13. DERS

Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...

Mefhari mevcûdât muhammed mustafâ râ salevât!..

..........

Seyyidüs sâdât muhammed mustafâ râ salevât!..

..........

Habîbi hüdâ muhammed mustafâ râ salevât!..

..........

ONLU BAB

(Kàle Rasûlüllah SAS: Aleyküm bis sivâk, fe inne fîhi aşere hısâlin... İlâ ahiril hadis)

Bugün onar onar bahsedeceğiz.

Cenâb-ı Peygamber SAS buyurmuşlar ki:

"--Siz misvak kullanmağa mülâzemet edin, misvak kullanmağa devam edin!.."

Misvak, Arabistan'da çıkan ağaçlardan bir ağacın köküdür. Fakat çok menfaatli bir şeydir. Dişleri temizler, ağzın kokusunu giderir. Çok faydalıdır. Bizim fırçalara benzemez. Bizim fırçalar Avrupalıların yaptığı ne olduğunu bilmediğimiz maddelerden ibarettir. Bu ise kudretullahtan hasıl olmuştur. Cenâb-ı Peygamber kullanmış, el'an da kullanılmaktadır. Arabistan'da ve her yerde müslümanlar kullanırlar. Bizim de kullanmamız için buyuruyorlar ki:

"Misvak kullanmakta on tane fayda var:

1. (Yütahhirul fem) Ağzı temizler. Çünkü, namaz kılacağız, Kur'an okuyacağız. Ağzımızda ekmek, yemek, sigara vs. kokularla yapılan ibadetler makbul-i ilâhi olmaz. Onların muhakkak ağızdan giderilmesi lâzım!.. Bunu da bizim fırçalar temin etmez. Ne kadar ilâçlarıyla da yapsan...

Hattâ ilâçların aleyhinde şöyle bir şey de duydum. Kanser yönünden hastalıkların tevlidinde o ilâcın iyi bir şey olmadığını söyleyenler olmuştur; orası bize aittir. Fakat kolayı varken, temizi varken... Şunun bir tanesi altı ay gider, iki tanesi bir sene gider. Çünkü, eskidikçe kesilir, yenisi açılır. Bir sene yeter iki tanesi...

2. (Ve yerdar rab) Allah'ın da rızâsını kazandırır. Misvak kullananlardan Hazret-i Allah râzı olur. Başka şeyde olmayan büyük nîmettir.

3. (Ve yeshatüş şeytân) Şeytan da hiç sevmez, kullandırmamak için çalışır. "Bırak şunu, şu Arabın ağacını!" der. "Bak, güzel yapılmış fırçalarımız var!" der. Şeytanın işi...

Dün okuduk dokuz çeşit şeytan var; her birisi insanların üzerine musallat... Bu da müslümanlara musallat olan bir şeytandır. Misvakten müslümanları uzak etmeğe çalışır.

4. (Ve yuhibbuhur rahmân) Bununla beraber, Allah sever. Allah hem râzı olur, hem de sever. (vel hafazati) Hafaza melekleri de sever. Çünkü, ağza güzel bir koku veriyor.

5. (Ve yeşüddül lisseh) Diş etlerini sıkıştırır.

6. (Ve yaktaul balğam) Balgam denilen dert; onu da giderir. Söker, götürür. Doktora gidersin, "Ver efendi bir ilâç!" dersin. Onun vereceği ilaçlar başka... Bu bedavadan alır gider.

7. (Ve yutîbün nükhete) Ağzın kokusunu güzel eder.

8. (Ve yutfil mirreh) Ağız acılığını giderir.

9. (Ve yücellil basar) Gözlere cilâ verir. Seksen yaşına gelirsin, hâlâ gözlüksüz okuyabilirsin.

10. (Ve yüzhibül buhrah) Kokuyu da gider.

(Ve hüve mines sünneti) Aynı zamanda da sünnettir. Sünnet-i seniyyenin mükâfatı mâlûm, şehid sevabına muadil oluyor.

Yine Peygamber SAS buyurmuş ki:

(Essalâtü bis sivâk) "Misvak ile kılınan bir namaz, (efdalü min seb'îne salâten biğayri sivâk) misvaksiz kılınan yetmiş namazdan efdaldir." Sünnet-i seniyyeye uygun olarak yapılan amellerin hepsi böyledir. Allah tatbik nasib etsin cümlemize...

