ÜNİVERSİTELİ GENÇLERLE SOHBET

Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsanı, ikrâmı, lütfu dünyada, ahirette üzerinize olsun...

Hayatımızın gayesi Allah'ın sevdiği bir kul olarak yaşayıp onun rızasına ermektir. Bu rızayı kazanmak tek bir yolla değildir. Yerine göre hizmet değişir, rızayı kazanma yolu değişir; başka bir şey yapmak, daha sevablı olabilir. Yerine göre de umumî hatlarıyla sevab olan bir hareket, yapılış tarzına veya niyetine bağlı olarak sevab değil, günâh bile olabilir. Meselâ, bir seferde orduya Peygamber Efendimiz SAV, oruç tutmamalarını tavsiye buyurdu. Seferî halde iken oruç tutmak farz değil. Hava sıcak, savaşa gidiyorlar, yorgunlar, su imkansızlıkları var... İklim --sıcaklığı dolayısıyla-- bir bakıma sert. Fakat bazıları dediler ki: "Bunu Peygamber Efendimiz bize acıdığı için, dayanamayız diye söyledi. Biz gene tutabiliriz, dayanıklıyız." Ve tuttular... Fakat bayıldılar, halsizleştiler, yığılıp kaldılar. Hizmetleri başkaları yaptı. Ayrıca onlara da hizmet ettiler, onları da kolladılar. O zaman Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Bu gün oruç tutmayanlar sevabları aldı götürdü!.." Normal olarak oruç tutmak sevap ama o gün oruç tutmayanlar sevabları aldı götürdü. Çünkü oruç tutanlar ötekilere yük oldu. Hizmet de edemediler, nötr de kalmadılar, negatife düştüler.

Normal olan ibadetler sevabdır. Ama bir insan, "Ben ibadet yapıyorum!" diye kendisine bir emniyet gelirse, bir gurur gelirse, bir böbürlenme gelirse, bir rahatlık ve rehavet gelirse, bir garanti duygusu gelirse, sevab değil günah bile kazanabilir. Buna ibadette mağrur olmak diyoruz. Mağrur olmak, kibirli olmak manasına değil de; aldanmak demek. Arabcada, mağrur: aldanmış; gurur: aldanma demek. Yâni bizdeki gibi, kibirlenmek burnu büyük olmak manasına gelmiyor. İbadetine mağrur olmak, ibadetine aldanmak... Niçin aldanıyor insan? Genel olarak ibadetini sevablı sanıyor da ondan dolayı aldanıyor. Mühim olan Allah'ın rızasını elde etmek. Allah'ın rızasını elde edemediğin zaman ibadet dahi telef olabiliyor.

Onun için ibadet eden insan ibadetine mağrur olmayacak. Yaptığı ibadetleri toplasa, "Bir göz nimetinin karşılığı olamaz, bir nefeslik sıhhatin karşılığı olamaz!" diye düşünecek; ve insan içinde yaşadığı anda "Allah'ın rızasını elde etmenin şekli, yolu acaba nedir?" diye kendisine soracak, daima onu kollamaya çalışacak. İşte her anda bu şuurda olursa, insan o zaman sevab kazanıyor. Yâni birisiyle dargın; barışması lâzım, nefsi istemiyor, barışıyor... Filânca işi yapması lâzım; nefsi istemiyor, kendisini zorluyor, yapıyor... Önüne çeşitli ihtimaller çıkmış; bu ihtimallerin içinde kendi keyfine uygun olanını değil de, "Acaba Allah'ın rızasına hangisi daha uygundur?" diye düşünüyor, onu yapıyor, işte bu...

Şimdi onun için Allah'ın rızasını kazanmak, hayatı Allah'ın rızasına uygun geçirmek, sadece camiye girip çalışmak demek değildir; ya da, eski ümmetlerin âbidlerinin cemiyetten kaçarak --ki buna ruhbanlık deniliyor-- yaşadıkları gibi yaşamak değildir. (Rahib: kaçan demek; rehebe: korkup kaçan manasına gelen bir fiil.) Dağın başına çıkıyor veya mağaranın içine giriyor.

İyi ama insan, toplum hayatı içinde yaşamaya müsait. İnsanlar toplum halinde yaşamaya göre yaratılmış varlıklar. Arılar gibi meselâ. Arı tek başına yaşayamıyor. Arı da, karınca da, tabiatta daha başka bazı gelişmiş varlıklar da sürüler halinde ve başkanları var; arıların beyi, karıncaların beyi, filan gibi. Onun etrafında öyle kümelenerek yaşıyorlar. İnsan toplumları da böyle. Tek başına yaşadığı zaman başkasına bir faydası olmuyor. Hayatın bütün ihtiyaçlarını karşılaması mümkün olmadığından, akla ve mantığa ve ilme, ve sosyal kârlılık ve faydaya da uygun değil tek başına yaşamak.

