya ile Tunus'un problemleri vardır... Cezayir'in problemleri vardır... Bunların mutlaka halledilmesi ve hepsinin belli bir çizgiye getirilmesi lâzımdır!.. Bunun için de bir İslâm dış politikasının ortaya konulması lâzımdır!.. Bütün bu üye ülkelerin menfaatlerini korumak, bütünüyle İslâm'ın zarara uğramasını engelleyecek bir çalışma yapmak şarttır!..

En ileri keşif kollarında düşmanla temas haline gelmiş olan birlikler takviye edilmezse, düşman ilerler birinci saffa kadar gelir. Ondan sonra genel kurmay karargâhına bile gelir. Onun için bizim, bu kuzey-güney stratejisini çizen düşmanlara karşı mücadelemizi Yugoslavya'da kazanmamız lâzımdır, Kafkasya'da kazanmamız lâzımdır!.. Orta Asya'da kazanmamız lâzımdır!... Kazanamazsak, savaş Türkiye'de olur!.. Kazanamazsak savaş Mekke'de olur!..

Onun için hristiyanlar, Sırplar, katolikler ve ortodokslar müştereken haince planlar yaparak, Balkanlar'dan müslümanların temizlenmesini istiyorlar. Bizim de bugün var gücümüzle, Balkanlar'dan müslümanlığın silinmemesi için, ne gibi tedbirler alacağımızı düşünmemiz ve o tedbirleri mutlaka almamız lâzım!.. Bunun için ne yapılabilir; oturup konuşmak lâzım!..

Meselâ şu anda Arnavutluk, hür bir ülkedir; %75 i müslümandır, %25 i hristiyandır. Geçtiğimiz yıllarda %99 u müslümandı ama, %75 e indirmişler. Demek ki hristiyanlık galip gelmiştir; çünkü, insanlar açtır. Çok fakir bir ülkedir. Kilise orda, "Boynuna haç takarsan, yardım ederim!" tarzında çalıştığı için, %99 u müslüman olan ve ancak komünizm canavarı konularak baskı altında tutulan Arnavutluğun, bugün %25 i hristiyanlaşmıştır. Yâni, dörttebiri gitmiştir. Bu belki daha da ileriye doğru gidebilir.

Arnavutluk'tan başlanabilir. Özerk veya müstakil bir cumhuriyet olan Makedonya üzerinde çalışılabilir. Kosava üzerinde çalışılabilir. Askerlerin oturup plan yapması lâzım!.. Yâni, "Bu Sırpların ikmal yolları nasıl kesilir?.. Müslümanlara ikmal nasıl sağlanır?.. Müslümanların mağduriyetleri nasıl giderilir?.." diye düşünmek lâzımdır.

Muhterem kardeşlerim! Bu ileri karakollarda biz karşı saldırıyı durduramazsak, burada rahat toplantı bile yapamayız!.. Onun için, bunu ciddî ciddî oturup konuşma zamanımız gelmiştir; bunları konuşmamız lâzım!.. Aranızda bunları konuşun, tedbirini alın!..

En önemli işlerden birisi de... Şöyle bir düşünüyorum, dünyanın bütün devletleri bize düşman!.. Kim dost diye bakıyorum; ne müslüman ülkeler dost, --İran, Irak, Suriye, Mısır vs.-- ne hristiyan ülkeler dost, ne bunların dışındaki ülkeler dost... Şimdi bizim böyle bir duruma düşürülüşümüz de bir plandır, bir plan gereğidir. Yâni, hristiyanlar haçlı zihniyeti ile kışkırtılıp, müslümanlara düşman ediliyor... Ve onların müslümanları her yol ile imhasına müsaade ediliyor, kapı açılıyor, vasat açılıyor... Hindistan'da da durum böyledir. Halbuki, Hintliler hristiyan değildir. Onları da müşterek düşman odaklar kışkırtıyor. Dünyanın her yerinde böyledir. O halde bizim kültürel bir karşı taarruz içine girmemiz, sosyal psikolojileri düşünerek bu sahada bir karşı hücuma, karşı harekete geçmemiz gerek!..

İslâm bizâtihî güzel olduğuna göre, İslâm hak yol olduğuna göre; müslümanlar davalarında haklı olduklarına göre, müslümanlar zulme uğradıklarına göre ve zalim karşı taraf olduğuna göre, bunu dünyanın her yerinde anlatacak bir karşı çalışmaya geçmek lâzımdır. Amerika'da olabilir bu... Avrupa'nın başka ülkelerinde olabilir. Meselâ, müslüman bir İngiliz kendi başına Bosna-Herseğe gidiyor, oradaki zulmü kamerasına alabiliyor, İngiltere'ye getirebiliyor... Bunu çoğaltıp her tarafa yayabiliyoruz. Hiç olmazsa tek başına bunu yapabilmiş, müslüman bir İngiliz...

Müslüman İngiliz vardır, müslüman Fransız vardır, müslüman Alman vardır, müslüman Amerikalı vardır... Daha başkaları da müslüman olabilir. Binaen'aleyh, İslâm'ın tanıtılması ve yayılması için, var gücümüzle çalışmamız gerekmektedir.

Bütün bunların hepsinin yapılabilmesi için de, büyük finans kaynaklarının bulunması ve şuurlu bir şekilde harekete geçirilmesi gerekmektedir. Bu da ekonomistlerin, finans ilmiyle meşgul olan kimselerin yapacakları iştir.

Bu anlattığım meseleler ciddî ve güncel meselelerdir. Yâni, bizim ilk başta, en önde konuşmamız gereken meselelerdir. Onun için, böyle açılış konuşmasında bunları --kendim, uykumu kaçıran meseler olarak gece gündüz düşündüğüm için-- size aktarmayı bir vazife bildim. Ve tek başına bir şey yapılamadığından, elbirliği ile yapılabildiğinden, "Bunları düşünelim, tedbirlerini beraber alalım!" diye size konuyu açtım.

Allah CC, bizi kulluğunda muvaffak eylesin... Bizi günahlarımızdan ve hatalarımızdan dolayı kahrına gazabına uğratmasın... Bizi düşmanlarla, kâfirlerle te'dib ve terbiye etmesin... Onların önünde hor ve zelil duruma düşürerek, onların kamçısıyla sırtımızı kamçılattırmasın... Bizi dinimizde ve dünyamızda, evlâdımızda ve ailemizde fitnelere uğratmasın...

Hepimize, ihtisası içinde vazifesini şuurlu bir şekilde, en güzel tarzda yapmaya basîret ihsan eylesin... Hepimiz var gücümüzle ilk mesleğimiz, ilk işimiz müslüman olmak, İslâm'a hizmet etmek olduğuna göre; neleri yapmamız gerekiyorsa, onları tesbit edelim, Allah o basîreti ihsan etsin... Tedbirler almamızı nasib etsin... Elimizden nice insanların İslâm'la müşerref olmasını nasib eylesin... Dünya üzerinde yardım bekleyen nice müslüman kardeşlerimizin, yardımlarımıza mazhar olmasını ve bu zulümden, gadirden kurtulmasını nasib eylesin... Sonunda bizi aziz eylesin, mutlu ve bahtiyar eylesin; hem dünyada, hem ahirette, her yönden... Ve huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı nasîb eylesin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin... Habîb-i Edîbi'ne komşu eylesin...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh!..

29 Ekim 1992 Söke / AYDIN