Arapları hacca gidenler görmüşlerdir. Ağızlarında saklarlar dururlar böyle... İkide bir namaza durur ağzını tazeler. Namazdan bırakır, tekrar ağzını temizler.

Efendimiz SAS'in de yanıbaşlarında dururmuş. Sonra hastalık sıralarında mütemâdiyen alır, ağzını misvakler, kormuş oraya misvakini...

Ebûbekr-i Sıddîk RA buyurdu ki:

(Mâ min abdin rezekahullahu aşere hısâlin illâ vekad necâ minel âfâti vel âhâti küllihâ) Her kime Cenâb-ı Hak on haslet verdiyse, o adam dünya va ahiretin bütün afetlerinden halâs olur. (Ve sâre fî derecetil mukarrabîn) Mukarrabîn denilen büyükler, evliyalar var ya, o evliyaların derecesine erişir. (Ve nâle derecetel müttakîn) Bir de müttakîler var, onların derecesine de erişir:

1. (Evvelühâ sıdkun dâim) Sadakatten hiç bir zaman ayrılma! Bütün şeyin sadâkat olsun, doğruluktan kat'iyyen ayrılma!.. Bununla beraber, (kalbün kàni') kanaat edecek bir kalbe sahip ol!"

Bu çok mühimdir. Bu okuduğumuz Münebbihat denilen kitap, ikiden başladı, ona kadar geldi. Şimdi son kısımlarını okuyoruz. Bütün derslerinde rastgeldiğimiz nasihatleri, zenginliği zem, fakirliği medhetmek oluyor.

Akşam da hatırımıza geldi bizim: Cenâb-ı Peygamber'in zaman-ı saadetlerinde bir adam vardı. Adını cami kuşu koymuşlardı. Beş vakit camiden çıkmaz, gündüz gece camide her zaman... Her zaman Resûl-i Ekrem'in arkasında namazda... Ama fakir halde...

Bu fakir haline kanaati olmadı. Resûl-i Ekrem'den ricâ, ricâ; "İlle bana dua et de, Allah bana biraz mal mülk versin!" derdi. Cenâb-ı Peygamber ona her zaman sabır tavsiye ederdi. Nihâyet dua etti, Allah da ona mülk verdi.

Koyun aldı; az zamanda koyunları çoğaldı, çoğaldı... Camiye gelemez oldu, cemaate devam edemez oldu. Derken cumaya da gelemez oldu, Koyunlar, sürüler arttı; uzak yerlere yayılmağa gitti koyunlar... Cumalara da yetişemez oldu. Derken zekât ayeti nazil oldu. Gittiler zekât istemeğe... "Ne bu zekât? Bu haraç oluyor. Ne demek?.. Böyle haraç filân verecek değilim." diye itiraz etti zekât toplayanlara... Zekât memurları boş döndüler.

Sonra pişman oldu kendisinin söylediğine... Geldi ricâ etti. Tabii, Peygamber Efendimiz, "Emir gelmeyince alamam!" dedi. Emir de gelmedi. Hazret-i Ebûbekir'in hilâfet zamanı geldi, o kabul etmedi. Hazret-i Ömer'in hilâfet zamanı geldi, o da kabul etmedi. Derken, Allah esirgeye, gitti öte tarafa...

Kanaat büyük nimettir.

(El kanâatü kenzün lâ yefnâ) derler. Her şey biter, milyonların olsa biter. Fakat kanaat bitmez. O kanaati Allah cümlemize nasib etsin...

Çünkü görüyoruz ki, bugün insanlar ne kadar çok servete sahib olsalar, bir türlü doymuyorlar. Servet fenâ bir şeydir demek istemiyorum; fakat, insanları Allah'tan uzaklaştırmaya vesîle olan şeylerin başında o geliyor. Çünkü işin altından çıkamıyorsun; artık bu sefer ne camiye gelebiliyorsun, ne cumaya gelebiliyorsun. Sonra bir de korku başlıyor, bu paralarımı elimden alırlar diyerekten... Korkudan çıkamıyorsun dışarıya... Çok tehlikesi olan bir şey... Onun için dâimâ, her okuduğumuz gün, bu kanaat bize tavsiye edildi durdu.