İslâm tabiat dini olduğu için, yâni hilkate ve fıtrata ve tabiata uygun olduğu için, toplum içinde olmayı tercih ediyor. Bir kenara çekilip kendi başına, ibadet hazları içinde, memnun yaşamaktansa; toplumun içine girip toplumun fertlerinin kendisine ezâ ve cefâ ve zulmüne tahammül etmek, daha sevaplı olarak gösteriliyor. O bakımdan Allah'a en çok, en hayırlı, en güzel hizmet eden kimse illâ hoca veya müezzin veya müftü veya derviş demek değildir. Aslında derviş demektir de, yâni bizim bugün anlaşılan yozlaşmış manasıyla değildir. Hani:

Dervişlik olaydı tac ile hırka;
Alırdık biz dahi, otuza kırka!

dediği gibi şairin, hicvettiği tarzdaki şekil; yâni dervişliği potur veya şalvar veya sarık veya misvaktan ibaret sanan zihniyet...

Onun için, yâni bu bir umumî kaide olduğu için, çok daha değişik meslekten olan bir kimse, İslâm'a çok daha büyük bir hizmet sağlayabilir, müslümanlara çok daha büyük fayda sağlayabilir. Ve bunu iyi bir niyetle yapmışsa, şuurla yapmışsa belki bir müftüden, bir hocadan, bir müezzinden, bir âbidden, bir zâhidden daha çok sevab kazanabilir. Çünkü sevabların ölçülmesinde kriterler, çeşitli ölçüler var. İhlâs ölçüsü var; yâni, yapılan işin halis niyetle yapılması, ihlâsla yapılması... Tamam, iki ibadet bunda eşit ise, aynı ihlâsla yapılmış ise; iki kimse iki iş yapmış, ihlâsları eşit ise, bu sefer başka bir kriter ortaya çıkıyor: Faydası daha çok olan daha kârlı oluyor.

(Hayrün nâs, enfauhüm linnâs) "İnsanların en hayırlısı, müslüman halka en çok faydası dokunandır." Daha az faydası dokunan daha az sevap kazanıyor, daha çok faydası dokunan daha fazla sevab kazanıyor. Bir fakiri doyuran bir insan bir birim sevap kazanıyorsa, üç fakiri doyurduğu zaman elbette, adalet-i ilahiye icabı aynı şartlarda yapmışsa daha fazla sevap kazanıyor... Veya bir aileye faydalı olacak bir iş yapmışsa çok daha fazla sevap kazanıyor. Veya bir asra faydası dokunacak bir iş yapmışsa sevabı daha fazla oluyor... Veyahut bir ümmete çağlar boyu fayda sağlıyacak bir iş yapmışsa onun faydası en fazla oluyor.

Bu bakımdan ölçülecek olursa en sevaplı meslek, irşad mesleği olur. Çünkü insanları irşad ediyorsunuz, hidayetine vesile oluyorsunuz, hak yola giriyor; ve onun yaptığı a'mâl-ü saliha, hayrât ü hasenât, onun doğru yola girmesine vesile olan insana veriliyor. Ondan bir şey eksilmeden misli, sebeb olana da veriliyor.

(Eddâllü alel hayri kefâilihî) Hayra delalet eden onu yapmış gibi olduğu sebebinden... Onun için bazen başka mesleklerden olan insanlar büyük sevaplar kazanabilirler. Ama iman ve ihlâs, önde gelen ilk vazgeçilmez temel şart!.. Yarışa katılabilmenin şartı. Yarışa katılmayan bir kimse hızlı koşsa da derece verilmez kendisine. Onun için, hani sorarlar ya: "Edison cennete girecek mi, girmeyecek mi?.." Girmeyecek!.. Mü'minler cennete girecek. Mü'min olmayan girmediği için, Edison cennete girmeyecek diyebiliriz. Bilmiyoruz, bilmediğimiz bir zamanda gizli, gizli iman etmişse, namaz kılmışsa, Hazret-i Peygamberimiz SAV'i peygamber olarak tanımışsa, o zaman belki cennete girecektir; ama bunu yapmamışsa, girmeyecek. Yâni ortalığı aydınlatması ona bir fayda sağlamayacak, çünkü ilk şart iman...

Şimdi ortada bir büyük ümmet var, Ümmet-i Muhammed... Peygamber SAV' in ümmeti... Hepsi bizim kardeşimiz. Siyah, sarı veya kızıl; rengi ne olursa olsun mü'min kardeşimiz. Hangi ırktan ve milliyetten olursa olsun bizim kardeşimiz. Bu ümmet, organize güçlerin karşısında mağlup ve mağdur durumda... Bir iki asırdır bu mağlubiyetin ızdırabı içinde yaşıyoruz. "Bu mağlubiyet neden oldu, neden devam ediyor, niçin biz ayağa kalkıp toparlanamıyoruz?" diye sorduğumuz zaman, mesele dinî konulardan beşerî, dünyevî, maddî konulara kayıyor.

Yâni bir ümmetin ayakta durması, sağlam durması meselesi bahis konusu olunca, iş inançtan, ibadetten; baraja, elektriğe, elektroniğe, makineye, inşaata kayıyor!.. O konularda Ümmet-i Muhammed'in bilgilenmesi gerektiği anlaşıldığından, bizim dinî hizmet gayesiyle çıktığımız yolda başkaları bizi, dinî olmayan başka işleri yapıyor diye görünce şaşırıyor. "Allah Allah! Sen hocasın ve sakallısın, bu işlerle senin ilgin ne?.. Sana ne yönetimden, sana ne falanca işten, filanca işten?" diyor. Ama tabii o, İslâm'ın ana yapısını bilmediği için söylüyor. Biz Allah'ın rızasını düşündüğümüzden, Allah'ın rızasının da nerede olduğu meselesi ince bir mesele olduğundan; güzel bir bakış, doğru bir muhakeme ve hassas bir sezgiye bağlı olduğu için, o anlayamıyor. "Allah Allah! Abdestini al, namazını kıl be adam! Senin caminin dışında işin ne?.. Geçir başına takkeyi, Kur'anı Kerim oku!" filan diyor. Ama biz de biliyoruz ki, hizmetin faydası ne kadar şumüllü olursa, o kadar sevabımız çok olur.Onun için hizmete koşuyoruz.

Onun için bizim dergâhımızın çok bariz bir özelliği, ilâhiyat dışındaki pek çok meslekten pek çok kardeşimiz var; mühendis, doktor... Doktor kardeşlerimiz güzel organize de oldular; vakıflar kurdular, müesseseler kurdular ve kendilerini ispat ettiler. Yâni sosyal çalışmalar ile kendi varlıklarını kabul ettirdiler, dua topladılar, takdir topladılar. Her halde büyük sevab da topluyorlar, niyetlerine göre...

Mühendis kardeşlerimiz de bizim önemli bir grubumuzu teşkil ediyor. Ve bugün her şey kompütüre, hesaba, planlamaya, planlı çalışmaya bağlı olduğu için; kaba bir işçinin elinde kazma ve küreği olan bir işçinin yaptığı işi; onun gibi 100 tanesinin, 200 tanesinin yapamayacağı işi, teknoloji bir makineye yaptırtabiliyor... Dağları devirtebiliyor, vadileri geçirtebiliyor... Denizin dibine, yeryüzünün derinliklerine, binlerce metre aşağıya, gökyüzünün yüksekliklerine, fezanın içine doğru insanın atılımları genişleyebiliyor.

Şimdi eğer biz bu çalışmalarda, bizim hasmımız olan ve bizimle uğraşan, bize haçlı seferleri düzenleyen, bizi içimizden hançerleyen, İslâm düşmanı, mü'min düşmanı, Allah düşmanı, Kur'an-ı Kerim düşmanı, Hz. Peygamber SAV'in düşmanı olan insanlardan geri kalırsak, bu sefer dini hizmetlerde de geri kalıyoruz. Onlar bizi mağlup edince istediğini yaptırıyor veya yaşama hakkı tanımıyor, çoluk çocuk katliam ediyor... Ölenler şehid oluyor, kalanlar o ağır baskının altında dini vazifelerini yapamıyor... Zaman içinde direttiği zaman kâfir, bizim evlâtlarımızı raydan çıkartabiliyor, kendisine benzetebiliyor.

Geçen gün gazetede bir haber çok acı bir tablo çiziyor: Ermeniler Azerbaycan'ı bombalamış, bombalanan yerlerden birisi de rakı-votka fabrikası... O da yerle bir olmuş. Büyük zarar olmuş. İnsan hemen anlıyor yâni, "Niye Ermeni Azerbaycan'da, Nahcıvan'da galip?.. Allah niye mü'min kullara yardım etmiyor?.. Mü'min kullar niçin mağdur ve müteessir ve mustaz'af?.." Anlıyor.

Kıbrıs'ı da hatırlıyorum. Kıbrıslı mücahidler bir kartpostal bastırmışlardı, gazetelerde çıkmıştı. Gözümün önündedir: Bir meyhanenin önünde silahları almışlar, şöyle iki sıra, üç sıra dizilmişler, bir kartpostal resmi. Hani, sınıf resmi filan gibi; okullarda vardır, 20-30 kişi bir arada çekilir... Tam da yukarıda bir levha var; onun esprisini bile anlayamamışlar. Yâni, bilmem ne meyhanesinin önünde mücahidler resim çektirmişler. Kıbrıs Mücahidleri... Yâni mağlubiyet, arkasından zaafı, arkasından dini bilgilerin öğrenilmemesini, sonunda da Allah'a iyi kulluk yapma imkânlarının kaybolmasını ve ümmetin evlatlarının zayıf müslümanlar olmasını; bir zaman sonra da, dinini imanını unutup başka yerlere ayağının kaymasını intâc ediyor, o sonucu veriyor.

Meselâ, Avustralya'ya gittik. Avustralya'da Bosna-Hersek'ten, Yugoslavya'dan I. Cihan Harbi'nde, II. Cihan Harbi'nde oraya gitmiş insanlar var; namazı, niyazı unutmuşlar, çocukları İngiliz isimleri almışlar... İç şehirlerde bazı insanlar var; Asyadan, Afganistan'dan gelmişler. "Efendim, dedem müslümandı, namaz kılardı!" diyor ama, şimdi kendisi kiliseye kayıtlı, hristiyan olmuş ve bu işin farkında da değil. Bizim arkadaşlar oraya gidince "İşte dedemiz de müslümandı. Biz de müslüman olmak isteriz!" filan diyor ama, acı bile duymuyor. Yâni "Niye ben hristiyan oldum, niye ben kiliseye gidiyorum?" demiyor. Çünkü, çevresi hep aynı durumda olduğu için, o da çevreye uymuş, hristiyanlaşmış ve o tarzda yaşayışı tabii bir yaşayış olarak görmüş.