2. (Ves sânî sabrun kâmil) "İkincisi, öyle azıcık bir sabır değil; kâmil, olgun bir sabır... (meahû şükrün dâim) Onunla beraber, dâimâ şükreden bir hal lâzım insana..." Hem sabredeceksin, hem de şükredeceksin. Eh, fakirlik olur, sabredersin. Ama, nimetlere de şükretmek lâzım!..

Hazret-i Ömer'in bir sözü var, hoşumuza gider: "Biz bir vakitleri fakirlik çektik. --İslâm'ın ilk devirlerinde çok fakirlik çektiler.-- Bunlara sabretmek mümkün oldu, sabrettik. Şimdi nimetlere garkolduk; bunun şükründen aciziz şimdi..." demiş. Nimetin şükrünü yapabilmek kolay bir şey değil...

Akşam bizim muallim bey bir şey anlattı bize... Bir talebesi varmış, asker olsa gerek; İtalya'ya gitmiş. Orda kurs görecekmiş, çocuklarıyla gitmiş. Çocuk ufak; orda bir mektebe vermişler. Kilise mekteplerinden birisine... Çocuk ufak tabii, daha mektep çocuğu değil, ondan ufak... Fakat, sokaklarda gezmesin diye veriyorlar ya, bizde de var ya...

Birkaç gün sonra evde yemek yiyecekler. Çocuk başlamış tapınış şekillerini yapmağa... Babası demiş ki:

"--Hanım, ne yapıyor bu çocuk böyle?.. Ne yapıyorsun çocuğum?.."

Çocuk demiş ki:

"--Bize ordaki papaz dede böyle öğretti. Bak bu nimetleri Allah bize verdi. Bu Allah'ın verdiği nimetlere şükretmek lâzım değil mi?.."

Daha ufacıktan papaz ona aşılıyor hristiyanlığını...

"--Artık bu çocuk gitmesin bu okula!.. Lâzım değil!.." demiş.

Şimdi, şükür hepimize lâzım!.. Biz de bir vakit Almanya'ya gitmiştik de, orda bir pazara da rast geldik. Dedik:

"--Şunların bir kilisesini de görelim bakalım; ne yapıyorlar burda?.."

Kiliselerine girdik. O gün de şükür dersiymiş. Onların adetleri, kapıların kenarında büyük levhalar var... O levhalara o gün söylenecek sözün numarası yazılı... Hepsinin elinde bir kitap... Papaz çıktı, bizim kürsü gibi bir yere, ordan konuşuyor. Elinde kitap var ama... kitabından konuşuyor, başkaları da o kitabı takib ediyor. Yanımdaki arkadaşa sordum:

"--Bunlar ne diyorlar acaba?.." dedim.

"--Şükürden bahsediyor." dedi.

Allah'ın verdiği nimetlere şükürden bahsediyor bir gâvur memleketinde de, biz müslümanlar bu şükrü henüz daha öğrenemedik!.. Allah affetsin...

Nimetlere garkolmuşuz. Memleketimiz gibi memleket dünyada yok gibi... Her çeşit nimetleri Cenâb-ı Hak en güzel sûrette, mebzûlen bize vermiş. Fakat, bunların şükrünü etmiyoruz. Hep isyan vadilerinde, günah yollarında bunları harcıyoruz. Bunların elbette cezâsı ağır olur. Allah affetsin kusurlarımızı...

Onun için şükr-ü dâim demiş Ebûbekr-i Sıddîk Hazretleri... Evvelâ sıdk, arkasından şükür, sabırla beraber...

3. (Ves sâlisü fakrun dâimün meahû zühdün hâdır) "Üçüncü olaraktan dâimî bir fakirlik..." Fakirlik olur da, üç gün çekersin, dördüncü gün kurtarırsın yakayı; öyle değil... Bu fakirlik bizim bildiğimiz sokaklardaki fakirlerin fakirliği değildir ama... Allah fakiri derler bunlara... Milyonlara gark olsalar, yine fakir halindedirler. Milyonlara da gark olsalar, Allah'a ihtiyaçtan bir dakika ayrılmazlar. Onun için Cenâb-ı Peygamber de:

(Elfakru fahrî) "Fakirlik, benim de iftihar ettiğim bir şeydir." diyor.

Onun için bu fakir denilince, Cenâb-ı Hakk'a ihtiyaçtan hiç bir zaman ayrılmayan insan demektir. "Bununla berâber, (zühdün hâdır) hiç bir zaman da dünya nimetlerine iltifat etmez. Olanla iktifâ eder."