Demek ki; mağlubiyet cehaleti getiriyor, cehalet iman zaafını getiriyor, iman zaafı küfrü davet ediyor, küfür de felaketlere sebeb oluyor!.. Yâni kâfir olunca da Allah'ın yardımı, nusreti, avni, inayeti olmuyor. O zaman bombalar yağıyor, katliamlar oluyor, vs. vs... Ama insan mü'min-i kâmil olarak kalsa; ölse şehid olur, kalsa gazi olur. Yâni bir mü'min-i kamilin hayatta karşılaşacağı hiç bir iş onu zarara uğratmaz, zarar dîde etmez. Neden?.. Her halükârda sevab kazanır. İşte bundan dolayı dünya gözümüzde olmasa bile, dinimiz ve imanımız için, dünyada da güçlü ve kuvvetli olmalıyız. Onun için Kur'an-ı Kerimde Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:

(Ve eiddû lehüm mesteta'tüm min kuvvetin) "Kâfirlere karşı gücünüzün yettiğince kuvvet hazırlayın!" Dünkü gazetelerde okudum: Ermenilerin kullandığı silahların nükleer, biyolojik mahiyette mermileri olduğu anlaşılmış ve hastaların vücudlarından çıkartılan mermiler tahlil edildiği zaman, böyle bir silahla mücadele ettikleri görülmüş... Bugünkü gazetelerde var: Azerbaycan'ın başkanı Ayaz Muttalibov, meclisi feshetmiş, arkasında KGB desteği; "İcab ederse diktatörlük kurarım!" diyor, seçimleri yaptırmıyor... Yâni, halkın genel isteğine uymuyor. Güya, Azerbaycan hürriyetini kazandı; ama KGB faaliyette, kuklalar sahnede... Yine mağdur olan bizim müslümanlar... Yâni sosyal konulardaki cahillik, teknik konulardaki cahillik, savaş konusundaki cahillik, hukuk konusundaki cahillik... Cahilliğin her türlüsü fena, her türlüsü fena...

Siyasi ilimlerde cahil bizim kardeşlerimiz. Oyunları anlamıyor; "Kim kukladır, kim gerçek hizmet ehlidir?" bu gürültüye gitmiş, karambolde. "Yâni dost kim, düşman kim?" belli değil. Ama biliyoruz ki bazıları düşmanlarımızın kuklası, onların borusunu öttürüyor, onların menfaatine çalışıyor, bizim aleyhimize... Fakat bu değerlendirme normal yapılamamış, her ağızdan bir ses çıkıyor; bu da fena!.. Yâni, her şeyi ehline bırakmak lâzım, o cevap versin; ötekilerin de ona uyması lâzım.

Adam fen fakültesinde astronomi doçenti, Risale-i Halidiye'yi tenkid ediyor. Yahu sen gök yüzündeki yıldızları teleskopunla seyretmeye baksana!.. Yâni senin konun değil ki Risale-i Halidiye!.. Sen Risale-i Halidiye'yi yazan Halid-i Bağdadî gibi Arapça bilirmisin, ayet bilirmisin, hadis bilirmisin?.. Ne bu böyle yâni, yarım yamalak bilginle niye kendi konunun dışına çıkıyorsun?.. Bırak o zaman astronomi doçentliğini, ilâhiyata geç; o konularda bir derinleş bakalım ne diyeceksin?..

Bütün ilahiyat doçentlerini, profesörlerini çağırdık sempozyumda; "Tasavvuf nedir, konuşun!" dedik. Rüşvet mi verdik kendilerine?.. Hepsi tasavvufun hak yol olduğunu pasiflik olmadığını, gerçek aktivite olduğunu ve mutasavvıf büyüklerimizin İslâm'a çok faydalı çalışmalar yaptığını ispat ettiler. Kitab olarak neşrettik kimse bir şey diyemiyor. Konuşanlar doçent ve profesörler. Yâni sen ne oluyorsun kenarda, kaldırım mühendisi!.. Olmadık işle meşgül. Herkes ihtisası dışına çıktığı için iş belli olmuyor.

Bakın Afganistan'a yardım toplanıyordu buralarda; ben yardımı şuna veya buna vermedim. Orada bulunan bir kardeşimiz vardı; Mehmet... Ona götürdüm verdim. Neden?.. Bir beldenin, bir ülkenin iç şartlarını orada yaşayan insan bilir. Türkiye'yi düşünün! Türkiye'yi dışardan gören bir insan, hangi zümreleri ilk başta görür ve kimleri İslâm'a hizmet ediyor sanır; ama işin iç yüzünde iş nasıldır?.. Kim kimin peşindedir, neyin peşindedir? Onu ülkenin içindekiler daha iyi bilir. O bakımdan bir kere hepinizin içinde ihtisasa bir hürmet olmalı. Bir işin kökünü tam anlama, inceleme, peşine düşme ve mahiyetini ortaya çıkarma sevgisi, hakikat aşkı olmalı hepinizin içinde!.. Palavralara, desteksiz konuşmalara, mesnetsiz ifadelere itibar edilmemeli!..

Dönüyorum tekrar sizlerin konusuna... Sizler bu anlattıklarımın gereği olarak, Allah'ın rızasını çok büyük ölçüde kazanabilirsiniz. Çok büyük hizmetler verebilirsiniz. Bir toplumun yükselmesi, içindeki fertlerin çeşitli mesleklerinin, çeşitli aktivitelerinin bileşkesidir. Bizde bu çeşitlenme meydana gelmiştir Türkiye'de. Türkiye monoton bir tahsil duvarını yıkmıştır. Türkiye'de ihtisas belirmiştir. Türkiye'nin gelişmiş sayılmaya başlanması bundan dolayıdır. Kafi miktarda eleman vardır. Her sahada araştırma yapan insan vardır, eleman vardır. Bu güzel bir şey... O halde sizler de "Ben kendi mesleğimde Allah'ın rızasını kazanmak için ne yapabilirim?" diye düşünmek durumundasınız. "Ne yaparsam ümmet-i Muhammede faydalı olurum?" diye düşünmek zorundasınız. Bunun için de Ümmet-i Muhammedin ahvalini çok yakından takip etmek zorundasınız. Bu da vaz geçilmez görev.

İslâm'ı iyi bilmek zorundasınız. Bira da içilir, faiz de yenir, güzele bakmak sevaptır... vs. vs. gibi saçma sapan şeylere aldanmayasınız diye, islâmın özünü tam öğrenmek zorundasınız.

Ümmet-i Muhammed'in durumunu çok iyi takip etmek zorundasınız. Çünkü ona hizmet etmek istiyorsunuz. Dünyanın her yerindeki müslümanların durumunu --bir enstitü kurmamız lâzım, bülten çıkarmamız lâzım, günü gününe raporları elinize ulaştırmamız lâzım-- çok iyi bilmelisiniz: Afganistan'da durum nedir? Hindistan'da nedir, Malezya'da nedir, Endonezya'da nedir, Somali'de nedir?.. Kim kimin peşindedir, kim kimi öldürüyor?.. İktidarda kim var?. Şimdi biz bu meseleleri bir ümmet olarak, ümmetin bütünlüğünü düşünen merkez olarak, çalışan müesseselerimiz olmadığı için, yıkılmış olduğu için, veya kurulmamış olduğu için iyi takip edemiyoruz. Bunları iyi takip edeceğiz. Dinimizi doğru öğreneceğiz. Kalbimizdeki niyetimizin safiyetini, somluğunu koruyacak, ondan sonra da, "Kendi ihtisasısımızla bu ümmete nasıl hizmet edebiliriz?" diye düşüneceksiniz.

Bunun için de tek başınıza yine bir şey yapamazsınız. Bu gün tek insanların yapacağı işler mahduttur. Organize olmak zorundasınız. Kendi aranızda organize olacaksınız, kendi aranızda mühendislik odaları kuracaksınız. Ya mühendislik odalarını elde edeceksiniz, ya da size ait olmayan organizasyonda yer almayacaksınız. Kendi organizasyonunuzu kuracaksınız, bir birinizle irtibatlı olacaksınız. Bilimsel gelişmeleri çok yakından takip edeceksiniz, icatlar ortaya koyacaksınız. Ben hiç duymamıştım: "biyolojik-nükleer mermi" İlk defa dün gazetelerde gördüm. Yâni adamlar çalışıyorlar ve onu bizim karşımızda kullanıyorlar.

Müslümanların bir stratejisi yok. Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan ettiği zaman düşmanlarıyla nasıl mücadele edeceğini düşünmemiş. Nereden ikmalde bulunacağız?.. Hadi bu salon halkı hepsi Bosna-Hersek'e cihad için gitmeye razı, nereden gidecek?.. Yugoslavya'dan vize alıp da mı, Sırpların arasından geçip de mi gidecek Bosna-Hersek'e?.. Hava sahasından mı geçecek? Mümkün değil. Mutlaka denizden bir yolu olması lâzımdı, mutlaka bizimle bir hududu olması lâzımdı. Bunların önceden düşünülmesi gerekirdi. Belki Türkiye'nin hudutları çizilirken, Dedeağaç'tan değil de Vardar Suyu'nun yanından çizilip, Yugoslavya'ya hududumuzun olması ısrarla istenebilirdi. Çünkü Yunanistan'ı yenmiştik, bunu rahatlıkla yapacak hakkımız vardı. Ama bunlar düşünülmemiştir. Yugoslavya'yla doğrudan doğruya bağımız yoktur, arada başka ülkeler vardır. Yardım edemiyoruz, abluka altına almışlardır. Sırplar, hiç bir şey yapmasalar, ikmali engelledikleri zaman onların açlıktan ölmelerine yol açarlar. Bu kadar basit...

Ama aynı durum Ermenistan'da da vardır. Ermenistan'ın etrafı kendilerinden olmayan insanlarla çevrilmiştir. Onlar İran'la bağlantı kurmak için Nahcıvan'la büyük Azerbaycan arasında bir hortumu aşağıya kadar sağlamışlar. Yâni doğrudan doğruya İran'la hudutları var ve çok organize çalışmaları dolayısıyla bugün bir kara devleti durumunda olmalarına rağmen etrafa sataşabiliyorlar. Bizim hudutlara da kavga arar gibi omuz atabiliyorlar. Tabii yarın öbürgün biz zayıf olduğumuz zaman Kars'ı, Ardahan'ı, Van'ı, Güneydoğu Anadoluyu, milyarlar harcayarak yaptırdığımız Atatürk Barajı'nı, santrallarını, Harran Ovası'nı, Antep'i İskenderun'a kadar alıp, Akdeniz'e ulaşmayı da isterler. Bunlar birer plândır ve meçhul değildir, bilinmeyen plânlar değildir. Ama biz bilmiyoruz ve bunun karşısında da ne yapmamız gerektiğini düşünmüyoruz.