4. Dördüncüsü, (Fikrün dâimün) "Dâimâ düşünecek bir insan... (meahû batnün câi') Bununla beraber aç karın..."

Çok güzel bir ders... Dâimâ düşünmekle mükellefiz. Düşüncesi olmayan insan, hayvanlara benzer bir insandır. Düşünmeden insan olmaz.

Şu vücudu düşünsek kâfi, başka şey istemez. Yiyoruz, elhamdü lillâh... Şu ağız çiğniyor... Şurdan aşağı gidiyor. Burda bu mide çalışıyor. Onları ne hale çeviriyor... Ordan barsaklar başka tarafa sevkediyor. Böbrekler başka tarafa sevkediyor... Ciğer başka vazifeler görüyor. Kalb başka vazifeler görüyor. Başında hiç birisinin adamı yok bunların... Kendi kendine dönen bu makina, hangi kuvvetle dönüyor aziz kardeş?.. Bunu veren Allah'a şükür istemez mi dersin?..

Ordaki papazın çocuğa anlattığı şey üzerine, biz kocaman insanlar olduğumuz halde, bu Allah-u Teâlâ'nın nimetlerine şükretmemiz gerekmez mi?.. Şu göz olmasa, ne yaparız Allah esirgeye?.. Bu göze bir sakatlık gelse, kim takar bu gözü bize?.. Bu kulağa bir arıza olsa, kim takar bizim kulağımızın yerine bir kulak?.. Allah esirgeye kagamıza bir arıza olsa, kim takar kafamıza bir akıl?.. Tımarhanede alırız soluğu...

Bu hastalar olsun, tımarhanede olan insanlar olsun, Allah onları boşuna yaratmamıştır ha!.. Hep bunlar bize birer ibrettir. Bakın bunlardan da ders alın demektir. Ne yaparsın işte, bütün gün orda sopayı yersin, ilâcı yersin, dayağı yersin; yine delisin, yine delisin?.. Delinin akıllı olacağı yoktur. Onun için, Allah kusurumuzu affetsin de verdiği nimetlere şükreden kullarından eylesin...

Bu ne nimettir yâni; yiyoruz da haberimiz olmuyor. Karnımıza bir ağrı gelse, şaşırıyoruz. Midemize bir şey olsa, şaşırıyoruz.. Böbreğimize bir şey olsa, şaşırıyoruz. Şimdi bir kardeş var, misafir gelmiş buraya... Çocuklarının böbrekleri doğuş itibariyle teşekkül etmemiş, kısa... Dâimâ kana karıştırıyor idrarını... Ne yapacaksın, yap bakalım şimdi ona bir böbrek, koy da düzeltsin bu işi... Milyonların olsa, oraya takacağın bir böbrek üç gün sonra yine işe yaramaz bir hale gelir.

Allah'ın verdiği bu nimetler hesapsızdır. Bunları tefekkür, her müslümanın vazifesidir. Her gün bu nimetlere gark oluyoruz, yiyoruz, içiyoruz elhamdü lillâh... Güzelce de uyuyoruz elhamdü lillâh, sıhhat afiyetle... Sabahleyin kalkınca: "Elhamdü lillâh yâ Rabbi! Beni bu ölü halimden uyandırdın, bu hayatı tekrar bana iade ettin!" diye bir hamdetmek, bir şükretmek istemez mi?.. Abdestini alırsın, elini yüzünü yıkarsın. Buna mukabil, "Şu camide Allahın emrini tutayım, namazını kılayım!" demezse bir insan, nasıl olur o müslümanın hali acaba... Ye, iç, yat, uyu, kalk git... Herkesin yaptığı iş o, bütün hayvanların vazifesi o... Bize niçin insan demişler?.. Onlardan bizim temeyyüz etmemiz lâzım!..

Dördüncüsü de (Fikrün dâim)... Dâimâ düşünecek bir insan... Kudret-i ilâhiyeyi düşün, arzı düşün, gökleri düşün, yıldızları düşün!.. Ne nimettir onlar... Gece aydınlığı başka, gündüz aydınlığı başka... Sıcaklık başka, soğukluk başka... Her birisinde çeşit çeşit nimetler var... Bu nimetleri tefekkür vâcibdir, üzerimize borçtur.

Onun için Cenâb-ı Resul:

(Fetefekkerû fî a'lâillah) "Allah-u Teâlâ'nın nimetlerini dâimâ düşünün!" diye bize tavsiye etmektedirler.

Düşüneceğiz ama; bununla beraber, (batnün câi') aç karınla düşüneceksiniz. Karnınız tok olursa, düşünemezsiniz. Tok karın insanları muattal kılar. Kafalarını da muattal kılar, her şeylerini muattal kılar. Mide çalışıyor, yoruluyor; ne yapsın, bütün gün hizmet içerisinde... Kafanın filân çalışmasına fırsat kalmaz.

Onun için, fikrinle beraber batnün câi'... Öyle karnını mütemadiyen doldurup da, onu meşgul etme!.. Ara ara aç bırak onu ki, seni rûhâniyet bürüsün.

5. (Hüznün dâim, meahû havfün müttasılün) Allah Allah!.. Dâimâ mahzun ol!.. Gülücü olma!.. Düşün ki, bu nimetleri veren Allah-u Teâlâ'nın nimetlerine karşı şükrün yok... "Yapamıyorum, şu kadar kusurum var, bu kadar kusurum var... Etrafımdaki insanlara faydalı olamıyorum." vs. bir çok şeylerden dolayı insan keder duyar kendi hallerinde...

Bununla beraber havfün müttasıl... Hem hüznün olacak, hem Allah'tan korkun olacak ki, insan olabilesin!

6. (Ves sâdisü) Altıncısı: (cühdün dâimün meahû bedenin mütevâdı') "Hem çalışacaksın Allah'ın verdiği vazifeler üzerinde..." Herkesin vazifesi taksim olunmuş, Cenâb-ı Hak herkesi çeşitli yaratmış. Herkes bulunduğu vazife üzerinde çalışacak, çalışmakla mükellef...

Dâimâ bir cehd, gayret içerisindesin insan olmağa... Burdaki cühdden maksat paraları toplamak için değil, insan olabilmek için gayretini sarfedeceksin! "Bununla beraber, (bedenin mütevâdı') mütevâzı bir bedene de sahib olacaksın."

Çünkü insan herhangi bir varlığın sahibi olursa, arkasından kibir tepesine biniyor onun... Bir varlık geliyor insana, o devleti görünce... O devlet gelince varlık olmaması için, tevâzuu yanına koyacaksın! Hem cühdün olacak, gayretin olacak; hem de tevâzuun olacak!.. İnsanlara hizmet edeceksin, dinine hizmet edeceksin. Ne türlü gayretlerin varsa yapacaksın, fakat tevâzu ile...

O hoşuma gitti. Şimdi aklıma geldi de: Nakşıbend Muhammed Bahâeddîn Hazretleri'nin Nakşıbend olması da kolaycacık olmamıştır öyle... Onun hocası, mürebbîsi, evvelâ ona hayvanlara bakmayı vazife vermiş:

"--Ne kadar yaralı hayvan varsa, onlara bakacaksın! Vazifen bu senin, tesbihin bu senin..." demiş.

Gitmiş, nerde bir yaralı hayvan bulsa onun yaralarını yıkıyor, temizliyor, ilaçlıyor... Bir zamana kadar... Ondan sonra demiş ki:

"--Sokakları temizleyeceksin!"

O zaman böyle çöp arabaları filân yok... "Eteklerimle toplardım sokakların tozlarını topraklarını... Eteklerimi yıkamaya da meydan bulamazdım; çünkü, dâimâ o vazifedeydim." diyor.

Yine bir vakit hamamlarda vazife vermiş:

"--Gideceksin, hamamda ihtiyarların, bitlilerin, gariplerin üstlerini başlarını yıkayacaksın, temizleyeceksin!" demiş.

O zaman bit devri... Bunlar kolaycacık olur mu? Hep tevâzua bağlı bunlar... Tevâzu olursa yapar. Şimdi bize de birisi dese bunu yap diye, yapar mıyız?.. Yapamayız. Çünkü, o tevâzu yok bizde...

Daha böyle bir çok vazifeleri yaptıktan sonra kendisine Nakşîlik dersi verilmiş, nasıl verildiyse... Onun için, Allah kusurlarımızı affetsin de, bize de o tevâzulardan biraz nasib ihsan buyursun...