Bizim de Orta Asya ile bağlantı kurmamız lâzım. Afganistan'da müslüman kardeşlerimiz vardır. Orta Asya'da ırkdaşlarımız ve dindaşlarımız vardır. İran'ı mutlaka halletmemiz gerekir. İran bizim aramıza konulmuş bir duvardır. Ama İran'ı tahlil edersek İran'ın içinde yüzde kırk - yüzde kırkbeş Türk vardır, sünnî vardır. Bunları önceden düşünmemiz gerekirdi. Irak'ın içinde ne yapabiliriz? Onları düşünmemiz gerekirdi.

Suriye bugün ermenilerin elindedir. Evet bir İslâm ülkesi diye söyleniyor ama, Suriye'de Halep'ten kalkıyor uçaklar... Ermenistan'a ikmal Halep'ten yapılıyor. Çünkü Suriye ermeni ülkesidir. Halep'te çok ermeni vardır. Lübnan bir ermeni ülkesidir. Çarşısında pazarında dolaştığınız zaman, oteline girdiğiniz zaman size suikast bile yapabilirler. O kadar böyle azılı militan yetiştirilmiş insanlardır. Milletin ondan haberi yoktur. Suriye islâm ülkesi diye biliniyor. İçinden hacc için kaç defa geçtiysek, evet mazlum müslümanlar var ama söz onların elinde değil ki!.. Söz onların elinde değil.

O bakımdan bu politik oyunları, siyasî dalavereleri, plânları, stratejileri bilmemiz lâzım. Bunların karşısında, politik ilimlerle uğraşan kardeşlerimiz karşı plânlar, stratejiler kurmalı!.. Teknik konularla ilgili olan kardeşlerimiz hayatını bunların karşısında, bunların oyunlarını bozacak hizmetlere yönlendirmeli!.. Yâni çalışma alanı ile, gönül ve fikir alanını bir birine mutabık hale getirmeli müslüman.

Onun için biz sizi sadece okulda okuyup da diploma alan insanlar olarak görmüyoruz. Öyle olmanızı hiç temenni etmiyoruz. Fruko şişesi gibi sıradan fabrikasyon çıkmış insanlar... Böyle insanları herkes ister. Kuzu kuzu sevk edilirler... Almanya'da madenlerde çalışırsınız, fabrikada çalışırsınız; İngiltere çağırabilir, Fransa da çağırabilir sizi... Veyahut da, yabancı sermaye ortaklı bir fabrikada çevreyi kirleterek, her türlü tehlike içinde üretim yapmak için size burada iş gösterebilirler. Kendi ülkelerini her bakımdan korumaya çalışırlar. Ağır sanayiyi kendi ülkelerinde geliştirmiyorlar. Şimdi sermayeyi götürüyor, Afrika'nın zavallı fakir ülkesine, Ortadoğu'nun zavallı fakir ülkesine... Kendisi bir fabrika kuruyor, çevre orada kirleniyor; mamül temiz olarak Almanya'ya, Fransa'ya, İsviçre'ye gidiyor. Orada daha mamül hale getirilip dünyaya büyük fiyatlarla satılıyor. Kendi ülkeleri güllük, gülistan, güneşli; bizim ülkeler perişan.

Nükleer artıkları, kimyasal artıkları gemilere dolduruyorlar, ya Marmara'ya, ya Karadeniz'e, ya Akdeniz'e boşaltmaya geliyorlar. Kendilerine böyle bir şey yapmak isteseniz hop oturur, hop kalkarlar. Biz getirdik böyle artık taşıyan bir gemiyi, Yeni Kapı'nın karşısında aylarca günlerce beklettik... Adam Karadeniz'e çıktı; ne yaptı, ne etti ondan sonra bilmiyoruz. Sineye çektik yâni. Bizim hudutlarımızın dışında dedik, Karadenize gitti fıçılar... Ondan sonra bir kısmı kenarlara vurdu.

O bakımdan, İslâm'a hizmet bilimsel seviyenin yükselmesinden geçiyor! Biz bu sebeple hepinizin mümkünse üniversitede doktora yapmanızı, profesör olmanızı istiyoruz. En son bilimsel yayınları takip etmenizi istiyoruz, yabancı dil öğrenmenizi istiyoruz; temenni ediyoruz. Yâni, bizim şahsen hiç bir beklentimiz yok; sizin böyle bir seviyeye geldiğinizi ya görürüz ya göremeyiz. Ama ümmetin menfaati burda!.. Yâni eğer ümmet olacaksa...

Bakın bugün Azerbaycan hürriyetini ilân etti ama, hâlâ hür değildir. Hudutlar açılmıştır, gelip gidiyoruz ama, başında komünistler vardır. Ve Rus amâline hizmet eden bir kadro vardır. O şey gibi yukardan inmiyor bir türlü... Halk Cephesi, millet aşağıdan baskı yapıyor, şöyle yapıyor, böyle yapıyor; o, "İcabında diktatörlük ilân ederim!" diyor. Hani diktatörlükten kurtulmuştu, hani komünizm zulmünden kurtulmuştu bu ülkeler?.. Oyunların karşısında artık bu uyuyan arslan uyanmalı, ne yapması gerekiyorsa onu yapmalı...