Şimdi bize deseler ki, "Şu camiyi süpür!" En büyük nimettir camiyi süpürmek... "Aaa, benim öyle vazifem yok! Sen de bulamadın mı söyleyecek şey!" diye ona bile çıkışırız. Halbuki, ne kadar ağır hastalıkların varsa; git bir camiyi süpür, onun süprüntüsünü tencereye koy, suyla karıştır; bir banyo yap onun altında... Allah-u Teâlâ senin hastalıklarının hepsini giderir.

Tecrübe... Bunu hocamdan duymuştum da, bir sene hacdan gelirken, ordaki Rasûlüllah SAS mescidinin tozlarından biraz toz aldım getirdim buraya; lâzım olur diyerekten... Bizim bir arkadaşımız vardı, burda bakkallık yapıyordu. Onun bir kardeşi donma hastalığına tutulmuş, terazinin başında donup kalıyormuş. Doktor doktor götürmüşler, bir çare bulamamışlar. Biz hacdan gelince geldiler, anlattılar; "Bir nefes yapıvermezmisin?" dediler.

Geldi adam, koca delikanlı... O tozdan getirdik bir parça... Suyun içine koyduk. Biraz da okuyup verdik, zemzem suyuyla beraber... Oymuş zavallının çaresi... Bir daha hastalık gelmez oldu.

Allah-u Teâlâ'nın lütuflarının hesabı yoktur. Biz bunlara da tenezzül edemeyiz nedense... Varlıklarımız buna da mânî olur. Onun için tevâzuu da yanına koymuş.

7. (Ves sâbiu) Yedincisi: (rifkun dâimün meahû rahimun hâdır) "Hem yumuşak tabiatlı olacaksın, hem de acıyıcı olacaksın!.."

Rıfk nerde varsa, orda selâmet vardır. Sertlikte selâmet yoktur, rıfkta vardır selâmet... Evde de rıfk oldu muydu, o ev rahat eder. Sertlikte hiç bir zaman fayda olmamıştır.

Onun için Cenâb-ı Allah, Peygamber Efendimiz SAS'e buyuruyor:

(Velev künte fazzan galizal kalbi len faddû min havlik) "Eğer sen sert bir adam olsaydın, katı kalbli bir adam olsaydın, bunların hepsi etrafından dağılırlardı senin!.." Sertlikle zabtedemezdin bu insanları... Bağırırsın, çağırırsın, kaçar hepsi... Gelmez onlar...

Ancak Peygamber SAS'in o insanları böyle başına toplayışı, onlara olan rıfk ile muamelesinden dolayıdır. Onun için, Hazret-i Enes hizmetkârı idi SAS'in... "On sene hizmet ettim; bana niçin bunu böyle yaptın veyahut yapmadın demedi." diyor. Yumuşaklığın sonucu...

Bunlar laflarla olacak şeyler değildir. Lafla gemi yürümez derler. Geminin, makinanın her şeyini hazırlayacaksın, öyle yürüteceksin. Öyle lafla gemi yürümez!.. Lafla olmaz bu işler... Bunları tatbik sahasını bilmek va üstadlardan bunun eğitimini görmek lâzım!.. Allah hepimize fazlu keremiyle lütfeylesin...

Merhamet de kolay bir şey değildir. Hep biz şimdi merhametsiz insanlar sûretine girmişiz, Allah esigeye... Çünkü insanın merhameti en evvelâ kendisine, sonra çoluğuna çocuğuna olacak. Çoluk çocuk cehenneme girecek duruma düştükten sonra, sen cennete girsen ne kıymeti olur?.. Sen evlâdına acımazsan, onu cehenneme sürükleyici bir şekilde gözünün önünde yürütürsen, buna nasıl merhamet denilecek?.. Nasıl merhamet olur bu?.. İnsanın merhameti evvelâ kendisine olur, sonra da çoluk çocuğuna olacak. Çoluk çocuk İslâm'dan çıkmış bir durumda iken, bu merhamet nerde oluyor acaba bilmem?..

8. (Sübbün dâim, mea hayâin) "Dâimâ başını ört, hayâ ile beraber..." Hem kadına hem erkeğe... Kadının başından örtüsü çıkmamalı!.. Erkeğin de başı önünden ayrılmamalı!.. Baş açık geziliyor bugün... Namaza bile bir çok insanlar başı açık gelmekten çekinmiyorlar, câizdir diyorlar. Câizdir demekle iş bitmez ki!.. Edeb başka, cevaz başka... Caizdir, ama edeb?.. Bir büyüğün huzuruna, Cenâb-ı Hakk'ın divanına duruyorsun!.. Kollar buralarda, açık...

--Oluyor, olur canım; hamamda da kılsan olur, ne olacak?.. O da câizdir yâni, hamamda namaz kılınmaz mı?..

--Câizdir ama, edebi nasıldır?.. İnsana yakışır bir durumda, cemiyete yakışır bir durumda giyineceksin, öyle geleceksin camiye ki, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna duruyorsun... Evinde de kılsan, yine öyle kılacaksın. Evinde yalnız başına kılsan, yine öyle açık kolla, âdâba muhalif bir şekilde namaza durmayacaksın. Hattâ komşumuz kapıyı çalsa, açık kolla karşısına bile çıkmağa utanıyoruz. Entariyle çıkmağa, pijama ile çıkmağa utanıyoruz.

Bağdat'ta bir hocaefendiyi ziyaret edelim dediler. Oranın alimiymiş, güzel Türkçe de biliyormuş. Türk çocuklarına da ders okutuyormuş orda... Pekâlâ dedik, gidelim dedik... Kapıyı açtı, girdik içeriye; kayboldu hocaefendi... Epey bir zaman sonra geldi. Araplara mahsus kıyafetini, şalvarını gayet güzel giyinmiş, süslenmiş, öylece geldi. Biz de utandık. Biz bu kadarını da yapamıyoruz ama, öyle pek de lâlettâin, pijama ile, yarım kolla filân çıkmamak lâzım!..

Amerikalılar varmış galiba birisinin evinde... Birisi misafir gitmiş, kapıyı çalmış. Onlar kilot dedikleri kısa donlarıyla, bacakları çıplak, kolları çıplak olarak çıkmış karşısına... Kıllı mıllı öyle... Oturuyor. Giden adam utanmış. Onlar gâvur, onlara göre utanmak olmuyor. Onların adetleri belki götürüyor bu işleri... Ama müslümana yakışmaz ki böyle şey...

Müslümana dâima edeb dairesinde, kim olursa olsun gelen insana karşı bir hürmet, bir saygıdır örtülü olarak çıkmak...

9. (İlmün nâfiun meahû hilmün dâim) İlmin bir faydalı kısmı var, bir de faydasız, boş olan ilimler var... Lüzûmu yok... Okursun çalışırsın ama, hiç ömründe bir kere de sana lâzım olmamıştır o ilim... Bundan dolayı Cenâb-ı Peygamber de: "Yâ Rabbi, fayda vermeyen ilimden sana sığınırım!" buyurmuştur.

Onun için diyor ki: "İlm-i nâfi'; fayda versin sana o ilim... Ama bununla beraber bir de hilm-i dâim; dâimâ halimlik sıfatıyla beraber olsun ilmin..."

İlim de büyük bir servettir insanda... Her servetin üstünde en büyük servettir ilim... Nasıl ki paraları çok olan insanlar mağrur oluyorsa, ilimleri çok olan insanlarda da gurur olur. "Ne güzel herkese lafımız geçiyor, sözümüz geçiyor... Takrir yapıyoruz, eserler meydana getiriyoruz." diyebilir. Haa, bu olmasın!.. İlmin olsun ama, hilmin de olsun!..

Rıfk da yumuşaklıktır ama hilm'le arasında çok fark vardır. Kudretin var, döğebilirsin, vurabilirsin, her şey yapabilirsin... Fakat onlara karşı bir şey yapmıyorsun, bunların hiç birisini kullanmıyorsun. Kuvvetli adamlarda, kudret sahibi insanlarda şarttır hilim olması... Meselâ stediği zaman koğar, istediği zaman da döğer... İyi ama, elinde ama; işte hilim orda seni, onu döğmekten, onu koğmaktan men eder. Çünkü, insan düşünür ki: "Ben de ne kadar kusur yapıyorum ama, Allah beni koğmuyor kapısından..." diyerekten...