Geçen gün bir konferans dinledik. Eski dışişleri bakanlarından birisi konuştu. Çok enteresen cümleler vardı konuşmasının içinde. Diyordu ki: "Amerika, Amerika olduktan sonra hiç harple ülke almamıştır, ülke genişletmemiştir; parayla satın almıştır!" diyor. Alaska'yı Rusya'dan satın almış, parayı vermiş parayla satınalmış, paraya kuvvet... Ondan sonra Fransızların bütün parlamenterlerini rüşvetle doyurmuş, Fransızlar'dan da filânca yeri satın almış... Kan dökmüyor. Bir uçak şu kadar milyar; ne diye o zahmeti çeksin?.. O milyarı dağıttığı zaman şu kadar insana, onun istediği kararı çıkartıyorlar; işleri oluyor... Bizim ülkede de bunun misalini, parlamenter satın alma olayını gördük.

Doğramacı'yı hatırlıyorum: Hacettepe Çocuk Hastanesi'ni kurdu. Ondan sonra fakülte olmak istedi. Bizim Ankara Üniversitesi'nin Tıp Fakültesi varken, ikinci bir fakülte nasıl olacak?.. Üniversitede biraz istemedi bu işi ama, Doğramacı hızlı bir insan; gitti ilgililerle konuştu. Kendi doktorlarına dedi ki: "Her biriniz bir milletvekilini markaja alıp, marke edip işinizi halledin!.." Tıp fakültesini çıkarttı, aynı üniversite içerisinde iki tane tıp fakültesi oldu. O merhalede de durmadı, onun için yeterli değildi. Bu sefer yine milletvekillerinin hepsini ikna etti. Hepsini ikna ettikten sonra da bu sefer Hacettepe Üniversitesi'ni kurdu. Çatır çatır hem de... İtiraz edenler baktılar kaldılar. Hacettepe Üniversitesi'ni kurdu; o da ona yetmedi. Ondan sonra, bütün üniversitelere sahip olan bir mekanizma YÖK' ü kurdu. Bütün ülkeye, onun bilimsel hayatına hakim olacak bir makama oturdu.

Yâni Amerika böyle çalışıyor, parayla her işini hallediyor. Japonya onun istilası altında... Filânca yer onun hegemonyası altında... Ama parayla, teknik şeylerle işini hallediyor. Onun için yapılacak şeyleri siz de düşünün, tedbirlerini düşünün, çaresini düşünün; nasıl yapmak gerekiyorsa öyle yapın!..

Almanya da Doğu Almanya'yı Ruslardan satın almıştır. Harpsiz satın almıştır. Çalışmıştır, ekonomisini güçlendirmiştir; nefesi açlıktan kokan Ruslara, şu kadar milyarı köpeğe yem atar gibi, et atar gibi, leş atar gibi atmıştır; "Hadi bakalım, siz buradan çekilin!" demiştir. Ve o kadar parayı alan Rusya, Doğu Almanya'yı bırakıp gitmiştir. Gözümüzün önünde cereyan eden bir olay... Daha başka bir olay, --belki dikkatinizi çekmiştir belki duymadınız-- Urallar'da bir Alman Cumhuriyeti var, şu anda Rusya'nın içinde. Müstakil bir cumhuriyet... Almanya, zamanında oraya esir olarak gitmiş başka Almanları yine organize etti ve hristiyanlık propagandası yapıyor onlar oralarda... Ayrıca da bir devlet kurdular ve bizimkiler gibi yarım yamalak hür filân değil, Almanya takipçisi... Gayet serbest bir şekilde Rusya'nın içinde bir ada daha kazandı. Yâni Almanya, geçtiğimiz şu üç beş yıl içinde Doğu Almanya'yı kazandı, Rusya içinde bir devlet daha kazandı. Yâni, iki büyük adım atmış durumda... Ayrıca AT içinde durumunu çok kuvvetlendirdi. Komşu ülkeleri de yutmak üzere... Yâni, Alman imparatorluğunu kurma çalışması içerisinde.

Şimdi zaten politikacılar diyor ki: Bu asır, eski politik dengelere dönme teâmülü gösteriyor. Eskiden bir Avusturya-Macaristan İmparatorluğu vardı. Şimdi gene öyle bir imparatorluk kurulacak. Türkiye'nin üzerine de, "Sen de eski Osmanlı İmparatorluğu'nu kur!" diye şartlar öyle geliyorlar. Yâni çevre şartları bize, "Sen de Osmanlı İmparatorluğu'nu kur!" diye geliyor. Ama bizimkiler o kadar hazırlıksız yakalandılar ki: "Estağfirullah istemem!" falan diye diretiyorlar. Böyle utangaç bir gelin gibi, kız gibi. "Hayır istemem, teşekkür ederim sizin olsun!" filân gibilerden... Olmaz!.. Yâni önümüze gelen bu fırsat, aynı zamanda dinimize bir hizmet fırsatıdır. İmanımızın gereği olan çalışmaları yapma fırsatıdır. Elimizdeki bu fırsatı değerlendirmeliyiz. Değerlendirmek kadro ile olur. Kadroların şuurlu, bilgin insanlar olmasıyla olur.