İbrâhim AS'ın hikâyesi geldi aklıma... İbrâhim AS, misafirsiz ekmek yemiyormuş. Beklemiş, bakmış birisi geçiyor. "Gel!" demiş, sofraya çağırmış:

"--Ama, 'Lâ ilâhe illallah' de bakalım!" demiş.

Adam:

"--Ben öyle şey demem!" demiş.

İbrâhim AS:

"--Öyleyse, çık git!" demiş.

Cenâb-ı Hak derhal:

"--Yâ İbrâhim ne yaptın?.. Bu adama ben doksan senedir ekmek veriyorum da koğmadım kapımdan; sana bir gün geldi de, sen hemen koğdun kapından!" demiş.

Koşmuş, yakalamış, getirmiş. O da sonra müslüman olmuş tabiatıyla... Yâni, hilim başka nimet...

10. (İmânün dâim, meahû aklün sâbit) Ebûbekr-i Sıddîk Hazretleri bitirdi işi... Bu on şey bir insanda olursa, elbette evliyâ olur, elbette müttakîlerden olur, elbette kâmil bir insan olur.

Ne dedi: (İmânün dâim) İman devam ister. Ramazanda meselâ hep sofuyuz. Ama olmaz ki, iman ramazana mahsus değil ki!.. Oniki ay, bütün günlerde, hayatımız boyunca o imanın bizde bulunması lâzım!..

--E imanımız yok mu Hocaefendi? Var ya!..

Ama o iman nasıl imandır ki, seni namaza sokmuyor?.. İmansız da diyemeyiz ama, nasıl imandır ki, seni namaza sevketmiyor; Allah'a kulluk yaptırttırmıyor?.. O imanı o hale getir ki...

Nasıl ki, bir vücut var insanda ama, işe yaramıyor; o vücut ölü diyemezsin!.. Hayattadır, bak geziyor ama, bir iş yaptırsan yaptıramıyorsun. Şu taşı şurdan alıp şuraya koyamıyor. Bir odunu kesemez, bir suyu getiremez. Harbe gitse işe yaramaz. Vücut var bunda, ama işe yaramıyor. Bunu ne yapmak lâzım?.. Tedâvi edeceksin, hastalığı neyse tedavi edeceksin, hastalıktan kurtaracaksın. işe yarar bir hale getireceksin.

İman da var ama, bu iman da işe yaramıyor. Herkes oruç tutarken, o tutmuyor... Namaz kılarken, o kılmıyor... Kulluk yapmak lâzım, insan yapamıyor... Allah kâmil imanlar nasib etsin cümlemize...

Onun için onuncu da dedi ki: "İmânün dâim meahû aklün sâbit" İman da öyle, akıl da öyle... Akılsızlar işte meydanda, görüyoruz. O akılsızlık bazan gelir, bazan geçer; o da iyi değil... Dâimî bir akıl, tâ ölünceye kadar... Bunaklık gelir Allah esirgeye, yaşlandığı vakitte... Son nefese kadar aklımızla, son nefese kadar imanımızla yaşamayı bizlere nasib ü müyesser eyle...

Bugün ders çok uzun oldu galiba... Allah bizi affetsin... Ebûbekr-i Sıddîk Hazretleri'nin bu tenbihatına uymayı da bize nasib ü müyesser etsin... O kâmillerin zümresine de Cenâb-ı Hak bizi nasib eylesin...

Kâmillik kolay bir şey değil, olgunluktur yâni... Her şeyin olgununu seçeriz. Bir bostan alsak, olgununu arıyoruz... Bir meyva alsak, olgununu arıyoruz... Her şeyin olgununu arıyoruz. İnsanın da olgunu lâzım!.. İnsan her şeyin efdali... Her şeyin efdali olduğu için, en iyi mahlûk olması lâzım!..

Allah kusurlarımızı affetsin de bu en iyi mahlûklarının, sevdiği mahlûklarının arasına biz günahkârları da fazl u keremiyle dahil eylesin...

Bugün belki kadir, belki bu akşam kadir, bunların hepsi kadir günleri... Allah bu kadir hürmetine cümlemizi affü mağfiretine mazhar eylesin... İmân-ı kâmil, imân-ı dâim nasîb ü müyesser eylesin... Son nefeste de yine imanla göçmek, rızâsına muvafık olaraktan cennet ve cemâliyle cümlemize de ikram eylesin...

El-fâtiha!..

26 Ramazan 1394 / 12 Ekim 1974