Onun için kendi aranızda organize olun!.. İstikbale bu gözle bakın, çevrenize bu gözle bakın!.. Projelerinizi Türkiye Cumhuriyeti hudutları içerisinde küçük projeler olarak düşünmeyin!.. Ortadoğu sizindir, Kuzey Afrika sizindir, hatta Afrika'nın tamamı sizindir... Asya'nın büyük bir kısmı sizindir... Güneydoğu Asya sizindir, Endonezya sizindir... Avrupa'nın bir kısmı sizindir. Ve eğer biz Allah'ın razı olduğu, Allah'ın dinini yayma --i'lâyı kelimetullah-- için çalışmayı güzel yapabilirsek, Amerika da bizimdir... Dünya hakimiyeti müslümanlarındır!..

O bakımdan lütfen üç kuruşluk maaş için çalışan basit insanlar olmayın!.. Bu idealleri unutmayın!.. Bundan belki daha güzellerini siz düşünebilirsiniz. Hayallerinizi bir kere de serbest çalıştırın!.. Yâni bir sanatkâr gibi, bir ressam gibi, çizeceğiniz tablolara bir kayıt tanımadan, içinizi, arzularınızı dışarıya bir kere çizgilerle bir dökün!.. Nasıl bir dünya istiyorsunuz?..

Ben benim çalışma odama koca bir Dünya haritası astım. Yâni, üç adam boyunda eni olan, iki adam boyunda yüksekliği olan koca bir Dünya haritası... Kusura bakmayın, şimdilik Dünya haritası asıyorum, feza haritası asamıyorum. İnşaallah beş on sene geçerse, artık Dünya haritasını indirip feza haritasını koyarız inşaallah oraya... Fezaya uygun hedeflerle düşünmeliyiz, düşünebiliriz. Veya ona göre inşaallah düşünecek şartları Allah bize ihsan eder.

Bir palavracı şair demiş, güyâ kahramanlık yapıyor:

Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imha-yı hürriyyet;
Çalış idraki kaldır muktedirsen, âdemiyetten!..

"Zulmederek, zalimlik yaparak hürriyeti imha etmek mümkün değildir. Ne mümkün, mümkün olur mu hiç? Mümkün değildir. Eğer sen yapabilirsen çalış da, düşünme kabiliyetini insanların kafalarından al bakalım!.. Alamazsın, onun için hürriyetini imha edemezsin!" diye palavra atıyor. Güya hürriyet için mücadele ederken, devleti yıkma çalışması yaptığının farkında olmayan bir sarhoş... Madem idraki durdurmak mümkün değil, kaldırmak mümkün değil; o halde idrakinizi, hayalinizi İslâm için olabildiğine genişliğine çalıştırın!..

İnsanın kıymeti, himmeti kadardır. Yâni hayalinden, arzusundan geçen hizmet alanı kadardır. Ne kadar yere hizmet etmek istiyorsanız, kıymetiniz o kadardır. Ne kadar büyük işler yapmak istiyorsanız, büyüklüğünüz o kadardır.

Allah himmetinizi alî eylesin... Zihninizi açık eylesin. Pazunuzu kuvvetli eylesin... Birlik ve beraberliğinizi sağlam eylesin... Hayırlı hizmetler yapmayı nasib eylesin... Rızasını kazanmayı nasib eylesin... İki cihan saadetine ermenizi nasib eylesin...

Bu kadar söz zaten arife çoktan yeter de artar bile. Fakat kısaca özetlemek gerekirse:

1-İslâm'ı öğrenin!..

2-Müslümanların hal-i pür melâlini iyi öğrenin, tedkik edin!..

3-Müslümanların halini daha iyiye getirmek için neler yapabileceğinizi, projelerinizi zihninizde serbest olarak oluşturun; kâğıtlara, kitaplara, satırlara dökün!..

4-Tek başınıza yapamayacağınız işleri beraber yapmak için organizasyonlar kurun, dernekler kurun!.

5-Mâlî bakımdan güçlü olmak için küçük sermayelerinizi birleştirin, şirketler kurun!.. Meselâ Deva Holding; doktor, eczacı, veterinerler böyle bir şey kurmuşlar, küçük paralarla. Batsa bile, bundan büyük bir zarar görmezler. Böyle müesseseler kurun!..

6-Parayı Allah yolunda kullanın!.. Parayla ülke alınabiliyor, cihadda zafer kazanılabiliyor, güzel sonuçlar alınabiliyor, fakirlerin yüzü güldürülebiliyor.

(Zâlike fadlullahi yü'tîhî men yeşâ') "Allah'ın insanlara verdiği bir özel ikrâm!" Yâni, hem ibadet eder, hem zengin olur, hem çalışırsa ötekilerinin erişemeyeceği kadar yüksek sevaplar kazanması mümkün oluyor.

Allah hayırlara muvaffak eylesin... Hakkı, hak olarak görüp uymayı; bâtılı, bâtıl olarak görüp ondan korunmayı, ömrünüzü verimli geçirmeyi, hayırlı uzun ömürle muammer olmayı, iki cihanda bahtiyar olmayı nasib eylesin...

Bi hürmet-i esrar-i Sûretil Fâtiha!.

15 Mayıs 1992 İSTANBUL